TÜRKİYE

TÜRKİYE
ALPEREN GÜRBÜZER

Mondros’un ağır şartlarını kanıyla, canıyla silip atan Türk Milleti bugünkü zor çemberi de aşacak ruhtadır pekâlâ. Yeter ki, üzerimize serilmiş ölü toprağı bir an evvel atabilecek gücü yeniden kendimizde bulalım.
Bugün Türkiye, sosyal değişme sürecini yaşıyor. Bu yüzden bunalımın sebeplerini bilmeden çözüm bulmaya kalkışmak altından kalkılamayacağımız yeni meseleler doğurabilir.
Geçmişte yaşadığımız ekonomik krizler, ülkenin gündemine “sistem meselesini” getirmişti hep. Böylece ara sıra yaşadığımız büyük ekonomik bunalımlarla mevcut sistemin problemler karşısında tıkandığını ve çözüm getiremeyeceğini idrak ettik. Demek ki; her problemin özünde sistem meselesi söz konusuymuş.
Tarihe şöyle göz attığımızda II. Dünya Savaşı’nın ağır şartları ülkemize “yol vergisi”, “ekmek karnesi” ve “gaz kuyruğu” olarak yansımış, derken bu durum halkın şeflik sistemine karşı tepkisini doğurmuş, ardından baskıcı anlayış ister istemez yerini çok partili hayata terk etmiştir. Yeni iktidarın rahatlatıcı ekonomik politikaları ve refah siyaseti DP’yi bir anda kitlelerin nezdinde sevgili yapmıştır. Aslında Türk ekonomisi 1957’de tıkanmaya başlamıştı. O yıllara bir göz attığımızda “Vesika”nın yerini “tahsis”ler almış, zaman içerisinde siyasi rekabetin düşmanlığa dönüşmesi ile birlikte Türkiye 27 Mayıs’ın eşiğine getirilmiştir. Böylece her on yılda bir tekrarlanan demokrasiyi askıya alan kesintili dönemlere girdik. Oysa darbe dönemleri hep gözyaşı, hep kan, hep sefalet getirmiştir. Dün olduğu gibi bugünde Türkiye’nin önünü açacak sihirli formül arıyoruz. Halk, jandarma dipçiği ile hizaya getirilmek istenen Türkiye istemiyor artık. Halkımız bu olup bitene yeter gayri dese de bir kere alışmışlar her tür cinsten darbe yapmaya, hala ara sırada olsa zinde güçler muhtıra vermekten geri durmuyorlar da.
Bugünkü Türk toplumunun en büyük talihsizliği, sosyal ve ekonomik bunalımla birlikte köksüzlük dediğimiz “tarihten kopmuşluğun” üst üste biriktiği problemler ağına düşmesidir. Tarihten yeteri kadar ders almayışımız kitleleri tarihinden bihaber hale getirmiş, derken yarınından emin olamayan nesiller türemesine yol açmıştır. Çözüm; tarihi şuursuzluğa son verip, “ati”ye(geleceğe kanatlanmak) yönelmekten geçer. Manevi yapıdaki dejenerasyonun tek sebebi ise takip edilen yanlış kültür politikalarıdır. Tanzimat’tan günümüze kadar geleneksel kültürümüzden kopuk çareler ararsak olacağı buydu zaten.
Osmanlının son dönemlerinde batı sömürgeciliği ülkemizi derinden sarsmış, öyle ki hasta halimiz Tanzimat’ı doğurmuştur. O yıllarda başlayan temel çelişkimiz merkezle kenar arasındaki çelişkidir. Böylece Tanzimat’tan beri devam eden merkez-kenar çelişkisi bütün reformların tabandan değil tavandan gelmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet dönemimizde de toplum tam anlamıyla “yönetime katılım” zevkini yaşamamış, sadece “güdülen sürü muamele” sürecini yaşamıştır. Geçmişte her ne yaşadıysak yaşadık, şimdi sivil katılımcı politikalar üretmek ve hayata geçirmek zamanıdır. Bunu başarırsak Türk insanına en büyük hizmet olacaktır. Demokratik toplumda “sivil anlayış” ve “yönetime katılma” çok önemli yer teşkil eder çünkü. Belki de tarihimizde ilk defa “tabandan” gelen sosyal değişmeyi başlatacak gelişmeler yaşıyoruz. Bugünlerde “sivil toplum”, “sivil katılım”, “katılımcı demokrasi” vs. gibi temalardan sık sık söz edilir olması bu ümidi doğuruyor. Bu konuda panellerin ve konferansların düzenlenmesi sevindiricidir. Türk toplumu artık “tepeden” gelen bürokratik yönlendirmelerle değil, “alttan” gelen ekonomik ve sosyal değişmeler yaşamak arzusundadır, bunun böyle bilinmesinde fayda var.

Gelişme halindeki ülkeler ne köylü ne de şehirlidir. Türkiye halkı da ne köylü ne de kentlidir. Onun için Türkiye gibi ülkeler ne geleneksel zihni yapısını koruyabiliyorlar ne de sanayileşmiş bilgi toplumunun iş disiplinini gerçekleştirebiliyorlar. Bu toplumlar geçiş süreci yaşadığından dolayı sürekli doğum sancısı yaşamaktadırlar.
Şehirler, ileri toplumları örnek alır hep. Köyler ise mevcut yapının koruyucusudur. İşte bu ikilem hali, zıtlaşmaları ve sistem çatışmalarını kaçınılmaz kılıyor maalesef. Kelimenin tam anlamıyla köyler statükocu, şehirler ise hareketli ve değişken yapı görünümdedir. Bu yüzden bu ülkelerde kimlik bunalımı da had safhadadır. İnsanımız bir keşmekeş ortamında kimlik sancısı yaşıyor habire. Öyle ki insanlar, doğulu musun, batılı mısın, Müslüman mısın, ateist misin? Gibi soruların cevabını bulamamanın ızdırabını yaşıyor adeta. Bu noktada süper devletler bu zaafımızdan yararlanarak “az gelişmiş aydın” üzerinde etkili olarak devamlı kültür ihraç ediyorlar coğrafyamıza. Türkiye’nin sözde ideolojik beyinleri, batı’lılardan daha “keskin” batıcı olup, ortaya kurtarıcı olarak çıkıyorlar. İdraklerine giydirilen “izm”lerin savunucuları efendilerinden daha hızlı batıcı edasıyla bu ülkenin değil “ülkesizlerin dünyasını” beynimize işliyorlar. Bize ait olan her ne varsa ondan söz edeni “mürteci” diye damgalıyorlar. Kimse “bize ait model”den söz etmiyor. Sanki model oluşturmak batı’ya mahsus meziyetmiş gibi empoze ediyorlar sağa sola. Türk insanı “sistem oluşturamaz” imajı hâkim belleklerde. Yine de büsbütün yelkenleri indirmişte sayılmayız, zira üzerimizdeki ölü toprağı atacak aydınlar çoğalıp ülke gündemini belirledikçe biraz olsun ümit var oluyoruz. Tek tesellimiz ‘kökü mazide olan ati olabilmek’ prensibini ilke edinmiş aydınlarımızın varlığıdır. Onlarda olmasa vay halimize...
Evet! Dolarla veya Euro ile istediğimiz şeyi alabiliriz, hatta Dinar’la petrolde alabiliriz, ama bize ait olan yitik hafızamızı dünyanın hazinelerini getirseniz acaba geri alabilir misiniz? Öyleyse “kalkınma” demek illa da döviz ve dış ticaret demek değildir, aynı zamanda manevi kalkınmayı gerçekleştirebilmektir. Elbette ki Türk ekonomisi, ancak dışarıya ihracat yapabildiği takdirde işleyebilecek, içte de üretimi artırarak yol kat edecek ki dışa bağımlılıktan kurtulabilsin. İhracat ve İthalat denge içerisinde olmadığı zaman, yatırımlar ve üretim azalmaktadır çünkü. Ekonomik bunalımın yaralarını sardıkça, belki de zamanla modern çağın en üst seviyesine gelebileceğiz. Unutmayalım ki dışardan kredi verenler, zamanında ödemeleri ödeyebilecek durumda isek ancak o zaman kredi musluklarını açıyorlar. İşte IMF’nin ileri sürdüğü katı reçeteler bunun en tipik göstergesi, başka delil aramaya bilmem gerek var mı?
Medeniyet, enerji medeniyetidir. Bu çağda, enerji petrole dayanmaktadır. İnsanoğlu galiba petrol medeniyetinin son dönemlerini yaşamaktadır. Enerji kaynağı (petrol) tükenmeye başladığı için, “yeni bir enerji çağı”nın doğuş sancıları yaşanıyor, ister istemez bu durumda nükleer enerji gelişmiş ülkelerin malı olarak dünyaya ayak basıyor.
İleriki yıllarda tam manasıyla nükleer enerjiye dayalı sanayi kurulduğu zaman, ister istemez petrole dayalı otomotiv sanayi, kimya sanayi hurda haline gelecek. O halde Türkiye’nin nükleer enerji çalışmalarına daha şimdiden hız vermesi gerekiyor. Artık yeni enerji çağının “nükleer enerji” çağı olduğunun fark etmeliyiz. Bugün bütün az gelişmiş ve gelişme halindeki ülkelerin temel meselesi “sosyal değişmedir. Sosyal değişmeyi anlamamak meselelerden kaçmak demektir. Onun için sosyal değişmeyi iyi teşhis edip, ona göre toplumu sağlıklı bir şekilde yönlendirmelidir.
Şu bir gerçek ki, kültürdeki değişme toplumu, toplumdaki sosyal değişme kültürü değiştiriyor. O halde gerek maddi gerekse manevi kalkınma dengesini kuracak sistem kurmakta yarar var.
Bugünkü halkımız dünden farklı olarak “sivil toplum”, “sivil katılımcılık” gibi demokratik söylemlerden söz etmesi, aynı zamanda dünün tekrarcısı olmaktan çıkıp yeniliklerin devamından yana tavır sergilemeleri zihni dönüşüme uğradıklarının en belirgin göstergesidir.
Türk toplumu eskisi gibi bir tarım toplumu değildir, ama henüz sanayileşmiş bilgi toplumu da olamamıştır. Zira Türkiye geçiş safhasındadır. Geçiş sürecini sancılı geçirdiğimizden dolayı meseleler de çığ gibi büyümektedir. Tarım sektörünün ekonomideki ağırlığının gittikçe azaldığı, sanayinin ağırlığının gittikçe arttığı görülmektedir. Sanayileştikçe Türkiye’yi idare etmek daha da zorlaşacaktır. Sanayileşme hem ekonomik yapıyı, hem de sosyal yapıyı değiştirmektedir çünkü. Malum olduğu üzere Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda, petrol olmadığı için tarımda traktörün yerine hayvan kullanılıyordu, Türkiye’yi idare etmek o sıralar çok daha kolaydı. Fakat şimdilerde aktif nüfus içinde çalışan kesimin her geçen gün ağırlığının artmasıyla birlikte sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, yönetime ve kâra katılma gibi zihni yoracak bir dizi konular gündeme gelmektedir. O halde sanayileşmeye paralel olarak, birde karşımıza “ücretliler” meselesi ortaya çıkıyor. Nitekim ücretlilerin toplam çalışan nüfusa oranı git gide artmaktadır. Dolayısıyla gelir dağılımındaki dengesizlikler siyasi gerginliklere, hatta toplumsal huzursuzluklara yol açmaktadır. Çünkü sanayileşme kendiliğinden sosyal adaletsizliği artırmakta. Demek oluyor ki sosyal adalet meselesi sanayileşen toplumlar için çok daha önemlidir.
Kapitalizmde üretim araçları sözde “fert”lere aittir, ama uygulamada birkaç patron ve tekelci sermayedarın elindedir. Komünizmde üretim araçları “işçi sınıfının” olup, uygulamada birkaç politbüro ve parti yöneticilerinin inisiyatifindedir. Yani kapitalizmde sermaye sahipleri, komünizmde parti bürokratları “ilk nimeti alanlar” olup halk ise kuyrukta bekleyenlerdir. Bizim savunduğumuz aynı zamanda bu toprağın irfanı olarak düşündüğümüz Türk İslâm modelinde ise devlet de, fert de, millet de üretim araçlarının sahibidir. Yani üç sektöre de ekonomik teşebbüs ve katılım sağlandığı gibi her üç sektörün de nimette ve külfette beraberliği esas alınır.
Dünyanın her yerinde toplum sanayileşme seviyesine gelince sosyal tabanlı militanlaşma zamanla yerini uzlaşmaya terk etiği görülmüştür. Ülkemiz bu noktada tam manasıyla sanayileşmiş bilgi toplumu olmadığı için geçiş sürecinin militanlaşma havasına kendini kaptırabiliyor. İşte sürekli bunalım psikozu yaşamamız bu noktada düğümlüdür. Yani geçiş toplumunun problemlerini yaşıyoruz. Hala Kandil ve Cudi dağlarını dövmekle meşgulüz. Sanayileşmiş bilgi toplumu olduğumuzda bu sancılar azalacaktır elbet. Nitekim Sanayileşmiş bilgi yolunda ilerleyen Türk toplumunda kişi başına düşen yıllık milli gelirden kendine düşen payın paylaşması gibi konuları tartışmaya başladı bile. Bu durum sosyal değişmenin bir neticesidir. Fakat sosyal değişme devam ettikçe toplumumuzda “normsuzluk” ve kimlik bunalımı koyulaşmakta, hatta dünya metasına yönelişin yansıması olarak hem içte hem de dışta mal talebini artırmaktadır. Para kazanmak güzel şey elbette ki, ama ondandan daha güzel olanı gönlüne parayı koymadan maddeleşmeden üretim yapmak olsak gerektir.
Tüketim talebiyle üretim yetersizliği arasındaki dengesizlik, ciddi anlamda sosyal-siyasi krizlere de yol açmaktadır. Tarım ürünlerine olan talebin artış sebebi ise diye dünyadaki beslenme meselesinden kaynaklanan bir hadiseden ötürüdür. Madem dünyada tarım ürünlerine büyük ihtiyaç var, o halde üç tarafımız denizlerle çevrili diye sürekli övünerek bahsettiğimiz cennet yurdumuzda tarımsal üretimi artırmamız şart gibi. Övünmek bir yana dursun, zaman icraat zamanı. Bu noktada ister istemez ne yapabiliriz sorusu akla geliyor. Çözüm noktasında şu iki temel öneri önümüzde duruyor: Biri sulama, ötekisi tarımsal teknolojik donanımdır. GAP topyekûn tam üniteleriyle devreye girdiği zaman Harran ovası tamamen sulanabilecek düzeye gelebilecek, ayrıca enerji üretimi de büyük miktarda artacaktır. Bu noktada GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) Çukurova’dan sonra geleceğimizin ikinci petrolüdür diyebiliriz.
Nerden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin meseleleri dış ticarette düğümlenmektedir. Nimeti de külfeti de adaletle dağıtmak mecburiyetimiz var. Aynı zamanda iç tüketimi azaltıp tasarrufa yönelmeli ya da verim ekonomisini hareket geçirmek zorundayız. Bunları gerçekleştirmedikçe meselelerimizin halledilmesi imkânsız gibi bir şey... Bu yüzden Türkiye’nin bütün ümidi, adil bir şekilde iç talebi düşürüp ihracatı artırmaktır. Şehir toplumuyla birlikte kitle toplumu haline geliyoruz. Yani cemaat’ten cemiyet’e geçiyoruz, hatta globalleşiyoruz. Üstelik bu büyük değişme, sosyal ve kültürel alanlarda meseleler çıkarmasına rağmen gerçekleşiyor.
İçimizde ne kadar aşk olursa olsun, bugünkü toplumu iyi etüt etmeden, hiç bir şey yapamayız.
Artık kitlelerle beraber yüründüğü bir çağın eşiğine gelmiş durumdayız. Zira çağımızda siyaset kitleler beraber yürütülüyor. Yani, Allah Resulü’nün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağa benzer bir çağın kapısındayız sanki. Veda Haccı’nda yönetenlerin doğrudan doğruya yönetilenlere Kusva adlı devenin üzerinde seslendiği bir çağa benzer bir dönemin içine giriyoruz gibi. Üstelik halkla devletlû arasında mesafeler gitgide azalıyor da. Kelimenin tam anlamıyla “Habeşli köle”nin devlet adamı olabildiği bir çağdayız.
Oportünist değil, Osman Gazi’nin idare edilenlerle birlikte kurultay yaparak, halkla birlikte yönetme diye ifade edebileceğimiz “sivil katılım” çağının kapısından içeri adım attığımız döneme giriyoruz galiba. Bu konuda ümit varız. Çünkü kitleler yönetime katılmayı konuşuyor, bizde yönetimde varız diyor adeta.
Fikirleri iktidara getirmenin yolu siyasettir. Türk toplumunda başarılı siyaset yapmak, ancak toplumdaki değişmeleri görmek ve ona göre tavır almaktan geçer. İşte toplumun lehine tavır uygulamaları devreye girerse o zaman yönetilenlerin yönetim üzerinde söz sahibi olmaları gerçekleşip, siyasetin önü açılacağı görülecektir. Bugünkü siyasetimizin tıkanmasının ana nedeni sosyal değişmeler karşısında politikacılarımızın masalcı ve destanî tavırlar sergilemesinden ötürüdür. Oysaki meseleleri yüzeysel gözle değerlendirip özden uzak çözümler aramakla siyaset yara almaktadır. Neticede anti sosyal çözüm dediğiniz olgu hüsranla sonuçlanabiliyor da.
Siyaseti “toplumu idare etme sanatı” diye tanımlamalı, zaten öyle de. Madem toplum hızla değişmekte, o halde yeni arayışlar ve yeni kapılar aralamalı. Toplumdaki bu hızlı değişmeyi göz ardı etmeden halkı kucaklayıp, onunla bütünleşen bir siyaset anlayışı geliştirmek şart.. Aynı zamanda çağın yapısına uygun çözümler üreten siyasette ortaya koymalı. Çünkü Çağımız sivil toplum kuruluşlarıyla teşkilatlı bir şekilde yaşıyorlar. Hızla bu teşkilatlar çoğalırsa onların gücü hepimizin gücü olacaktır elbet. Onun için katılımcı demokrasiden söz etmek için sivil toplum kuruluşların teşkilatlanmasının önünü açmalıyız. Aksi takdirde Onların varlığını kabullenmemek demokrasi konusunda samimi olmadığımızı ortaya çıkarır, bizden demesi.
Vesselam.

ÖLÜRÜM TÜRKİYEM
ALPEREN GÜRBÜZER

Mondros’un ağır şartlarını kanıyla, canıyla silip atan Türk Milleti bundan böyle önüne çıkacak daha nice zor günleri aşacak ruhtadır. Yeter ki, üzerimize çökmüş olan ölü toprağı bir an evvel atabilecek gücü yeniden kendimizde bulalım.
Türkiye bugün olmuş halen çarpık sosyal değişim süreci yaşıyor. Madem öyle çarpıklığa sebep olan unsurları tespit edip bir an evvel 2023 Yeni Türkiye hedefini gerçekleştirmek gerekir. Aksi halde her an karşılaşacağımız problemlerle baş edemeyebiliriz.
Malumunuz, geçmişte yaşadığımız bir takım ekonomik krizler, ülke gündemine “sistem meselesi” olarak yansımıştı hep. O dönemleri yaşayanlar çok iyi bilir, yaşadığımız o büyük çalkantılı dönemlerin ortaya koyduğu ekonomik bunalımlar karşısında mevcut sistemin çözüm üretmekten aciz kaldığına şahit olduk. Aslında o yıllarda her yaşanan problemin özünde sistemin meseleler karşısında eli kolu bağlı kalışı ve çözüm üretemezliği söz konusuydu, ama bu pek dillendirilmiyordu. Zaten dillendirilse bir takım mihraklar dillendirenleri hemen rejim düşmanı ilan ederek sindirecekleri muhakkak.
Tarihe şöyle bir göz attığımızda I. ve II. Dünya Savaşları tüm dünyada ekonomik ve sosyal dengeleri bir anda alabora ettiği bir vaka. İşte o alabora oluşun bize etkisi ‘yol vergisi’, ‘ekmek karnesi’ ve ‘gaz kuyruğu’ olarak yansıdı. Neyse ki halk söz konusu ağır ekonomik şartların altından kalkamayan şeflik idaresine karşı tepkisi “Yeter artık söz milletin” şeklinde tezahür etti de bir nebze olsun nefes alabildik. Gerçekten tek partili hayattan çok partili hayata geçmekle milletin üzerindeki ağır baskıların giderek azaldığı görülmüştür. İyi ki de çok partili hayata geçmişiz, Menderes’in tek başına iktidara gelmesiyle birlikte ülkeyi rahatlatan ekonomik ve refah politikaları DP’yi bir anda kitlelerin gözbebeği yapmasına yetmiştir. Nasıl gözbebeği yapmasın ki, Şeflik dönemi adeta ekonomiyi kilitlemiş dış dünyaya el açar duruma getirmişti.
Aman Allah’ım neydi o dönemler, düşünsenize vesikanın yerini tahsis almış, siyasi rekabetin yerini ise düşmanlık almıştı. Baktılar ki, Menderes Türkiye’yi ayağa kaldıracak derhal 27 Mayıs darbesiyle alaşağı edip idam etmişlerdi. Derken her on yılda bir demokrasimiz kesintiye uğratılarak millete ayar çekmeye çalıştılar. Oysa darbe dönemleri bu ülkeye huzur getirmediği gibi kan, gözyaşı ve sefalet getirmiştir. Maalesef her on yılda bir yapılan darbelerle Türkiye’nin çağ atlama azminin önüne geçilmiştir. Artık geldiğimiz noktada halk jandarma dipçiği ile hizaya getirildiği günleri hatırlamak istemiyor. Zavallı halkımız da ne yapsın, adamların her on yılda bir ayar çekmeleri karşısında bu kadarı da yetti gayri deyip gereken dersi sandıkta gösterse de, malum karanlık güçler hiç boş durmuyor ki, bir kere her tür cinsten darbe yapmaya alışmışlar. Bu karanlık güçler 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolu tıkamak için tıpkı 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi Darbe girişiminde olduğu gibi hala ince ayar çekmek peşindeler.
Hadi bu ince ayarlamalara alıştığımızı varsaysak ta, toplum olarak geçirdiğimiz bunca sosyal ve ekonomik bunalımlar yetmezmiş gibi birde bunun üstüne köksüzlük denilen tarihten kopmuşluğun ağına düşmüşlüğümüzde bir başka kanayan yaramızdır. Bilhassa yeni kuşaklar tarihi köklerden bihaber yaşamaktalar. Dolayısıyla bu gidişatı durduracak tarihle olan bağlarımızı yeniden inşa etmek mecburiyetimiz var. Madem mecburiyet hissedip ati’ye (geleceğe) kanatlanmak istiyoruz, o halde Tanzimat’tan bugüne yaşadığımız bunca kültürel kodlarımızdan kopuk politikalara ve manevi yozlaşmaya son verip dirilişe geçmek zamanıdır. Bakın, Tanzimat’la başlayan batı hayranlığı kültürel kodlarımızda öyle derin yaralar açtı ki, sonunda Osmanlı hasta yatağa mahkûm kalıp çökmüşte. Gerçekten Tanzimat dönemi bu ülkenin sadece kültürel dokusunu mahvetmemiş aynı zamanda halkla devlet arasında güven bunalımı da doğurmuştur. .
Evet, Tanzimat’la başlayan merkez-kenar çelişkisinin en bariz göstergesi tüm yapılmak istenen reformların tabandan değil tavandan gelmesiyle kendini ele verdi. Hakeza Cumhuriyet döneminin birçok aşamasıda surda büyük bir gedik açmıştır. Öyle ki toplum demokratik ülkelerde var olan katılımcı yönetim modeliyle bir türlü yüzleşemedi, üst perdede güdülen koyun muamelesine tabi tutulmuştur hep. Her neyse, geçmişte her ne yaşadıysak yaşayalım, şimdi sivil katılımcı politikalar ve 15 Temmuz ruhunu geliştirmek zamanıdır. Şayet gerçek manada sivil katılımcı politikaları geliştirebilirsek ‘Ölürüm Türkiye’ uğruna Anadolu kilimine işlediğimiz o sevda nakışı daha bir anlam kazanacaktır. Hele o sevda yüreğimizi yakmaya dursun biliniz ki; Türkiye sivil ve katılımcı yönetim modeliyle birlikte 2023 hedefine ulaşacak demektir. Hatta bunun ilk işaretlerini şimdiden görür gibiyiz, baksanıza 2023 Yeni Türkiye’ye ramak kala ilk kez 15 Temmuz ruhuyla tabandan gelen baş döndürücü büyük değişimlerin yaşandığı gelişmelere şahit oluyoruz. Bilhassa Türkiye'de 2002 yılından bugüne hayatımızın hemen her alanında sivil toplum, sivil katılım, katılımcı demokratik temalardan sık sık söz ediliyor olması ve buna eklenen 15 Temmuz 2016 ruhuyla 2023 Yeni Türkiye Hedefinin gerçekleşeceği ümidini muştuluyor. Hele halkımızın her fırsatta oy kullandığı gerek yerel seçim oylamaları, gerek genel seçim oylamalar, gerek referandum oylamaları ve gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tercihini değişimden yana kullanması bu muştuyu taçlandırdı da. Belli ki Türk toplumu artık tepeden gelen yönlendirmelere pek oralı olmuyor, daha çok tabanın sesine iştirak eden yöneticilerin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalara itibar etmekte.
Bakın, birçok gelişme halindeki ülkeler ne köylü ne de şehirlidir, keza ülkemizde öyle. İşte bu yüzdendir ki Türkiye önümüzdeki süreçte hem geleneksel zihni yapısını korumak zorunda, hem de sanayileşmiş bilgi toplumu iş disiplinini gerçekleştirmek durumundadır. Şayet 2023 Yeni Türkiye hedefinde samimiysek bunu yapmaya mecburuz. Peki, o mecburiyetlerimiz nedir derseniz, bir kere şehirli olmanın gereği değişime ayak uydurmak birinci zorunluluğumuzdur, diğer yandan köylü olmanın gereği kültürel değerlerimizi korumakta ikinci zorunlu vecibemizdir. İşte bu ikili unsuru dengede tutmak lazım gelir ki; 2023 Yeni Türkiye Hedefine emin adımlarla ilerleyebilelim. Malum, köyler statik, şehirler ise sürekli hareket içerisinde değişken bir yapı arz etmekte. İşte bu nedenledir ki her iki yapıyı da harmanlayıp kimlik bunalımına düşmemek gerekir. Düşünsenize bilhassa genç kuşaklar bugün olmuş halen Doğulu mu olayım, Batılı mı olayım, Müslüman mı olayım, Ateist mi olayım arayışı içerisinde habire kıvranıp durmaktalar. Aslında bu arayış kimlik krizinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. Tabii bu arada süper devletlerde bizim bu zaafımızdan istifade kanayan kimlik bunalımı yaramıza birde onlar hemen tuz biber ekerek kültür ihraç etmekteler.
Hadi batıyı anladıkta, peki ya şu yerli işbirlikçilere ne demeli, baksanıza batılılardan daha keskin batıcı kesiliyorlar, yetmedi FETÖ elebaşısı Pensilvanya’dan oturduğu yerden batının hizmetindeyim şarlatanlığında bulunabiliyor. Hatta işi gücü bırakmışlar batıcılık konusunda efendilerine şapka çıkartırcasına ülkenin kefenini soymaktalar. Hele bir insan maşa olmaya dursun, bu maşalık kendisiyle sınırlı kalmaz, etrafa da bulaşabiliyor. Nasıl mı? Bir kere bize ait her ne değer varsa ondan söz edeni ya mürteci yaftasıyla damgalamakla, ya halkımızın kutladığı 15 Temmuz Demokrasi Nöbeti ve Şenliklerini alay edici bir üslupla ‘varsın o ahmaklar düğün dernek kursunlar’ diye hafife almakla, ya da her türlü şantaj ve sindirme yöntemlerini devreye sokmakla bulaştırıyorlar. Dikkat edin tüm maşalar bu ülkeye ait yerli bir projeden söz etmiyorlar, sanki proje ve patent oluşturmak sadece batı’ya has olguymuş gibi tavır sergilemekteler. İşte bu çarpık mandacı zihniyettir ki, topluma habire ‘Türk insanı sistem üretemez’ algısıyla güvensizlik aşılamaktalar. Onlar aşılaya dursunlar yine de bizler hiçbir algı operasyonun parçası olmadan ve hiçbir yeise kapılmadan 2023 Yeni Türkiye hedefinden milim sapmamak gerekir. Bu vatan bize gökten zembille inmedi, bilakis atalarımızın emanet ettiği cennet vatandır, o halde emanete sahip çıkıp asla yelkenleri indirmemeli. Kaldı ki günümüz Türkiyesinde artık Anadolu’dan sadece eli nasırlı çiftçi yetişmiyor, ufku geniş proje üreten aydınlar ve liderlerde yetişiyor. Hele bu ufku geniş yerli aydın ve yerli liderlerin sayısı daha da çok artsın, bak o zaman bu milletin ayak sesleri tâ okyanus ötesinde yankı bulur da. Zaten tek ümit kaynağımız ‘Kökü mazide âtî olmak’ ülküsünü ilke edinmiş aydınlarımız ve halkına kendini adamış liderlerin gür seda sesidir. İyi ki de ruh kökleriyle barışık aydınlarımız ve halkla hemhal olmuş siyasi liderlerimiz var, birde onlar olmasa vay halimize.
Evet! Dolar ve Euro ile istediğiniz her şey alma imkânımız olabiliyor, Dinarla da petrol almak mümkün. F ve G kodlu şifreli rakamlı 1 Dolarla da ancak Haşhaşı hain satın alınabiliyor. Ama şu da var ki, kaybedilen tarihi hafızayı hiçbir döviz kuru satın alamaz. Nitekim 15 Temmuz sonrası halkımızın dolarları Türk parasına çevirmesi kaybedilen tarihi hafızanın yeniden geri dönüş hamlesidir. Hiç kuşkusuz kalkınmanın göstergesi dış ticaret hacmi ve döviz rezervidir. Ancak bunların yanısıra manevi rezervlerin de korunması çok mühimdir. Elbette Türkiye sürekli dışarıya ihracat yapmalı ki çağ atlayabilsin, iç piyasada da üretimi artırmalı ki dışa bağımlılıktan kurtulabilsin, buna asla itirazımız olamaz. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, ihracat ve ithalat dengemiz normal seyrinde seyretmediği zamanlarda yatırım ve üretim hamlemiz alarm verip durma noktasına gelebiliyor. Madem öyle, manevi kalkınmaya da öncelik vermeli. Ki; ekonomik hamlelerimiz modern çağın en üst seviyesine ruh köklerimizle birlikte sıçrayabilsin. Unutmayalım ki, ekonomik göstergelere sadece rakamlar itibar katmaz, hilesiz hurdasız ticari ilişkilerde itibar katar. Dolayısıyla iç ve dış piyasada itibar ve güven kazanmak için, maddi ve manevi göstergeleri bir denge içerisinde yürütmekte fayda var. Zaten iç ve dış piyasada güven ve itibar kazanan ülkeye kredi veren çok olur, ama güven vermiyorsa kredi muslukları açılsa da şartları çok ağır olmakta. İşte bir dönem IMF’nin bize dayattığı katı reçeteler bunun en bariz göstergesi. Neyse ki, 2013 yılı itibariyle IMF’ye olan tüm borçlar silindi de bağımlı olmaktan kurtulduk.
Çağımız enerji çağı dersek yeridir. Çünkü enerjinin büyük bir bölümü petrole dayanmaktadır. Ancak uzmanlar ikide bir üstüne basa basa petrol kaynaklarının artık alarm verdiğini, mevcut ham petrol rezervlerin yakın bir zamanda tükeneceğini yönünde görüş belirtmekteler. Anlaşılan o ki; 'Aman petrol can petrol' dedikleri kaynakta geçici, yani son dönemlerini yaşamakta. Hele enerji kaynağı petrol bir tükenmeye dursun yeni medeniyet hamlesinin doğuş sancıları diğer geçirilen sancılardan daha ağır olacaktır. İşte bu yüzden insanlık, daha şimdiden çevrecilerin hamasi çığırtkanlıklarına aldırış etmeksizin nükleer enerjiye can simidi gözüyle bakmakta... Nitekim dünyada pek çok ülkede nükleer enerji santrallerin artış kaydetmesi bunu teyit ediyor. Hatta çevreci örgütlerin enerji santrallerin yapımında bir takım engelleme girişimlerine rağmen bu yönde çalışmalar hız kesmezde. Bu demektir ki, yakın gelecekte nükleer enerji çağın ihtiyaçlarını karşılayacak en önemli etken can suyu olmanın ötesinde ileride petrole dayalı otomotiv ve kimya sanayini hurda haline dönüştürecek gibi. Madem öyle Türkiye nükleer enerji alanında eli kolu bağlı kalamaz, bilakis nükleer enerji çalışmalarında bizde varız deyip bu piyasada yerini almalı. Zira nükleer enerji süper güçlerin ihtiyacı olduğu kadar bizimde ihtiyacımız. Şayet bu yarışta üçüncü dünya ülkesi olarak kalmak istemiyorsak buna mecburuz. Ancak başta dedik ya, kültürel dokularımıza her hangi bir ziyan getirmeksizin bu hamleleri gerçekleştirmeli. Her ne kadar teknolojik gelişmeler sosyal dokuda derin yaralar açsa da, bu demek değildir ki, kültür politikaları rafa kaldırılsın. Rafa kaldırıldığında biliniz ki; bizim konumda olan pek çok ülkenin sosyal yapısı değişim rüzgârlarının etkisiyle savrulup kültürel yozlaşmaya gebe kalması kaçınılmazdır. Evet, kültürel yozlaşma can evimizden vurabiliyor, asla ihmale gelmez, neydip edip 2023 Yeni Türkiye hedefine ilerlerken 15 Temmuz 2016 diriliş ruhunun rüzgârını da arkamıza alarakdan devlet ve millet dayanışmasıyla birlikte kültürel değerlerimizi korumaya almalı. Şu bir gerçek; kültür alanında değişme toplumu değiştirirken, toplum içerisinde vuku bulan bir takım sosyal değişmelerde kültürü değiştirmektedir. Zaten her alanda değişim kaçınılmazdır, ancak değişim süreci kendi kulvarında yoluna devam ederken bu arada hem maddi hem manevi kalkınmayı da bir denge planı içerisinde yürütmek gerekir. Ki, değişim süreci yaşanırken kimlik krizi bunalıma düşmeyelim.
Peki ya demokratik alanda değişim sürecimiz? Hiç kuşkusuz günümüz dünyasında hızına yetişmediğimiz katılımcı modeller karşısında hepten de boş sayılmayız, bilakis Türk toplumu geldiği noktada dünden farklı olarak sivil toplum ve sivil katılım gibi söylemlerden söz edebiliyor artık. Hatta söz etmekle kalmayıp dünün tekrarcısı konuma düşmemek adına gerektiğinde yeniliklerin devamından yana tavır koyabiliyoruz. İyi ki de böyle bir iklim oluşmuş durumda, nitekim tabandan gelen büyük dönüşüm arzusu Türkiyeyi ayağa kaldıracak pek çok projelerin uygulama şansını çok daha kolay kılacak cinsten arzudur. Evet, halkımız eskisi gibi sadece tarım toplumunun refleksleriyle hareket etmiyor, gerektiğinde 2023 Yeni Türkiye hedefine yönelik bilgi toplumu refleksleriyle de hareket etmekte. Aslında bu oluşan arzunun üzerine bir de Türkiye’yi yönetmeye talip olanlar tabanın sesini fırsat bilip canhıraş kalkınma seferberliği bir ruh haliyle çalışmaya bir koyulsalar var ya, bak o zaman 2023 Yeni Türkiye hedefi bir rüya değil, hakikat olacaktır. Ancak şu da var ki nasıl ki bu güne dek ‘Ölürüm Türkiye’ uğruna canla başla girişilen her kalkınma hamlesi sancılı geçmişse muhtemeldir ki bundan sonra ki 2023 Yeni Türkiye Hedefi aşamaları da sancılı geçecektir. Malum, çok partili hayattan bugüne kalkınma evrelerinin birçok safhasında sıtmaya tutulduğumuzda hedeflerimizden sapma yaşadığımız bir sır değil. Dolayısıyla bu kez sıtmaya tutulmadan işi daha da bir sıkı tutup 2023 Yeni Türkiye hedefinden şaşmadan hem tarım sektöründe, hem sanayide, hem de bilgi sektörü alanında hamle üzerine hamleler kaydetmemiz lazım gelir. Şayet ülkemiz modern çağın en üst seviyesine giden yolda her sıçrayış hamle aşamalarını haramilere kaptırmadan gerçekleştirebilirse hiç kuşkunuz olmasın ‘Aydınlık Yarınlar’ bizim olacaktır. Ama unutmayalım ki, bilgi çağına erişmek yolunda aşama kaydettikçe geniş halk kitlelerini idare etmek çok daha zor olacaktır. Olsun önemi yok, yeter ki içimizde o bitip tükenmek bilmeyen ‘Canlar Cananı Ölürüm Türkiye Sevdası’ sönmesin, bak o zaman nice aşılmaz sanılan engellerin bir çırpıda aşılacağı görülecektir. Evet, bizde biliyoruz her ilerleyiş aynı zamanda yeni zorluklarla yüzleşmek demektir. Dedik ya, hiç önemi yok, yeter ki 2023 Yeni Türkiye kararlılığımızdan milim sapmayalım evvel Allah her zorluğun üstesinden gelmek an meselesidir. Zaten bu noktada bu milletin bağrından çıkmış yerli idarecilere pes etmemek yaraşırken, idare edilenler olarak bize de, Allah böyle idarecileri başımızdan eksik etmesin diye dua etmek düşer. Dua edelim ki, pembe şafaklar belki yarın, belki yarından da çok daha yakın olsun.
Bilindiği üzere Cumhuriyetin ilan edildiği ilk yıllarda petrol yoksunu ülke olmamız hasebiyle tarımda traktör kullanmak bizim için lüks bir araç sayılırdı. İlginçtir o dönemlerde hayvan pulluğu ve tapan bizim neyimize yetmiyor diyen yöneticiler de vardı. Dilin kemiği yok ya, nasıl olsa o yıllarda tarım toplumu içerisinde köylülük ve geleneksel öğeler ağırlıklı bir değer taşıdığından kaderine razı bir halkı yönetme noktasında icraat sergilemeyip ahkâm kesmek kolay bir yönetim anlayışı olsa gerek. Değim yerindeyse böyle bir hal vaziyet içerisinde bol keseden ahkâm kesmenin iş sayılması gayet tabiidir. Ama ne zaman ki çok partili döneme girip aktif nüfus içinde çalışan kesimin ağırlığı enselerinde hissetmeye başlandı işte o gün bugündür Türkiye’yi idare etme yolunda bol keseden ahkâm kesmelerin hiçbir esprisi kalmadı.
Evet, tek partili Türkiye’de “Bu yıl yağmur yağarsa ekinlerimiz, ürünlerimiz bol olacak” türünden kaderci bir anlayış egemen olurken, çok partili dönemin ilerleyen safhalarında ise sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, demokratik yönetim ve kâra katılma gibi bir dizi konular egemen anlayış olmuştur. Şimdi gelinen noktada hiçbir yönetici ‘yan gel yat keyfine bak’ diyemez. Hele toplam çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin sayısı her geçen attıkça, nasıl yan gelip yatılabilir ki, önlerine çıkan bu yeni tablo idarecilerimizi kara kara düşündürmüş bile. Kaldı ki her geçen gün gelir dağılımındaki dengesizlikler gündemde yer aldıkça sırça köşklerde kuş tüyü yataklarında mışıl mışıl uyuyan kelli felli idarecilerimizin eskisi kadar rahat uyumadıkları gözlemlenmiştir. Nasıl uyku tutsun ki, bu işin sonunda sandıktan çıkamamak korkusu da var. İşte bu sandık endişesidir ki; seçim meydanları bir yandan millete sırtını dayanan yerli siyasiler ve diğer yandan da sırtını dış güçler ile baronlara dayayan siyasiler arasında kıyasıya mücadeleye sahne olmuştur. İşte bu kıyasıya seçim maratonları içerisinde kimi zaman toplum rahat nefes alsa da, kimi zamanda topluma bedeli çok ağır fatura olarak yansımış da. Nitekim bu bedel ödemeyi kimi zaman 27 Mayıs darbesinde, kimi zaman 12 Mart Muhtırasında, kimi zaman 12 Eylül Darbesinde, kimi zaman 28 Şubat Postmodern Darbede, kimi zaman da daha yeni kıl payı tehlikenin eşiğinden döndüğümüz 17-25 Aralık Paralel ihanet Çetesi Darbe girişimi rezaletinde yaşadık. Neyse ki bu tür bedel ödemelerle canı yanan toplum, bir daha canı yanmamak üzere 2015 Kasımı sabahı seçim sandığına gittiğinde istikrardan yana oy kullanmasını bilmiştir. Böylece halk ‘Tek başına İş başına’ demiştir. Ancak bu tabloyu içine sindiremeyenler bu kez 15 Temmuz 2016 gecesi Paralel İhanet Çetesi Darbe girişimiyle son vermeye kalkışmıştır. Zaten halk bunca acı tecrübeler yaşadıktan sonra ufkunu 2023 Yeni Türkiye Hedefine çevirmesinde başka kim çevirsin ki. Evet, halkımız havadan bombalara, karadan üzerine sıkılan mermilerle, üzerine yürütülen tanklara göğsünü siper ederek yapacağının en güzelini yapıp 2023 Yeni Türkiye Hedefine ışık yaktı da. Zira ileride sanayileşmesini tamamlamış bilgi toplumu olduğumuzda sosyal adalet, hakça paylaşım gibi konular çok daha öncelikli ‘Memleket Meselemiz’ olacağı içindir tez elden bu ışığı yakma ihtiyacı duymuştur. Ancak bu ihtiyaç hissi içerisinde ileride sanayisini tamamlamış bilgi toplum olduğumuzda bizim memleket davamız kapitalist, komünist ve faşist memleket uygulamalarından farklı olmalıdır. Şöyle ki, kapitalizmde üretim araçları sözde bireylere aittir, ama uygulamaya baktığımızda üretimin birkaç patron ve tekelci sermayedarın insafına terk edildiğini görürüz. Komünizmde üretim araçları güya işçi sınıfının denilip, uygulamaya baktığımızda birkaç politbüro ve parti yöneticilerinin inisiyatifine terk edildiği görülür. İşte bizim tüm bu ideolojik memleketlerde (ülkelerde) gördüğümüz uygulamaları kendi halkımızda şimdiden görür gibi. Yani görülen o ki, kapitalizmde sermaye sahipleri ekonomik pastadan büyük pay kaparken, komünizmde de büyük oranda politbüro üyesi parti bürokratları pay kapmakta, halk ise kuyrukta bekleyen konumdadır. Madem öyle, bilgi çağına ilerlerken tüm yedi düvele karşı farkımızı fark ettirip sivil-katılımcı, yani hakça ve adil paylaşımdan yana bir model ortaya koymak gerektir. Öyle ki farkımızı fark ettirecek ortaya koyacağımız bu milli modelde hem devlet, hem fert, hem de millet ekonomik pastanın pay sahibi olacaktır. Dahası her bir sektör ekonomik faaliyetlere katıldığı ölçüde üretim araçlarına sahibi olur da. Bir başka ifadeyle kamu-özel ve millet sektörü diyebileceğimiz bu üçlü sektör üretim faaliyetlerinde birbirinin kuyusunu kazan değil, tam aksine 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolda hep birlikte nimet ve külfette bir olacak, diri olacak, iri olacak şekilde ekonomiye dinamizm kazandıracak dinamolar olacaktır. Zaten bir olunca, iri olunca, diri olunca “Hep Birlikte Güçlü Türkiye” olacağımız muhakkak.
Bakınız dünyada hangi ülke olursa olsun ekonomik bakımdan sanayileşmiş bilgi toplumu seviyesine eriştiğinde sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerin o ülke üzerinde etkisini yitirip yerini uzlaşmaya terk ettiği görülmüştür. İşte bu noktada ülkemiz daha tam manasıyla sanayileşmiş bilgi toplumu seviyesine erişemediği içindir kimi zaman PKK, kimi zaman DAİŞ, kimi zaman DHKP-C, kimi zaman FETÖ gibi anti şehir oluşumların engellemelerine maruz kalabiliyor. Dolayısıyla bu tür barikatlardan kurtulmamız için mutlaka sanayileşmiş bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerlememiz şart. Bilhassa 2023 Yeni Türkiye ufkuna giden yolda önümüze çıkacak her türlü barikatı bir şekilde aşmamızda icap eder. Tabii bu barikatları aşma sürecinde içimizde bir takım işbirlikçiler sırtını Kandile, Tel Aviv’e, Pensilvanya’ya, Baronlara dayayanlar olacaktır, onların aramızda dolaşması kaçınılmazdır. Dedik ya, her ne olursa olsun bizi yolumuzdan alıkoyacak haramilerin engellemelerinden yılmaksızın sırtımızı Allah’a ve millete dayamak suretiyle tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi ölümüne de olsa 2023 Yeni Türkiye Hedefine ulaşmak gerekir. Hele şükür ki; 2002 sonrası Türkiye, 2002 öncesinden devr aldığı kişi başına düşen 2000 dolar milli gelir hâsılayı şuan geldiği noktada 10.000 dolarlara çıkarabilmiştir. Madem öyle şimdi ulaştığımız bu milli gelir hâsılayı geniş halk kitlelerine hakça ve adil paylaştırmaktan söz etmek zamanıdır. Şayet sosyal ve refah devleti olmak gibi bir derdimiz varsa, söz etmeye mecburuz. Aksi halde toplum içerisinde normsuzluklar had safhaya ulaşıp kimlik bunalımı kaçınılmaz olacaktır. Hiç kuşkusuz üretim yapmak, ticaret yapıp para kazanmak kayda değer faaliyetlerdir, ama tüm bu faaliyetlerin yanı sıra dünya malını hakça ve adil paylaştırıp taçlandırmak çok daha mühim hadise.
Malum olduğu üzere üretim ile tüketim arasındaki dengesizlikler ciddi anlamda sosyal-siyasi krizlere yol açabiliyor. Mesela dünyada tarım ürünlerine olan taleb artış sebebi kimi ülkelerin kıt kaynaklara sahip olmasından kaynaklanan beslenme yetersizliğidir. Madem dünyada tarım ürünlerine büyük ihtiyaç var, o halde üç yanımız denizlerle çevrili şu güzelim cennet vatanımızda tarımsal üretimi bin kat daha artırmamız önem arz etmektedir. İşte bu noktada ‘peki ne yapabiliriz’ sorusu akla gelip çözüm noktasında şu iki temel husus hepimizi kamçılamış gözüküyor. Malum çözümün birinci ön ayağı sulama, ikinci ayağı da teknolojik tarımsal donanımdır. Zira bu anlamda GAP topyekûn tam üniteleriyle devreye girdiğinde Harran ovası tamamen sulanabilecek düzeye gelebilecek, ayrıca enerji üretimi büyük oranda artacaktır. Değim yerindeyse o gün gelip çattığında GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) Çukurova’dan sonra ikinci petrol gücüne eş tarım gücümüz olacaktır. Hakeza KAP (Konya Anadolu Projesi), DAP (Doğu Anadolu Projesi) ve ÇAP (Çoruh Anadolu Projesi)’da belli bir proje kapsamında hayata geçtiğinde devasa tarım ve enerji havzası Türkiye tablosuyla karşılaşacağız demektir. Tabii bu da yetmez, tüm bunların yanı sıra Türkiye’nin dış ticarette de yoğunlaşması gerekir. Belki de bunlardan çok daha mühim olanı kalkınma yolunda Türkiye’nin nimet ve külfet dengesini adaletli bir şekilde hal yoluna koyması gerektiğidir. Hal yoluna koymalı ki, iç tüketimi azaltıp tasarrufa yönelebilelim, yani israf ekonomisinden verim ekonomisine geçebilelim. Aksi halde Allah korusun 2023 Yeni Türkiye Hedefimiz zayi olabilir. Mutlaka neydip edip ölümüne de olsa tüm mazlum milletlerin ümidi Türkiye’yi ayağa kaldırmak gerek. İşte bu hedefin gerçekleşmesi ancak içte adil paylaşımı sağlayıp dışta da ihracat rekorları kırmaktan geçmekte..
Bakın, daha düne kadar ağırlıklı olarak köylü toplumuyduk, artık ülkemiz şehirli olmayla birlikle birlikte kitle toplumu haline geliyor. Yani cemaat’ten cemiyet’e geçiyoruz, yetmedi küreselleşiyoruz. Yeter ki o içimizde volkan misali kaynayan ‘Uğruna Baş Koymuşum Türkiye Aşkı’ sönmesin evvel Allah’ın izniyle aşamayacağımız hiçbir engel kalmayacaktır.
Evet, artık kitlelerle beraber yürünen bir çağın eşiğindeyiz. Çağımızda artık siyaset kitleler beraber yürüyor. Bu yürüyüş aynı zamanda bize Allah Resulü’nün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağı hatırlatıyor. Ümidimiz odur ki; insanlığa, tıpkı Veda Haccı’nda olduğu gibi yönetenlerin doğrudan doğruya yönetilenlere Kusvâ adlı devenin üzerinde seslendiği bir çağın bir benzerini yaşatmak bu necip millete nasip olsun. Sanki şu an geldiğimiz noktada halkla devlet arasında uçurumun git gide kapanmaya yüz tutması bu ümidi veriyor zaten. Kelimenin tam anlamıyla Habeşli kölenin İslam’la müşerref olmasıyla birlikte hukuki hüviyet kazandığı bir dönemde yaşar gibiyiz. Baksanıza Türkiye’yi Haliçteki Simonlar yönetmiyor, artık Anadolu çocukları yönetiyor. Halkın seçtiği Başbakan ve halkın seçtiği Cumhurbaşkanıyla şu an iş başında zaten.
Aslında uzun bir fetret döneminden sonra yaşanan bu güzel değişim tablosuna yabancı değiliz, tarihi geçmişimizde bağrımızda taşıdığımız yediden yetmişe herkese güzellikler yaşatmış milletiz. Nasıl mı? İşte Osman Gazi’nin idare edilenlerle birlikte kurultay yapıp, Şeyh Edebali’nin duası ve toy’un kararı doğrultusunda adil bir yönetim ortaya koymuş ta. Madem ceddimiz kuruluşta böylesi saf ve duru bir mayayla toy halden çağ atlayıp Nizam-ı âlem olmuşsa, aynen öyle de 2023’ü çağlar üzerinde sıçrama hedefi edinmiş bir Türkiye’nin de geniş halk kitlelerle birlikte katılımcı ruh hamlesiyle yeniden nizam-ı âlem olması kaçınılmazdır. Neden olmasın ki, kitleler zaten en son 2015 Kasım’da yedi düvele karşı sandıkta kullandığı oyla, 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi Darbe girişimini tankların altına yataraktan önleyip akabinde demokrasi meydanlarında tuttuğu vatan nöbetleriyle birlikte en nihayet 7 Ağustosta Yeni kapıda milyonlar hep bir ağızdan haykırdığı “Hep Birlikte Türkiye’yiz “ fermanıyla 2023 Yeni Türkiye yönetiminde bizde varız demiş durumda.
Besbelli ki fikirleri iktidara getirmenin yolu siyasetten geçmektedir. Hele 2023’ü kendine baz alıp hedef edinmiş bir Türkiye’de kalıcı siyaset yapmak, ancak toplumdaki değişmelere ayak uydurmakla mümkün. İşte bu noktada toplum taleplerine göre şekil alan uygulamalar devreye girdiğinde gerçekten de yönetilenlerle yöneticiler arasında derin uçurumların bir anda ortadan kalkacağı muhakkak. Nitekim 2002’den bugüne toplumla hemhal olmanın getirdiği avantajla gerek askeri vesayet, gerekse yargı vesayeti ve gerekse en son paralel devlet türü tüm vesayet yapılanmaları ortadan kalkabilmiştir. Hiç kuşkusuz 2002 öncesi Türkiye’de siyasetin tıkanma nedeni bir takım siyasilerin toplumdan gelen değişim istekleri karşısında duyarsız kalmanın ötesinde kendilerini vesayetin emrine amade kılmış olmalarıdır. Aman Allah’ım neydi o günler. Maalesef o kâbus dolu yıllarda politika bezirgânları lafa geldi mi mangalda kül bırakmazlardı, ama uygulama alanına girdiklerinde içi boş vesayetin emrinde politikacı oldukları görülmüştür. Öyle ki toplumun değişimden yana ortaya koydukları talepler hep havada kalmış, habire masalcı ve destanî nutuklarla işi geçiştirmişlerdir. Asla gerçek manada bir siyaset üretemediler. Bilhassa ekonomik, sosyal ve kültürel meseleleri yüzeysel olarak değerlendirip özden uzak, hep ucuz ve polemiğe kaçan bir politika izlemişlerdir. Oysa siyaset toplumu idare etme sanatıdır. Dahası siyaset sosyal değişime müspet anlamda katkı yaptığı ölçüde bir anlam içerir. Aksi halde sanattan değil siyasi kirlilikten söz ederiz. Dolayısıyla siyaset toplumdaki bu hızlı değişmeyi göz ardı edemez. Siyaset toplumla hemhal olmalı ki, demokratik katılım gerçekleşebilsin. Hatta siyaset toplum taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak çözümler üretmeli ki toplumun 15 Temmuz sivil toplum diriliş ruhu harekâtıyla barışık kalabilsin. İşte bu anlamda 15 Temmuz ruhunun ortaya koyduğu o mana yüklü tabloda sivil toplum kuruluşları toplumun sesi anlamında katılımcı demokrasiye güç katan sacayaklarımızdır. Madem öyle, 15 Temmuz ruhuna sadık sivil toplum kuruluşların demokratik hukuk ortamda teşkilatlanmalarına destek vermek gerek. Aksi halde 15 Temmuz ruhuna ihanet etmiş oluruz, bizden demesi.
Vesselam.

ÖLÜRÜM TÜRKİYE’M
SELİMGÜRBÜZER
Uzun yıllardır hem Bayburt Postası, hem En Politik adlı internet sitesinde yayınlanan yazıları 2023 yılı içerisinde Ölürüm Türkiye’m adlı üçüncü eserimi Kitap Yurdu Doğrudan Yayıncılık’tan okuyucu ile buluşturmanın heyecanını yaşamak apayrı bir duygu seli olsa gerektir. Yayınlanan bu eserim 612 sayfa hacimli, 10 bölüm altında 100’e yakın makaleden oluşuyor:
-Hayat öykümden Ölürüm Türkiye’m Sevda kareleri,
-Ölürüm Türkiye’m Sevdama ruh katan Şahsiyetler,
-Türkiye’m Sevdasını Tehdit Eden İç ve Dış Mihraklar,
-Fitne Katilden Beterdir,
-Hepimiz Aynı Kilimin Desenleriyiz,
-Türkiye’m Sevdasından Yeni Türkiye Yüzyılına Doğru,
-Kimlik Bunalımı,
-Kültür Buhranı ve Medeniyet Ruhu,
-Rol Model Arayışları,
-Sivil Toplum-Sivil Katılım-Sivil İnisiyatif vs. adlı bölümlerden oluşan kitapta, ayrıca Lise çağlarımda matbaasında çalıştığım Bayburt Postası Gazetesinin kurucusu Osman Okutmuş’u da “Kop Tipisi Işığı: Osman Okutmuş” başlıklı yazısı ile yâd etmiş oldum.
Kitabın yazarı olarak bu eserimi:
Lise yıllarında 12 Eylül öncesi ülkü yolu şehidi kapı komşum Tuncay Onatça’nın, Üniversite yıllarında aynı Fakülteden arkadaşım PKK kurşunlarıyla karnında bebeği ile şehit düşmüş Yasemin Aykan (Tekin) ve Bayram Tekin çiftinin ve kendi fikir dünyamın oluşmasında çok büyük tesiri olan sonsuzluğa vurgun halet-i ruhiyeyle kar beyaz ölümle vuslata eren Muhsin Yazıcıoğlu’nun aziz ruhlarına ve hatıratlarına ithaf ettim.
Kitabın önsözünde şu ifadelere yer verdim:
“Ölürüm Türkiye’m ölümüne bir sevdadır. Çocukluğumuzdan gençliğe, gençliğimizden ihtiyarlığımıza ve ölene dek heyacanı hiç dinmeyecek sevda yüklü bir tutkudur bu. Hatta sevda yüklü bu tutku seli öyle derinlemesine ruh iklimimize işlemiş ki, geriye dönüp şöyle baktığımda hayat hikâyemin hemen her karesinde bunu görebiliyorum.
Nitekim kaleme aldığım eser incelendiğinde Dede Korkut hikâyeleriyle doğup büyüdüğüm Bayburt’tan tutun da Dadaşlar diyarı Erzurum’da üniversite yıllarıma uzanan öğrencilik anılarımda, mezuniyet sonrası meslek hayatına başladığım Aziz İstanbul’un manevi ikliminde ve kuvayı milliye ruhunun merkezi Ankara’da meslek hayatımın devamında bir kısım kurumlarda yaşadığım, gördüğüm bir dizi hadiseler zincirinde de bunu görebiliyorum. Derken hayatımın hemen her karesinde “Ölürüm Türkiye’m” heyecanı hiçbir şartta sönmeyen Kızıl Elma meşalesi bir sevda seli olduğunu idrak etmiş oldum. Hiç kuşkusuz iç dünyamda sönmeyen bu Kızıl Elma tutku selinin oluşmasında gençlik çağlarımda Kop Tipisi abidesi Osman Okutmuş’un, MHP ve Ülkü Yolu Eğitimcilerinden Yılmaz Saka’nın, Ölürüm Mihriban Türkiye aşkını şiirleriyle harmanlayan Abdürrahim Karakoç’un, sonsuzluğa ulaşmak aşkıyla yanıp tutuşan ve ‘Ölürüm Türkiye’m’ sevdasını kar beyaz bir ölümle ötelere kanatlandıran Muhsin Yazıcıoğlu gibi daha nice mümtaz şahsiyetlerin benim ruh iklimimde tesirlerinin çok büyük payı vardır. Ayrıca bu duygu yüklü düşünceler eşliğinde yıllar öncesinden çeşitli gazete ve dergilerde ve internet sitelerinde yazdığım makalelerimi bile Ölürüm Türkiye’m ruhu doğrultusunda yazıp şu an kitap haline gelmiş durumdayım da. Madem öyle, kitap haline getirmiş durumdayız, o halde kaleme aldığım bu eserde Ölürüm Türkiye’m sevdası nasıl duygu yüklü tutku seliymiş hep birlikte satır satır izleyip görmüş olalım.”
Kitabın kapak tanıtımı bölümünde ise şu ifadelere yer verdim:
“Mondros’un ağır şartlarını kanıyla ve canıyla bir çırpıda silip atan Necip Türk Milleti bundan böylede önüne çıkacak daha nice zor şartların üstesinden gelebilecek güçtedir elbet. Tarihe şöyle bir göz attığımızda I. ve II. Dünya Savaşları tüm olumsuz şartlarının bize olan etkisi ‘yol vergisi’, ‘ekmek karnesi’ ve ‘gaz kuyruğu’ olarak yansımıştı. Neyse ki Necip Türk Milleti o söz konusu ağır ekonomik şartların altından kalkamayan şeflik idaresine karşı sandıkta “Yeter artık söz milletindir” fermanıyla iradesini ortaya koydu da bir nebze olsun nefes alabildik. Ama baktılar ki, halkın büyük teveccühüyle seçilen Adnan Menderes’in Başbakanlığında yönetilen Cennet Vatan Türkiye ayağa kalkacak, hemen alelacele içte ve dışta zinde güçler düğmeye basıp 27 Mayıs darbesiyle birlikte idam ederekten bedel ödettireceklerdir. Derken her on yılda bir yapılan darbelerle halkın iradesi kesintiye uğratılıp Türkiye’nin çağ atlama azminin önüne set çekmiş oldular. En son geldiğimiz noktada ise 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi Darbe girişimiyle önümüz kesilmeye çalışılsa da bu kez umduklarının tam aksine hevesleri kursaklarında kala kalıp hain darbe girişimi akamete uğratılabilmiştir. Ancak bu demek değildir ki, zinde güçler bu işten vazgeçip bir daha milletimizin yakasına yapışmayacaklardır. Baksanıza hiçte milletimizin yakasından düşecek gibi gözükmüyorlar. Hani atalarımızın “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” diye söylediği bir söz var ya, aynen öyle de dün olduğu gibi bugünde yine milletimize ince ayar çekme planı peşindelerdir. Hele necip milletimizin ‘Yeni Türkiye Yüzyıl’ına giden yoldaki heyecanının bir türlü bitip tükenmediğini gördükçe bu kez kültürel kodlarımızla oynayacak kadar da gözü dönmüş halde oyun içinde oyun kurmak peşindelerdir. Tarih bilincinde olanlar çok iyi bilir ki Tanzimat’la başlayan batı hayranlığı mankurtluğu içimizi içten içe kemirip kültürel kodlarımızda öyle derin yaralar açmıştı ki, en nihayetinde Osmanlıyı hasta yatağına düşürüp çöküşümüze neden olmuştu. Hatta bu dönemle başlayan batı hayranlığı sevdası halkın kültürel dokusunu tahrip etmekle kalmamış aynı zamanda halkla devlet arasında güven kaybına da yol açmıştı.
Her neyse olanlar olmuştu bikere, bu günde halktan kopuk mankurt havariler kirli emellerinin peşinde koşa dursunlar, asıl bizim için önemli olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimine karşı kazandığımız diriliş ruhunu ve kültürel kodlarımızı her şartta ve ahvalde iri ve diri tutma beceresini gösterebilmek çok mühimdir. Şu çok iyi bilinsin ki, Yeni yüzyıl Türkiye yolunda diriliş ruhumuzdan ve kültürel değerlerimizden taviz vermediğimiz sürece aydınlık yarınlar bizim olacak demektir. İri ve diri olmaya mecburuz da. Çünkü şöyle geriye dönüp baktığımızda dünden bugüne Ölürüm Türkiye’m yolunda nice bedeller ödendi, bunu kâh 27 Mayıs darbesinde, kâh 12 Mart muhtırasında, kâh 12 Eylül darbesinde, kâh 28 Şubat Postmodern darbesinde, kâh 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişiminde hep birlikte görüp yaşadık. Neyse ki bu tür bedel ödemelerle canı yanan insanımız, artık bir daha canı yanmaması için havadan, karadan atılan bomba ve mermilere, hatta üzerine gelen tanklara karşı göğsünü siper ederekten Yeni Yüzyıl Türkiye Kızıl elmasına ışık yakmış oldu da. Ve en nihayetinde onca yaşanmışlıkların ardından artık millet ve devletin elle ele verdiği büyük bir sıçrayışla çağ atlayacak Yeni Yüzyıl Türkiye’nin eşiğine gelmiş olduk. Öyle ki geldiğimiz noktada vesayet odaklarının cirit atamadığı bu kutlu yürüyüş bize Allah Resul’ünün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağı da hatırlatmakta. Hele şükür Türkiye’yi artık sırça köşklerde yaşayan Simonlar yönetmiyor, tam aksine bu milletin bağrından çıkmış Anadolu çocukları yönetmekte. Üstüne üstük Türk tipi Cumhurbaşkanlık modeliyle yönetiliyoruz. Baksanıza Osman Gazi ve Şeyh Edebali ikilisinin Söğüt otağında Osmanlının kuruluş mayasını çalıp akabinde oluşturulan Toy meclisinin kararları doğrultusunda ortaya konulan adil yönetim anlayışının zenginleştirilmiş benzer uygulama örnekleri Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde tesis edilmek üzere de. Dün nasıl ki Horasan erenleri, müftüler, müderrisler, kılıç kabzası kuşanan alperenler Söğüt Beyliği’ne sevk edilerekten Türk’ün nabzı Osmanlı Beyliği’nde atıp Nizam-ı âlem olmuşsak, bugün de Yeni Yüzyıl Türkiye koşusunda millet devlet el ele gönül gönüle verip yeniden diriliş hamlesiyle âleme nizam olabiliriz pekâlâ. Nitekim necip milletimizin 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi Darbe girişimine karşı tankların altına yataraktan darbe girişimini önleyip akabinde tutulan vatan nöbetleri eşliğinde 7 Ağustos günü Yeni kapıda “Hep Birlikte Türkiye olacağız “ fermanıyla Yeni Yüzyıl Türkiye’nin doğuşuna ışık yakması bu muştuyu doğrulayan bir diriliş ruhudur bu.”
Bu arada pek çok okur Selim Gürbüzer kimdir diye merak etmekte. Aslında kendimden bahsetmeyi sevmem, yine de okuyucumun merakını gidermek adına kısaca özgeçmişimi şöyle özetleyebilirim:
Özgeçmiş:
Selim Gürbüzer, 1965 yılında Bayburt’ta doğdu, evli ve biri kız, biri erkek 2 çocuk babasıdır. İlköğretimini Bayburt Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulu, Orta öğretimini Bayburt Ortaokulu, Lise öğretimini Bayburt Lisesinde tamamladıktan sonra Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Biyoloji bölümünü bitirdi. Meslek hayatında bir yandan kamuda görev yaparken diğer yandan da büyük bir gayret ve özveri göstererekten Anadolu Üniversitesinin iki yıllık ön lisans fakültelerinden sırasıyla; AÖF Medya İletişim, AÖF Radyo Tv, AÖF İlahiyat, AÖF Veteriner Sağlık ve AÖF Tarım Teknolojilerinden mezun olmayı başarabilmiştir. Bayburt’ta öğrencilik yıllarında Hoca Ali Matbaasında rahmetli Osman okutmuş ve oğullarının yanında Bayburt Postası gazetesinde çalışarak gazetecilik ruhunu kazanmıştır. Üniversite hayatının akabinde sırasıyla İstanbul, Balıkesir ve Ankara’da Milli Eğitim Sağlık Eğitim Merkezlerinde ve Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesinde biyolog olarak görev yapmanın yanı sıra Gündüz Gazetesi, Alperen Dergisi, Nizam-ı âlem dergilerinde ve EnPolitik sitesinde araştırma incelemeleri yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca 2022 yılı sonunda KDY yayınlarından “Güneş Doğudan Doğar” ile 2023 yılı içerisinde ise sırasıyla “Medine’den Buhara’ya”, “Ölürüm Türkiye’m”, “Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz” adlı yayınlanmış kitaplar ile en son yayınlanan “Hayy’dan Hu’ya Yaratılış Mucizesi” adlı eseri yayınlanmıştır. Şuan genç yaşta çalıştığı Bayburt postası Gazetesinde yeniden yazılarına devam ettiği gibi Türkiye Tıbbi İlaç ve Cihaz Kurumunda da Biyolog olarak görevini yürütmektedir.
Selim Gürbüzer’in Ölürüm Türkiye’m adlı eserine ulaşmak isteyenler aşağıdaki şu linkten temin edebilirler:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

Yayın Tarihi: 04.04.2023
ISBN: 9789754490886
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 612
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
Vesselam
https://www.kitapyurdu.com/index.php?route=product/search&filter_name=selim%20gurbuzer