HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR

ALPEREN GÜRBÜZER

SALGI BEZLERİ
Salgı taneciklerinin başlangıç yapımı hücre içerisinde var olan granüllü endoplazmik retikulum yoluyla start alıp, buradan golgi aygıtına taşınırlar. Derken golgi cihazında özel bir paketleme işleminden sonra sitoplâzmaya geçip salgı bezi şeklinde sahne alır. Böylece salgı bezleri dış salgı ve iç salgı bezleri olmak üzere iki kanaldan neşvünema bulur. Mesela midenin hemen alt kısmında bulunan karaciğer ve pankreas organımız salgı bezlerin yuvalandığı mekân olarak dikkat çekmekte. Anlaşılan o ki; beslenme, kan dolaşımı, vücut ısı ayarı, büyüme fonksiyonları, vücuttaki protein, şeker, tuz vs. maddelerinin denge ayarı gibi daha pek çok faaliyetler salgı bezleri tarafından yürütülmektedir. Bu arada salgı sistemini teşkil eden bezler iç ve dış salgı bezi diye iki ana grupta incelenir. Zira dış salgı bezlerini yağ, ter ve tükürük bezleri, iç salgı bezlerini ise hipofiz, adrenal, troit, paratiroit, epifiz, testis overler(yumurtalıklar), duodenum, ve böbrek üstü bezler (adrenal bez) gibi bezler temsil etmektedir. Bu arada dış salgı bezleri salgılarını bir kanal vasıtasıyla veya geçici bir organ aracılığıyla boşaltırlar. Keza derideki deride ki yağ, ter ve ağızdaki tükürük bezleri de öyledir. Mesela yine safrasını 12 parmak bağırsağına boşaltan karaciğer ve sindirim esnasında ince bağırsaklara salgı gönderen pankreas hem iç hem de dış salgısı olmakla beraber bu şekilde faaliyet gösterirler. İç salgı bezleri ise salgıladıkları sıvıları doğrudan doğruya kana intikal ettirerek birçok hayati faaliyetlere geniş ölçüde etki ederler.
Yüce yaratıcı vücudumuzun dengesi için salgı bezlerinin yaratmanın yanı sıra bir takım negatif geri tepme ve kontrol mekanizmaları bahşetmiştir. Hatta kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, nerede konuşlanacağı çok önceden belirlenmiş bile. Yani ayarı kurulmuş bir saat misali her iki sistemde bizlere her an, her salise hizmet etmekteler. Bize düşen denge ayarı iyi ayarlanmış vücut sarayı emanetine sahip çıkıp, haddi aşmamaktır. Şurası muhakkak; insan acıkınca mide asit birikimi artmaktadır. Fakat oruca niyet etmesiyle birlikte asit birikimi durmaktadır. Çünkü niyet olayı beyin mekanizmasını harekete geçirerek uyarıcı hormon etkisi yapmakta, akabinde oruçla sinir sistemimiz üzerindeki stresler boşalır, derken hipofiz, thyroid, pankreas gibi salgı bezleri geçici de olsa rahat bir nefes alma imkânına kavuşur. Bu arada insan acıkınca kanda ki gıda özü miktarının düşmesine bağlı olarak bir yandan kemik iliği uyarılırken, öte yandan oruç tutunca da kan hacmi azalmasına paralel kalp hafiflemektedir. Yani küçük tansiyon oruç sayesinde düşüp kalp ritmi rahata ermiş olur. Keza anemi olanlar oruç tuttuklarında daha kolay kan ürettikleri gözlemlenmiştir. Dahası Ramazan orucuyla zayıfların kilo aldığı, şişmanların ise kilo verdiği, aynı zamanda orucun damar içerisinde ki yağların yakılmasını hızlandırıp kolesterol ve trigliseridin normal düzeylerde oluşumuna olumlu etki yaptığı ve damar sertliğini önlemeye karşı koruyucu rol oynadığı belirlenmiştir. İşte tüm bu gerçeklerden hareketle Rasulullah (s.a.v); ‘Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür’ diye beyan buyurmuşlardır.
Tabiî ki orucun faydaları burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki; oruç sayesinde hem bağırsaktaki salgılar, hem de hareket eden kaslar istirahata kavuşur. Bilindiği üzere mide karışma ve kasılma esnasında HCl (Hidroklorik asit) asit salgılar. Bu yüzden Yaratıcı tarafından mukus adlı bir sistem kurulmuştur. Bu sistemin çalışmasıyla birlikte mide içerisinde değirmen misali besinlerin hazım işleri gerçekleşir. Böylece midede pepsin enzimi vasıtasıyla parçalara ayrılan besinler bulamaç halinde ince bağırsak laboratuarında protein, yağ, nişasta ve şekere ayrışarak vücut için yararlı bileşenlere dönüşürler. Ayrıca bağırsaklar absorbe edilmiş halde ki besinleri venüs kan, vena porta hariç diğer besinleri karaciğere bırakır. Fakat yinede çok az bir asterial kan (arteria hepatica) karaciğere gelebiliyor. Karaciğer bu ürünleri bir takım metabolik faaliyetlerde kullanmak üzere depo edip lüzumu halinde tekrar kana verir. Derken başlangıçta cansız gibi görünen gıdalar haşir misali hayat kaynağı haline gelmiş olurlar.
İnce bağırsağın iç yüzeyi villusla kaplıdır. Bu villuslar sayesinde mideden ayrışan protein ve vitaminlerin elimini sağlanır. Bu arada ince bağırsak laboratuarında proteinler, yağlar, nişasta ve şeker hangi ünitelere ayrılır derseniz, elbette ki:
—Proteinler; aminoasitlere,
—Yağlar; yağ asitlerine ve gliserine,
—Nişasta ise glikoza ayrılır deriz. Anlaşılan sindirim sisteminde görev alan tüm hücreler hiç tanışmadığı ekmeği, hatta uzaktan yakından bilmediği nişastayı şekere dönüştürüp vücudun diğer hücrelerine nasıl gönderilmesi gerektiği hususunda eğitimi ta baştan anne karnındayken almışlar. İşte bu noktada Nasreddin Hocanın; “Un var, şeker var, yağ var, o zaman hani helva” sorusuna karşılık Yüce Mevla bir yandan ayrıştırma işlemleri için ince bağırsakta rafineri sistemi kurmuş, diğer yandan ayrıştırılan ürünlerin üretimi için karaciğer kimya fabrikası kurmuştur. İşte yaratılış gereği karaciğer kendisine ulaştırılıp ayrıştırılan ürünlerden bin bir derde deva ilaçlar üreterek vücut için denge ayarı yapmaktadır. Belli ki karaciğere farmakoloji görevi verilmiş. Dolayısıyla karaciğer denilince vücudumuzun ihtiyacı olan globülinleri hazırlayan bir kimya fabrikası akla gelmelidir. İşte bu yüzden vücudumuzda kimya fabrikası inşa eden Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Bu fabrika olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Zaten karaciğerin dolaşımdaki stratejik yeri hiç kuşkusuz bağırsağa gelen besin maddeleri özel maddeler haline çevirip diğer dokulara sevk etmektir. Yani yağ, et, süt yumurta gibi maddeleri proteinlere ve glikojene çevirecek hamleyi gerçekleştirmektir. Karaciğerin en önemli fonksiyonlarından biri de glikozu enzimatik reaksiyonla glikojen halde polimerize etmektir. Bir başka ifadeyle basit bileşikler diye bilinen laktik asit, gliserol ve pürivik asit karaciğer içerisinde önce glikoza sonra da glikojene çevrilirler. Bu arada glikojen ihtiyaç halinde dokular için gerekli glikoza parçalanır. Demek oluyor ki glikozun glikojene çevrilmesi veya glikojenin parçalanması gibi bir dizi işlemler karaciğerde fosforilaz enzimi serisi ile düzenlenir. Tabii tüm bu işlemler için önceden kanda depo formu şeklinde aktif galaktoz–1-P veya glikoz–6-P kan şekeri bulunur. Böylece ilk basamakta glikoz reaksiyonları fosforilaz enzimi, epinefrin ve glikagon tarafından fosfat bağlanmış olarak gerçekleşip karaciğerin uyarılmasıyla birlikte glikoz kana verilmiş olur. Belli ki karaciğer kandaki şeker miktarını ayarlayan bir görev üstlenmiş durumda. Dolayısıyla bu ayar bozulduğunda şeker hastalığı nüksetmektedir.
Karaciğerin maharetleri burada bitmiyor tabii. Mesela karaciğer lipitin taşınması ve kan içerisinde lipit miktarının belli bir seviyelerde kalmasından da sorumludur. Oldu ya lipit seviyesi düştü, bu durumda karaciğer ilk iş olarak Endoplazmik Retikulum içerisindeki glikojeni yağ asitlerine (yağlara) çevirip kandaki lipit ve kolesterol miktarını yükseltmek olacaktır. Ayrıca karaciğer özel bir yetenekle kendisine gelen A vitamini tanır, hatta üretir de. Özellikle bizler karoten içeren yiyecekleri aldığımızda, karaciğer bu gıda özünü karotinaz mayasıyla A vitaminine çevirebiliyor. Hatta bu arada alınan zehirli maddeleri parçalayıp zehirsiz hale getirdikten sonra böbrekler vasıtasıyla üre ve ürik asit halinde kana vermektedir.
Karaciğer bundan başka plazma proteinlerinin sentez edildiği yer olarak göze çarpmaktadır. Dolayısıyla tedavi sırasında cilt üzerinde uygulanan ilaçların yan etkisinden kaynaklanan bir takım sıkıntılar karaciğer tarafından özel enzim salgılanması sayesinde önlenebiliyor. Özellikle bu yan etkilere karşı kolesterol sentezinin yanı sıra çoğalan Endoplazmik Retikulum sayısı çok önem arz etmektedir. Ayrıca böyle olumsuz durumlara karşı karaciğerde normal dolaşımın dışında %80 civarında safra tuzu dolaştırılarak enterohepatik denilen karaciğer iç dolaşımı geliştirilir. Şayet karaciğerle ilişik safra yolları (kanallarının) tıkanmışsa aşırı safra salgısı kaçınılmaz olacaktır. Karaciğer bu durumda ister istemez bu kanalı açmak için ototerapik tedbir alıp daha fazla safra salgılayacaktır. Derken salınan safra lenf içine, oradan kana gönderilip, böylece bu yolla sarılık hastalığının önüne geçilmiş olunacaktır.
Karaciğer bez karakterinde olduğu için hücre yapıları iri çekirdekli ve hızlı bölünen rejeneratif bir organ olarak dikkat çekmektedir. Yani vücudumuzun en büyük bezi olma özelliği ona has kılınmıştır. Bu arada karaciğer safra kanalı yoluyla salgısını duodenuma (12 parmak bağırsağı) boşalttığı durumlarda ekzokrin tip bez (dış salgı bezi) olarak görev yapar. Fakat kendisi tarafından sentez edilen maddelerin birçoğunu kana verme durumlarında ise endokrin bez özelliği taşımaktadır. Dahası karaciğer içerisinde çok miktarda lenf sıvısı üretilmenin yanı sıra özel immunite sağlayan fagositik hücrelerde üretilmektedir. Fagositik hücreler aynı zamanda pigment granülleri, eritrosit parçalanma ürünleri, Fe granülleri gibi parçalanma ürünlerini fagosite eden kubfer hücreleri olarak bilinmektedir. Kubfer hücrelerinin azalması ise karaciğer yetmezliğine (siroz hastalığı) sebep olmaktadır.
Karaciğerin bir kısmı ameliyatla çıkarıldıktan sonra çok kısa zamanda kendini yenileme sürecine girip, zaman içerisinde normal konumuna kavuşabiliyor. Omurgalılar içerisinde en fazla yenileme kabiliyeti olan canlı hiç kuşkusuz faredir. Dolayısıyla diğer omurgalıların büyüklüğü ile rejenerasyon ters orantılı seyretmektedir. Omurgalı canlılarına hemen hepsinin karaciğer içerisinde çok sayıda rejenerasyon maksatlı konuşlandırılmış lobüller bulunur. Lobüller üçgen şekilli bağ doku sahalarıdır. Bazen bu dokular altıgende olabiliyor. Her karaciğer lobuna karbon tetraklorür verilmesi durumunda doku bozulmasına (çürüme-nekröz) yol açmaktadır. Nekrotik hücreler bir yandan otoliz yöntemi ile yok edilirken diğer yandan lobun sağlam burnunda yer alan hücrelerde mitoz yoluyla çoğalma görülüp takriben 5–6 gün içerisinde karaciğerde lokal urlar şeklinde büyüme bölgeleri belirebiliyor. Neyse ki bunlar zararlı olmayan hücresel hasarların tamir edildiği bölgeler olarak sahne almaktadır. Ancak aşırı nekrozlarda eğer karbon tetraklorür düzenli aralıklarla verilirse normal doku yerini fibröz dokuya terk edecektir. Hatta karaciğer tedavisi çok uzun süre devam edip sonuç alınamıyorsa bu noktadan sonra artık siroz hastalığı kaçınılmaz olacaktır.
İlginçtir karaciğer epiteli üzerinde çok ileri düzeyde mitoz olayı vuku bulmaktadır. Şöyle ki; artan safra kanallarının sonunda çevredeki hücreler duklus biçiminde kanal hücrelerine dönüşüp ölürler. Bu devrede safra sıvısı kendine bir yol (kanal) yapar. Böylece nekroza girmiş sirozit, mitoz bölünme kabiliyeti sağlam safra kanalı epitelyum hücresi bulduğunda karaciğer normal yapısına dönüşebiliyor. Bu iş için zaten karaciğerde spesifik yapıcılar devreye girer. İşte bu nedenle karaciğeri yeniden aktive edici olarak devreye giren söz konusu antisirotik maddelere epinefrin ve glukagon denmektedir. Bu arada parçalanma sonucu açığa çıkan bazı zararlı ürünler ise safra içerisinde dışarıya atılırlar. Bu bakımdan safra hazım olayında önemli bir fonksiyon üstlenmiş bir boşaltım salgısı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kan plazmasının yapımı için karaciğerde birçok protein sentezi yapımı gerçekleşip kana verilir. Dolayısıyla karaciğer karbonhidratların hem depo edildiği hem de boşaltıldığı bir mekân vazifesi görmektedir.
Karaciğer içerisinde safra yolları diye bilinen kanalcıklar da bulunur. Zaten öd denilen zehirli sıvı karaciğer tarafından üretilir. Bu zehir öyle bir etkili zehir ki herhangi bir deney hayvanına enjekte edilse o hayvanı anında öldürebiliyor. Fakat bu zehir bize zarar vermez, hatta onun sayesinde yağların sabunlaşmasının yanı sıra sindirilmesi gerçekleşir. Böylece bağırsaklardaki pis kokulardan bu sayede kurtulmuş oluruz.
SAFRA KESESİ
Safra kesesi;
“ —Korpus.
—Fundus,
—Boyun” diye üç kısımdan oluşmaktadır.
Safra kesesi armut şeklinde karaciğerin alt kısmında içi boş bir organ olmanın yanı sıra hafifte olsa ampule benzer bir görünümdedir. Fakat patolojik durumlarda ister istemez şekli, büyüklüğü ve doku biçimi değişebiliyor. Bu arada safra kesesinin oluşturan safra hücreleri devamlı olarak safra ifraz ederler. Buna mecburlar da. Belli ki ona da bu görev verilmiş. Zaten safra kesesi şayet salgısını ifraz etmezse o vücut besinini hazmedemez duruma gelecektir.
PANKREAS
Karaciğerden sonra sindirim kanalına bağlı en büyük bez pankreastır. Yani midemizin sol alt tarafında, duodenum yanında yer alan, şekil bakımdan yaprağı andıran, 15–20 cm boyunda, ortalama 100 gr ağırlığında, beyaz ve pembe renkli, aynı zamanda 12 parmak bağırsağına açılan bir bezdir. Bulunduğu alan itibariyle tam konumu dalağa çapraz bulunmaktadır. Ayrıca pankreas ekzokrin (dış salgı) ve endokrin (iç salgı) olmak üzere iki kısımdır. Ekzokrin kısım çeşitli sindirim enzimleri salgılamaktadır. Endokrin kısım ise vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen iç salgıdır. Kısaca pankreası karma bir bez olarak tarif edebiliriz. Keza karaciğerde öyledir, fakat aralarındaki fark pankreastaki ekzokrin ve endokrin kısımların hücre fonksiyonu bakımdan birbirinden kesin olarak ayrılmış olmasıdır. Pankreasın bir başka en önemli özelliği de insulin ve glukagonu doğruca kana karıştırmasıdır. Diğer tripsin, steapsin ve amilopsin hormonlar ise Wirsung kanalı vasıtasıyla 12 parmak bağırsağına dökülürler. Dahası pankreas asinus adı verilen ve sayıları milyonları bulan keseciklerden meydana gelmiştir. Yemeğe başladığımız zaman asinuslar sinir sisteminden aldıkları sinyallere dayanarak sindirimi kolaylaştırıcı salgılar çıkarmaya başlarlar. Nitekim pankreas bezinin salgıladığı tripsin, kimotripsin, karboksi polipeptidaz, ribonükleaz, dezoksirisonükleaz, amilaz ve lipaz gibi enzimler yediğimiz besinleri parçalayarak vücuda yarayışlı hale gelmesinde mühim rol oynarlar. Hatta söz konusu enzimler bununla da kalmayıp besinler içerisindeki proteinleri amino asitlere çevirirler. İşte bu dönüşüm esnasında amilaz karbonhidrat grubundan nişastanın şeker haline gelmesinde, lipaz ise safra salgısıyla birlikte yağ ve yağ asitlerin gliserole çevrilme işlemini gerçekleştirirler. Demek ki hiçbir şey başıboş değilmiş, her biri kendi kulvarında bir misyon yüklenmiş durumda vazife icra etmektedir. Tabiî ki pankreasın aktivitesi burada bitmiyor. Mesela kanımız hemen hemen her gün yüzü aşkın sayıda glikoz emmesine rağmen kandaki glikoz değeri 100ml/100 miligramı geçmemektedir. Keza kalsiyumda öyledir. Niye acaba, hiç düşündünüz mü? Bakın pankreas bunlardan başka kendisini oluşturan pankreas hücreleri tarafından insülin hormonu salgılayarak kan şekerinin ayarlanmasında vazife görmektedir. Ancak bu görev esnasında insülin aşırı derecede salgılanırsa hipoglisemi hastalığı nüksedecektir. Şayet insülin salgısı azalırsa bu sefer kan şeker miktarı çoğalır ki buna şeker hastalığı (Hiperglisemi) denmektedir. Anlaşılan kan şekerinin azalması veya tam tersi yükselmesi hormon dengemizin bozulmasına yol açmakta. Yine de telaşlanmaya gerek yoktur. Çünkü Allah-ü Teala öyle bir biyolojik nizam tesis etmiş ki dengesinden sapan bir sistemi diğer denge sisteminin enformasyon ağı ile onarılmasını sağlayacak mekanizmayı vücudumuza kodlamış bile. Mesela haberleşme sisteminin önemli sacayağı olan sinir ağımızın her elemanı kendi başına buyruk olmayıp, bir bütünlük arz ederek dengemizin sağlanması bunun tipik bir misalini teşkil etmektedir.
İnsülin
Aslında dışarıdan aldığımız her türlü protein, yağ ve şeker türü besinler kanda yakıldıktan sonra bu söz konusu gıdalar bir takım negatif geri tepme bağlantıları sayesinde kan içerisinde belirli seviyelerin üstünde tutulmasına izin verilmemektedir. Yani kan şeker seviyesinin belirli seviyelerde tutma işlemi homeostasis denge sistemiyle sabit tutulmaktadır. Keza ısı dengesi de öyledir. Zaten denge sisteminin ideal hedeflerden sapma gösterdiğinde ister istemez bir takım metabolizma bozukluklarıyla karşı karşıya kalırız. Nitekim şekerli besinlerin yeterli derecede yakılamamasından ötürü diabet hastalığı (şeker hastalığı) vuku bulmaktadır. Hiç kuşkusuz kandaki glikozu yakan esas faktör insülin hormonudur. Zira insülin yapı bakımdan bir protein yapılı hormon olup kan şekerinin düşürülmesini sağlar. Yani insülinin azlığı durumlarda diabetes mellitus denilen bir başka tür şeker hastalığının ortaya çıkması söz konusu olacaktır. Şöyle ki; insülin bir protein olduğundan hazım kanalında proteolitik enzimlerin etkisiyle özelliğini her an kaybedebiliyor. Bu bakımdan insülin noksanlığında hastalara ağız yoluyla insülin verilmemesi gerekir, damardan verilmesi en uygun olanıdır.
İnsülin pankreas dokusunun Vangelhans odacıkları tarafından salgılanmaktadır. Bu salgılanma esnasında özellikle granüllü endoplazmik retikulum faktörü çok önemli rol oynamaktadır. Öyle ki pankreas insülin salgısı salmasıyla birlikte kandaki glikoz seviyesini ayarlar. Bundan dolayı insüline şeker düşürücü anlamına gelen hipoglisemi faktör denmektedir. Yani kandaki normal şeker seviyesi insülin ve adrenalin hormonlarının karşılıklı negatif geri tepme bağlantıları sayesinde %90 - %110 arasında sabit kalabiliyor. Zira bir yandan insülin kandaki şekeri yakarak hipoglisemi hale getirirken, öte yandan adrenal ise dokularda depo halde bulunan glikojeni serbest hale getirip kana aktarmasıyla birlikte kandaki şeker seviyesini yükseltmiş olur. Böylece adrenal ve insülin adlı iki ayrı hormonunun biri düşürücü diğeri yükseltici etki yapıp kandaki şeker dengesi bu şekilde ayarlanmış olmaktadır.
Bu arada yeri gelmişken izah etmekte fayda var, kandaki proteinler ve lipitleri yakan mekanizma daha henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulamamıştır. Aydınlatılmaması da normal, çünkü vücut sarayı nice sırlarına ermediğimiz mükemmel bir kompleks sistemle donatılmıştır.
Glukagon
Glukagonda bir proteohormon olup, pankreasın Vangerhans odacıkları tarafından salgılanır. Hipogliseminin tehlikeli sınıra eriştiği zaman glukagon karaciğerin glikojen yapma fonksiyonunu hızlandırmasıyla birlikte kan şeker miktarını yükseltip, olması muhtemel hipoglisemik şoku önlemeye çalışır. Bu bakımdan glukagona hiperglisemik faktör adı verilir. Mesela sağlam kimselerde bile insülin azlığında veya yokluğunda kan şeker seviyesi tehlike sinyalleri verip hiperglisemik seviyeye yükselebiliyor. Glukagon azlığı durumunda ise tam tersi düşük sınır diyebileceğimiz hipoglisemiye dönüşmektedir. Belli ki her iki hormonun karbonhidrat metabolizması üzerinde çok yönlü ve zıt etkileri sayesinde organizmanın protein balansı dengede tutulmaktadır. Bu bakımdan insülinsiz diğer büyüme hormonları (growth hormonları) esas büyümeyi gerçekleştirmekten acizdirler. Bunun sebebi insülinin protein metabolizması üzerine doğrudan etki yapmasından kaynaklanmaktadır.
Aslına bakarsak yukarıda bahsetmeye çalıştığımız pankreas bezi, tüm faaliyetlerini hipofiz bezinin kontrolü altında yürütmekte olup, asla kendi başına buyruk değildir, o da kontrole tabiidir. Yani hipofiz başkanlığı koordinatörlüğünde Tripsin, Amilaz ve Lipas gibi enzimleri salgılamanın yanı sıra insülin hormonu vasıtasıyla kan şekerinin ayarlanmasında görev yapıp vücut dengemizin önemli bir organ olarak dikkat çekmektedir.
Tripsin, Steapsin ve Amilopsin; üç grup parçalayıcılar olarak diye adlandırılırlar. Bunları kısaca değerlendirmekte yarar var. Şöyle ki;
Tripsin
Tripsin proteinleri parçalayan hormon olup;
—Kemotripsin,
—Karboksipeptidaz,
—Deoksiribonükleaz ve Ribonükleaz diye üç tiptirler.
Tripsin PH 7,9 şartlarında mide de kendini hissettirmekte, keza karboksi peptidaz PH 5,2–6 şartlarında bağırsakta rol almakta, kemotribsin ise PH 8 ve kemotribsinojenin bulunduğu ortam şartlarında aktif hale gelmektedir. Mesela çocuklar da kemotripsinojenin çok fazla salgılanması bunun tipik bir misalidir.
Tripsin pankreasın salgı hücreleri tarafından üretilir üretilmez ilk elden bağırsak kanalına ulaştırılır. Burada tripsin elbette ki durucu değildir, derhal ince bağırsak hücrelerinin inaktif olarak ifraz ettiği enterokinaz enziminin etkisine tabii tutulup aktifleştirilir. Derken pankreastan salgılanan diğer proenzimler (Kemotribsin, Karboksipeptidaz Deoksiribonükleaz ve Ribonükleaz) tribsin inhibötür madde sayesinde bağırsağa kadar inaktif bir şekilde yol alırlar. Şayet böyle bir inhibasyon olmasaydı ya da tripsinler salındığı gibi aktif olsaydı bu durumda pankreas dokusu sindirilip parçalanmış olurdu. Nitekim Akut pankreatik hastalığı halinde aktif tripsin salgılanmaktadır. Neyse ki bu hastalığın tedavisinde tripsin salgılayan kısım cerrahi müdahaleyle kesilip alındığında pankreasın kendisini hızlıca yenileyebiliyor.
Steapsin
Steapsin pankreas lipazı olarak bilinir. Steapsin lipitleri parçaladığı gibi nötr yağları gliserin ve yağ asitlerine çevirir. Steapsin saklandığı yerde aktif olduğundan bu durumda pankreas yağ depolayamamaktadır. Şayet steapsin inaktif olursa pankreas yağ depolayıp sindirim bozukluklarına neden olacaktır. Dolayısıyla bu tip hastalara özel diyetler uygulanıp yağlı ve şekerli gıda alınmaması tavsiye edilir. Aynı zamanda steapsin lipaz enzimi, lipitleri ancak PH 8’de parçalayabilmektedir. Zira PH'ın düşürülmesi için parçalama işlemlerinin sona ermesi gerekmektedir.
Amilopsin
Amilopsinin en temel özellikleri;
—Karbonhidratların sindirimini temin eden pankreatik amilaz olması.
—Selüloz dışında bütün karbonhidratları parçalama özelliğine sahip olması.
—Nişasta, glikojen ve diğer polisakkaritleri disakkaritlere çevirme işlemini gerçekleştirmesi.
—PH 7,1 olduğunda etkili olmasıdır.

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR-2

ALPEREN GÜRBÜZER

HİPOFİZ
Beynin hemen altında bulunan hipofiz bezi ön, orta ve arka lop olmak üzere üç bölümden meydana gelmiştir. Ön lop 6 hormon salgılamakta olup bunlardan bir tanesi hem vücut hücrelerinin büyüme ve çoğalmasında tesirli olmakta, hem de doğrudan büyüme ile ilgili işlev yürütmektedir. Hatta büyüme hormonu çocukluk ve gençlik dönemlerinde daha fazla salgılanır, fakat yaşlandıkça salgı miktarı azalmaya yüz tutmaktadır. Arka lop ise ince bir sapla beyne bağlanmış olup, bu loptan salgılanan hormonlar damarlar, ince bağırsak ve rahim kaslarının çalışmasını düzenler. Hatta diğer kasların çalışmasını düzenlediği gibi kas kaybını önleyici faaliyet gösterirler.
Hipofiz bezi göz bebeği büyüklüğünde, beyin zarı uzantılarından kurulu, aynı zamanda bir sapla beyne bağlı bir salgı aygıtımızdır. Akıl belki de beyinde yer alan hipofiz bezin salgıladığı hipotalamusun elektrik dalga tesiriyle veya bir takım hormonlar sayesinde beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varır. Bu yüzden akıl melekesi bir tür kanaat önderimizdir. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir husustur. Dahası beyin mekanizması beş duyumuzun saldığı bilgileri kayıt edip adeta ekran görevi yapmaktadır. Yani, beyin bir nevi bilgisayarın hard diskindeki (hafızasındaki) yazılımı akıl vasıtasıyla ekrana taşır. Bu arada birtakım hormonlar sayesinde organlarımız sürekli duygu sağınımı gerçekleşir. İşte bu duygu salınmasının yansıması neticesinde beyin üzerinde gerçekleşecek akli yoruma dayalı bilgiler kuvve-i fiile dönüşür. Bütün bunların önceden tasarlanmış usta bir el tarafından ince ve ayarlanmış bir program sayesinde işlediği aşikâr elbet. Belli ki hipofiz bezi hormonal dengenin lideri konumunda önemli bir salgı merkezimiz olup kendi içinde ise ön, orta ve arka loplara ayrılır. Bu loplardan ön lop altı hormon salgılar. Mesela bunlardan bir tanesi var ki gelişmeyi sağlayan büyüme hormonu olarak dikkat çekmektedir. Zaten büyüme eylemini sırf beslenmeye dayalı bir sistemmiş gibi kabul etmek büyük bir yanılgı olur. Yani büyüme denilen hadise sıradan bir olayla gerçekleşmiyor, tamamen hipofiz bezin ön lobunda düzenli işleyen hormon faaliyetleri neticesinde gerçekleşebilen bir durumdur. Şayet büyüme hormonu normalden fazla salgılanırsa dev yapılı insan, az salgılanırsa cüce oluruz. Dahası diğer bezlerin faaliyetlerini dengeleyen hormonlar olmazsa, vücut şehrinin intizamı bir anda alt üst olup, kim ne yapacağını bilemez hale gelir, bu durumda anarşi çıkar. İşte kaosun çıkmaması adına hipofiz bezi ayrıca emri altındaki thyroid, adrenal ve cinsiyet bezleri gibi salgı bezlerin faaliyetlerini salgıladığı hormonla kontrol eder.
Peki, vücut salgı sisteminin kumandası olan hipofiz bezi nasıl oluyor da bizim bile birçok sırrına akıl erdiremediğimiz vücudumuzun topyekûn işleyişi hakkında haberdar oluyor? Ya da hipofiz bezi vücut sistemlerinin çalışmasını düzenlerken aynı zamanda kas kaybını nasıl önleyebiliyor? Tüm bu sorulara cevap vermek hiçte öyle kolay olmasa gerektir. Anlaşılan biz meseleyi biyolojik olarak açıklamaya çalışsak ta belli ki hipofiz bezi hipotalamus aracılığı ile emir almış, emrin gereğini yapıyor. Bu hiyerarşik düzen hipotalamus vasıtasıyla hipofize, oradan da böbrek üstü bezlerine kadar tesir edebilecek niteliktedir. Beyinle bağırsaklar arasında konum olarak uzaklığa bakınca ister istemez kendi kendimize; madem biri vücudumuzun tepesinde diğeri alt kısmında konuşlanmış, o halde beyindeki arka lobun ince bağırsak ve rahim kasları ile ne alakası olabilir diye bir an olsun düşünmeden edemiyoruz. Oysa insanoğlu uzaktan kumanda ile birçok aleti çalıştırmayı yeni keşfede dursun Yüce Yaratan beyindeki hipofiz bezi başkanlığında kodlanan uzaktan kumandalı ön, orta ve arka lob hormonların her birine ayrı ayrı işlevler yükleyip vücudun nizam ve intizamını kurmuş bile. Hatta bir bakıyoruz ki hipofizin arka lobu ince bağırsak ve rahim kaslarının ihtiyaçları anında tespit edip karşılıyor da. Dahası hipofiz bezi bununla da kalmayıp vücutta su dengesini koruyup ADH ( Anti diüretik hormon) hormonu sayesinde denge ayarı işlevi de üstlenmiş durumda. Mesela vücuttaki su miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğü anda hipofiz bezi, ADH ( Anti diüretik hormon) salgılamaya başlar. Bu hormonun tesiriyle böbreklerin idrar yapma ve tükürük bezlerin ise tükürük salgılama faaliyetleri yavaşlar. İşte bu esnada hissettiğimiz susuzluk üzerine bir iki bardak su içerek vücut faaliyetleri tekrardan normale dönebiliyor. Şayet ADH hormonunun salgılanmaması veya az salgılanması halinde şekersiz diyabet hastalığı nüksedecektir. Dolayısıyla bu noktada denge çok mühim diyoruz. Zira denge bozulduğunda ister istemez birtakım hastalıkların nüksetmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bazı insanlar solaktır, neden acaba, hiç düşündünüz mü? Bu durum elbette ki beyinle ilgili bir husus. Çünkü beynimiz iki yarım küreden ibaret olup, sağ yarım küre sağdaki kasları, sol yarım küre ise soldaki kasları kontrol etmektedir. Özellikle sağ küre daha çok gelişmişse insan sağ elini, sol yan küre daha gelişmişse sol elini kullanacaktır. Anlaşılan kontrol mekanizması sıradan bir iş değil. Şayet her iki küre eşitse kontrol iki ele birden tesir edecektir, bunun anlamı her iki elin rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesi demektir. Fakat yine de yemek yerken sağ elle yemek, tuvalette temizlenirken sol elle yapma sünnetine uymakta yarar var. Dolayısıyla doğuştan solak olsak bile elimizi sağa alıştırıp yemek adabını muhakkak yerine getirmek gerekir.
Hâsılı kelam hipofiz bezi diğer salgı bezlerinin salgıladığı hormonlara kumandanlık ederek hormonsal dengeyi kontrol eden bir üst makam olarak dikkat çekmektedir.
ADRENAL
Böbreğin üzerinde üçgen şekildeki parmak ucu kadar olan bezlere adrenal bezi denildiği gibi, soyut olarak korku, kaçış veya tepki hormonu adıyla da anılmaktadır. Çünkü herhangi bir tehlike ile karşılaşınca kanda adrenal seviyesi yükselip ansızın terler ve ağzımız kurumaya başlar. Bu durumda kalbin ritmi hızlıca çarpmaya başlayınca ani müdahalelere karşı gayri ihtiyari gardımızı almaya başlarız. Ya da tam tersi rakibimizi alt edemeyeceğimizi hissettiğimizde kaçışa hazırlanırız. Hayvanlarda ise tüylerin kabardığı gözlemlenmiştir.
Bilindiği üzere her iki böbreğimizin üst kısmında üçgen şeklinde olan adrenalin yapısı kabuk (korteks) ve öz (medulla) olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. Bu böbrek üstü bezlerden Medullayı oluşturan hücreler noradrenalin hormonları salgılayarak kana karıştıkları anda tansiyonun yükselmesine, kalp atışlarının ve kandaki şeker miktarının artmasına sebep olur. Korteks kısım ise kortizon hormonu ve aldosteron hormonu salgılarlar. Aldosteron vücuttaki kanı temizleyip su ve tuz dengesini ayarlayan bir steroid hormon olarak ta bilinir. Fakat aşırı aldosteron salgılanması halinde böbrekte sodyum tutulumunun artmasına neden olmaktadır.
Şurası muhakkak korteks, kortizon hormon salgılayarak vücutta karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici rol oynadığı gibi amino grup asitlerle yağları glikoza dönüştürerek karaciğer içerisinde depolayıcı bir hormon vazifesi görmektedir. Son yapılan araştırmalara göre kortizonun insanı birçok hastalıktan koruma fonksiyonuna sahip olduğu anlaşılmıştır. Hatta bir insanda sol böbrek alınsa bile kortizon madde ortaya çıkan boşluğu giderecek bir vazife üstlenerek durumu telafi etmeye çalışır. Onun için insanlar laboratuarlarda kortizon imal ederek ilaç yapmaya başlamışlardır. Fakat kortizon salgısının azalması veya durması halinde böbrek yetmezliği denilen Addison hastalığı meydana gelir. Hatta adına Tunç hastalığı da denen bu vakayla birlikte vücutta zayıflama ve yorgunluk belirtileri görüldüğü gibi saç dökülmesi ve tansiyon düşüklüğü gözlemlenmiştir. Dahası vücudun çeşitli kısımları koyu kırmızı bir renk alır. Bu hormon hakkında hiçbir şey söylemesek bile böbrek üstü bezleri alınan bir insanın takriben iki gün içerisinde ölmekte olduğu gerçeği adrenal bezlerin hayati önemini tek başına anlatmaya yetiyor, artıyor da.
THYROİD BEZİ
Kelebeği hepimiz severiz, ona baktıkça hayalende olsa kelebek misali ötelere kanatlanırız. Bu arada bilmem kelebeğe benzer gırtlağımızda yer alan bezin varlığından haberdar mıyız? Yani kelebek bezimiz nefes borumuzun üstünde yer alıp, T3 ve T4 tirozin aminoasit atomlarını salan bir hormondur. Şimdi sanırım ne demek istediğimizi anlamış bulunuyorsunuz. Zira bu söz konusu kelebek bez kan içerisinde iyot maddesini çekmesiyle dikkat çekip, hatta vücuttaki iyodun 2/3'sini bünyesinde taşımaktadır. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere iyot içeren T3 ve T4 hormonu salgılamaktadır. Şurası muhakkak salınan hormonlar kendi başına buyruk değildir, hipofiz tarafından salgılanan TSH(troid stimulan) hormonunun kontrolünde kana intikal ettirilir. Şayet tiroksin salgısı fazlalaşırsa salgılama faaliyeti bu hormon tarafından durdurulur da.
Tiroksinin(T4) görevi deiyodinaz enzimi yardımıyla bir protein maddesi ile birleşmiş halde bir atom eksilerek triiyodotironine (T3) dönüşüp, hem vücut sirkülâsyonunu sağlamak hem de sindirim yoluyla vücuda giren iyodu düzenli bir şekilde hücre fonksiyonlarında kullanmak ve vücut metabolizmasını kontrol etmektir. Şayet tiroksinin az veya çok salgılanması durumunda insanı ölüme götürecek derecede rahatsızlıklara kapı aralayacaktır. Mesela guatr adıyla tanıdığımız hastalık vücuda yeterli miktarda iyot alınamamasına paralel troid bezinin anormal derecede büyümesi neticesinde ortaya çıkmaktadır. Zaten vücudun günlük iyot ihtiyacı bir gramın beş binde biri (1/5000) kadardır. İşte görüyorsunuz günlük normal ihtiyacın dışında iyot alınması guatr türü hastalıkların doğmasına vesile olabiliyor.
PARATİROİD - PARATHORMON
Paratiroid; troid bezinin arka kısmında yer alan sayıca dört adetlik küçük beze verilen isimdir. Bu bezin salgıladığı hormon ise parathormondur. Parathormunun en belirgin özelliği az veya çok vücutta fosfor ve kalsiyum metabolizmasını ayarlamasıdır. Bu hormonun az salgılanması halinde Tetani hastalığı meydana gelir. Öyle ki; bu tip hastalıkta el ve ayak parmakları kıvrılır, gelişme çağındaki çocuklarda ise diş ve kemiklerin gelişmemenin yanı sıra deri kuruması ve kan basıncının düştüğü belirlenmiştir. Hatta bu tür çocuklar genelde geri zekâlıdır. Şayet parathormon normalden fazla salgılanırsa bu seferde kandaki kalsiyum miktarı artmasıyla birlikte kaslarda gevşeme görülecektir.
OVER VE TESTİS
İnsanda en büyük hücre ovumdur. Hatta nihai olgunluğa ulaştığında bu hücre çıplak gözle bile görülebiliyor. İşte bayanlarda gözle bile dahi görülebilen olgunlaşmış ovum hücresi acaba ne salgılar derseniz, elbette ki adına uygun davranıp over hormon salgılayacaktır. Şöyle ki; yumurtalıklar iki adet sağlı sollu fallop tüplerinin saçaklı kutuplarında tıpkı bir ahtapotun kolları arasında konaklayan yumağımsı bir topu andırmaktadır. Bu yumağın iç kısmında iki adet tabakadan müteşekkil medulla ve korteks bulunur. Korteks hem yumurta, hem de folikül hücrelerinin etrafını koruyucu veya kuşatıcı görev ifa eder. Medulla ise dal budak salmış durumda kan damarlarını oluşturarak yumurta hücrelerinin beslenmesini sağlar.
Bilindiği üzere ana yumurta hücrenin (oogonium) mitoz bölünmesi sonucunda ilk yumurta hücresi (oocyt) meydana gelir. Bu bölünme esnasında Oocytlerin dış kısmı yassı epitelyum hücreleri ile sarılı olduğundan, bu sarılı kısma primer folikül (birinci folikül) adı verilmektedir. Nitekim folikül hücrelerin içerisinde sadece bir yumurta hücresi bulunur. Ancak çok istisnai durumlarda bazen iki veya üç tane olabiliyor. Ki; bunlar zaten daha olgunlaşmasını tamamlamadan mevta olmaktadır. Dahası yumurta hücresinin iki veya üç çekirdekli olduğu durumlarda gözlemlenmiş, tabii bunların da akıbeti ölümle sonuçlanmaktadır. Folikül hücreleri bulunduğu konum itibariyle yumurta hücrelerinin gelişim seyrine paralel aşama kayd edip birden fazla hücre dizilimi meydana getirecek şekilde çoğalırlar. Çoğalan bu hücreler yumurta hücresi etrafında glikoprotein yapıda adına zona pellusida (zona pellucida) denilen zar oluşturup, ilişiğindeki kanalcıklar vasıtasıyla beslenmeye alınırlar. Böylece folikülün bu safhaya erişmiş görünümüne ikinci folikül (sekonder folikül) keseciği denmektedir. Bu arada durmak yok yola devam diyen folikül hücreleri gelişimine ara vermeden hücreler arası küçük boşluklar oluştururlar. Derken küçük boşlukların birleşmesiyle folikül antrum denilen büyük boşluk meydana gelir. Daha sonra büyük boşluk liquor follicula sıvı ile donatılır. Bu sıvının en önemli özelliği ise protein, hyalüronik asit ve östrojen hormonunca zengin olmasıdır. Hiç kuşkusuz olgunlaşan yumurtanın yumurtalıktan dışarı atılması bu sıvı sayesinde mümkün olup, atılan yumurtayla birlikte ister istemez östrojen hormon yoğunluğunun azalmasına paralel kendini yenileme ihtiyacı hissedecektir. Zira yumurtlama döneminin ardından yenilenir de. Şöyle ki; rahim iç duvar cidarlarının dökülmesinin ardından yenilenme olayına geçiş yapılarak menstrüasyon (aybaşı hali) vuku bulur. Böylece “Her dem canlar yeniden tazelenir” misali rahim iç yüzey hücrelerinin %75’i yenilenmiş bir şekilde adeta hayata yeniden merhaba denilir. Kelimenin tam anlamıyla lutein hücrelerinin yıkımına paralel progesteron hormonu azalıp adına adet kanaması denilen yeniden diriliş gerçekleşir.
Peki, sonrasında ne var derseniz, malum olduğu üzere gelişmesine devam eden ikinci folikül hücreleri oluşturdukları boşluk içerisindeki yumurta hücresi folikül tekası (thea folliculi) kılıfı ile kuşatılırlar. İşte yeni şekliyle ortaya çıkan bu yapı üçüncü folikül veya Graff folikülü diye sahne alacaktır. Ta ki yumurta hücresi ileride (buluğ çağında) döllenene kadar Graff folikülü (sanduka) içerisinde muhafaza edilecektir. Yumurta hücresi döllendiğinde ise bu hücreler salgı bezine dönüşür ki buna Korpus luteum (sarı cisim) denmektedir. Korpus luteum’un en tipik özelliği progesteron hormon salgılamasıdır. Söz konusu hormonun salgılanması sayesinde hem bir sonraki döllenme aşamasına hazırlık yapılır hem de yeni kanamalara meydan vermeyecek şekilde embriyonun ana rahme köprü misali tutunma zemin şartları hazırlanmış olur. Bu durum ceninin dördüncü aya eriştiği safhada ki plasenta ile bağlantısını gerçekleştireceği güne kadar devam eder. Yani artık bu noktadan sonra Korpus luteum’un üstlendiği beslenme ve bakım işini plasenta devr alacaktır. Böylece plasenta hormonal salgı görevi üstlenerek endokrin sistem misali çalışma örneği sergiler. Anlaşılan luteum hücrelerinin hazırlık aşamalarındaki faaliyetlerinde her hangi bir aksaklık olsaydı cenin dört aya kalmaz anne karnında gelişmesini tamamlayamayacaktı.
Yumurtalıklarda tüm gelişim aşamalarını tamamlayan yumurta hücresi artık sperm hücresi ile buluşmak üzere karın boşluğuna uğurlanır. Bir başka ifadeyle karın boşluğunda serseri mayın misali kendi haline garip bir halde bırakılmaz, takviye edici unsurlardan fallopian tüp ve tuba uterina olmak üzere iki adet tüp yardım elini uzatarak spermle buluşacağı büyük gün için misafir edilir. Burası adeta varılabilecek son menzil olup, nihai buluşma gerçekleştikten sonra teşekkül eden cenin tüm embriyonik gelişme evrelerini rahim (uterus) içerisinde tamamladıktan sonra dünyaya adımını atmış olacaktır. O halde rahim deyip geçmemeli, o adeta doğurgan bir toprak vazifesiyle yükümlü armut şeklinde içten dışa doğru endometrium, myometrium ve premetrium yapıda katmanlardan oluşan bir mekândır. Burada endometrium (iç tabaka) yumurta hücresinin spermle birleşme ihtimaline binaen kendi yıkımını gerçekleştirerek hem kendini yenilediği gibi hem de rahimin arındırılmasına vesile olur. Aynı zamanda rahimin yenilenmek üzere akıttığı kan (aybaşı kan) pıhtılaşmayan cinsten bir kan olarak dikkat çekmektedir. Zira bu kan pıhtılaşsaydı anne sağlığı açısından son derece ciddi tehlikeleri beraberinde getirecekti. İşte 3–4 günlük menstrüal safhası belli ki yumurta hücresinin döllenmesiyle oluşacak olan cenine hazırlık için çok iyi programlanmış bir usta elin varlığını ortaya koymaktadır. Tüm bu hazırlık süreci takriben 10 günü bulan yumurtlama dönemiyle birlikte son bulur. Derken akabinde sırasıyla folikül ve sekrasyon safhalarının önü açılmış olur. Allah-ü Teala; “Sizler analarınızın karınlarında ceninler iken, sizin hallerinizi çok iyi bilendir”(Necm, 32) beyan buyurarak buna işaret eder zaten.
Peki ya erkekte testisler ne imal eder derseniz, onlarda elbet testosteron hormonu salgılarlar. Cenine ait testisler alt karın boşluğu denilen lumbal bölgede bulunup, yedinci aya gelindiğinde ancak bir uçak misali piste (torbaya) iniş yaparlar. Derken doğumla birlikte torbaya tamamen geçmiş bulunurlar. Şayet her iki testis iniş yapmayıp pelviste kalırsa bu hale kriptorşizm (cryptorchism) denir ki, bu durum erkekte kısırlaşmaya yol açar. Fakat erken teşhiste gecikme olmazsa basit bir ameliyatla testisler torbaya alınarak kısırlığın önüne geçilebilir.
Demek ki ovaryum; overin ürettiği progesteron ve östrojen salgılar, erkek cinsiyet bezleri ise testosteron hormonu üretirler. Zaten dişilik ve erkeklik duyguları bu hormonlar sayesinde belirlenebiliyor. Bir nevi bunları cinsiyet ayıracı hormonlar olarak ta tanımlayabiliriz. Bilindiği üzere testisin salgıladığı testosteron hormonu sesin kalınlaşması sakal ve bıyıkların çıkması gibi erkeklik belirtilerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden testisler sperm hücrelerinin depolandığı iki adet üretim hane olarak bilinir. Bu üretim hanesi incelendiğinde sayıları 1000’den fazla seminifer tüpün (rubuli seminifer) bulunduğu ve kanalcıkların içerisi ise sperm ana hücrelerince dizayn edildiği gözlemlenmiştir. Hatta seminifer tüpleri sertoli hücrelerince korumaya alınmışta. Dahası Seminifer tubüllerin oluşturduğu ampul bezlerin arasını dolduran bağ doku içerisinde Leydig hücreleri var ki; bu hücreler ileri aşamalarda adeta bakım ve beslenme işini üslenmek için seferber olacaklardır. Şöyle ki; sperm hücreleri hareket halinde çok efor sarf ettiğinden dolayı kendisi için gerekli enerjiyi Leydig hücrelerinin salgıladığı Testosteron hormonu aracılığı ile elde edeceklerdir. Anlaşılan o ki buluğ çağında erkeklik karakterlerinin ortaya çıkmasını sağlayan Testosteron hormonudur.
Kadınlığa ait belirtiler ise over tarafından salgılanan östrojen ve progesteron hormonu tarafından idare edilir. Bu salgıların azlığı cinsiyet yetersizliğine ve vücutta yağ toplanmasına yol açar.
Hâsılı kelam erkek ve dişilik hormonları vasıtasıyla bir insanın erkek veya dişi mi olduğunu fiziki olarak anlarız. Bu yüzden erkeğin kasları kadınlarınkinden çok daha iri olduğundan ağır işler erkeğe verilir.

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR-3

ALPEREN GÜRBÜZER

Üreter (üretra)-Üst idrar kanalı
Üreter erkek ve kadında birçok bakımdan farklıdır. Kadında kısa bir pasaj biçiminde olup sadece boşaltım işlevi görür. Bu arada kadın vajinal bölgesi yüksek konsantrasyonda asidik (PH 4) sıvı içerir. Belli ki dışarıdan gelebilecek herhangi patojen enfeksiyonlara karşı rahim korunmaya alınmış. Üstelik böyle asidik sıvı ortamın oluşmasına yine bir başka mikroorganizma aracılık etmektedir. Nitekim laktobasiller vajinal bölgenin salgıladığı glikojeni parçalayıp, ardından mevcut ortamın süt asite çevrilmesiyle birlikte PH’ını yükseltirler. Ayrıca kadında yumurta hücresinin döllendiği tüplere fallop tüp denir ki; özellikle döllenme noktası olarak bu tüplerin seçilmesi belli bir plan ve programın gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Pekâlâ, döllenme karın boşluğu veya yumurtalıklar, ya da rahim içerisinde de olabilirdi, ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Nitekim fallop tüp dışı döllenmelerde dış gebelik denen marazlar doğacaktır ki, bu çoğunlukla hem anne hem de bebek için ölüme yol açabiliyor. Belli ki fallop tüpünün tercih edilmesinin arka planında yatan ana neden, hem bu bölgenin döllenen yumurta hücresinin rahime geçiş için en uygun ön hazırlık işlemlerinin gerçekleştirileceği mekân olması, hem de yeni bir yumurtanın oluşumuna mani olmak içindir. Demek ki ne yumurtalık gebeliği, ne de dış gebelik derde çare olabiliyormuş. Çare “ol” emrin gereğini yapan programın şifrelerinde gizliymiş meğer.
Üretra erkekte uzun bir tüp olup idrar ve genital boşaltım yollarından gelen salgı ve sementi sevk eder. Yani ürigenital bir kanaldır. Böbrek enfeksiyonları bu kanalda erkeğe göre kadında çok daha sık rastlanır.
Yardımcı erkek genital bezleri
Bunlar testisin boşaltım kanalına açıldığı bez grubu olup;
—Vesicula Seminalis,
—Prostat,
—Bulboüretral bezler olarak bilinirler.
Seminifer tüplerin oluşturduğu ampul şeklinde ki bezler ve aralarını dolduran bağ doku içerisinde yer alan Leydig salgı hücreleri, çift yapraklı bir zarla (tunica vaginalis) etrafı çepeçevre sarılarak ambalaj haline getirilir. Çünkü bu ambalaj içerisinde olgunlaşan sperm hücreleri depo edilmektedir. Derken testisin arka bölümünde yer alan 10–15 sayıda ductus deferens denilen kanalcıklar vasıtasıyla kazasız belasız tek kanallı ductus epididymise doğru geçiş gerçekleşir. Epididimisler aynı zamanda sperm hücrelerinin hizmet içi eğitim gördükleri üstlerdir. Bu üstlerde sperm hücreleri adeta bakım, dinlenme ve beslenme işinin yanı sıra yumurta hücresiyle vuslatının gerçekleşeceği talimat günü için hareket kabiliyetini artırmak maksadıyla yüzme bile öğretilir. İşte bu amaç doğrultusunda bir yandan vuslat öncesi vücut sıcaklığı 36,5 santigrat dereceden 2 santigrat derece daha (34,5 santigrat derece) düşük tutulurken, öte yandan Leydig hücrelerinin salgıladığı früktoz şekerinden enerji sağlanılmaktadır. Böylece eser miktarda asidik (PH= 6,7) ortamda spermlerin hareket etmelerinin önüne geçilerek boş yere telef olmaları önlenmiş olur. Söz konusu 36,5 santigrat derecelik ideal ortam ancak vuslat zamanında gereklidir. Yani vuslat öncesi 34,5 santigrat derece sıcaklık vesikula seminalis kese şeklindeki tüp ve ampul bezlerin karışık bulunduğu bolca salgı yapan küçük epitel hücrelerine özgü sabit ortam sıcaklığı olup, bu sabit ayar spermin muhafazası için tasarlanmış testislerin konakladığı torbalar tarafından yürütülür. Hatta birçok ateşli hastalıklarda vücut sıcaklığı 39 santigrat dereceye çıksa bile 34,5 santigrat derece bu bölge için her daim sabit kalacaktır. Böylece ortamın hem buharlaşmasına, hem de büzüşmesine geçit verilmemiş olacaktır. Vesicula seminalis aynı zamanda mukoza, epitel ve dış lamina denen elastik lif bakımdan zengin üç tabakadan oluşur. Testisler sadece tunica vaginalis zarı ambalajı ile korunmaya alınmayıp buna ilaveten epididimisle beraber ortak çift yataklı bir oda (skrotum) içine alınarak konuk edilirler. Öyle ki skrotum içerisindeki iki testisin arasındaki septum bölmesi sayesinde birbirine temas etmeyecektir. Hatta oda içerisindeki salgı hücrelerince salgılanan lipokrin pigmentler ilk defa puberta döneminde (çocukluktan erişkinliğe geçiş safhası) sakal çıkma ile start alıp, bu devre cinsel olgunluğu gösteren bir işaret olacaktır. Üstelik yaş ilerledikçe bu lipokrom pigment sayısı da artmaktadır. Şayet bir şekilde testis çıkarılırsa zamanla vesikula seminalis fonksiyonunu kaybedecektir. Fakat testis hormonu enjekte edilirse erkeklik fonksiyonu tekrar yeniden kazanılabilir.
Prostat
Prostat mesaneden (idrar kesesi) çıkan ve atkestanesi büyüklüğünde, aynı zamanda üretraya çepeçevre bağlı olan glandula prostat bir bezdir. Ayrıca bu bez çok kanallı ve sitoplâzması bol salgı granüllü epitel hücrelerinden yapılmıştır. Fakat yaşlılıkta prostat büyümesi esnasında bu salgılar mesaneye baskı yaparak sık sık idrara çıkmanın yanı sıra idrar sırasında yanmaya da (sızlama) sebep olurlar. Bu durumda kastrasyondan (hadımlık) sonra epitel hücreleri küçülmesiyle birlikte salgı granülleri kaybolmaya yüz tutar. Dolayısıyla prostat salgısı sırasında protein miktarı azalmakta, proteolitik enzim ise fazla açık vermektedir. Zaten kana karışanı prostat salgısına ait enzim kısmıdır. Dolayısıyla prostat salgısı çok karmaşık bir yapı olup zamanla kireçleşince mesane kalküli(mesane taşı) adı verilir. Hatta kireçleşmiş taşların büyük olanları bez içerisinde kalarak kistik teşekküllere sebep olur. Bu durumda tedavi sırasında prostat bezinin alınması kaçınılmaz olacaktır. Bu arada asit fosfataz ise en çok prostat tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla prostat karsinomu kandaki asit fosfataz yükselmesine paralel vuku bulmaktadır.
Şurası muhakkak; akut myokard infarktüsü, konjestif kalp yetmezliği, hepatitis (sarılık), lösemi (kan kanseri), neoplastik hastalıkları ve diğer enfeksiyöz mononükleoz (öpücük hastalığı) gibi arızi durumlarda serum laktik dehidrogenaz (LDH) enzim miktarı artmaktadır. Akut koroner yetmezliği, Angina pektoris (göğüs hastalığı), Gut hastalığı, Akut kolesistitis, Lupus eritematozus(sle), kronik viral hepatitis, Kaloderma, Laennec sirozu gibi hallerde ise kolinesteraz enzimi miktarında artış gözlemlenmiştir.
Plasenta
Plasenta (eş) görünürde saçaklı, dallı ve ağaççılı bir et parçası gibi dursa da, hüneri çok büyük bir köprüdür. Üstelik yapısında ne hipofiz benzeri bir salgı bezi var, ne de hormon üreten salgı bezleri var. Buna rağmen plasenta tarafından hormonal sistemin dışında kendine özgü hormon imal edilebiliyor. Plasenta (eş) sadece bununla kalmayıp anne tarafından gelebilecek mikrop ve zehirli maddelere karşı adeta etten duvar oluşturarak sızmasını engeller. Böylece bu noktada trafik polisi gibi bir görev icra eder. Hatta göbek kordonu vasıtasıyla faydalı olan maddeleri geçirir, faydasız olanlara dur deyip, özellikle zehirli maddelere karşı panzehir görevi yapmaktadır. Ayrıca rahim duvarında yer alan kılcal damarlar plasentaya açılarak buraya gelen kanın emilmesi sonucu anne karnında ceninin beslenme olayı gerçekleşir. Her ne kadar hücre yapıları sıradan bir epitel hücresi görünümünde olsa bile işte görüyorsunuz maharetleri ortada, ünü dillere destan diyebiliriz. Çünkü yaptığı icraatlarıyla bilim dünyasını hayretler içerisinde bırakmaktadır. Demek ki epitelyum yapısı görünümüne aldanmamalı, mühim olan üstlendiği programın önem arz etmesidir. Öyle harika bir programla donatılmış ki anneden gelen viral hastalıklar hariç her türlü mikrobu öldürebiliyor, gerektiğinde hormon salgılayabiliyor, bununla kalmayıp zehirli maddeyi bertaraf edebiliyor da. Bu yüzden Tıp dünyası şimdilerde plasentaya odaklanmış durumda. Nitekim birçok ilaç yapımında plasenta kullanılmaya başlandı bile.
Ceninin her aşaması birbirinden ilginç estetik manzaralara sahnedir. Şöyle ki; 4,5 günlük cenin 107 hücreli taşlı bir yüzük bir manzarayı andırır. Ki; bu safha blastula olarak bilinir. Blastulanın dış kısmı trofoblast, içi ise embriyoblast denilen iki tabakadan ibarettir. Trofoblast parmak yüzüğün taş kısmına benzeyip daha çok rahime tutunma görevinin yanı sıra besleyicilik fonksiyonu icra eder. Öyle ki bunlar rahime saçak kökleri ile kanca attıktan sonra gömülerek gelişimini tamamlayıp plasentaya dönüşürler. Cenin 14‘üncü evresinde hücre tabakasıyla ayrılan iki boşluktan ibaret bir alan hüviyetindedir. 15 günlük olduğunda rahim duvarına bir et parçası sapı ile bağlanmasıyla birlikte endoderm ve ektoderm tabakası belirginleşip, akabinde alt kısımda villus boşluğunun küçülmesine paralel amnion boşluğunun yavaş yavaş tüm cenini çepeçevre sararak tüm organların simetrik olarak yaratıldığı küçücük dünya ile karşılaşırız. Ceninin on altıncı (16.) güne gelindiğinde balon görünümünde boşlukta duran küçücük bir nesneyi andırıp, artık bu noktadan sonra rahim duvarına iyice gömülmesinin ardından endoderm ve ektoderm arasında mezoderm (orta tabaka) tabakasının eklendiği görülür. Zaten insan vücudu bu üç tabakadan teşekkül eder. Zira her tabaka ayrı ayrı organların birer küçük nüvesi olma misyonu yüklenmiştir. Nitekim beyin ve beyincik ektoderm, mide ve bağırsaklar endoderm, kıkırdak, kemik ve kan damarları da mezoderm kökenlidir. 19 günlük ceninde en öncelikli olarak kalp ve sinirlerin varlığı sezilip, akabinde tüm insan bedenini oluşturacak diğer organlar devreye girecektir. Zira 28 güne gelindiğinde 3–5 mm ebadında baş ve kuyruk kısımların belirginleştiği, hatta göz ve kulakların filizlenmeye start aldığı bir süreç başlar. Yani 30 günlük ceninde iç organların hızlı bir şekilde gelişme sürecine girdiği bunlardan özellikle böbreğin kabartmalı bir görünümüne şahit oluruz. Dördüncü hafta sonunda cenin bilhassa baş ve boyun bölgeleri neredeyse tüm vücut boyunun yarısını oluşturacak şekle girip, bu arada yemek borusu, mide ve bağırsakların ilk hallerinin oluştuğu gözlemlenir. İkinci ayın başından itibaren ise cenin artık gelişmekte olan göbek kordonu vasıtasıyla plasentaya bağlanacak konuma gelir. Kelimenin tam anlamıyla ilk dört hafta dünyaya gelecek insan bedeninin temellerinin atıldığı hazırlık dönemidir dersek yeğdir. Cenin beşinci haftaya girdiğinde kol ve bacaklar nüve halinde olup 1cm seviyesinde başını eğmiş sanki ilahi huzurdaymış gibi adap üzerinedir. Demek ki Adapla başlayan yolculuğun mükâfatı lütufla dünyaya dönüş biçiminde karşılık bulmakta. O halde göbek bağı deyip geçmemek gerekir. Kaldı ki bu göbek kordonu bir yandan cenine temiz kan taşırken diğer yandan da kirli kanı atar damar vasıtasıyla plasentaya tahliye eder. Böylece kan deryasından oksijen, glikoz, amino asitler ve vitaminler vs. cenin tarafından absorbe edilmiş olur. Bundan sonraki 8 ay içerisinde insan embriyosu (cenin) deniz kirpisi görünümüne büründüğü ve aynı zamanda embriyonun kendi iç âleminde kendine özgü şartların sağlandığı bir nizam-ı âlem söz konusudur. Tabir caizse bir cenin için ilk 40 gün ekser organların belirip toparlanma dönemidir. İkinci 40 gün adeta pıhtı evresinin yaşandığı bir dönem söz konusudur. Üçüncü 40 gün dediğimiz 120 günlük maratonun sonunda ise artık cenin Yunusun; “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus diye görünürdüm” dediği et parçası safhasını alır. Derken bu duraktan sonra vazifeli melek tarafından ruhun üflendiği aşamaya geçilecektir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v); “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha) et parçası (mudga) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” beyan buyurmaktadır. Belki de Yunus’un hamdım, yandım, piştim dediği bu olsa gerektir. Belli ki halk arasında üçler yediler kırklar diye sıkça konuşulan sözler boşuna değilmiş. Görüyorsunuz başlangıçta daha ortada hiçbir şey yokken, yani bir zamanlar babanın cinsiyet hücrelerinde sperm halde, annede yumurta hücresiyken vuslatla birlikte biranda tüm zerreler mükemmel bir bebeğe dönüşüyor.
Bulboüretral bezler
Bulboüretral salgısı berrak akıcı olması hasebiyle proteince zengin mukoz bir bez olarak bilinmektedir. Hatta bu bezin salgısı spermlerin beslenmesine ve sıvı yoğunluğunun azalmasına yarayıp, böylece spermlerin hareketini kolaylaştırmaktadır. Bu arada sperm sayısı kişiden kişiye göre değiştiği gibi yaşlılıkta azalmaktadır. Bulboüretral bezler elips ve bezelye biçiminde olup, normal ağırlığı 24 saatte 10 –15 gramdır. Fakat ağırlığı biranda 184 -200 grama da çıkabiliyor. Hatta bu miktara ulaşan bez kronik atılım denen immunoglobulin aracılığı ile atılmaya çalışılsa bile yine de hipertansiyona bağlı ani komalar görülebiliyor.
Böbrek
Böbreğin birçok biyokimyasal fonksiyonları söz konusudur. Aslında böbreğin asıl fonksiyonu idrar yapmaktır. Bu fonksiyonla hem plazma, hem doku aralarında değişik yoğunlukta bir sıvı (idrar) toplanarak H2O sıcaklığı (ısı hidril) ve sabit iyon dengesi sağlanır. Böbrekte çok sayıda zengin lenf damar ağı kortekse yerleşmiştir. Bu arada medulla ve papillada lenf dolaşımı olmadığından atılım esnasında arta kalan üre kana geçmektedir. Şayet üre kana geçmezse böbreğe yakın dokuların lenfası pıhtılaşma yapmasıyla birlikte junction meduller kan dolaşımın devre dışı kalmasına sebep olacaktır. Ki; bunun anlamı böbrek taşı yapımı demek olup idrarda yanmaya yol açacaktır.
Apandisit
Apandisit sekum adı verilen kese şeklinde bir bölgenin divertikülüdür. Öyle ki bu kese tüp biçimde kör bir uzantıyı andırır. Apandisin en karakteristik özelliği üçgenimsi bir lümen, dışta kalın bir tabaka içerisinde düzensiz asit salan lieberkühn hücrelerinin (bezlerinin) bulunmasıdır. Apandisit lenfatik dokunun içine girerek lenf nodülleri meydana getirir. Hatta bazı besin artıklarının bir kapsül biçiminde dışı yağla sarılarak lieberkühnü tıkaması sonucu barsak paraziti veya özel bir bakteri yardımıyla çürüme şeklinde apandisit ağrılarına yol açmaktadır. Böylece doku bozulmasına sebep olur.
Görüldüğü üzere salgı sisteminin meydana getiren bezler vücut dengesinin muhafazasında hayati önem taşımakta. Anlaşılan vücut şehrimizde hayat ve intizamın devam etmesinde salgı bezlerinin rolü çok büyüktür.
Timus bezi
Timus lenfoepitelyal bir bez olup bademciklerin yapısıyla hemen hemen aynı gibidir. Timus ön troid bezin altında bulunur. Bir kesit alınıp mikroskobik inceleme yapıldığında ortada Hassal korpüskülü (timus), yanlarında genç lenfocytler ve bunların arasını dolduran Endotelyal reticular dokuların varlığı gözlenir. Ayrıca erken yaşlarda Timus bezinin X ışınlarına dayanıklı olduğu tespit edilmiştir. Timus bezi daha çok perikard kaide kısmına büyük venler göndererek kalp çalışmasını düzenler. Timus aynı zamanda hormon bezi olup lenfocyt yaptığı tahmin edilmektedir. Hatta Timosit ilerde daha dayanıklı lenfocytlere dönüşür. Mesela sıtma gibi ateşli hastalıklarda lenfositler mikropları fagositize ederek zehrini akıtıp imha ederler. Fakat savaştan kurtulan birkaç mikrop bu noktadan sonra lenfositin saldığı zehiri tanıma avantajını yakalar. Gerçekten de bir sonraki aşamalarda lenfositin karşısına değişik yapıda çıkıp lenfositi etkisiz hale getirecektir. Nitekim humma hastaları bunun tipik misalini teşkil eder.
Timusun lenfosit yapma özelliği yanında az miktarda plazma hücresi ve myelositte yapar. Dahası Timusun endokrin fonksiyonu da söz konusudur. Zira fetal ve erken doğum sonrası evresinde küçük lenfositlerin yapıldığı yer timustur. Timosit antikor yapmadığı için koruyuculuk veya bağışıklıkla ilgileri yoktur. Timusu çıkarılan bir insanın birkaç ay sonra zayıflama, immunolojik yetersizlik ve antikor yapma kabiliyetinin azalması şeklinde Wasting Disease hastalığı(kronik zayıflık hastalığı) denen konfikasyon görülür. Erken doğumda birkaç hayvanın timusu çıkarıldığı zaman ani ölüme yol açan timektomi görülebiliyor. Testisi çıkarılmış olan sıçan ve tavşanlarda ise lenfocyt yapımının durduğu gözlemlenmiştir. Hatta bu durumda timusun küçülmesinden olsa gerek yüksek dozda verilen narkozun bile etki etmediği belirlenmiştir. Bilindiği üzere küçük lenfocytler fetal hayatta kemik iliği ve karaciğerde pek az yapılırlar. Ancak doğum sonrası karaciğer içerisindeki bazı hücreler (ana hücreler= stem cell) kan yoluyla timusa geçtiklerinde timosit yapımı gerçekleşebiliyor.
Nörohormonlar
Nörohormonlar sinirlerin uyarılmasını sağlayan salgı molekülleridir. Mesela 10. kafa sinirin (vagus) uyarılmasıyla asetil kolin teşekkül eder. Yani vagusun uyarılmasıyla kolin ve asetil koenzim-A (Asetil-coA) birleşerek asetilkolin oluşur. Bir noktada asetil kolin kendini takip eden diğer bir nöronun uyarılması için adeta bir impuls vazifesi görüp, görevini yaptıktan sonra asetilkolinesteraz tarafından parçalanarak kolin ve asetata çevrilir. Demek ki asetil kolin sinir ve kaslarda düşük potansiyelli biyoelektrik meydana gelmesi için gerekli bir maddeymiş. Bir başka ifadeyle nöradrenalin kontrol ettiği sinirlerin aksonları içinde depolanan bir impuls taşıyıcısıdır. Dolayısıyla kaslarda bolca bulunurlar. Eğer bu işlem gerçekleşmezse sinirlerde impuls aralıksız iletileceği için kaslarda fizyolojik tetanosa, yani kontraksiyona (gerilme) neden olacaktır. Kelimenin tam anlamıyla dışarıdan gelen mesajlar beş duyu organımızın reseptörlerine bağlı sinir sisteminin dendritinden gangliyona aktarılırlar. Derken gangliyona gelen mesajlar ilgili sinir hücresinin aksonundan geçerek omurilik seviyesine indirgenmeden merkezi sinir sisteme (beyne) ulaştırılırlar. Bu arada beş duyu reseptörlerin dışında kalan ağrı, refleks, titreşim, basınç, dokunma ve hareket gibi duyumlara ait mesajlar ise omuriliğe havale edilirler. Dahası refleksle ilgili faaliyetler için omurilik duyarlı bir merkezi rol oynar. Hatta birtakım alt kademelerden gelen mesajlar Talamusta değerlendirildikten sonra kortekse, yani beyin kabuğuna iletilmektedir. Böylece kortekse gelen bilgiler harmanlanıp nihai karar olarak talimata dönüşünce bu sefer mesajlar yukarıda bahsettiğimiz aynı yolun bir değişik tekrarını sergilemek üzere yola çıkarılırlar. Yani hiyerarşinin başından aşağıya inerken çaprazlaşan yol ayrımında emir yüklü mesajlar omurilik içerisinden geçip ve omuriliğin ön boynuzundaki motor hücre gövdesinde ilgili organa (mesela kas gibi) iletilmek üzere süreç tamamlanmış olur.
Serotonin
Beyin mitokondriumda bulunan serotonin, korteks faaliyetlerini düzenlediği gibi krebs döngüsünün kontrol edilmesini de sağlar. Mesela glutamin gibi amino asitler ve amitleri çok kere krebs ile birlikte kısa devre yapması sonucunda süksinik asite dönüşür. Dolayısıyla bu tip döngüye Krebs- Henseleit siklusu denmektedir.
Pankreozimin
Pankreozimin asit kimus etkisiyle duodenuma (12 parmak bağırsağı) girdikten sonra secretin ile bir başka parahormonun salınmasına sebep olur. Pankreozimin; pankreastan salgılan Tripsin, Kimotripsin, Karboksipeptidaz, Amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerin sentezini sağlar.
Kolesistokinin
Kolesistokinin, duodenum içerisinde sentez edilen sindirim parahormanlarıdır. Esas görevi safra kesesinin büzülmesini sağlamak ve safranın dışarıya çıkmasını temin etmektir. Ayrıca kolesistokinin mide salgısı veya gastron parahomonun salgılanmasını sağlar. Böylece bağırsağa giren yağ miktarının artmasıyla birlikte mide sıcaklığın yükselmesine ve mide hareketlerinin inhibe edilmesine neden olur.
Doku hormonları
Doku hormonları; Relaksin, Angıotensin ve Eritropoetin olmak üzere üç ana başlıkta incelenir. Doku hormonların teşekkülü ile etkili olduğu yer aynı yerdir. Mesela bu noktada metabolizmaya ara ürün olarak minimum seviyede etki ederler. Doku hormonları bulundukları ortamın kan basıncı vb. faaliyetleri kontrol edip, daha çok doku içi sıvıların basıncı ile kan basıncı arasında denge kurarak besin, su ve gaz alışverişini sağlamada yardımcı olur. Bunlar mide, barsak parahormonlarından daha basit yapılı olup, özellikle kompleks ve çok yönlü reaksiyonlara iştirak ederler.
Relaksin
Relaksin özellikle doğumu kolaylaştırıcı olarak vücutta yer alan bağ dokunun elastiki hale gelmesini sağlayan hormondur. Söz konusu hormonun sentez edemediği durumlarda tedavi için ilaç verilmesi icap eder.
Eritropoetin(EPO)
Eritropoetin böbrekten eritrosit yapımını uyarmak için salgılanır. İşte bu amaçla salgılanan salgıya ESH hormonu denmektedir. Aynı zamanda eritropoetin demir(Fe)’in eritrosite girmesini sağlar.
Mide bağırsak parahormanları
Gastrin
Gastrin midenin pilor mukozasında üretilmektedir. Ayrıca gastrin kan yoluyla mide salgısı yapan hücrelere taşınıp, bu hücrelerde HCl (Hidroklorik asit) yapımı uyarılır. Bu arada vagus siniri ise mide salgısını artırır. Şayet gastrin salgısı çok artarsa pepsinde o oranda yapılmaya başlanır. Gastrin aynı zamanda tek zincir yapıda bir polipeptit salgısıdır.
Pepsin
Mide öz suyundan salgılanan HCl (Hidroklorik asit)'in yetmediği durumlarda pepsin devreye girmektedir. Mideye inen besinler besin cinsine göre ya gastrin-pepsin, ya da sadece gastrin veya sadece pepsin salınmasına neden olur. Yani pepsin salgısı proteinleri etkileyip peptonları parçalamakta, derken besinlerin küçülme işlemi gerçekleşir. Bilindiği üzere mide boş haldeyken sindirme özelliği olmayan pepsinojen durumunda bulunur. Dolayısıyla pepsinojen refleks stimulasyon ve gastrinin kimyasal etkisi altında kimyasal öğütücü diye bilinen HCl tarafından aktif pepsin (parçalayıcı enzim) haline çevrilir. Dahası besinlerin mideye girişiyle ilgili işlemler oto katalitik olarak kendiliğinden yürür. Şayet mide aşırı doygun ise bu durumda sindirim güçleşir. O halde ne yapmalı? Elbette ki pratik bir metotla pepsinojenin pepsine dönüşme işleminin tersi uygulanır. Yani pepsin pepsinojene dönüşür. Böylece HCl salınmasının önüne geçilmiş olunur. Pepsin sindirimle ilgili proteinleri proteaz ve peptonlar vasıtasıyla parçalar, fakat aminoasitlere kadar parçalayamamaktadır. İşte bu yüzden buna eksik sindirme denilir. Dolayısıyla pratikte (tedavide) pepsin ihtiva eden bazı haplar verilerek peptonların sindirilmesine yardım edilir. Bu bakımdan pek az pepsin ihtiva eden bu haplar parahormon olarak yerini alırlar.
Secretin
İnce bağırsak mukozasında asit timus uyarıcılarının etkisiyle secretinler hâsıl olup bunlar kana verilerek pepsin salınmasını hızlandırırlar. Secretin aynı zamanda 27 amino asitten oluşmuş bir polipeptit dizisi olup duodenum mukozasında teşekkül eder. Ayrıca secretin pankreas öz suyunun ince bağırsağa akıtılmasından sorumludur. Fakat secretin öz suyu deudenium gastriti olanlarda duodenum mukozasına HCl gibi tesir edip yanmalara sebep olmaktadır.
Hormon etkisi gösteren maddeler (Parahormonlar)
Uyardıkları dokularda sentez edilip kan yoluyla taşınmaya gerek kalmadan aynı dokuda görevlerini yürüten hormon benzeri salgılara parahormonlar adı verilir. Parahormonların çoğu protein kalıbında amino asit dizilerinden yapılmıştır. Yani çoğunlukla küçük moleküller olmayıp kısa zincirli polipeptit ve proteinlerden ibarettir. Parahormonlar iç salgı bezlerinde salgılanmazlar. Aynı zamanda kan yoluyla ilgili dokulara giderek (hacimsel) integrasyon etkisi de göstermezler. Bu yüzden bunların hormon olup olmadığı kesin belli değildir.
İltihap dokusunda teşekkül eden Leukotoxin, pyridoxin(vitamin B6), melanofor melanin konsantrasyonuna etki eden ve epifizden çıkan melatoninve Trotropinler parahormonlardır. Keza sindirim mukozalarında meydana gelen bir kısım hormonlar sindirim sistemi üzerinde etkisini gösterip, bu tip parahormonlar intestinal dış salgıları çoğaltan sekretogog olarak bilinirler. Diğer bir grup ise ilgili dokularda etkisini gösterip, bunlar serotomin, histamin ve tiramin maddeleridir. Bu maddeler birçok yaptırıcı etkilere sahiplerdir.
Velhasıl; insanoğlu yediği yemeğin tuzunu bile ayarlamakta zorluk çekerken vücudumuzda kurulu hormon donanımı bizim haberimiz olmadan ince bir ustalıkla biyolojik dengemizi ayarlamaktadır. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Vesselam.

http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?ref=ts

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere canlı organizmalarda oluşan, büyüme ile buna bağlı diğer fizyolojik olayları kontrol eden ve oluştukları yerden organizmanın başka bölgelerine taşınabilen, taşındığı alanlarda da etkili olabilen, çok az miktarlarda da olsa etkisini gösteren organik maddeler hormon olarak tarif edilir. İşte bu tariften hareketle belli başlı hormonların işlevleri hakkında genel şöyle bahsedebiliriz:
HİPOFİZ
Hipofiz bezi beynin hemen altında ön, orta ve arka lop olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Ön lop 6 hormon salgılamakta olup bunlardan bir tanesi hem vücut hücrelerinin büyüme ve çoğalmasında etken olmakta hem de doğrudan büyümeyle alakalı işlevler yürütmekte. Büyüme hormonu daha çok çocukluk ve gençlik dönemlerinde salgılanır, fakat yaşlandıkça salgı miktarı azalmaya yüz tutar. Arka lop ise ince bir sapla beyne bağlanmış olup bu loptan salgılanan hormonlar damar, ince bağırsak ve rahim kaslarının çalışmasını düzenler. Derken söz konusu loptan salgılanan hormonlar diğer kasların çalışmasını düzenleyip, ayrıca kas kaybını önleyici faaliyette de bulunurlar.
Hipofiz bezi göz bebeğimiz büyüklükte, beyin zarı uzantılarından kurulu, aynı zamanda bir sapla beyne bağlı bir salgı bezimizdir. Bu arada unutmayalım ki beyin sadece salgı bezlerinin faaliyet alanı değildir, aklında beyinle doğrudan ilişkisi vardır. Zira akıl, beynin hipofiz bez kısmın salgıladığı hipotalamusun elektriksi sinyalizasyon eşliğinde beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayıp bir sonuca varan bir akletme melekemizdir. İşte bu nedenledir ki akıl melekesi hakkında bir tür kanaat önderi dersek yeridir. Hem niye öyle demiş olmayalım ki, baksanıza beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla has bir meleke olup, beyin ise bu noktada beş duyumuzun saldığı bilgileri kayıt altına alıp ekran görevi yapmak için var olan bir organımızdır. Öyle ki beyin, değim yerindeyse bir tür bilgisayarın hard diskinde (hafızasındaki) kayıtlı yazılımı akıl melekesi aracılığıyla ekrana taşıyan konumda görev üstlenmiş durumdadır. Malum beynin içindeki konumlanmış hormonlar ise organlarımıza sürekli bilgi sağınımı salmak için vardır. İyi ki sürekli olarak bilgi sağınımı salınmakta, bu sayede iletilen sağınımların geri dönüşümünde yeniden beyin üzerinde gerçekleşecek akli yoruma dayalı bilgiler kuvveden fiile dönüşür de. Belli ki beyin içerisinde cereyan eden tüm olup bitenler önceden tasarlanmış usta bir el tarafından ince ve ayarlanmış bir program sayesinde işlerlik kazanmakta.
Anlaşılan hipofiz bezi hormonal dengenin lideri konumunda kendi içinde ön, orta ve arka loplara ayrılan önemli bir salgı merkezimizdir. Bu loplardan ön lop altı hormon salgılar. Mesela bunlardan büyüme hormonu gelişmeyi sağlayan hormon olarak dikkat çekip şayet bu hormon aşırı salgılanması durumunda dev cüsseli olunurken az salgılandığında ise tam aksine cüceleşme riskiyle karşı karşıya kalınacak demektir.
Dahası öyle anlaşılıyor ki hipofiz bezi yetmedi emri altındaki tiroit, adrenal ve cinsiyet gibi salgı bezi faaliyetlerini salgıladığı hormonlarla da salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol altında tutarak vücudumuzdaki bir takım organların işleyişinde dengeleyici rolde oynamakta.
Peki, tüm bunlar iyi hoşta, salgı sistemimizin kumandası hükmünde misyon üstlenen hipofiz bezi, nasıl oluyor da bizim birçok sırrına akıl erdiremediğimiz vücudun topyekûn işleyişi hakkında haberdar olabiliyor? Ya da hipofiz bezi vücut sisteminin çalışmasını düzenlerken aynı anda kas kaybını nasıl önleyebiliyor? Tabii tüm bu sorulara cevap vermek öyle zannedildiği kadarıyla hiçte kolay değil, bikere ortada insan aklının ötesinde yaratılış mucizesi denen bir hadise söz konusudur, elbette ki bu durumda cevaplanması zordur diyoruz. Her ne kadar yaratılış mucizesini biyoloji yönden açıklık getirmeye çalışsak da bu demek değildir ki tüm hormonal faaliyetlerin sırrını çözmüş olacağız. Sonuçta hipofiz bezi, Yaratıcı güç tarafından nasıl kodlanmışsa o doğrultuda hipotalamus aracılığıyla üstlendiği misyonunun gereğini yapmak için işlev görecektir. Nitekim hormonal hiyerarşik düzen hipotalamus önderliğinde hipofize aktarılıp oradan da böbrek üstü bezlerine anında etkisini gösteren bir mucizevi hadise olarak karşımıza çıkmakta. Hele ki beyin ve bağırsak arasında uzaklık mesafesine batığımızda; beynimizin tepebaşımızda konumlandığın, böbreklerimizin de kaburga kafesimizin altında sırtımıza yaslanmış bir şekilde konumlandığını, dolayısıyla bu durumda beyin arka lobunun ince bağırsak ve rahim kaslarıyla nasıl iletişime geçtiğini bugünkü biyoteknolojik araçlar eşliğinde hayretler içerisinde izlemekten kendimizi alamayız da. Her neyse insanoğlu son derece gelişmiş Tıbbi cihazlarla yaratılış mucizesini daha yeni keşfede dursun, şu bir gerçek Yüce Allah (c.c) bize ilham olacak keşifleri kendi vücut iklimimize yaratılışımızda kodlayıp yüklemiş zaten. Öyle ki kendi beyin dağarcığımızın hipofiz bezi başkanlığında kodlanan uzaktan kumandalı ön, orta ve arka lob hormonların işlevlerine bir bakıyoruz, hemen hepsine ayrı ayrı misyonlar yüklendiğini müşahede edebiliyoruz. Örnek mi? Mesela hipofizin arka lob kısmının yüklendiği işlevlerine baktığımızda ince bağırsak ve rahim kaslarının ihtiyaçlarını anında karşılayabiliyorlar. Hatta hipofiz bezi tüm bu yüklendiği işlevsel özellikleriyle de yetinmeyip ADH (Anti diüretik hormon) hormonu aracılığıyla da vücut su dengesin ayarlamakta. Öyle ki vücuttaki su miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğü anda hipofiz bezi, ADH (Anti diüretik hormon) salgılanması start almış olur. Derken bu hormonun devreye girmesiyle birlikte böbreklerin idrar yapma faaliyeti ve tükürük bezlerin tükürük salgılama işlevleri yavaşlayaraktan hissettiğimiz susuzluk ihtiyacını bir iki bardak su içerekten su dengemiz normale dönmesi sağlanmış olur. Şayet ADH hormonunu hiç salgılanmamış olsa ya da az salgılanmış olsaydı şekersiz diyabet hastalığı nüksetmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla sakın ola ki hormonal dengede neymiş deyip işi hafife almayalım. Hem nasıl hafife alabiliriz ki, bir an hormonal faaliyetlerimizin aksayıp denge ayarlarımızın rayından çıktığını düşünün, bu durumda vücut sağlığımızın sarsılacağı muhakkak.
Bu arada bilmem hiç düşündünüz mü bir kısım insanlar neden solaktır diye? Belli ki bu da doğrudan beyin kumanda merkezlerinin işlevselliği ile ilgili bir durumdur. Nitekim beynimiz iki yarım küreden ibaret olup sağ yarım küre sağdaki kasları kontrol ederken sol yarım küre ise soldaki kasları kontrol eder. Bu demektir ki eğer bir insanın beyin sağ yarım küresi daha çok gelişip işlevlik kazanmışsa sağ elini, yok eğer sol yan küre daha gelişmişse sol elini kullanacak demektir. Ancak şu da var ki, şayet bir insanın her iki beyin yarım küresi de eşit bir şekilde işlevlik kazanmışsa bu durumda kontrol mekanizmaları her iki ele birden etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla bunun anlamı her iki elin rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesi demektir. Fakat yine de yemek yerken sağ elle yemek, tuvalette temizlenirken sol elle necaseti giderme sünnetine uymakta yarar vardır. Dolayısıyla doğuştan solak olsak bile irademizi ortaya koyaraktan elimizi sağa alıştırıp yemek adabını muhakkak yerine getirmek gerekir.
Hâsılı kelam hipofiz bezi diğer salgı bezlerin salgıladığı hormonlara kumandanlık edip salgı sistemini kontrol eden bir üst makam olarak dikkat çeker.
Nörohormonlar sinirlerin uyarılmasını sağlayan salgı molekülleridir. Mesela mide ve bağırsakları ile beynimiz arasında iletişimimizi sağlayan 10. kafa sinirinin (vagus) uyarılmasıyla kolin ve asetil koenzim-A (Asetil-coA) birlikteliği ile asetilkolin oluşur. Derken bu noktada asetil kolin kendini takip eden diğer bir nöronun uyarılması için bir impuls vazifesi görüp, asetilkolinesteraz tarafından parçalanarak kolin ve asetata çevrilir. Malum asetil kolinin buradaki rolü sinir ve kaslarda oluşturduğu düşük potansiyelli biyoelektrik mekanizmayla nöradrenalinin kontrol ettiği sinir telleri boyunca bir dizi oluşabilecek kimyasal değişiklerde sinir aksonlarının içinde depolanan impuls aracılığıyla tetikleyici ve uyarıcı etki yapmaktır. Eğer gönderilen uyarılar sinir hattı boyunca karşılık bulmazsa daha kaslar gevşemeye fırsat bulmadan adeta kaskatı kesilip fizyolojik tetanos denen kas kasılması hali vuku bulacaktır.
Şurası muhakkak vücuda dışardan gelen mesajlar beş duyu organımızın reseptörlerine bağlı sinir sisteminin dendritinden gangliyona aktarılmak suretiyle gerçekleşmekte. Böylece gangliyona gelen mesajlar ilgili sinir hücresinin aksonundan geçip, ordan da merkezi sinir sisteme (beyne) ulaştırılmış olurlar. Bu arada beş duyu reseptörlerin dışında kalan ağrı, sızı, refleks, titreşim, basınç, dokunma ve hareket gibi uyarıcı ve uyandırıcı nitelikte mesajlar ise omuriliğe havale edilirler. Hele bilhassa dıştan gelen uyarımlara karşı istem dışı ansızın gelişen ani refleks oluşumlar omurilik merkezince yürütülür. Vücudun alt kademelerinden gelen bir takım uyarıcı mesajlar ise talamusta değerlendirildikten sonra korteks denen beyin kabuğuna iletilir. Böylece alt kademelerden kortekse gelen bilgiler harmanlanıp bu kez mesajlar yukarıdan aşağıya değil de omuriliğin ön boynuzunda ki motor hücre gövdesinden geçerekten yukarılara doğru iletilmiş olunur.
Serotonin
Beyin mitokondriumda bulunan serotonin, korteks faaliyetlerini düzenlediği gibi krebs döngüsünün kontrol edilmesini de sağlar. Mesela proteinleri oluşturan 20 amino asitten biri glutaminler ve amitleri çoğu kez krebs ile birlikte kısa devre yapması sonucu süksinik asite dönüşür. Dolayısıyla bu tip döngüye üre döngüsü anlamında Krebs- Henseleit siklusu denir.
TİROİD BEZİ
Kelebeği hepimiz severiz, ona baktıkça sanki kelebek misali ötelere kanatlanır gibi de oluruz zaten. Kaldı ki gırtlağımızda kelebeğe benzer yapıda salgı bezimizde var. Nitekim kelebek benzeri salgı bezimiz nefes borumuzun üstünde yer alıp, T3 ve T4 tiroit hormonu salgılayan bir görev üstlenmesiyle dikkat çekmekte. Ve bu söz konusu salgı bezi vücuttaki tüm iyodun neredeyse 2/3’sini kendi bünyesinde toplamakta olup bu sayede iyot içeren T3 ve T4 hormonu salgılanmış olur. Üstelik iyot salarken de kendi başlarına buyruk kesilmezler, illa ki bağlı bulunduğu üst mercilerden gelen direktifler doğrultusunda salınımını yapmakta. Nitekim üst merci konumunda hipofiz bezinin ön kısmında bulunan TSH (tirioit stimülan hormonu) hormonunu trioid bezini uyararaktan tiroksin hormonunun salgılanmasını sağlayıp böylece büyüme, gelişme ve metabolik faaliyetleri gibi düzenlemelerin kontrolünde aktör bir rol oynamış olur. Şayet yürütülmekte olan faaliyetler esnasında tiroksin hormonu fazlaca salgılanırsa bu kez salgılama faaliyeti ikinci bir emir doğrultusunda durdurulacak demektir. Nasıl mı? Mesela Tip iki deiyodinaz enzimi katalizörlüğünde Tiroksin (T4) bir atom eksilmeyle triiyodotironin’e (T3) dönüşüp böylece vücut sirkülâsyonunu, dışardan sindirim yoluyla alınan iyodun düzenli kullanımı ve bazal metabolizmanın hızının artırılmasının sağlanıyor olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Tiroksin az veya çok salınmış hiç fark etmez normal ölçülerin dışında salgılandığında vücudumuzda birtakım rahatsızlıklara yol açacağı muhakkak. Nitekim vücuda yeterli miktarda iyot salınamaması neticesinde tiroit bezinin anormal derecede büyümesi guatr hastalığı olarak karşımıza çıkması bunu teyit eden bir durumdur. Bu demektir ki vücudun günlük iyot ihtiyaç oranı bir gramın beş binde biri (1/5000) olup, iyot dengesi bu oranın ne altında ne de üstü üzerinde olmalı, aksi takdirde tiroit hastalığının nüksetmesi an mesesidir diyebiliriz.
Timus ‘H’ harfi şeklinde lenfoepitelyal bir bez olup bademciklerin yapısıyla hemen hemen aynı gibidir. Timus bezi halk tabiriyle iman tahtasının hemen arkasında kalbin önünde, yani ön tiroid bezin altında bulunur. Bir kesit alınıp mikroskobik inceleme yapıldığında ortada hassal korpuskülü (timus), hemen yanı başında genç lenfositler ve bunların arasını dolduran endotelyal retiküler dokularla karşılaşırız. Dolayısıyla bu yapıda timüs bezinin bilhassa erken yaşlarda X ışınlarına karşı bile dayanıklı olduğu gözlemlenmiştir. Sadece dayanıklı yapısıyla mı? Hiç kuşkusuz timusun perikard kaide kısmına ven (toplardamar) irtibatıyla bağlanıp kalp çalışmasını düzenlemesiyle dikkat çeken salgı bezimizdir. Hatta timusun bizatihi hormon olmasına binaen doğrudan lenfosit üreten bir bez olarak görev ifa ettiği de ihtimal dâhilindedir. Nitekim lenfositlerin olgunlaşmamış haldeki timositin ileriki aşamalarda gençlik dönemlerinden daha dayanıklı ve olgunlaşmış lenfosit hale dönüştüğünde adından T-lenfositleri olarak söz ettirmesi bu ihtimali güçlendirir niteliktedir. Nasıl mı? Mesela sıtma gibi ateşli hastalıklarda lenfositler istilacı mikropları önce fagositize edip, sonrasında ise toksin salıp imha edecek güce erişmesi bu gerçeği teyit eden bir durumdur. Ancak kıran kırana geçen bu savaştan kurtulan mikroplardan bir kısmı belli bir süre içerisinde lenfosidin saldığı zehri tanıma avantajını yakaladıklarında bir sonraki süreçlerde yenik düşüp humma hastalığının pençesine düşme riski söz konusu olabiliyor.
Timusun lenfosit yapma özelliği yanı sıra az miktarda da olsa plazma hücre ve miyelositte üretebildiği, hatta ve hatta bunlara ilaveten endokrin faaliyeti de yürüttüğü bilinen bir durumdur. Hem nasıl yürütmüş olmasın ki, hani aslan yattığı yerden belli olur denilir ya hep, zaten fetal ve erken doğum sonrası evresinde küçük lenfositlerin yapıldığı mekânın adı bizatihi timusun ta kendisidir. Tabii lenf organlarımızdan biri olan timusun yamadıkları da var. Malum timosit antikor üretemediği içindir koruyuculuk veya bağışıklık görevi yürütememekte, öyle ki timusu çıkarılan bir insanın zayıfladığı gözlemlenmiştir. Belli ki immünolojik yetersizlik ve antikor yapamama durumu kronik zayıflama hastalığı denen Wasting Disease neden olabiliyor. Hakeza erken doğum esnasında birkaç hayvanın timusu çıkarıldığında ani ölüme yol açan timektomi görülebildiği gibi testisi çıkarılmış olan sıçan veya tavşanlarda ise lenfosit yapımının durduğu gözlemlenmiştir. Derken timusun küçülmesiyle birlikte yüksek dozda verilen narkozun bile etki etmediği belirlenmiştir. Neyse ki fetal evrede kemik iliği ve karaciğerde azda olsa küçük lenfositler üretilebilmekte. Hatta doğum sonrası karaciğer içerisindeki ana hücrelerden bir kısmı kan yoluyla timusa geçtiklerinde timosit yapımı gerçekleşebilmekte.
PARATHORMON
Paratiroid bezi sayıca dört olup, trioid bezinin arka kısmında yer alan küçücük bir bezden ibarettir. Bu bezin salgıladığı hormon bilindiği üzere parathormondur. Şurası muhakkak hormon sisteminde olduğu gibi parathormun içinde denge ayarı çok mühimdir. Nitekim parathormon normalden fazla salgılandığında kandaki kalsiyum miktarı artış kaydedip kas gevşemesi görülebiliyor. Bir diğer parathormunun en belirgin görülebilen özelliği vücutta fosfor ve kalsiyum dengesini ayarlamasıdır. Denge ayarları alt üst olduğunda ise malum bu hormonun az salgılanması halinde tetani hastalığı vuku bulup bu tip hastalarda el ve ayak parmaklarda kıvrılmalar, büyüme çağındaki çocuklarda diş ve kemik yapısında çarpıklıklar, deride kuruma, kan basıncının düşmesi vakalar görülebileceği gibi zekâ geriliği de nüksedebiliyor.
SALGI BEZLERİ
Salgı taneciklerinin başlangıç yapımı hücre içerisinde var olan granüllü endoplazmik retikulum yoluyla golgi aygıtına taşınıp burada özel bir paketleme işleminin akabinde sitoplâzmaya geçiş yaparaktan salgı bezi olarak konumlanırlar. Böylece salgı bezleri iç ve dış salgı bezleri iki kanaldan birden işlemlerini yürütmüş olurlar. Nitekim midenin hemen alt kısmında bulunan karaciğer ve pankreas organları salgı bezlerinin konumlandığı mekânlar olarak adından söz ettirirler. Öyle ki; beslenme, kan dolaşımı, vücut ısı ayarı, büyüme fonksiyonu, protein, şeker, tuz gibi pek çok denge ayarına yönelik bir dizi faaliyetler bu tür kaynak alanlardan start almakta. Derken kaynağında üretilen bir dizi faaliyetler neticesinde yağ, ter ve tükürük bezleri dış salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirirken hipofiz, adrenal, tiroit, paratiroit, epifiz, testis, over (yumurtalık), duodenum ve böbrek üstü (adrenal bez) vs. salgı bezleri iç salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirmiş olurlar. Hakeza dış salgı bezleri salgılarını yağ, ter ağızdaki tükürük bezleri yoluyla ya da geçici bir organ aracılığıyla boşaltırken karaciğer safrasını 12 parmak bağırsağına, pankreas da salgısını ince bağırsaklara göndermek suretiyle iç ve dış boşaltımını gerçekleştirmiş olurlar. Nitekim bu noktada iç salgı bezleri salgıladıkları sıvıları doğrudan kana intikal ettirmekle çok hayati öneme haiz faaliyet yürüttükleri belirlenmiştir. Besbelli ki; Yüce Allah (c.c), vücudumuzun dengesi için salgı bezleri halk etmenin ötesinde ayrıca bu bezleri bir takım negatif geri tepme ve kontrol mekanizmalarıyla donatmıştır. Öyle ki kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, nerede konuşlanacağı yaratılış mayamıza kodlanmış durumda olup kurulu bir saat misali kurulmuş olan her iki salgı sistemi her an ve her dem hizmet etmek için halk edilmişlerdir. Öyle ya, madem her bir düzenleyici hormonlar yaratılış mayamıza kodlanmış durumda, o halde bu noktada bizlere emanet edilen naçiz bedenimizin işleyişinde etkin rol oynayan düzenleyici ve kontrol mekanizmalarımızdan olan hormonal sistemimizi her türlü iç ve dış olumsuz etken unsurlardan korumak düşer. Zira vücudumuzun sıhhati açısından bunu yapamaya mecburuz zaten. Hiç kuşkusuz koruma kalkanlarımızın en başında oruç gelmektedir. Nitekim insan aç kalınca mide asit birikimi baş gösterir. Ancak bir insanın oruca niyet etmesiyle birlikte asit birikimi bir anda kesilivermekte. Çünkü niyet etmekle beyine gelen sinyaller doğrultusunda derhal alarma geçilip başta sinir sistemimiz olmak üzere diğer hipofiz, tiroit, pankreas gibi salgı bezleri fırsattan istifade soluklama imkânına kavuşup böylece tüm hormonal faaliyetler dinlenme moduna geçmiş olurlar. Belli ki oruç ve açlık birbirinin aynısı işlevler değildir, birinde niyetin uyarıcı etkisi vardır, diğerinde ise biyolojik açlığın vermiş olduğu fiziki etki vardır. Biyolojik açlığın tetiklediği metabolizmal açlıkla birlikte kanın öz gıda miktarı düşüp bunun neticesinde kemik iliği uyarılmış olur. Derken bu türden fiziki uyarılmayla açlık giderilmeye çalışılır. Oruçta ise tam tersi bir durum söz konusu olup niyetin tetikleyici manevi doping etkisi sayesinde doğrudan kan hacmini daraltaraktan doğrudan kalbe hafifletici ve huzura erdirici ferahlık sağlar. Hem nasıl feraha erdirmesin ki, Yüce Allah (c.c) “Ben kâinata yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutside geçen hükmün gereği niyetin kalpte yankı bulması feraha erdirildiğinin bariz göstergesidir zaten. Sadece manevi olarak mı feraha erilir, hiç kuşkusuz zahirende kalp dolaşımı hafifleyip küçük tansiyon normal seyrine geçişle birlikte kalp ritmi düzenli bir şekilde atar hale gelerekten biyolojik olarak feraha erilmiş olunur. Peki ya anemisi olanlar? Hiç fark etmez, anemisi olanlar da oruç tuttuklarında kan üretimi daha da artış kaydedeceğinden kansızlık başlarına asla dert olmayacaktır. Derken Ramazan’da oruç tutmakla birlikte zayıfların kilo aldığı, şişmanların kilo verdiği, damar içerisinde ki yağların hızla erimeye yüz tutup kolesterol ve trigliserid değerlerinin normal düzeylere çekilmesi damar sertliğinin giderildiği gibi bir dizi metabolizma faaliyetlere olumlu etki yaptığı gözlemlenmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v) “Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür” hadis-i şerifi bu gerçeği teyit ediyor zaten.
Tabiî ki orucun faydaları sırf bunlarla sınırlı değil dahası var elbet. Şöyle ki; oruç sayesinde bağırsak salgılarımızız yanı sıra istemli ve istemsiz çalışan kas dokularımızda istirahate kavuşmuş olurlar. Bilindiği üzere mide haznemize indirilen besinlerin sindirilmesine yönelik karışma ve kasılma hareketleri esnasında HCl (Hidroklorik asit) asit salgılanıp Yüce Allah’ın (c.c) inayetiyle mukus adlı bir sistem tam takır çalışır bir şekilde işlevini yürütmüş olur. Ve bu sayede mide içerisinde değirmen misali özümlenen besinlerin hazım işleri gerçekleşmesinin akabinde midede pepsin enziminin parçalayıcı ve özümleyici etkisiyle ayrılan bulamaç hale gelen besinler ince bağırsak laboratuvarına gönderilip burada protein, yağ, nişasta ve şekere ayrışaraktan vücut için yararlı bileşenlere dönüşmüş olurlar. Ayrıca bağırsaklarımız venöz kan, vena porta hariç diğer absorbe edilmiş halde ki besinleri karaciğere bırakaraktan bu işlemi yürütmüş olur. Ancak yürütülen bu işlemler esnasında çok az miktarda da olsa arteriyel kandan birazcık karaciğere sızabiliyor. Hele şükür ki karaciğer, daha çok vücutta işe yarayacak olan ürünleri metabolik faaliyetlerde kullanmak üzere deposunda muhafaza etmekte. Böylece başlangıçta cansız gibi görünen gıdalar karaciğer fabrikasında rafine edilip işlenerekten lüzumu halinde vücudumuz için ab-ı hayat kaynak üretimi fabrikası konuma gelmiş olurlar.
İnce bağırsağın iç yüzeyi ince uzantılar diye bilinen villuslarla kaplıdır. İşte bu söz konusu villuslar sayesinde mideden ayrışan protein ve vitaminlerin emilimi sağlanır. Bu arada protein, yağ, nişasta ve şeker gibi hayati öneme haiz girdi çıktı diyebileceğimiz tüm ürünler ince bağırsak laboratuvarında işleme alındığında hangi ünitelere ayrılır derseniz, o da malum:
-Proteinlerin; aminoasitlere,
-Yağların yağ asitlerine ve gliserine,
-Nişastanın ise glikoza ayrıştırılıyor olacak olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki sindirim sisteminde görev alan tüm organel bileşenleri hayatında hiçbir şekilde tanışmadığı ekmeği, hiç bilmediği nişastayı şekere dönüştürüp vücudun diğer hücrelere nasıl gönderilmesi gerektiği hususunda gerekli olan eğitimi dünyaya gelmeden önce zaten anne karnındayken alınmış gözüküyor. Dolayısıyla bu noktada Nasreddin Hocanın hanımına; “Un var, şeker var, yağ var, o zaman hani helva” diye suale eylediği sorunun cevabı, hiç kuşkusuz Yüce Mevla’nın ayrıştırma işlemleri ince bağırsakta rafineri sisteminin ve ayrıştırılan ürünlerin üretimine yönelik faaliyet yürütecek olan karaciğer kimya fabrikasının varoluş kodlarında gizlidir. Öyle ki karaciğerin bu noktada varoluş kodlarının biyolojik yönden incelemeye alındığında gerçekten de yaratılış gayesinin gereği olarak kendisine ulaştırılan ürünleri ayrıştırdıktan sonra vücut için bin bir derde deva olabilecek türden diyebileceğimiz bir takım ilaçlar üretme görevi üstlenmiş bir ecza deposu olarak karşımıza çıkmakta. Bu yüzden karaciğer organımız hakkında ilâç üretim tesisimiz ya da ecza depomuz dersek yeridir. Hem nasıl öyle demeyelim ki, görünen köy kılavuz istemez misali, gerçekten de karaciğer denilince ister istemez aklımıza vücudumuzun ihtiyacı olan globülinleri hazırlayan bir kimya fabrikası olarak düşmekte. İşte bu yüzden vücudumuzda kimya fabrikası halk eyleyen Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize böylesi mükemmel donanımlı ecza fabrikamız olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki karaciğerin dolaşımdaki yeri bağırsaktan süzülerekten kendisine gelen besin özlerini tüm vücudun ihtiyacını karşılayacak şekilde gerekli yerlere ulaştırma misyon üstlenmiş olmasıdır. Öyle ki varlık nedeni yağ, et, süt yumurta gibi özümlenmiş ürünleri protein ve glikojene çevirecek hamleyi gerçekleştirmek içindir. Karaciğerin bir diğer varlık nedeni ise glikozu enzimatik reaksiyonla glikojen halde polimerize edip böylece basit bileşikler diye bilinen laktik asit, gliserol ve pürivik asit karaciğer içerisinde önce glikoza, sonrasın da glikojene çevirme işlemini gerçekleştiriyor olmasıdır. Hatta tüm bu çevrilme işlemlerine dokular için gerekli olan glikoza dönüştürülme işlemi de buna dâhil olup glikozun glikojene çevrilmesi veya glikojenin parçalanması gibi bir dizi işlemler karaciğerde fosforilaz enzimi serisince düzenlenir de. Öyle anlaşılıyor ki her şey bir çırpı da olmuyor belli ki tüm bu işlemler için önceden kanda depo formu şeklinde aktif galaktoz-1-P veya glikoz–6-P gibi kan şekeri oluşumlarını aşama süreçleri söz konusudur. Derken ilk basamakta glikoz reaksiyonları fosforilaz enzimi, aminoasit türevi epinefrin ve glukagon hormonu tarafından fosfat bağlanıp karaciğerin uyarılmasıyla birlikte imal edilen tüm glikoz ürünleri kana karışmış olur. Tabii kana karışınca bir takım dengelerinde gözetilmesi gerekir. Nitekim pankreasın iç salgı bezlerinde üretilen glukagon hormonu glikojen yıkımını artıraraktan kan şekerini yükseltirken, yine pankreastan üretilen insülin hormonu da kandaki şeker miktarını düşürmüş olur. Belli ki karaciğer şeker üretse de üretilen ürün başıboş salınmamakta, diğer bileşenlerin devreye girip katkı sunmasıyla da glikozun doz miktarı gerektiği kadarıyla ayarlanmış olur. Herhangi bir nedenle doz ayarları bozulduğunda şeker hastalığının nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz.
Karaciğerin maharetleri burada bitmiyor, dahası var elbet. Şöyle ki; lipidin taşınması ve kan içerisinde lipit miktarının belli bir seviyelerde tutma gibi yetenekleri de söz konusudur. Oldu ya, lipit seviyesi düşüverdi, karaciğerin bu durumda ilk işi endoplazmik retikulum içerisindeki glikojeni yağ asitlerine (yağlara) çevirip kandaki lipit ve kolesterol miktarını artırmak olacaktır. İlginçtir karaciğer kendisine gönderilen her ne bileşen varsa ayırt edip vitamine dönüştürebiliyor. Hele beslenme sistemimizde karoten içeren bir takım yiyecekleri sindirdiğimizde buna paralele olarak karaciğerimizde bu sindirilmiş gıda özünü karotinaz halde A vitaminine dönüştürebiliyor. Yetmedi bu arada alınan zehirli maddeleri de işleyerekten zehirsiz hale getirip böylece böbrekler tarafından süzülerekten üre ve ürik asit halinde tahliye edilmiş olunur.
Karaciğer bundan başka plazma proteinlerinin sentez edildiği alan olarak da dikkatleri üzerine çeker. Dolayısıyla cilt üzerinde uygulanan ilaçların yan etkisinden kaynaklanan bir takım arızi durumlar karaciğer özel enzimlerin salgılanmasıyla önlenebiliyor. Özellikle bu yan etkilere karşı kolesterol sentezinin yanı sıra çoğalan endoplazmik retikulum sayısı çok önem arz eder. Ayrıca böyle olumsuz durumlara karşı karaciğerde normal dolaşımın dışında %80 civarında safra tuzu dolaştırılarak enterohepatik denilen karaciğer iç dolaşımı geliştirilir. Şayet karaciğerle ilişik safra yolları (kanallarının) tıkanmışsa safra asidinin salgılanması gerekecektir. Nitekim karaciğer bu durumda tıkanmaya yüz tutmuş kanalları açmaya yönelik daha fazla safra asitleri salgılamak için devreye girer de. Derken bu arada salınan safra asidinin bir yandan lenf içerisine, diğer yandan da kana aktarılmak suretiyle sarılık hastalığının önüne de geçilmiş olunur.
Karaciğer bez yapıda bir organ olduğu için hücre yapıları iri çekirdekli bir şekilde bölünüp kendini yenileyebilen bir organ olarak da adından söz ettirir. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza vücudumuzun en büyük bezi olma özelliği ona has kılınmıştır. Öyle ki karaciğer bezlerimiz icabında salgılarını safra kanalı yoluyla duodenuma (12 parmak bağırsağına) boşalttığı durumlarda ekzokrin tip bez (dış salgı bezi) olarak görev ifa ederken. Kendisi tarafından sentez edilen maddelerin birçoğunu kana aktardığı durumlarda da endokrin tip bez olarak görev ifa etmiş olur. Hatta karaciğer bezlerince çok miktarda lenf sıvısı üretilmenin yanı sıra özel savunma hattı, yani immunite sistemin oluşumunu sağlayan fagositik hücrelerde üretilir. Malum fagositik hücreler aynı zamanda pigment granülleri, eritrosit parçalanma ürünleri, Fe granülleri gibi parçalanma ürünlerini fagosite eden kupffer hücreleri olarak bilinir hep. Şu da var ki kupffer hücrelerinin azalmasıyla birlikte karaciğer yetmezliği (siroz hastalığı) nüksedebiliyor. Neyse ki karaciğerin bir kısmı ameliyatla çıkarıldıktan sonra tez elden hemen kendini yenileme sürecine girip, zaman içerisinde normal konumuna kavuşabiliyor. Bu arada unutmayalım ki omurgalılar içerisinde en fazla yenileme kabiliyeti gösterebilen canlı varlık hiç kuşkusuz farelerdir. Dolayısıyla diğer omurgalıların büyüklüğü arasında yenilenme ters orantılı seyretmektedir. Omurgalı canlıların hemen hepsinin karaciğerinde rejenerasyon için konuşlandırılmış lobüller bulunur. Lobüller üçgen şekilli bağ doku içerikli yapıda olup karaciğerin fonksiyonel birimleri olarak addedilirler. Bazen bu dokular altıgende olabiliyor. Söz konusu karaciğer lobüllere karbon tetraklorür verilmesi durumunda doku bozulmasına (çürüme-nekröz) neden olabiliyor. Böylece nekrotik hücreler bir yandan otoliz yöntemiyle yok edilirken diğer yandan karaciğer lobüllerin uç kısımlarında yer alan hücreler mitoz bölünmeyle çoğalaraktan takriben 5-6 gün içerisinde karaciğerde lokal urlar belirebiliyor. Neyse ki bunlar zararlı olmayan hücre hasarların tamir edildiği bölgeler olarak konumlanmaktalar. Ancak doku hasarına bağlı olarak nükseden aşırı nekroz durumlarında eğer karbon tetraklorür düzenli aralıklarla verilirse normal dokunun yerini fibröz doku alacaktır. Yok, eğer bunda da sonuç alınamıyorsa bu noktadan sonra artık siroz hastalığı kaçınılmaz hal alacaktır.
Her ne kadar karaciğer epitel hücreleri çok ileri düzeyde mitoz bölünmelerle kendini yenileseler de sonuçta her faninin başına gelen alın yazısında olduğu gibi safra kanallarının çevresindeki hücreler duktusu dolduran kanal hücrelerine dönüşmesiyle birlikte ölüm onlar için de kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Bu arada safra sıvısı da kendine bir yol (kanal) belirleyip şayet nekroz olmuş sirozit haliyle, şayet mitoz bölünmelerle yeniden safra kanalı epitelyum hücrelerine dönüştüğünde karaciğer fonksiyon testleri normal düzeylerde seyretmiş olacak demektir. Hatta karaciğerin daha da normal seviyelerde fonksiyon kazanması için çok özel yapıcıların da devreye girmesi gerekir. Ki, bu noktada karaciğeri yeniden aktive edici epinefrin ve glukagon olarak, yani antisiyotik etken hormon olarak devreye girerler de. Bu arada reaksiyona girip parçalanma sonucu açığa çıkan bazı zararlı ürünler ise safra içerisinde dışarıya atılmış olunur. Bu bakımdan safra hazım olayında önemli bir fonksiyon üstlenmiş bir boşaltım salgısı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kan plazmasının yapımı için karaciğerde birçok protein sentezi yapımı gerçekleşip kana verilir. Dolayısıyla karaciğer karbonhidratların hem depo edildiği, hem de boşaltıldığı bir mekân olarak vazife görür.
Karaciğer içerisinde safra yolları diye bilinen kanalcıklar da bulunur. Zaten öd denilen zehirli sıvı karaciğer tarafından üretilir. İlginçtir bu zehir herhangi bir deney hayvanına enjekte edilse o hayvanı anında öldürebilirken kendi bünyemizde üretilmesi hasebiyle bize herhangi bir zararı dokunmaz, tam aksine bu zehir sayesinde yağların sabunlaşmasının yanı sıra sindirilmesi gerçekleşir. Derken bağırsaklardaki pis kokulardan bu sayede kurtulmuş oluruz da.
SAFRA KESESİ
Malumunuz Safra kesesi;
-Korpus.
-Fundus,
-Boyun olmak üzere üç kısımdan meydana gelir.
Safra kesesi karaciğerin alt kısmında içi boş bir organ olmanın yanı sıra armut şeklinde, ya da ampule benzer bir görünümdedir. Fakat patolojik durumlarda ister istemez şekli, büyüklüğü ve doku biçimi değişebiliyor. Bu arada safra kesesinin oluşturan safra hücreleri safra ifraz etmek için vardır. Zaten safra kesesi şayet salgısını ifraz etmezse o vücut besinini hazmedemez duruma gelecektir.
PANKREAS
Karaciğerden sonra sindirim kanalına bağlı en büyük bezimiz pankreastır. Bulunduğu konum itibariyle de midemizin sol alt tarafında, duodenumun hemen yanı başında ve dalağa çapraz konumda yer alır. Görünüm bakımdan ise yaprağı andıran, 15-20 cm boyunda, ortalama 100 gr ağırlığında 12 parmak bağırsağına açılan beyaz pembe renkli ekzokrin (dış salgı) ve endokrin (iç salgı) bez olarak dikkat çeker. Pankreas organımız bir yandan ekzokrin bez olarak sindirim enzimleri salgı rolü üstlenirken diğer yandan endokrin bez olarak da vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen iç salgı rolü üstlenip böylece karma bir bez olarak adından söz ettirir. Pankreasın bir başka dikkat çeken yanı ise insülin ve glukagonu doğrudan kana karıştırma da rol üstlenmesidir. Diğer tripsin, steapsin ve amilopsin gibi hormonlar da malumunuz Wirsung kanalı (anapankreas kanalı) yoluyla on iki parmak bağırsağına dökülürler. Peki, onca işlerde rol üstlenen bu denli hayati öneme haiz pankreasın oluşumu nasıl vücut bulmuştur derseniz, insan anatomisi ile ilgili kitaplarını karıştırdığımızda cevaben asinüs adı verilen ve sayıları milyonları bulan keseciklerden teşekkül ettiğini görürüz. Yemeğe başladığımız zaman asinuslar (hücresel salgı birimleri) sinir sisteminden aldıkları sinyaller eşliğinde sindirimi kolaylaştırıcı salgılar çıkarıp böylece tripsin, kimotripsin, karboksi polipeptidaz, ribonükleaz, dezoksirisonükleaz, amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerin katalizörlüğünde yediğimiz besinlerin vücuda yarayışlı hale gelmesinde mühim rol oynamış olurlar. Hatta söz konusu enzimler bununla kalmayıp besinler içerisindeki proteinleri amino asitlere çevirirler. İşte bu tür değişim veya dönüşümlerin neticesinde amilaz karbonhidrat grubundan nişastanın şeker haline gelmesinde etken rol oynarken, lipaz ise safra salgısıyla birlikte yağ ve yağ asitlerin gliserole çevrilme işlemini gerçekleştirir. Bu demektir ki, hiçbir dönüşüm tesadüfen meydana gelmiş değil, her bir dönüşüm kendi yüklenmiş olduğu misyonunun gereğini yapmakla ortaya çıkan bir dönüşüm söz konusudur. Tabiî ki pankreasın yüklendiği misyon bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela kanımız hemen hemen her gün yüzü aşkın sayıda glikozu bünyesinde taşımasına rağmen kandaki glikoz değerleri 100ml/100 miligramı geçmemektedir. Keza kalsiyumda öyledir. Belli ki pankreas kendisini oluşturan pankreas hücreleri tarafından insülin hormonu salgılayaraktan kan şeker ayarı dengelenmiş olmakta. Ancak şu da var ki; aşırı derecede insülin salgılandığında hipoglisemi hastalığı nüksederken bunun tam aksine az salgıladığında ise yüksek seviyelerde hiperglisemi denen şeker hastalığı nüksetmekte. Anlaşılan kan şekerinin düşmesi ya da artış kaydetmesi durumunda hormon denge ayarımız kayba uğrayabiliyor. Her şeye rağmen yine de vücudumuzda öyle mükemmel biyolojik nizam tesis edilmiş durumda ki denge kaybına uğrayan vücudun herhangi bir bölümü vücudun bir başka denge unsurunca onarılaraktan yeniden fabrika ayarlarına dönüş mümkün olabiliyor. Nitekim haberleşme sisteminin önemli sacayaklarından sinir ağımızın her bir elemanı bu denge sistemi içerisinde icabında denge unsuru olarak aktif rol oynayabiliyor.
İnsülin
Aslında dışarıdan aldığımız her türlü protein, yağ ve şeker türü besinler vücut iklimimizde sindirilip yakıldıktan sonra bir bakıyorsun vücudun bir başka negatif geri tepme bağlantılar eşliğinde kan içerisinde normal seviyelerde tutulabiliyor. Bir noktada tutmaya yapmaya mecburlar da. Zira kan şeker düzeyinin belirli seviyelerde tutma işlemleri homeostasis denge sistemiyle sabit tutulabilmekte. Hakeza ısı dengesi de öyledir. Şayet homeostasis dengemiz normal olması gereken hedeflerden sapma gösterdiğinde bir takım sağlık problemleriyle karşı karşıya kalacağımız muhakkak. Örnek mi? İşte şekerli besinlerin yeterli derecede yakılamamasından dolayı diyabet hastalığı (şeker hastalığı) vuku bulması bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim kandaki glikozu yakan esas faktör insülin hormonudur. Kaldı ki insülin yapı bakımdan bir protein hormon olup kan şekerinin düşürülmesinde etken bir faktördür. Bu nedenledir ki insülinin azlığı veya üretilememişiyle ortaya çıkan komplikasyonlara bağlı olarak nükseden hastalıklar diabetes mellitus (şeker hastalığı) olarak addedilirler. Şöyle ki; insülin bir protein yapıda bir molekül olduğundan hazım kanalında proteolitik enzim etkisiyle özelliğini her an yitirebiliyorr. Bu bakımdan glikoz artışında hastalara ağız yoluyla insülin verilmemesi gerekir, uygun olan damardan verilmesidir.
Bilindiği üzere insülin hormonu pankreas dokusunun langerhans adacıkları tarafından salgılanır. Özellikle salgılanma esnasında granüllü endoplazmik retikulum faktörü çok önem arz eder. Öyle ki pankreas, sırf insülin hormonu salgılamakla kalmaz aynı zamanda kandaki glikoz ayarını dengelemek için de yine elindeki en önemli silahlarından insülin ve adrenal hormonlarını kullanmayı da ihmal etmez. Böylece insülin ve adrenalin hormonlarının karşılıklı negatif geri tepme bağlantılarının etkileşimleri eşliğinde normal kan şeker oranı %90 - %110 arasında eşik değerlere çekilerekten sabitlenmiş olur. Belli ki insülin bir yandan kan şekerini yakarak hipoglisemik görev üstlenirken diğer yandan da böbrek üstü bezi adrenal ise boş durmayıp dokularda depo halde bulunan glikojeni serbest halde kana aktarıp böylece kandaki şeker oranını artırmış olmakta. Derken adrenal ve insülin hormonları adeta kafa kafaya verip biri düşürücü, diğeri de yükseltici etki yaparaktan kandaki şekeri normal seviyelerde dengede tutmuş olurlar.
Bu arada yeri gelmişken şunu belirtmekte fayda var; kan protein ve lipitleri yakan mekanizmaların nasıl işlerlik kazandığı daha henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuş değildir. Aydınlatılamaması da gayet tabiidir. Çünkü vücut sarayı nice sırlarına ermediğimiz kompleks mükemmel sistemlerle donatılmıştır.
Glukagon
Glukagon bir proteohormon olması hasebiyle pankreasın Vangerhans odacıklarından salgılanır. Kan şeker seviyesinin eşik değerin altına düştüğünde ise karaciğerin glikojen sentezleme fonksiyonunu hızlandırıp hipoglisemi şokun önüne geçmiş olur. Nitekim bu özelliğinden dolayı glukagona hiperglisemik faktör gözüyle bakılır.
Malumunuz insülin azlığı veya yokluğunda normal kan şeker oranı alarm verip hiperglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınırken glukagon azlığında da tam aksine hipoglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınır. Böylece her iki hormonun karbonhidrat metabolizması üzerinde zıt yönlü karşılıklı etkileşimlerinin neticesinde vücudumuzun tüm protein balansı dengelenmiş olur. Dolayısıyla insülinsiz hormonlar (growth hormonları) büyüme ve gelişmeye yönelik hormonlar olarak addedilmezler. Zira insülinin protein metabolizması üzerine doğrudan tek başına etken unsur değildir. Hakeza pankreas bezleri de tüm faaliyetlerini tek başlarına yürüten tek etken unsur olmayıp hipofiz bezinin önderliğinde tripsin, amilaz ve lipaz türü enzimlerin katalizörlüğünde insülin hormonu salgılanmakta. Derken kan şekerinin normal seviyelere çekilmesinde aktif rol alaraktan böylece vücut dengemiz sağlanmış olur. Hatta tripsin, steapsin ve amilopsin üç grup parçalayıcılar olarak da adından söz ettirirler. Madem öyle kendilerinden kısaca bahsetmekte fayda vardır elbet.
Tripsin
Tripsin proteinleri parçalayan hormon olup;
-Kimotripsin,
-Karboksipeptidaz,
-Deoksiribonükleaz ve ribonükleaz olarak kategorize edilir.
Tripsin bilhassa pH 7,9 şartlarında midede etkisini gösterirken karboksipeptidaz enzimi de pH 5,2-6 şartlarında bağırsakta etkisini gösterir. Hakeza kimotripsin ise pH 8 ve kimotripsinojenin bulunduğu ortam şartlarında etkisini gösterip hele bilhassa çocuklarda son derece daha aktif haldedir.
Tripsin pankreasın salgı hücreleri tarafından üretilir üretilmez ilk elden bağırsak kanalına ulaştırılıp buradan ince bağırsak hücrelerinin inaktif halde ifraz ettiği enterokinaz enziminin etkisine girerekten aktif hale gelir. Derken pankreastan salgılanan diğer kimotripsin, karboksipeptidaz deoksiribonükleaz ve ribonükleaz türünden proenzimler tripsin inhibitör madde sayesinde bağırsağa kadar inaktif bir şekilde yol kat etmiş olurlar. Şayet böyle bir inhibitör baskılanması olmasa bu durumda pankreas dokusu sindirilip parçalanması kaçınılmazdır. Nitekim Akut pankreatit hastalığı halinde aktif tripsin salgılanması bu durumu teyit ediyor zaten. Neyse ki bu hastalığın tedavisinde tripsin salgılayan kısım cerrahi müdahaleyle kesilip alındığında pankreas kendisini yenileyebiliyor.
Pankreozimin
Pankreozimin kimüs asit etkisiyle duodenumda (12 parmak bağırsağı) parathormonun salınmasında etkin unsur olduğu gibi pankreastan salgılanan tripsin, kimotripsin, karboksipeptidaz, amilaz ve lipaz gibi diğer enzimlerde sindirimde etkindirler.
Secretin
Secretin 27 amino asitten oluşmuş bir polipeptit dizisi olup duodenum mukozasında ve ince bağırsak mukozasında asit timus uyarıcılarının etkisiyle kanda pepsin salınmasını hızlandırır. Peki, sadece pepsin salınımını hızlandırmakta, elbette ki hayır, bunun yanı sıra pankreas öz suyunun ince bağırsağa salınmasında da etken unsurdur. Ancak şu da var ki secretin öz suyunun salınması duodenum gastriti olanlarda tıpkı hidroklorik asit etkisi gibi yan etki yapıp mukozada bir takım yanmalara neden olabiliyor.
Steapsin
Steapsin pankreas lipaz enzimi olarak bilinip lipitleri parçalayıcı özelliğinin yanı sıra aktif haldeki yağları gliserin ve yağ asitlerine çevirecek şekilde de etki yapar. Ancak steapsin etkisi inaktif olduğunda pankreasta yağ birikimine paralel olarak bir takım sindirim bozuklukları baş gösterebiliyor. Bu durumdan hastaların mutlaka özel diyete tabii tutulup yağlı ve şekerli gıdalardan uzak kalmaları öğütlenir. Zaten uzak kalınması da gerekir ki steapsin lipaz enzimi, lipitleri pH 8’de parçalayıcı etkisin gösterebilsin. Ta ki parçalama işlemleri sona erer ancak o zaman pH değerleri normal seviyelerine çekilmiş olduğu görülür.
Amilopsin
Amilopsinin en temel özelliği;
-Karbonhidratların sindirimini temin eden pankreatik amilaz olması,
-Selüloz dışında bütün karbonhidratları parçalama özelliğine sahip olması,
-Nişasta, glikojen ve diğer polisakkaritleri disakkarite çevirme işlemini gerçekleştiriyor olması,
-pH 7,1 de etkili olmasıdır.
Apandisit
Apandisit kese şeklinde sekum denen bir bölgenin divertikülüdür. Öyle ki bu söz konusu kese tüp biçiminde kör bir uzantıyı andırır. Apandisitin en dikkat çeken yanı üçgenimsi bir lümen, dışta kalın bir tabaka içerisinde düzensiz asit salan lieberkühn hücrelerden (bezlerinin) oluşan bir yapıda lenfatik dokunun içine girerekten lenf nodüllerini oluşturuyor olmasıdır. Bu arada bir takım besin artıklarının bir kapsül biçiminde dışı yağla kaplanıp lieberkühn’ü tıkaması neticesinde barsak paraziti veya özel bir bakteri aracılığıyla apandiks nüksedebiliyor. Derken kör bağırsak bölgesinde çürüme şeklinde doku harabiyeti oluşur da.
Hâsılı salgı sisteminin meydana getiren bezler hakkında en son vücut dengesinin muhafazasında hayati önem haiz bezler dersek yeridir.
Böbrek
Böbreğin birçok biyokimyasal işlevi olmakla beraber asıl fonksiyonu süzüm işlemlerinin neticesinde idrar oluşturmasıdır. İşte bu süzüm özelliğinden dolayıdır ki plazma ve doku aralarında değişik yoğunluklarda sıvılar birtakım filtre işlemlerinin akabinde idrar haznesinde toplanıp hem su sıcaklığı (ısı hidril) hem de sabit iyon dengesi sağlanmış olur. Zaten böbrekte çok sayıda zengin lenf damar ağının korteksle bağlantısının varlığı bunu teyit ediyor. Ayrıca medulla ve papillada lenf dolaşımı olmadığından sıvının atılımından arta kalan üre kana geçmektedir. Şayet üre kana karışmamış olsa böbreğe yakın doku lenfasının pıhtılaşmasına paralel junction meduller kan dolaşımın devre dışı kalmasına yol açıp böylece böbrek taşı oluşumuyla birlikte idrarda yanma olarak yansıyacaktır.
ADRENAL
Böbreğin üzerinde üçgen şekildeki parmak ucu uzunluğunda bezler fiziki görünümüyle adrenal bez olarak addedilirken, soyut yönüyle de korku, kaçış veya tepki hormonu olarak addedilir. Öyle ki herhangi bir tehlike anında kanda adrenalin yükselmesiyle birlikte alında boncuk boncuk ter damlacıkları döker hale gelindiği gibi ağızda kuruluk oluşma hali de belirir. Derken bu durumda kalp ritminin hızla çarpmasıyla birlikte gayri ihtiyari anlık refleks hali ya da durum vaziyetten kaçış eğilimi görülür. Hayvanlarda ise malum tüy kabarması görülür. Belli ki her iki böbreğimizin üst kısmında üçgen şeklinde kabuk (korteks) ve öz (medulla) kısımdan oluşan adrenal bezlerimiz konu mankeni olarak konuşlanmış değillerdir. Bilakis medullayı oluşturan hücreler noradrenalin hormonu salgılayaraktan tansiyonun yükselmesine, hızlı kalp atışına ve kan şekerinin artış kaydetmesinde etken unsur olunurken korteks bölgesinde kortizon hormonu ve aldosteron hormonu salgılayaraktan vücutta karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici rol üstlenmenin yanı sıra amino grup asit ve yağları glikoza dönüştürüp karaciğerde depolanmasında da etken unsurdurlar. Kaldı ki son yapılan araştırmalarda elde edilen verilerden hareketle artık kortizonun insanı birçok hastalıktan koruma kalkanı hormon görevi ifa ettiği anlaşılmıştır. Nitekim bir insanda sol böbrek alınsa bile kortizon hormonunu bu durumda boşluğu giderecek bir rol üstlenecektir. İşte bilim adamları kortizon hormonun bu özelliğinden hareketle laboratuvarlarda yapay kortizon ilaç üretmeyi nihayetinde başarabilmişlerdir. Buna mecburdular zaten, zira kortizon salgısının azalmasında veya durması halinde Addison hastalığı denen böbrek yetmezliği nüksetmekte. Tunç hastalığı olarak da bilinen bu hastalık vücutta zayıflama, yorgunluk belirtileri, saç dökülmesi, vücutta yer yer koyu kırmızı renk döküntüler ve tansiyon düşüklüğü amereler eşliğinde iyiden iyiye kendi özgül ağırlığını gösterir.
Tabii aldosteron hormonunun işlevleri bunlarla sınırlı değil dahası var elbet, vücuttaki kanı temizleyip su ve tuz dengesini ayarlayıcı steroid hormonu olarak da işlev görmekte. Fakat aşırı aldosteron salgılanması halinde böbrekte sodyum tutulumunun artmasına neden olabiliyor. Ezcümle, böbrek üstü bezleri alınan bir insanın takriben iki gün içerisinde ölmekte olduğu gerçeği adrenal bezlerin hayati önemini tek başına anlatmaya yeter, artar da.
Üreter (üretra)-üst idrar kanalı
Üreter erkek ve kadında birçok bakımdan farklıdır. Kadında kısa bir pasaj görünümde olup varlık nedeni boşaltım işlevi üstlenmesi içindir. Kadın vajinal bölgesi yüksek konsantrasyonda asidik (pH 4) sıvı içermekte olup bu sayede dışarıdan gelebilecek herhangi bir patojen etkene karşı rahim korunmaya alınmış olur. Üstelik böyle asidik sıvı ortamın oluşmasına yine bir başka mikroorganizma aracılık etmektedir. Nitekim laktobasil cinsinden mikroorganizmalar vajinal bölgenin salgıladığı glikojeni parçalamasıyla birlikte mevcut ortam süt aside çevirip pH değerini yükseltmiş olur. Ayrıca kadında yumurta hücresinin döllendiği kanal fallop tüp diye tanımlanır. Özellikle fallop tüpün döllenme noktası olarak seçilmesi belli bir plan ve programın varlığını ortaya koyar. Zaten böyle bir programlanma olmasa döllenme karın boşluğu, yumurtalık, ya da rahim içerisi bir yerde olacaktı. Nitekim fallop tüp dışı bir döllenme dış gebelik sebebidir. Ki; bu tip istisnai durum çoğunlukla anne ve bebek için ölümcül tehdit unsuru oluşturabiliyor. Belli ki fallop tüpünün tercih edilmesinin arka planında, fallopun döllenen yumurta hücrenin rahime geçiş için ön hazırlık işlemlerinin gerçekleştirileceği en ideal mekân olması yatmaktadır. Hatta bu mekân yeni bir yumurta oluşumuna geçit vermeyen bir özellik taşır. Demek oluyor ki ne yumurtalık gebeliği, ne de dış gebelik derde çare olabiliyor. Meğer çare “ol” emrin gereğini yapan programın şifrelerinde gizliymiş.
Üretra erkekte uzun bir tüp olup, idrar ve genital boşaltım yollarından gelen salgı ve semeni sevk etmekle görevlidir. Yani ürogenital bir kanal işlevi görür. Bu arada sıkça duyduğumuz böbrek enfeksiyonu rahatsızlıklar bu kanalda erkeğe göre kadında çok daha sık rastlanır.
Yardımcı erkek genital organ bezleri
Yardımcı erkek genital organ bezler testisin boşaltım kanalına açıldığı bez grubu olup;
-Vesicula seminalis,
-Prostat,
-Bulboüretral bez olarak bilinirler.
Gerek seminifer tüplerin oluşturduğu ampulümsü bezler, gerekse Leydig salgı hücreler çift yapraklı bir zarla (tunica vaginalis) çepeçevre kuşatılaraktan ambalaj haline getirilip böylece testis arkasında yer alan 10-15 adet civarı ductus deferens (kanalcıklar) vasıtasıyla tek kanallı ductus epididimis’e doğru geçiş yaparlar. Ve geçiş yapılan yer spermler için yumurta hücresiyle vuslatın gerçekleşeceği güne dek hareket kabiliyetini artırmaya yönelik yüzme eğitim tesisi olur da. Keza bu mekânda bir yandan vuslat öncesi normal vücut sıcaklığın 2 santigrat derece aşağısında (34,5 santigrat derecede) tutulurken, öte yandan Leydig hücrelerin salgıladığı früktoz şekerinden enerjik durum kazanmış olur. Spermlerin enerjisini boşa harcamamak içinde, yani boş yere hareket etmelerinin önüne geçmek adına ortamın asidik değeri ise pH 6,7’de tutulur. Bu arada her ne kadar birçok canlılık faaliyetleri için 36,5 santigrat derece ideal bir sıcaklık değer olsa sperm için bu ideal değer değer sadece döllenme anında gereklidir. Çünkü döllenme öncesi 34,5 santigrat derecelik sıcaklık vesikula seminalis (kese şeklinde tüp) ve ampul bezlerin karışık bulunduğu bolca salgı yapan küçük epitel hücreler has kılınmış bir sabit sıcaklıktır bu. Belli ki bu sabit sıcaklık spermin muhafazası için gerekli ortam sıcaklığı olup, bu söz konusu sıcaklık derecesi testislerin barındığı torba içerisinde sabit tutulur. Öyle ki birçok ateşli hastalıklara bağlı olarak vücut sıcaklığı 39 santigrat dereceye çıksa bile 34,5 santigrat derece bu bölge için yine her daim sabit tutulmakta. Böylece ortamın hem buharlaşmasına, hem de büzüşmesine geçit verilmemiş olunur. Bilindiği üzere vesicula seminalis bezler mukoza, epitel ve dış lamina denen elastik lif bakımdan zengin üç tabaka yapı üzerine kurulu olup testisler tunica vaginalis zarı ambalajı içerisinde epididimis’le beraber ortak çift yataklı bir oda (skrotum) içinde muhafaza edilmiş haldedir. Böylece korunaklı bu yapının septum bölmesi sayesinde skrotum içerisindeki iki testisin birbirine teması önlenmiş olur. Hatta oda içerisindeki salgı hücrelerince salgılanan lipokrin pigmentler ilk defa puberta döneminde sakal ve bıyık çıkmayla birlikte çocukluktan erişkinliğe geçiş safhası cinsel olgunluğu gösteren bir işaret taşı olarak kendini gösterir. Hatta delikanlılık çağı ilerledikçe lipokrom pigment sayısı da o oranda artmaktadır. Şu da var ki bir şekilde erkeğin testisleri alındığında zaman içerisinde vesicula seminalis fonksiyonunu yitirmiş olacaktır. Ancak testesteroh hormonu enjekte edilirse erkeklik fonksiyonu tekrar yeniden kazanılabiliyor.
Bulboüretral bezler
Bulboüretral salgısı berrak akıcı olması hasebiyle proteince zengin mukoz bez olarak bilinir. Hatta bu bezin salgısı spermlerin beslenmesine ve sıvı yoğunluğunun azalmasına yarayıp, böylece spermlerin hareketini kolaylaştırır. Bu arada sperm sayısı kişiden kişiye göre değişip yaşlandıkça azalmaktadır. Bulboüretral bez elips ve bezelye biçiminde olup normal ağırlığı 24 saatte 10 –15 gram olabileceği gibi 184 -200 gram ağırlığı kadar da çıkıp bu miktara ulaşan bez kronik atılım denen immunoglobulin aracılığı ile atılmaya çalışılsa da her halükarda kişi üzerinde hipertansiyona bağlı ani komalar görülebiliyor.
Prostat
Prostat atkestanesi büyüklüğünde, aynı zamanda mesaneden (idrar kesesi) çıkan ve üretrayı çepeçevre saran glandula bir bezdir. Ayrıca bu bez çok kanallı ve sitoplâzması bol salgı salan granüllü epitel hücrelerinden teşekkül eder. Fakat yaşlılıkta prostat büyümesi esnasında bu salgılar mesaneye baskı yapıp, sık sık idrara çıkmanın yanı sıra idrar sırasında yanmaya da (sızlama) neden olur. Bu durumda kastrasyon (hadımlık) sonrası epitel hücreleri küçülmesiyle birlikte salgı granülleri kaybolmaya yüz tutar. Böylece prostat salgısı sırasında protein miktarının azalış kayd etmesiyle birlikte proteolitik enzimi fazla açık vermiş olur. Öyle anlaşılıyor ki prostat salgı çok karmaşık bir yapı olup, kireçleşince mesane kalküli (mesane taşı) oluşumu vuku bulur. Öyle ki kireçleşmiş taşların büyük olanları bez içerisinde kalıp kistik oluşumuna da yol açmakta. Bu durumda ister istemez prostat bezinin alınması kaçınılmaz hal alır. Hatta fazla sayıda asit fosfataz enziminin salgılanması da prostat hastalarında sık görülen bir illettir. Nitekim kandaki asit fosfataz yükselmesiyle birlikte prostat karsinomu vuku bulur da.
Şurası muhakkak; akut miyokard enfarktüsü, konjestif kalp yetmezliği, hepatitis (sarılık), lösemi (kan kanseri), neoplastik hastalıklar ve diğer enfeksiyöz mononükleoz (öpücük hastalığı) gibi arızi durumlarda serum laktik dehidrogenaz (LDH) enzim miktarı artmaktadır. Akut koroner yetmezliği, angina pektoris (göğüs hastalığı), gut hastalığı, akut kolesistitte, Llupus eritematozus (sle), kronik viral hepatitis, kaloderma, laennec sirozu gibi hallerde ise kolinesteraz enzimi miktarında artış gözlemlenmiştir.
OVER VE TESTİS
İnsanda en büyük hücre nedir sorulduğunda verilecek cevap elbette ki ovum hücresinden başkası değildir. Nitekim bu hücre nihai olgunluğa ulaştığında çıplak gözle bile görülebiliyor. Ovum hücresi morfolojik olarak da malum yumurtalığın sağlı-sollu fallop tüplerin saçaklı kutuplarında konaklayan yumağımsın bir top görünümündedir. Yumağın iç kısmında ise medulla ve korteks tabakaları vardır. Peki, bu tabakalar ne işe yarar derseniz, korteks yumurta ve folikül hücrelerin etrafında koruyuculuk görev üstlenirken medulla tabakası da dal budak salmış durumda kan damarlarını oluşturup yumurta hücrelerin beslenmesini sağlar. Ovum hücresini bütünüyle işlevliğini göz önüne aldığımızda adına uygun davranıp over hormonu salgılayan hormon olarak dikkat çeker.
Oogonnium denen ana yumurta hücrenin mitoz bölünmeye uğraması esnasında oluşacak olan oosit’in dış kısmı yassı epitelyum hücre ile sarılı olması hasebiyle mevcut yapı primer folikül (birinci folikül) olarak addedilir. Derken bölünmenin ilk aşamasının tamamlanmasıyla birlikte tek folikül hücre içeren yumurta hücresi (oosit) oluşur. Ancak yumurta bazı istisnai durumlarda iki veya üç folikül olabiliyor. Ki; bunlar zaten daha olgunlaşmasını tamamlamadan ömrü tükenmiş olur. Vadesi dolmamış folikül hücreler ise bulunduğu konum itibariyle gelişim kayd edip birden fazla hücre dizilimi meydana getirecek şekilde çoğalırlar. Söz konusu çoğalan hücre dizilimi yumurta hücre etrafında glikoprotein içeren zona pellusida jelimsi bir örtü oluşturup ilişiğindeki kanalcıklar vasıtasıyla beslenmeye alınırlar. Böylece folikülün bu safhaya erişmiş görünümü ikinci folikül keseciği (sekonder folikül) şeklinde tezahür eder. Akabinde ise antral follikül denen büyük boşluk oluşup içerisi liquor folliculi sıvıyla çevreli bir yapı oluşur. Kuşkusuz bu oluşan sıvının en önemli yanı protein, hyalüronik asit ve östrojen hormonu bakımdan zenginlik içerip yumurtanın yumurtalıktan dışarı atılması bu özel sıvı sayesinde gerçekleşir. Böylece yumurtalıktan atılan yumurtayla birlikte cinsiyet hücreleri kendini yenilemiş olur. Bir başka ifadeyle rahim iç duvar cidarlarının dökülme işlemlerini takiben yenilenme olayı gerçekleşip bu sayede menstrüasyon (aybaşı hali) vuku bulmuş olur. Derken bu olayla birlikte “Her dem canlar yeniden tazelenir” misali rahim iç yüzey hücrelerin %75’i yenilenmiş halde adeta yeni bir hayata göz kırpmış olur. Kelimenin tam anlamıyla lutein hücrelerinin yıkımıyla birlikte progesteron hormon salınımı azalıp adet kanamasının akabinde yeniden diriliş vuku bulur.
Peki, ikinci follikül aşamasından sonra ne var derseniz, bizatihi ikinci folikül hücrelerin oluşturdukları boşluk içerisinde yumurta hücresinin folikül tekası (thea folliculi) kılıfı ile kuşatılmışlığı şekliyle ortaya çıkan üçüncü folikül veya graff folikülü denen bir yapı vardır Yumurta hücresi ta ki ileride (buluğ çağında) döllenene kadar graff folikülü (sanduka) yapı içerisinde muhafaza edilir de. Yumurta hücresi döllendiğinde ise bu hücreler salgı bezine dönüşüp adından korpus luteum (sarı cisim) olarak söz ettirir hep. Malum olduğu üzere korpus luteum’un en tipik özelliği progesteron hormon salgılamasıdır. Söz konusu hormon sayesinde hem bir sonraki döllenme aşamasına hazırlık yapılır, hem de yeni kanamalara mahal bırakmayacak şekilde embriyonun ana rahme tutunma işlemlerinin ön hazırlık şartları sağlanır. Ve ön hazırlık bu süreç ceninin dördüncü aya eriştiği safhada anne ile plasenta aracılığıyla bağlantısını kuracağı güne kadar devam eder de. Derken günü geldiğinde korpus luteum’un üstlendiği beslenme ve bakım işini plasenta devr almış olur. Plasenta emaneti devr aldığında ise hormonal salgı görevi üstlenip, bir anlamda endokrin hormonal faaliyet yürütmüş olur. Şayet luteum hücrelerinin hazırlık aşama faaliyetlerinde her hangi bir aksaklık olsaydı cenin dört aya kalmaz anne karnında gelişmesini tamamlayamayacaktı.
Yumurtalıklarda tüm gelişim aşamalarını tamamlayan yumurta hücresi, artık bu noktadan sonra sperm hücre ile buluşacak an için karın boşluğuna uğurlanmış olur. Yani karın boşluğunda serseri mayın misali ne halin varsa gör misali abla kendi haline garip bırakılmaz. Bilakis yardımcı ekipmanlar diyebileceğimiz fallopian tüp ve tuba uterina adında iki adet tüp yardım elini uzatıp spermle buluşacağı büyük gün için misafir edilir. Böylece konaklanan mekan büyük bir buluşmanın gerçekleşeceği, yani gelin güvey olacağı adres olur. Derken rahim (uterus) içerisinde canlının ilk temeli atılmasıyla birlikte anne karnında tüm embriyonik gelişme safhalarının tamamlanmasından maksat hâsıl olup beraberinde kutlu doğum gerçekleşir. Madem tüm bu gelişim safhalarının ardından kutlu doğum gerçekleşivermekte, o halde anne rahmi de neymiş deyip es geçmemeli, belli ki anne rahmi kutlu doğum için doğurgan topraktır. Hani topraktan geldik deriz ya hep, bu doğurgan toprağın morfolojik yönden incelendiğinde armut şeklinde içten dışa doğru endometrium, myometrium ve premetrium tabaklarından müteşekkil olduğu görülür. Bundan da öte doğacak olan nur topu bebeğin barınacağı ilk mekânı olarak dikkat çeker. Nasıl ki toprağın bağrına atılan bir tohum tanesi belirli aşamalardan sonra filizlenip bitki oluşturuyorsa, aynen öyle de anne rahmi de filizlenecek nur topu canlının oluşumunu sağlayacak şartları sağlayan bir mekân özelliğini bağrında taşır. Nasıl mı? Mesela ana rahmin katmanlarından endometrium tabakası (iç tabaka) yumurta hücresinin spermle birleşme ihtimaline binaen kendi yıkımını gerçekleştirip hem kendini yenilemiş olur hem de rahimin arındırılmasına vesile olur. İlginçtir bu arada rahmin yenilenmesi esnasında nükseden kanın bir işaret taşı hükmünde aybaşı kanı olarak dikkat çekmenin yanı sıra normal kandan farkını göstermesi açısından da pıhtılaşmayan kan şeklinde ayırt edici özellik olarak dikkat çeker. Şayet aybaşı kanın da pıhtılaşma nüksetmiş olsaydı hiç kuşku yoktur ki anne sağlığı açısından çok büyük ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Belli ki aybaşı hali 3-4 güne ayarlanmış menstrual safhası yumurta hücrenin döllenmesiyle oluşacak olan cenine hazırlık diyebileceğimiz bir işaret fişeği özelliği taşımakta. Derken tüm bu hazırlık süreci aşamaları takriben 10 günü bulan yumurtlama dönemiyle birlikte son bulup akabinde folikül ve sekrasyon safhalarına geçişin önü açılmış olur. Yüce Allah (c.c) bu hususta bakın ne buyuruyor: “Sizler analarınızın karınlarında ceninler iken, sizin hallerinizi çok iyi bilendir.” (Necm, 32)
Evet, anne rahmi doğurgan toprak olarak bir anlam ifade ederken erkek cinsiyet organı da zürriyetin çoğalmasında ata tohum tesisi olarak bir anlam ifade eder. Nitekim erkek üreme organlarından testislerin işlevselliğine baktığımızda testosteron hormonu salgılayan bir misyon üstlendiğini görürüz. Erkek cenin testisleri anne karnındayken ilk anda alt karın boşlukta (lumbal bölgede) belirgin hale gelir. Ne zamanki cenin yedi aylık olur ay gelinir ancak o zaman olgunlaşmış halde kendi iniş pisti diyebileceğimiz torbasına geçiş yapmış olur. Şayet kendi iniş pistine geçiş yapamayıp pelviste beklemede kala kalırsa bu durumda kısırlık denen kriptorşizm (cryptorchism) denen maraz bir durum ortaya çıkacaktır. Ki, kriptorşizm erkekte kısırlaşmaya yol açan hastalık bir durumdur. Dolayısıyla hastalık erken teşhis edildiğinde basit bir ameliyatla testislerin torbaya alınıp kısırlığın önüne geçmek mümkün olabiliyor.
Her neyse cinsiyet yönünden erkek ya da kadın olsun hiç fark etmez sonuçta dünyaya gelen bebek kız ise üreme organında konumlanan ovaryum; over vasıtasıyla progesteron ve östrojen hormonu salgılayan bir misyon üstlenirken, erkek cinsiyet bezleri de testosteron hormon salgılayan bir misyon üstlenir. Böylece üstlenilen bu misyon doğrultusunda dişilik ve erkeklik davranışları cinsiyet hormonları sayesinde belirlenmiş olup adından. cinsiyet ayıracı hormonlar olarak söz ettirirler. Bilindiği üzere testisin salgıladığı testosteron hormonu ses kalınlaşması, sakal ve bıyıkların çıkması gibi erkeklik belirtilerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden testisler sperm hücrelerinin depolandığı üretim hane olarak bilinirler. İmalathane incelendiğinde içerisinde sayıları 1000’i aşan seminifer tüplerin (rubuli seminifer) varlığının yanı sıra ayrıca her bir tüpün (kanalcıkların) içerisi sperm ana hücrelerince dizayn edildiği görülür. Belli ki bunlar basit sıradan dizayn edilmiş tüp değillerdir, bikere basit sıradan tüpler olsaydı seminifer tüplerin duvarları sertoli destek hücrelerince korunaklı bir şekilde dayalı döşeli olarak korunmaya alınmazdı. Yetmedi seminifer tubüllerin oluşturduğu ampul bezlerin arasını dolduran bağ doku içerisinde dikkat çeken bir başka hücrelerde vardır ki; bunlar hepimizin bildiği Leydig hücreler olup bakım ve beslenme işini üstlenmek için vardır. Nitekim buluğ çağından itibaren sperm hücreleri sürekli hareket halinde eforsarf ettiği içindir harcadığı enerjiyi ancak Leydig hücrelerin salgıladığı testosteron hormonu sayesinde karşılayabilmekte.
Malumunuz kadınlığa ait belirtiler over tarafından salgılanan östrojen ve progesteron hormonu tarafından idare edilir. Bu salgıların azlığı cinsiyet yetersizliğine ve vücutta yağ toplanmasına yol açar.
Hâsılı kelam erkek ve dişilik hormonları vasıtasıyla bir insanın erkek veya dişi mi olduğunu fiziki olarak anlarız. Bu yüzden erkeğin kas yapısı kadına nispeten çok daha iri olduğundan her daim ağır işler erkeğe verilir.
Plasenta
Plasenta (eş) görünürde saçaklı, dallı ve ağaçsı bir et parçası gibi bir duruş sergilese de aslında onun duruşu bir büyük köprü vazifesi görmek içindir. Üstelik yapısında ne hipofiz benzeri bir bez yapısı var ne de hormon üreten salgı bezi yapısı. Bu tür yapılanmadan yoksun olmasına rağmen bir bakıyorsun plasenta tarafından hormonal sistemin dışında kendine özgü hormon imal edilebiliyor. Plasenta (eş) sadece bununla kalmayıp anne tarafından gelebilecek mikrop ve zehirli maddelere karşı adeta etten duvar örüp sızmasının önüne geçip böylece bu noktada trafik polisi rolü üstlenmiş durumdadır. Nitekim göbek kordonu aracılığıyla bir yandan faydalı olan maddeleri geçirip faydasız olanlara dur denirken, bir taraftan da zehirli maddelere karşı panzehir kordon olmakta. Derken rahim duvarında yer alan kılcal damarlar plasentaya kordon halde açılaraktan kanın emilimin sağlayıp bu sayede ceninin anne karnında zehirlenmeksizin beslenme olayı gerçekleşir. Ne diyelim, her ne kadar görünüşte sıradan bir epitel hücresi gibi duruş sergilese de meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, tam aksine maharetleriyle bilim dünyasını bile hayretler içerisinde bırakabiliyor. Madem öyle, siz siz olun epitelyum yapısı görünümüne aldanmayın, baksanıza öyle harika bir donatımla programlanmış ki anneden gelen viral hastalıklar hariç her türlü mikrobu öldürebildiği gibi, gerektiğinde hormon salgılayıp zehirli maddeyi bertaraf edebiliyor da. Bu yüzden Tıp dünyası plasentaya apayrı yönde mercek altına almış durumda. Öyle ki birçok ilaç yapımında plasenta kullanılması bunu teyit ediyor.
Ceninin her aşaması birbirinden ilginç estetik manzaralara sahnedir. Şöyle ki; 4,5 günlük cenin 107 adet hücre içeren taşlı bir yüzük bir manzarası içerip, ortaya çıkan bu manzara blastula evresi olarak damgasını vurur. Blastulanın dış kısmı trofoblast, içi ise embriyoblast denen iki tabakadan ibarettir. Trofoblast parmak yüzüğün taş kısmına benzeyip daha çok rahime tutunma görevi ifa eder. Dahası besleyicilik fonksiyonu da icra eder. Öyle ki; bunlar rahim duvarına saçak kökleri ile kanca attıktan sonra gömülerek gelişimini tamamlayıp plasentaya dönüşürler. Cenin 14‘üncü evreye geldiğinde hücre tabakasıyla ayrılan iki boşluktan ibaret bir alan hüviyetine bürünür. Malum 15 günlük olduğunda rahim duvarına etten örülü sap ile bağlanıp endoderm ve ektoderm tabakalarının belirginleştiğine şahit oluruz. Derken akabinde alt kısımda villus boşluğunun küçülmesine paralel amnion boşluğunun yavaş yavaş tüm cenini çepeçevre sarmasıyla birlikte tüm organların simetrik yaratıldığı küçücük dünya ile karşılaşırız. Ceninin on altıncı (16.) güne gelindiğinde balon görünümünde boşlukta duran küçücük bir nesneyi andırıp, artık bu noktadan sonra rahim duvarına iyice gömülmesinin ardından endoderm ve ektoderm arasında mezoderm (orta tabaka) tabakası doğuverir. Böylece insan vücudu bu üç tabaka üzerine şekilleniverir. Zira her tabaka ayrı ayrı organların birer küçük nüvesi olma misyonu yüklenmiştir. Dahası beyin ve beyincik ektoderm, mide ve bağırsaklar endoderm, kıkırdak, kemik ve kan damarların çoğu mezoderm kökenlidir. Mesela 19 günlük ceninde en öncelikli olarak kalp ve sinirlerin varlığı sezilip, akabinde tüm insan bedenini oluşturacak diğer organlar devreye girer. Zira 28 güne gelindiğinde 3–5 mm ebadında baş ve kuyruk kısımların belirginleştiği, hatta göz ve kulakların filizlenmeye start aldığı bir süreç başlar. Yani 30 günlük ceninde iç organların hızlı bir şekilde gelişme sürecine girdiği, bunlardan özellikle böbreğin kabartmalı bir görünüme kavuştuğu belirlenmiştir. Dördüncü hafta sonunda cenin bilhassa baş ve boyun bölgeleri neredeyse tüm vücut boyunun yarısını oluşturacak şekle girip, bu arada yemek borusu, mide ve bağırsakların ilk hallerinin oluştuğu gözlemlenir. İkinci ayın başından itibaren ise cenin artık gelişmekte olan göbek kordonu vasıtasıyla plasentaya bağlanacak konuma gelir. Kelimenin tam anlamıyla ilk dört hafta dünyaya gelecek insan bedeninin temellerinin atıldığı hazırlık döneminin göstergesidir. Cenin beşinci haftaya girdiğinde kol ve bacaklar nüve halinde olup, 1cm seviyesinde başını eğmiş sanki ilahi huzurdaymış gibi adap üzeri bir hal alır. Demek ki adapla başlayan yolculuğun mükâfatı lütufla dünyaya dönüş biçiminde karşılık bulmakta. O halde göbek bağı deyip geçmemek gerekir. Kaldı ki bu göbek kordonu bir yandan cenine temiz kan taşırken diğer yandan da kirli kanı atar damar vasıtasıyla plasentaya tahliye eder. Böylece kan deryasından oksijen, glikoz, amino asit ve vitaminler vs. cenin tarafından absorbe edilmiş olur. Bundan sonraki 8 ay içerisinde insan embriyosu (cenin) deniz kirpisi görünümüne büründüğü ve aynı zamanda embriyonun kendi iç âleminde kendine özgü şartların sağlandığı bir nizam-ı âlem söz konusudur. Tabir caizse bir cenin için ilk 40 gün ekser organların belirip toparlanma dönemidir. İkinci 40 gün adeta pıhtı evresinin yaşandığı bir dönem söz konusudur. Üçüncü 40 gün dediğimiz toplamda 120 günlük maratonun sonunda ise artık cenin Yunusun; “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus diye görünürdüm” dediği et parçası safhasını alır. Derken bu duraktan sonra vazifeli melek tarafından ruhun üflendiği aşamaya geçilir. Bu yüzden Allah Resulü (s.a.v); “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha) et parçası (mudga) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” beyan buyurmuştur. Belki de Yunus’un “hamdım, yandım, piştim” dediği şey bu olsa gerektir. Belli ki halk arasında üçler yediler kırklar diye sıkça konuşulan sözler boşuna değilmiş. Görüyorsunuz başlangıçta daha ortada hiçbir şey yokken, yani bir zamanlar babanın cinsiyet hücrelerinde sperm halde, annenin yumurtalıklarında yumurta hücresiyken vuslatla birlikte biranda tüm zerreler mükemmel bir bebeğe dönüşüyor.
Doku hormonları
Bunlar mide, barsak parahormonlarından daha basit yapılı hormonlardır. Doku hormonların teşekkül ettiği yer ile etkili olduğu yer aynıdır. Mesela bu noktada metabolizmaya ara ürün olarak minimum seviyede etki ederler. Keza doku hormonları bulundukları ortamın kan basıncı vb. faaliyetleri de kontrol eder. Ayrıca doku içi sıvı basıncı ile kan basıncı arasında denge kurup, besin, su ve gaz alışverişini düzenler. Özellikle doku hormonları kompleks ve çok yönlü reaksiyonlara iştirak edip, Relaksin, Angıotensin ve Eritropoetin olmak üzere üç ana başlıkta incelenir.
Relaksin
Relaksin özellikle doğumu kolaylaştırıcı etki yapıp, ayrıca vücutta yer alan bağ dokunun elastiki hale gelmesini sağlayan bir hormondur. Dolayısıyla söz konusu hormonun sentez edemediği durumlarda tedavi için ilaç verilmesi icap eder.
Eritropoetin (EPO)
Eritropoetin böbrekten eritrosit yapımını uyarmak için salgılanır. İşte bu amaçla salgılanan salgıya ESH hormonu denir. Aynı zamanda eritropoetin demirin (Fe) eritrosite girmesini sağlar.
Hormon etkisi gösteren maddeler (Parahormonlar)
Uyardıkları dokularda sentez edilip kan yoluyla taşınmaya gerek kalmadan aynı dokuda görevlerini yürüten hormon benzeri salgılara parahormon denip, bunların çoğu protein kalıbında amino asit dizilerinden yapılmıştır. Yani bunlar çoğunlukla küçük moleküler yapıda olmayıp kısa zincirli polipeptit ve protein diziliminden ibaret yapılardır. Keza parahormonlar iç salgı bezlerinden salgılanmadıkları için kan yoluyla ilgili dokulara gidip hacimsel olarak integrasyon etki gösteremezler. Bu yüzden bunların hormon olup olmadığı kesinlik kazanmış değil. Ancak örnek olarak birkaç parahormandan söz edebiliriz. Mesela iltihap dokusunda teşekkül eden Leukotoxin, pyridoxin(vitamin B6) ile epifizden çıkan melatonin ve Trotropinler tipik parahormonlardır.
Şurası muhakkak sindirim mukozalarında meydana gelen bir kısım hormonlar sindirim sistemi üzerinde etkisini gösterip, bu tip parahormonlar intestinal dış salgıları çoğaltan sekretogog olarak bilinir. Diğer bir grup ise ilgili dokularda etkisini gösterip, bunlar serotomin, histamin ve tiramin maddeleri olarak adından söz ettirirler. Nitekim bu maddeler birçok yaptırıcı etkilere sahiplerdir.
Mide bağırsak parahormanları
Gastrin
Gastrin tek zincir polipeptit bir yapıda olup daha çok midenin pilor mukozasında üretilen bir salgıdır. Belli ki gastrin yüklenmiş olduğu misyon gereği kan yoluyla mide salgısı yapan hücrelere taşınıp, taşındığı alanda derhal hidroklorik asit salınmasına yönelik uyarımın gerçekleşmesine vesile olur. Derken bu uyarımın neticesinde vagus siniri mide salgısını artırmış olur. Şayet gastrin salgısı aşırı salgılanırsa pepsinde o oranda artış kaydedecektir.
Pepsin
Mide öz suyundan salgılanan Hidroklorik asidin yetersiz kaldığı durumlarda pepsin salgısının devreye girdiği malum. Böylece ağız yoluyla mideye inen gıdalar sindirilecek besin cinsine göre; ya gastrin-pepsin ya da sadece gastrin veya sadece pepsin salgı formatında ayrıştırma işlemine tabii tutulurlar. Mesela bunlar arasından pepsin salgısı doğrudan proteinleri etkileyip hem peptonları parçalar, hem de besinler lime lime edip küçülme işlemi gerçekleşir. Bilindiği üzere mide boş haldeyken sindirme özelliği olmayan pepsinojen konumda bulunur. Dolayısıyla pepsinojen refleks stimulasyon ve gastrinin kimyasal etki alanına girmiş olur. İcabında pepsinojen bir başka öğütücü özellikte hidroklorik asit etki alanına dâhil olup aktif pepsin (parçalayıcı enzim) hale çevrilir. Derken besinlerin mideye girişiyle ilgili işlemler kendiliğinden yürüyen oto katalitik nitelik kazanır. Fakat mide aşırı doygun olduğunda otomatik sistem alarm verip, bu durumda ister istemez sindirim güçleşecektir. O halde mide ne yapmalı? Elbette ki bu defa pepsinojenin pepsine dönüşme işleminin tam tersi bir uygulama cihetine gidilmesi icap eder, gereği yapılır da. Derken mevcut sistemin aksi yönde pepsin pepsinojen dönüşümüyle birlikte hidroklorik asit salınmasının önüne geçilmiş olunur. Anlaşılan pepsin sindirimle ilgili proteinleri ayrıştırma işlemini proteaz ve peptonlar vasıtasıyla gerçekleştirir, ancak aminoasitlere kadar parçalayamaz. İşte bu yüzden bu tür ayrıştırmaya eksik sindirme denilir. Tabii mutlaka eksikliği giderecek tedaviler olabilir. Nitekim pratikte (tedavide) pepsin ihtiva eden bazı haplar verilerek pepton sindirim faaliyetlerine yardım edilir. Zira pek az pepsin içerikli haplar parahormon olarak yerini alır.
Kolesistokinin
Kolesistokinin, duodenum içerisinde sentez edilen bir sindirim parahormanıdır. Esas görevi safra kesesinin büzüşmesini sağlamak, aynı zamanda safra ifrazatının dışarıya çıkmasını temin etmektir. Ayrıca kolesistokinin mide veya gastron parahomon salgısını da artırır. Böylece bağırsağa giren yağ miktarının çoğalmasıyla birlikte mide hararetinin yükselmesine neden olur.
Velhasıl; insanoğlu yediği yemeğin tuzunu bile ayarlamakta zorluk çekerken vücudumuzda kurulu hormon donanımı bizim haberimiz olmadan ince bir ustalıkla biyolojik dengemizi ayarlamaktadır. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer