BURUN VE KOKU ALMA MUCİZESİ

BURUN VE KOKU ALMA MUCİZESİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Burnumuz takriben elli bin çeşit kimyasal bileşikten çevreye yayılan molekülleri kendine bağlayıp ve bunları tanıyabilecek donanıma haiz bir koku alma reseptörüdür. Aynı zamanda her türlü gaz halindeki kokuyu ayırt edebilecek cinsten mükemmel bir cihazımız. Nitekim gaz moleküllerinin burunda meydana getirdiği kimyasal reaksiyonlar sinirlere iletilmesiyle birlikte beyne ulaştırılır. Böylece beyne aktarılan son derece karmaşık sinyaller beyinde ki koku merkezlerince değerlendirilip anında bize koku olarak yansımaktadır. Tıp dünyası bugün olmuş hala daha henüz koku alma olayını tam manasıyla çözmüş değil. Kaldı ki insanın koku alma duyargasında aciz kalan bilim adamları pul kanatlı bir erkek böceğin dişisinin kokusunu iki kilometrelik uzaklıktan alması karşısında kim bilir ne hale geleceklerdir. Dolayısıyla koku algılama alanı mucizevî bir laboratuar hükmünde bir mekân sayılmaktadır.
Belli ki burun kılları boşa yaratılmamışlar. Onların vazifesi de öyle anlaşılıyor ki bir noktada burun içerisine giren tozları tutmak olsa gerektir. Tabii toz hususunda kıllar büsbütün yalnız değildir, ayriyeten buna ilave olarak bir de burun iç kısmında mevcut olan sümüksü bir madde yardımcı kılınmıştır. Hakeza yine burnumuza gelen gaz halindeki moleküller burun boşluğunun üst yüzeyinde içerisi sinir uçlarıyla dolu mukusun (sümüksü madde) zara teması da söz konusudur. İşte bu temas neticesinde gaz molekülleri zar içerisindeki sıvıya karışıp, açığa kimyasal madde çıkmaktadır. Böylece açığa çıkan bu kimyasal maddeler sinir uçları tarafından uyarılıp beyne havale edildikten sonra kokuya dönüşmektedir.
Bilindiği üzere; “Kenan illerinden gelen bu koku; Yusuf’un kokusu” denilince Yakup (a.s)'ı hatırlarız hep. Allah-ü Teala tarafından sanki insanoğluna; “Yakup (a.s)'ın mucizevî kıssasına bak ta kilometrelerce uzaklıkta bu koku nasıl hissedilmiştir, var üzerinde araştır, ona göre bilgi ve becerilerini ortaya koy” denilmiş. Yine sanki dünyanın bir ucunda olsanız bile şayet çalışır çabalarsanız, Mescidi Nebevi’nin gül kokusunu bile evinizin bahçesine kadar konuk edebilirsiniz diye ince bir mesaj verilmek istenilmişte. Nitekim bu mesajlar yerini bulmuş olsa gerek ki insanoğlu elektro manyetik dalga boylarıyla kilometrelerce uzaklardan yansıyan sesleri veya görüntüleri evlere kadar getirebilmiştir.
Burun aynı zamanda solunum olaylarının bir bölümünün gerçekleştiği alan olarak dikkat çekmektedir. Öyle ki bu iş uğruna solunum yollarını döşeyen epitelyum hücrelerinin üst yüzeylerinde yer alan kinosilyumlar sürekli dalgalanma hareketleri ile içeri giren toz taneciklerini dışarı atmak için canhıraş çalışmaktalar. Tüm bu fıtri önlemlere rağmen bir türlü nezle türü salgınlıklardan kurtulamayız. Çünkü grip genelde teneffüs yoluyla aldığımız bir virüs aracılığıyla gerçekleşen bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Hatta minicik rutubet damlaları bile soğuk algınlığına yol açan virüslerin binek taşları olabiliyor. Şayet vücudumuz direncini yitirmişse bu binek taşları her soluk alıp verdiğimizde hemen faaliyete geçip soğuk algınlığı diyebileceğimiz grip kaynaklı bir hastalığa yol açabilmektedir. Böylece küçücük gördüğümüz virüsler bizlere acziyetimizi hatırlatır. Derken hapşırırken (aksırırken) Elhamdulillah (Allah'a şükürler olsun) diyerek Allah’a şükreder, karşımızdaki buna cevaben Yerhamükellah (Allah size rahmet ve merhamet eylesin) der ve en nihayet Yehdina veyahdikümüllah diyerek karşılıklı birbirimize sıhhat ve afiyet dilemiş oluruz. Aslında aksırırken aynı zamanda burnumuzun hava giren kısmında biriken bakterileri de dışarı atmış oluyoruz. Dolayısıyla çok şükretmemiz gerekiyor. Hatta sadece şükretmekle kalmayıp, bu arada hapşırırken adap-usul gereği ağzımızı kapatmalı ki etrafa zarar verilmemiş olsun.
Öyle hastalıklar var ki koku sayesinde teşhis edilebilmektedir. Tabii ki teşhis önemli, fakat teşhisten de en mühimi tedavidir. Maalesef Tıp dünyası gelinen nokta itibariyle kulak burun boğaz enfeksiyonlarına sebep olan virüs kaynaklı hastalıklar karşısında çoğu kez çaresiz kaldığını ilan etmiş durumdadır. Neyse ki Rabbül âleminin vücut şehrimizde bağışıklık sistemi kurması sayesinde, hasta olsak bile yeniden toparlanıp hayata devam edebiliyoruz. Şayet vücudumuzun immün sistemi çökmüşse ölüm kaçınılmaz olacaktır elbet. Zira virüslerin proteinlerden oluşan dışta bir zarı var ki, söz konusu zararlı proteinler kana karışarak bir anda bizi yatak döşek hasta edebiliyor. Neyse ki akyuvarlar duruma seyirci kalmamaktalar, onlar da bu taarruz karşısında zararlı proteinlere karşı alternatif proteinler diyebileceğimiz “bağışıklık cisimleri” üreterek bize destek olmaktadırlar. Böylece yeniden vücudumuz sıhhat kazanır. İşte akyuvarlar sayesinde bir başka zaman diliminde bir kez daha aynı tip virüs kana girse bile biliniz ki artık zararlı olamayacaktır. Çünkü düşman önceden teşhis edilmiş veya tanınmış durumdadır. Dolayısıyla önceden tanıdık bilinmesinden dolayı derhal imha edilirler. Bu yüzden Tıp dünyası vücudumuzdaki immun bağışıklık sisteminden yola çıkarak zayıflatılmış grip ve nezle türü mikroplar üretip birtakım aşı uygulamaları veya tedavi yöntemleri geliştirmişlerdir. Hâsılı kelam aşılanma yöntemi veya vücuda enjekte edilen zayıflatılmış mikropla bağışıklık kazanıp geçici veya uzun süreli birçok hastalıklara önlem almış oluruz.

KOKU ALMA MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Burnumuz takriben elli bin çeşit kimyasal bileşikten çevreye yayılan molekülleri kemoreseptörler aracığıyla kendine bağlayıp gaz ya da sıvı haldeki maddelerin yoğunluğunda (konsantrasyonlarında) teşekkül eden değişmeleri koku olarak algılayabilecek donanıma haiz bir duyu organımızdır. Nitekim koku duyusunun ortaya çıkmasında önemli rol oynayan kemoreseptörler burnumuza gelen gaz moleküllerini kendine bağlar bağlamaz sinirler aracılığıyla hemen beynin koku merkezlerine göndermek suretiyle belleğimizde koku olarak algılarız. Dikkat edin algılarız dedik, zira bu noktada Tıp dünyası bugün olmuş halen koku alma duyumların sırrını tam manasıyla çözmüş değildir. Kaldı ki duyumlar pek akılla anlaşılmayan bir şeylerin varlığını gösteriyor.
Peki, kemoreseptörler sadece buruna özgü bağlayıcı duyusal hücreler midir? Hiç şüphe yoktur ki yaratılan her canlı türün yaratılış kodlarına göre ağızda, dilde, antende, ekstremitelerde, ağız aygıtında, deride, solungaçlarda, yüzgeçlerde, tendonlarda, hatta ovipozitörlerde de (yumurta koyma borusunda) bulunan duyu hücreleridir. Örnek mi? İşte böceklerde koku alma reseptör hücreleri kahır ekseriyetle antende konumlanırken, tat alma reseptörlerinin de ağız parçaları ve ekstremiteler üzerinde bulunuyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Bu yüzden bilim adamları pul kanatlı bir erkek böceğin dişisinin kokusunu ta 2 km’lik uzaklıktan almasını büyük bir şaşkınlıkla hayretler içerisinde gözlemlemekteler. Yine bir bakıyorsun kimi omurgalı hayvanlarda burun aygıtının hem koku hem de solunum organı olarak işlev görmesi gibi pek çok örnekler burun aygıtının mucizevî bir laboratuvar alanı olduğunu gösteriyor. Tabii buna kemoreseptör hücrelerin konumlandığı diğer alanlarda dâhildir. Ki, kemoreseptörlerin konumlandığı her bir alanın kendine özgü donatılmışlığı da söz konusudur. Örnek mi? Mesela burun deliklerimizin kıllarla donatılmışlığı bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Belli ki burun kılları süs olsun babından boşa donatılmamış, bilakis burun içerisine giren yabancı maddeleri veya tozları tutmak gibi görevler üstlenmişlerdir. Tabii toza karşı barikat olmak hususunda kıllar büsbütün yalnız değildir, ayrıca burun boşluğunun üst tarafında burun mukozasının özelleşmiş bir bölgesi olarak bilinen koku soğancığıyla bağlantılı sümüksü koku mukoz zarıyla da desteklenmiş durumdadır. Böylece bu sayede burnun deliklerinden giriş yapan gaz halindeki moleküller burun boşluğunun üst yüzeyinde konumlanmış duyu hücrelerinin (kemoreseptörler) ayırt etme yeteneğine bağlı olarak burun içi mukusta eriyip koku reseptörlerini uyarmış olur. Derken gaz moleküllerinin mukus içerisindeki sıvıyla girmiş olduğu tepkimenin neticesinde açığa çıkan kimyasal madde koku olarak algılanır. Yani bir başka ifadeyle burun reseptörlerine gelen uyarıların koku sinirler aracılığıyla ön beynin temporal lobunda yer alan koku merkezlerine iletilmek suretiyle koku olarak algılanır. Bu arada unutmayalım ki koku ve tat duyusu birbirinden bağımsız duyargalar değildir, birbiriyle ilişkili olduğu şundan besbellidir ki, şayet burun tıkalıysa besinlerin tadının algılanması ister istemez tıkalı oranında azalmakta, dolayısıyla bu durumda yediğimizden içtiğimizden bir tat lezzet alamayız.
İlginçtir hayvanlar âleminde bir takım canlıların besinin bulması, besini didik didik edip çeşitlere ayırması, zehirli olup olmadığını belirlemesi, eşlerini bulması, bir arada bulunacakları yerleri belirlenmesi, kendi türleri içerisinde iletişim ağının kurulması gibi hayati öneme haiz tüm faaliyetler belli ki kemoreseptörlerin marifeti olarak sahne almakta. Hani arayan bulur denir ya hep, aynen öylede uzaklık ya da yakınlık hiç fark etmez hayvanlar âleminde yaşanan bir takım olağan üstü gördüğümüz oluşumlar beşeri hayatta da vuku bulabiliyor. Ve bunun beşeri boyutunu Yakup (a.s)’ın kıssasıyla örneklendirebiliriz de pekâlâ. Malumunuz o meşhur Peygamber kıssasında geçen ifadede yerini alan “Kenan illerinden gelen bu koku; Yusuf’un kokusudur” cümlesini okuduğumuzda Yakup (a.s)'ı hatırlarız hep. Derken kıssadan hisse misali Allah-ü Teâlâ’nın biz aciz kullar için sanki “Yakup (a.s)'ın mucizevî kıssasına bakta kilometrelerce uzaklıkta bu koku nasıl hissedilmiştir, var üzerinde araştır, ona göre bilgi ve becerilerini ortaya koy” tarzında ders niteliği taşıyan bir kıssa olduğunu idrak ederiz. Yine sanki bu peygamber kıssasında dünyanın bir ucunda olsanız bile şayet çalışır çabalarsanız, Mescidi Nebevi’nin gül kokusunu bile evinizin bahçesine kadar konuk edebilirsiniz gibi daha nice ders niteliğinde anlam yüklü mesajların alınması gerektiği murad edilmiştir. Ve bu mesajlar bilim dünyası açısından da yerini bulmuş olsa gerek ki elektro manyetik dalga boylarıyla kilometrelerce uzaklardan yansıyan sesleri ya da görüntüleri insanların evlerinin içine girecek kadar sunabilmişlerdir.
Her neyse bilim dünyası daha nice buluşlar keşfede dursun şu bir gerçek burun aynı zamanda solunum olaylarının bir bölümünün gerçekleştiği alan olarak da dikkat çekmektedir. Öyle ki bu iş uğruna solunum yollarını döşeyen epitelyum hücrelerinin üst yüzeylerinde yer alan kinosilyumlar (titrek tüyler) sürekli dalgalanma hareketleri ile içeri giren toz taneciklerini dışarı atmak için pozisyon almış haldedirler. Tüm alınan bu önlemlere rağmen yine de nezle türü soğuk algınlığı viral hastalıklara karşı tam manasıyla korunaklı sayılmayız. Çünkü grip genelde solunum yoluyla aldığımız bir virüs aracılığıyla gerçekleşen bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Hatta soluduğumuz minicik rutubet damlaları bile soğuk algınlığına yol açan virüslerin binek taşları olabiliyor. Şayet vücudumuz direncini yitirmişse bu binek taşları her soluk alıp verişimizde derhal harekete geçip soğuk algınlığı grip kaynaklı bir hastalığa yol açabiliyor. Böylece mikron seviyelerden daha milimikron olarak küçük gördüğümüz virüsler bizlere acziyetimizi hatırlatır. Derken hapşırırken (aksırırken) Elhamdulillah (Allah'a şükürler olsun) deyip Allah’a şükrederiz, karşımızdakinin ise buna cevaben Yerhamukellah (Allah size rahmet ve merhamet eylesin) demesine karşılık Yehdina ve yehdikumullah diyerek böylece karşılıklı birbirimize sıhhat ve afiyet dilemiş oluruz. Hatta aksırırken aynı zamanda burnumuzun hava giren kısmında biriken bakterileri de dışarı atmış oluruz. Dolayısıyla bu durumda daha çok şükretmemiz gerekiyor. Hatta sadece şükretmekle kalmayıp, bu arada hapşırırken adap-usul gereği ağzımızı kapatmalı ki etrafa zarar vermemiş olalım.
Öyle hastalıklar vardır ki koku sayesinde teşhis edilebiliyor. Tabii ki teşhis önemli, fakat teşhisten daha da mühimi tedavidir. Maalesef Tıp dünyası gelinen nokta itibariyle kulak burun boğaz enfeksiyonlara neden olan virüs kaynaklı hastalıklar karşısında çoğu kez çaresiz bir durumdadır. Neyse ki Rabbü’l âlemin vücut şehrimizde bağışıklık sistemi halk eylemesinin nimeti sayesinde, hastalansak bile yeniden toparlanıp sıhhatimize kavuşabiliyoruz. Şayet vücudumuzun immün sistemi (bağışıklık sistemi) çökmüşse ölüm kaçınılmaz olacaktır elbet. Zira virüslerin proteinlerden oluşan dışta bir zarı var ki, söz konusu zararlı proteinler kana karışıp bir anda bizi yatak döşek hasta edebiliyor. Neyse ki akyuvarlar duruma seyirci kalmamaktalar, onlar da bu taarruz karşısında zararlı proteinlere karşı alternatif proteinler diyebileceğimiz “bağışıklık cisimleri” üreterek bize destek olmaktalar. Böylece yeniden vücudumuz sıhhat kazanmış olur. İşte akyuvarlar sayesinde bir başka zaman diliminde bir kez daha aynı tip virüsün vücudumuza girip kana karışsa da artık bağışıklık sistemimizce tanınmış olacağından istediği gibi at oynatamayacaktır. Çünkü düşman önceden teşhis edilmiş veya tanınmış durumdadır. Dolayısıyla önceden tanıdık bilinmesinden dolayı derhal imha edilirler. Bu yüzden Tıp dünyası vücudumuzdaki immün bağışıklık sisteminden yola çıkarak zayıflatılmış grip ve nezle türü mikroplar üretip birtakım aşı uygulamalarıyla tedavi yöntemleri geliştirebilmiştir. Böylece aşılanma yöntemi denen enjekte edilen zayıflatılmış mikrop sayesinde bağışıklık kazanıp geçici de olsa süreli birçok hastalıkların önüne geçilmiş olunur.
Bakınız Yüce Allah (c.c) Kur’an’da ne buyuruyor: “İnsanı fehhar gibi bir salsaldan yarattık” (Rahman 55/14). İşte bu ayette geçen salsal ibaresinin ses veren kuru çamur olarak tefsir edildiği gibi Ragıp el İsfehani’nin Müfredatta ikinci anlam olarak ise sallellahm ibaresine istinaden kokuşan çamur” olarak da tefsir edilmekte. Dolayısıyla ikinci anlamdan hareketle kokuşan etten ilk insanın yaratılış mayası diyebileceğimiz embriyosuna gıda takviyesi olarak protein, yağ, mineraller ve su gibi inorganik besleyici maddelerin tümünü kapsayan bir anlamının da olduğunu düşünebiliriz pekâlâ. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Arzda hiçbir canlı (dabbe) yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun müstekar (stabil kararlı, potansiyel enerji, yani durağan) ve müstevdaini (emaneten kinetik enerjik, yani hareketli) bilir. Hepsi kitabı mübindedir” (Hud 11/6) diye beyan buyurmakla kararı mekinde ki ilk Âdemin yaratılış mayası toprak ve çamurdaki elementlerden embriyosunun gıdalanacağı inorganik besin maddeleri kapsayan bileşenlerin kokuşan et manasına ‘salsal’ olarak karşılık bulurken, salsaldan yaratılan hamurun ise zigot hücresi manasına ‘hamei mesnun’ olarak karşılık bulmakta. Zira yaratılış kodumuzu temsil eden DNA molekülünün sitozin nükleotinin içerisinde metil gruplarından oluşan bir bileşen olması hasebiyle DNA’nın hem fiziki hem de kimyevi kötü kokulu bir molekül olduğu anlamına gelir. Dahası ayette ifade edilen çamurdan maksat, aslında yaratılış kodumuza kodlanan metillenmiş kötü kokulu manasına gelebilecek DNA molekülüdür dersek yeridir.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer