CENNET YURDU
CENNET YURDU
ALPEREN GÜRBÜZER
George Gamow bir kitabında özetle; Hayat denilen olgunun aslında termodinamik kanunlarına aykırı olduğunu, buna rağmen yine de canlılık olabiliyor. Normalde Termodinamik kanunların gereği canlılığın olmaması gerekirdi. Belli ki araya giren faktör nedeniyle canlılık bir realite olarak karşımızda durmaktadır tarzında izah etmeye çalışır. Hatta bu izahını masanın üzerinde duran bir bardak suyla örneklendirir. Şöyle ki; su molekülleri tıpkı diğer moleküller gibi devamlı hareket halindedir. Düşünsenize hareket halindeki su molekülleri devamlı yukarıya doğru ivme kazansalar kim bilir halimiz nice olurdu. Olacak olan malum, sakin halden bir anda yukarıya doğru fırlayan su hortumu eşliğinde tsunami dalgasına benzer bir başka tufan olayıyla karşı karşıya kalacaktık. Neyse ki bizi koruyan güç sayesinde tehlikeli olmuyorlar. Demek ki fiziki olayların işleyişinde düzensiz moleküler hareket söz konusudur. Tek yönlü bir hareket olsaydı her an felaket kapımızı çalabilirdi elbet. Şimdilik böyle bir felaketin olmayışı imkânsız olmasından değil, vakti saati geldiğinde yaratıcı güç dilerse bu olay gerçekleşebilir de. Zaten bunun vuku bulması kıyamet anlamına gelip, ardından cennet ve cehennemin yer aldığı ebedi bambaşka bir hayatla buluşmak demektir. Bilindiği üzere cennette zaman ve ağırlık ivmesi olmadığından enerjiye ihtiyaç duyulmaz. Dünyada ise yer çekim ivmesi ve birtakım sergilediğimiz eylemlerimiz gereği enerjiye de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla yer çekim ivmesi sadece cisimleri değil hava akımını da yeryüzüne bağladığı için atmosferi oluşturan gazlar dünyamızdan kolay kolay firar edemiyorlar. Anlaşılan çekim gücü hem dünyamızı, hem de uzayda serbest halde dolaşan atomları denge de tutabiliyor. Böylece çekim ivmesinden nasiplenen uzaydaki atomlar kendilerini bir anda kozmik bulutların oluşmasıyla birlikte yoğunlaşıp yıldız kümelerini meydana getirmek gibi bir vazifenin içerisinde bulurlar.
Öyle anlaşılıyor ki dünyamız kendine özgü yarıçapı ve kütlesiyle ayarlanmış bir yer çekim kuvveti eşliğinde atmosfere göbekten bağlıyız. İyi ki de bağlıyız, çekim gücü sayesinde havanın yeryüzünde tutulmasıyla birlikte nefes almamız sağlanıyor. Yine keza çekim gücü sayesinde yağmur bulutlardan koparılıp rahmete bürünürüz. Dahası yer çekimi ivmesiyle ağırlığımız artıp ayağımız yerden kesilmemiş olur. Derken hallaç pamuğu misali dünyanın dış kabuğundan dışarı fırlamaktan kurtuluruz. Fakat eninde sonunda dönüp dolaşacağımız yer, ya cennet yurdu, ya da cehennem yurdudur. Nitekim yer çekim kuvvetine bağlı olarak cereyan eden birtakım eylemlerimizin bedenimizde açtığı yıpranmışlık bizi ihtiyarlıkla buluşturup, son nefesimizi teslim ettiğimizde sefasını ve cefasını sürdüğümüz dünya hayatından göçmemize neden olacaktır.
Hepimiz Arşimed kanunuyla adından sıkça söz ettiren Arşimed’i duymuşuzdur. Baksanıza adamcağız her zaman ki gibi banyosunu yapıyordu, ama bu sefer ki banyo diğerlerinden farklıydı. Zira elindeki hamam tasını gayri ihtiyarı su dolu kovaya düşürmüştü. Birde ne görsün tas suyun dibine dalmamış, tam aksine su üzerinde yüzüyordu. Bu durum karşısında heyecandan olsa gerek sevinç naraları eşliğinde ‘buldum, buldum..’ diyerek yarı çıplak bir vaziyette dışarı fırlayıverir. Tabii etraftan görenler, onun bu halinden dolayı delirmiş dediler. Oysa Arşimed Allah’ın bir kanunu olan suyun kaldırma kuvvetini bulma heyecanından olsa gerek çıplak olarak bile dışarı çıkmaktan kendini alıkoyamamıştı. Ne diyelim inşallah Arşimed’in sevincine benzer bir durumla bizler de sefasını ve cefasını çektiğimiz şu dünyanın üzerimizdeki ağırlığından kurtulup, kuş tüyünden hafif diyebileceğimiz cennet denizinde yüzenlerden oluruz.
Peki, madem suyun kaldırma kuvveti var, o halde havanında kendine has kaldırma kuvveti olmalı. Nitekim bu kuvvetten söz edecek bilge insan çıkar da. Nasıl ki suyun kaldırma kuvvetini Arşimed bulduysa Otto von Gueric’te baroskop denen aletle havanın kaldırma kuvvetini keşfetmiştir. Aslında gerek Arşimed, gerekse Otto von Gueric’in keşfettiği bu kanunlar cennet yurdumuzda bir gün bir balık misali suda yüzeceğimize dair işaretler taşıdığı gibi, aynı zamanda bir kuş misali uçacağımıza dair müjdelerdir. Anlaşılan asıl yurdumuz narin, bir o kadarda hafif su kaldırma kuvvetini andırır rahatlıkta kurulu bir mekân.
Belli ki Kur’an da; “Sidretü’l Münteha’da ki barınılacak cennet, onun yanındadır” (Necm suresi ayet 4–15) ayetinde geçen ‘Sidretül münteha’ ile yaratılış ve mekânlar arasındaki sınıra vurgu yapılıyor. Mesela Peygamberimiz Miraç’a yolculuk yaparken sidretü'l münteha’ya geldiğinde melek; ‘Ben ancak buraya kadar gelebilirim, bundan ötesine taşamam’ diyerek Allah’ın izniyle Peygamberimize mekân ve zamanın ötesine geçme imkânı tanınmıştır. Yani Allah Resulü maddi boyutun ötesine ilahi izinle geçerek miraç gerçekleşmiştir.
Bilindiği üzere kutsal kitaplarımızda sekiz adet cennet varlığından bahsedilir. Özellikle bunlar arasında Cennetül Meva’nın maddi sınırın bittiği yerden başladığına dikkat çekilmektedir. Hakeza Allah-ü Teala Cennetten bahsederken; “Altından ırmaklar akan cennet’’ diyor. Peki, neden 'içerisinden akan cennet ırmağı' değil de, 'altında ırmaklar akan cennet' ifadesi yer alıyor hiç düşündünüz mü? Çünkü ırmağın altından akması tam manasıyla fiziki gerçeği ortaya koyuyor. Zira ağırlık ve çekim etkisinin yumuşaklığını anlamlandırmak için ‘Altından akan ırmaklar’ ifadesi dikkatimize sunulmuş. Zaten aksi söz konusu olsaydı kütle çekim veya ağırlık akla gelecekti ki, bu durum zaten dünyamıza mahsus fiziki bir olaydır. O halde Rabbül Âlemin dünya hayatı ile cennet hayatının arasındaki farkı ortaya koyacak bir beyanla fizik ötesi âleme dikkatimizi çekmeyi murat etmiştir. Böylece Allah-ü Teala narin ve zariflik gereği “altından ırmaklar akan” diye nitelendirdiği cenneti inananlara hediye eyleyecektir. Aynı zamanda bu ifade bize cennetin annelerin ayağı altında olduğunu da hatırlatıyor.
Demek ki; âlemlerin her biri açılan sayfalar hükmündedir. İşte bu açılan sayfalardan biri de cennettir. O halde ne mutlu sonsuzluk üzere dizayn edilmiş cennet yurduna kavuşabilene.
Velhasıl, ölümlü dünya ile ölümsüz cennetin farkını gravitasyon (kütle çekim) kavramı ile aralamaya çalıştık ancak, sonrası bilgimizin ötesinde ve bizleri aşar da.
Vesselam.
https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer
dedekorkut1
4 Şubat, 2022 - 18:31
Kalıcı bağlantı
ASLİ VATAN CENNET YURDU
ASLİ VATAN CENNET YURDU
SELİM GÜRBÜZER
Ukrayna asıllı Amerikalı fizikçi ve kozmolog George Gamow bakın ne diyor: “Hayat denilen olgunun aslında termodinamik kanunlarına aykırı olduğunu, buna rağmen yine de canlılık olabiliyor. Normalde Termodinamik kanunların gereği canlılığın olmaması gerekirdi. Belli ki araya giren bir takım etken faktörler nedeniyle canlılık bir realite olarak karşımızda durmaktadır.” Ve bu ileri sürdüğü tezi az ötede masanın üzerinde duran bir bardak suyla örneklendirerekten bilim dünyasına sunmayı ihmal etmez de. Tabii bilim dünyasına gösterilen bu örnek sunumda bizim için asıl ders çıkarmamız gereken husus zaten doğup büyüdüğümüz bize ait olan topraklarda suya bakışımızın ‘ab-ı hayat’ bir bakış olmasıdır. Şayet suya bakışımız ab-ı hayat bir bakış açısından değil de kimyasal bileşik yönden bakacak olursak su moleküllerinin tıpkı diğer moleküller gibi hareket halinde olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ancak bu hareketlilik asla gelişi güzel bir hareketlilik değildir, her şeyde olduğu gibi ab-ı hayat suyun akışı içinde ilk yaratılışında belli kanunlar belli ölçüler tayin edilmiştir. Öyle ya, hareket halindeki su moleküllerinin ezelde kendisine tanınmış belli ölçülerin dışında normal yatağında akmayıp da devamlı olarak yokuş yukarıya doğru akmış olsaydı tüm insanlığın bir dizi felaketlerle karşılaşacağı muhakkaktı. Bir an yatağında akan suyun sakin halden yüksek basınç kuvvetiyle hortum misali yokuş yukarılara doğru yükseldiğini düşünün, bu durumda ya tıpkı bulutlardan yerle gök arasına kadar uzanan büyük yıkıcı güce sahip hortum felaketi yaşardık ya da Tsunami dalgasına benzer bir tufan hadisesiyle karşı karşıya kalırdık. Malum dünyanın çeşitli yerlerinde zaman zaman televizyon haberlerinden izlediğimiz felaket haberleriyle gelecekte bir takım fiziki olayların dalga dalga büyüyeceğini ve büyük bir tufanın kopmasının an meselesi olduğunu şimdiden görebiliyoruz. Gelecekle ilgili öngörülerimiz bize öyle gösteriyor ki küresel çapta her an volkan misali patlamaya hazır düzensiz molekülerin içten içe hareketiyle birlikte büyük bir kıyamet patlaması yaşanacaktır.
Evet, zaman zaman karşı karıya kaldığımız istisnai kabilden olağan üstü felaketler hariç şimdiye kadar dünya ölçeğinde küresel çapta hemen her gün geceli gündüzlü bir dizi felaketler zinciriyle karşılaşmıyorsak bunun sebebi ta evrenin yaratılışında orijinal kanunlarla işleyen kurulu nizamının Yüce Allah’ın “Ol” emri doğrultusunda bugüne dek vazifesini yerine getiriyor olmasındandır. Ta ki bu durum Yüce Allah’ın “Yok” emri fermanı gelene dek kurulu nizam devam edecekte. Hiç kuşkusuz dünya fani, baki olan sadece Allah’tır. Hatta her daim ab-ı hayat gözüyle baktığımız suyun da vakti saati geldiğinde şimdiye kadar ki vazifesinin dışında bir bakmışsın dünyadaki tüm kıtaları yutacak şekilde karşımıza Tsunami felaketi olarak her an çıkması pekâlâ mümkün diyebiliriz. Baksanıza küresel ısınmayla birlikte kutuplardaki buzulların hızla erimeye yüz tutmuş olması daha şimdiden bizi bekleyen büyük kıyametin kopacağına dair alarm zilinin çalacağının işaretini vermekte. Zaten bilim adamlarının adına ‘kıyamet günü buzulu’ dedikleri bu türden alarm veren buz erimelerinin ve buz kaymalarının dünyanın gidişatının ileriki evrelerinde domino etkisi yaparaktan Antarktika’daki diğer buzulları da ardından sürükleyecek küresel çapta büyük bir felaketin yaşanacağına kesin gözüyle bakılmakta bile. Ki, küresel boyutta buzulların sürükleyeceği böylesi bir felaket tabloyla karşılaşmak kıyametin kopuşu demek olacaktır. Malum, kıyamet koptuğunda fani olan hiçbir şey aslını koruyamayıp ahirette ebediyete mal olacak yeni bir format âlemle yüzleşmiş olacağız. Nitekim kıyametin kopuşuyla birlikte ab-ı hayat suyun dünya tarlasındaki akış konumu bu kez format değiştirip ahiret tarlasındaki akacak olan yatağı doğrultusunda bir formatta ivme kazanacaktır. Bir başka ifadeyle ahiret tarlası cennet ve cehennemin yer aldığı bambaşka formatta ebedi bir âlemdir. Şu an yaşadığımız dünya tarlasından çok farklıdır. Nasıl mı? Bilindiği üzere zaman, ağırlık, çekim kuvveti gibi pek çok fiziki kanunlar dünya için geçerli kanunlardır, bu tür dünya formatında ki kanunlar Cennette yok hükmündedir. Dolayısıyla cennette enerjiye de ihtiyaç kalınmayacaktır. Dünya hayatımızda malum yer çekim kanunlarına tabii olmamız hasebiyle kendi kendimize gerçekleştirdiğimiz pek çok eylemlerimiz için mutlaka enerji sarf etmemizi gerektirir, bu kaçınılmazdır. Bu arada unutmayalım ki, kütle çekim ivmesi sadece dünya sathında konumlanmış cisimlere has bir özellik değildir, gök cisimleri de buna dâhildir. Nitekim zaman zaman gök cisimlerinin yörüngesinde ve yüzeyinde ki cisimlerin gerek güneşin çekim ivmesinin etkisiyle gerekse gezegenler arası çekim etkisiyle tıpkı meteor taşları türünden düşmelere yol açabiliyor. Ancak buradan şu anlaşılmasın çekim kuvveti sadece düşmek için vardır diye, hiç kuşkusuz çekim kuvveti daha çok tüm gök cisimlerini dengede tutmak için vardır. Örnek mi? İşte kütle çekim kanununu güneşin çekim gücüne bağlı olarak dünyada deniz kabarmalarına yol açan gel git hadiseleriyle gözlemleyebildiğimiz gibi atmosferdeki hava akımını yeryüzüne bağlama cihetiyle de ivme kazandığında dünya atmosferini oluşturan gazların bulundukları konumdan öyle kolay kolay uzaya firar edemediklerini de gözlemleyebilmekteyiz. Anlaşılan o ki, kütle çekim kuvvet kanunu hem dünyamızı hem de uzayda serbest halde dolaşan atomları denge de tutup ivme kazandırmak için vardır. Derken Yüce Allah’ın halk ettiği çekim kanununu sayesinde uzayda konumlanan atomlar bir anda kozmik bulutların oluşumuyla birlikte yoğunlaşıp yıldız kümelerini meydana getirmek gibi bir misyon yüklenmiş olurlar da. Öyle anlaşılıyor ki, dünyamız kendine özgü yarıçapı ve kendine özgü kütle yapısıyla sanki kurulu saat misali hiç dur durak bilmeksizin yer çekim kuvvetinin etki gücü eşliğinde atmosfere göbekten bağlı konumlanmış durumdadır. İyi ki de göbekten bağlı konumdayız, baksanıza yerle gök arasında çekim kanunun etkisi sayesinde:
-Bir bakıyorsun soluduğumuz havanın dünya sathında dolaşıma girmesiyle birlikte nefes almamız sağlanmakta,
-Bir bakıyorsun atmosferde şimşek çakması eşliğinde yağacak olan yağmurun yer çekim kuvvetinin etkisiyle adeta bulutlardan paraşütle atlarcasına dünya sathına güvenli bir şekilde çizil çizil inişi sağlandığı gibi bizde bu arada beşer olarak yağan yağmurun rahmet ve bereketinden de istifade etmiş oluruz,
- Bir bakıyorsun yer çekimi kanunu sayesinde dünyada ayağımız yerden kesilmediği gibi bu arada dünyanın dış kabuğundan sağ sola savrulup fırlamaktan kurtulmuş oluruz da.
İşte yukarıda madde madde sıraladığımız içimizi ferahlatacak bu söz konusu kurtuluş reçetelerin hepsi bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Ama asıl bunlardan daha öte bizim için asl olan ebediyete mal olacak kurtuluş reçeteleri çok mühimdir. Bunun için de mutlaka cennet yurdunun kapısından içeri girebilmemizi sağlayacak kurtuluş reçetelerini uygulamaya ihtiyaç vardır. Düşünsenize kâinatın yaratılışından bugüne geldiğimiz noktada halen başımıza gök kubbeden taş yağmıyorsa evrenin yaratılışında kodlanmış çekim gücü kanunlarının milim sapmaksızın işliyor olması sayesindedir. Ancak şu da var ki evren kanunlarının da ömrü bir yere kadardır. Bu demektir ki dünyanın yaratılışından beri kodlanmış mevcut fiziki kanunlar bizi bir takım felaketlerden ancak bir yere kadar koruyabiliyor. İşte bir yere kadar denilen o nokta hiç şüphe yoktur ki büyük kıyamet denen hadiseyle nihayet bulacaktır. Ki o gün geldiğinde dünya için geçerlilik arz eden kanunlarında miadı dolacağından değil tüm insanlığı korumak kendini bile korumaktan aciz kalacaktır. Dahası gerek dünya için geçerlilik arz eden kanunların son bulmasıyla gerekse dünyada yer çekim kanunlarına bağlı olarak üzerimize ağırlık oluşturan birtakım eylemlerimizin bedenimizde yol açtığı yıpranmışlığın getirdiği ihtiyarlık ve ardından gelen ölümle birlikte ahiret kanunlarıyla buluşmamıza kapı aralanmış olacaktır. Derken eninde sonunda dönüp dolaşacağımız mekân, yani en son konaklayacağımız ebedi durağımız ya cennet yurdu olacaktır ya da cehennem. Hiç şüphe yoktur ki ebedi yurdun kapısından içeri girdiğimiz de burada dünyadaki gibi yer çekim kanunlarının bir hükmü olmayacağından artık tüm ağırlıkların üzerimizden kalkıp yerini ya cennet yurdunda uçmaya ya da cehennem yurdunda yanmaya bırakacaktır.
Şayet ağırlıkların üzerimizden kalkması nasıl bir şeydir diye merak edip bunu araştırmaya koyulduğumuzda bunu dünya için geçerli olan kanunlar üzerinden bile örneklendirmemiz pekâlâ mümkün. Şöyle ki hemen hepimiz Arşimed kanunuyla adından sıkça söz ettiren Arşimed hikâyesini duymuşuzdur elbet. Malum bu hikâye devrin Kralının kuyumcudan aldığı tacın saf altından mı, yoksa gümüş bakır karışımından mı hazırlandığı kuşkusu üzerine başlar. Kral bunun üzerine dönemin süper zekâsı diyebileceğimiz şu hepimizin bildiği meşhur Arşimet’i sarayına çağıraraktan kafasına takılan kuşkuların giderilmesini talep eder. Derken Arşimet günlerden bir gün yıkanmak için girdiği banyoda bir yandan Kralın kuşkularını giderecek suallerin cevabını düşünürken diğer yandan da küvete su doldurmakla zihnen meşgul oluyordu. Hatta öyle o kadar zihni meşguldü ki neyse ki küvette ki su taşmadan son anda musluğu kapatması gerektiğini akl edebilmişti. Sıra yıkanmaya gelmişti ki, küvete girer girmez birde ne görsün taşan suyun hacmi, küvette suyun içinde duran vücudunun hacmine eşit hacimde taşmış durumda. Böylelikle taç gibi katı maddelerin hacminin bu metotla çok rahatlıkla ölçülebileceğini fark ediverdi. Öyle ya, şayet taç ağzına kadar suyla dolu bir kabın içine daldırılırsa su taşacaktır, dolayısıyla taşan suyun hacmi ölçüldüğünde ister istemez tacın hacmi de kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır. Derken kuyumcu huzura çağrılır, eski saf altından yapılı taçla yeni tacın mukayesesi için her iki tacı da eşit hacimde ayrı ayrı ağzına kadar su dolu kapların içine daldırıldığın da yeni tacın daha çok su taşırdığı görülür. Malum kuyumcular saf altını 24 ayar olarak adlandırırlar hep, şayet bir altın 14 ayar ise biliniz ki o 14 ayar altının içinde %58 altın, bakır veya başka metallerle karışım halde desteklenmiş bir altındır. Her neyse günün sonunda Arşimet’in ‘buldum, buldum..’ diyerekten sevinç naraları eşliğinde yarı çıplak bir vaziyette dışarı fırlatan bu öykünün arka planında yatan hakikati şöyle enine boyuna bizim zaviyemizden baktığımızda Yüce Allah’ın ezelde yarattığı suyun kaldırma kuvveti kanununu bulmanın sevinç çığlığının dışa taşması hadisesi olarak yorumlamamız icab eder. Arşimet açısından meseleye baktığımızda ise Kralın kafasına takılan suallerin cevabını bulmanın iç dünyasında dalgalanmanın verdiği heyecanla “buldum buldum” dediği zaten tabiatta var olan kanununu açığa çıkarmanın ta kendisi bir çığlıktır bu. Tabii etraftan onun bu halde görenler hakkında delirmiş deseler de çokta önemi yok nihayetinde böylesi bir kanunu bulmak adına deli yaftası yemeye değer de. Kaldı ki Arşimet bu kanunu bulmakla Yüce Allah’a inananlar üzerinde yeni bir ruh iklimi, yeni bir heyecan dalgası oluşturmasına vesile olur. Nitekim bulduğu kanunun inananlar üzerinde ki zahiri etkisi sefasını ve cefasını çektikleri şu fani dünyanın sırtlarına bindiği yük ağırlığından bir an evvel kurtulma arzusunun yanı sıra birde öteki âleme yol alırken ruh dünyalarında kuş tüyünden hafif altından ırmaklar akan Cennet yurdunun ‘Kevser’ havzasında doyasıya su içme iştiyak etki oluşturmasıdır.
Arşimet prensiplerinden de öyle anlaşılıyor ki, su kendi yoğunluğundan bile az yoğunluğu sahip olan cisimleri yüzeyine kaldırma kuvvetiyle itebiliyor. İşte yoğunluk farklılıklarından ortaya çıkan kaldırma kuvveti etkisiyle su üzerinde yüzen cisimler tıpkı tahta parçalarında olduğu gibi itme kuvveti sayesinde yüzer hale gelebiliyorlar. Peki, tüm bunlar iyi hoşta, suyun kaldırma kuvveti olur da havanında kaldırma kuvveti olmaz mı? Elbette ki olur. Hem nasıl ki suyun kaldırma kuvveti denen bir kanun var mıdır sorusuna Arşimet’in yıkanmak için girdiği küvet hadisesiyle böylesi bir kuvvet kanunun varlığının cevabı karşılık bulduysa aynen öyle de Otto von Gueric’te baroskop denen aletle de havanın kaldırma kuvveti var mıdır sorusunun varlığının cevabı da kendiliğinden karşılık bulmuş oldu. Her neyse sonuçta gerek Arşimed, gerekse Otto von Gueric’in keşfettiği kaldırma kuvvet kanunlarının zihnimizde ufuk açtığı şundan besbellidir ki hem cennet yurdumuzda altından akan ırmaklarda tıpkı bir balığın yüzmesi şeklinde su üzerinde hafif kalacağımızı söz eder hale gelmiş durumdayız, hem de bir kuş misali uçacağımızdan. Hele mademki tabiat kanunları da icabında öteki âlem için bir ipucu delil, bir işaret veri olabiliyor, o halde ne duruyoruz inananlar için hazırlanmış kuş tüyü misali hafif mi hafif, narin mi narin altından yumuşakça akan ırmakların aktığı böylesi mükemmel hat üzere kurulu asli cennet vatandan niye söz etmeyelim ki. Bakınız Kur’an da; “Sidretü’l Münteha’da ki barınılacak cennet, onun yanındadır” (Necm suresi ayet 4–15) ayet mealinde geçen ‘Sidretül münteha’ ifadesiyle yaratılış ve mekânlar arasındaki sınıra işaret buyurularaktan inananlar için o hatta konumlandırılmış asli cennetin varlığı müjdelenmekte bile. Hakeza Miraç mucizesi de inananlar için zaman ve mekânı aşacak boyutta müjde bir yolculuk hattıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) Mirac’a yolculuk yaparken Sidretü'l Münteha’ya geldiğinde melek; ‘Ben ancak buraya kadar gelebilirim, bundan ötesine taşamam’ diyerek Allah’ın izniyle Peygamberimiz (s.a.v)’e mekân ve zamanın ötesine geçme imkânı tanınmıştır. Yani bu demektir ki Allah Resulü maddi hat sınırının ötesine ancak Yüce Rabbimizin izniyle geçip Mirac Mucizesi gerçekleşebilmiştir. Hatta Allah Resulü (s.a.v) bu yolculukta Kevser havuzundan şöyle söz eder de:
-“Ben Cennet’te yürürken önüme nehir çıktı. Onun iki kenarı da inci kubbelerinden ibaretti. Meleğe dedim ki; “Bu nedir?” Melek: “İşte bu, Allah’ın sana verdiği Kevser’dir.” Dedi. Sonra melek elini nehrin toprağına uzatıp ondan misk çıkardı. Ardından ben, Sidretül Müntehaya yükseltildim. Orada büyük bir nur gördüm” (Bkz. Tirmizi).
Yetmedi Mirac dönüşü Allah Resulüne ‘Kevser’ nedir diye de sorulduğunda Resulullah (s.a.v)’in verdiği cevap son derece manidardır. Cevaben der ki:
-“Kevser, Allah’ın Cennette bana verdiği bir nehirdir. Toprağı misktir. O sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Ondan kuşlar su içmeye gelir. O kuşların boyunları deveboyunları gibidir.” Ve bu arada Hz. Ebubekir (r.a):
-“Ey Allah’ın Resulü, bunlar ne hoş şeylerdir” der. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) tebessüm ederek:
- “Onları yemek daha hoştur” der.(Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned)
Malumunuz cenneti varlığı sadece Miraç mucizesiyle teyid edilmiş değildir, diğer semavi kitaplarda da sekiz adet cennet varlığından bahsedilir. Özellikle bunlar arasında Cennetül Meva’nın maddi sınırın bittiği yerden başladığına dikkat çekilir. Hatta Allah-ü Teâla kullarına halk ettiği cennetten beyan buyururken “Altından ırmaklar akan cennet’’ diye beyan buyuruyor. Dikkat edilen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ayet-i kerimede 'içerisinden ya da üstünden akan cennet ırmağı' ifadesi geçmiyor, adeta altı çizilerekten üzerine basa basa 'altında ırmaklar akan cennet' ifadesi geçiyor. Öyle ya, ‘içerisinde’ ibaresiyle ‘altından’ ibaresi farklı tonlamalardır. Dolayısıyla altından akan ırmaklar ifadesinden maksat nedir ne değildir diye dikkatlice odaklanmamızda fayda vardır elbet. Gerçekten de bu ifadeye odaklandığımızda ırmağın altından akması ifadesi tam manasıyla bir fiziki gerçeği ortaya koymaya yeter artar da. Belli ki Yüce Allah (c.c) beşer idrakinin bu fiziki hadiseyi idrak etmesi için özellikle ağırlık ve çekim etkisinin yumuşaklığını anlamlandırmaya yönelik ‘Altından akan ırmaklar’ ifadesiyle kelamını dikkatimizi celb eylemiştir. Farzı muhal şayet ayet-i celile de geçen bu ifadenin yerine 'içerisinden akan cennet ırmağı' geçmiş olsaydı bu kez ağırlık ve çekim etkisinin yumuşaklığından söz etmeyip tam aksine Newton’un keşfettiği yer çekim kanunundan, yani kütle çekim veya ağırlık etkisinden söz ediyor olacaktık. Ki böylesi fiziki hadise zaten dünyamıza mahsus fiziki bir hadisedir, asla asli vatan cennet yurdumuza ait bir fiziki hadise değildir.
Evet, Rabbül Âlemin beşer idrakinin anlayabileceği bir kelamı üslupla dünya hayatı ile cennet hayatının arasındaki farkı söz konusu ibarelerle ortaya koyaraktan fizik ötesi âleme dikkatimizi çekmeyi murat etmiştir. Hatta Allah-ü Teâlâ bundan öte narin ve zarif manasına gelebilecek “altından ırmaklar akan” diye tanımladığı cennet yurdunu inanan ve itaatkâr kullarına hediye etmeyi de murad eylemekte. Öyle ya, madem Yüce Rabbimiz böyle murad eyliyor, o halde inananlar olarak bize ‘cennet annelerin ayağı altındadır’ hadis-i şerifin sırrınca “altından ırmaklar akan” cennete girmek için Allah’ın emirlerine safı gayretle itaat etmek düşer.
On sekiz bin âlem sayfa sayfadır. Yani yaratılan her bir âlem yaprak yaprak açılan sayfalar hükmündedir. İşte bu açılan sayfalardan biri de cennettir. O halde ne mutlu sonsuzluk üzere dizayn edilmiş cennet yurduna kavuşabilene.
Velhasıl-ı kelam, ölümlü dünya ile ölümsüz cennetin farkını gravitasyon (kütle çekim) kavramı ile aralamaya çalıştık ancak, sonrası bilgimizin ötesinde ve bizleri aşar da.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/asli-vatan-cennet-yurdu-5504-kose-yazisi
dedekorkut1
19 Temmuz, 2023 - 20:22
Kalıcı bağlantı
KÂİNAT LABORATUVARINDA ALLAH’I HİSSETMEK
KÂİNAT LABORATUVARINDA ALLAH’I HİSSETMEK
SELİM GÜRBÜZER
Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır” anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin. Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık” olarak görmemize de yetmiştir. Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat, nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c) “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup) gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır” anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin. Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık” olarak görmemize de yetmiştir. Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat, nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c) “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup) gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer