ÇEVREMİZDEKİ TOKSİK MADDELER

ÇEVREMİZDEKİ TOKSİK MADDELER
ALPEREN GÜRBÜZER

Toksik maddelerin vücuda alınışı gıda, solunum ve suyla temas şeklinde düşünülebildiği gibi kapalı bir sistem içerisinde son derece kompleks kimyasal bileşikler şeklinde vücuda her daim girip çıkabilen maddeler olarak ta bilinmekteler. Zaten hayat denen iksir kapalı bir sistem içerisinde yer alan karmaşık bileşiklerin bir araya gelmesinden doğmaktadır.
Herhangi bir maddenin normal dozlarda vücuda alınması zararlı değil, ancak lüzumundan fazla alınması zararlıdır. Nitekim çocuklar gereğinden fazla şeker veya çikolata yedikleri zaman ya vücutta birtakım döküntülere ya da mide ağrılarına yol açtığı gözlenmiştir. Hatta bazen çok az miktarda alınan bir kimyasal madde bile bir anda vücudun biyokimyasal dengesini alt üst edebiliyor. Dolayısıyla öldürücü doz denen etken madde kilogram başına miligram olarak ifade edilir. Mesela siyanür (CN-)'ün iyon halinde insan üzerinde öldürücü etkisi vücut ağırlığının kg başına 1 mg doz olarak tespit edilmiştir. Mesela 91 kg ağırlığındaki bir insan için 91 miligramlık (CN-) dünya sağlık teşkilatı tarafından öldürücü doz olarak bildirilmiştir. Hatta bu bildiri Adli Tıp tarafından da kabul görmüştür.
Çevreden ilaç yoluyla yahut diğer çeşitli yollarla alınan fakat sık rastlanan düşük seviyede ki toksik maddelerin muhtemel öldürücü doz miktarı aşağıda yer alan tablodaki gibi elde edilmiştir.

Morfin 1–50 mg/kg
Aspirin 50–500 mg/kg
Metil alkol 0,5–5 gr/kg
Etil alkol 5–15 gr/kg

Toksik maddeler fareler üzerinde denenmek suretiyle yukarı tabloda gösterilen öldürücü doz oranları gibi tespit edilebilmektedir. Mesela hayvanlar üzerinde %50’den fazlası(Latel doz %50) öldürücü etki yapan madde LD 50 şeklinde sembolize edilir. Şurası muhakkak kimyasal dozların canlı üzerinde öldürücü etkisi canlılar arasında ki tür farklılığıyla da doğrudan bir ilişkisi vardır.
Toksik maddeler vücuttaki işleyiş şekilleri bakımdan korrosif zehirler ve metabolitik zehirler diye 2 sınıfa ayrılmaktadır.
Korrosif (korozif) zehirler
Korrosif zehirler doku üzerinde lokal olarak işleyen toksik maddelerdir. Kuvvetli asit ve alkalilerle dokuyu tahriş eden çamaşırhanelerde bulunan birçok oksidatlar, otomobil akülerinde bulunan H2O4 (sülfürik asit) ve temizlemede kullanılan tuz asidi korrosif zehirlerdendir. Bir insana 28 gr H2O4 (sülfürik asit) enjekte edildiğinde o insanda hemen ölüme sebep olabiliyor. Hatta az miktardaki dozu bile vücut metabolizmasında birtakım zararlara ve ağrılara kapı aralamaktadır.
Korrosif zehirlerin etki şekli
Genelde korrosif zehirler etkisini hücrenin suyunu alarak veya asit protonların artması şeklinde göstermektedir. Nitekim bu olayla hücre ölümü gerçekleşip akabinde ister istemez protein yapısının bozulmasına yol açmaktadır.
Bazı zehirler ise özel yollardan geçmek suretiyle etkili olmaktadır. Mesela I. Dünya harbinde kullanılan fosgen gazı atmosfere yayılmak suretiyle akciğer alveollerinde hidroklorik asit (HCl) şeklinde hidrolize edilerek akciğer ödemi (akciğerde su toplanması)'ne neden olmuştur. Ayrıca bu durum solunum yetersizliğine ve ölüme bile yol açmış.
Sodyum hidroksit (NaOH)’te kuvvetli bir korrosif (korozif) zehirli maddedir. Öyle anlaşılıyor ki NaOH, korrosiflik bakımdan ister asit, isterse baz olsun fark etmez, herhangi bir kimyasal reaksiyon içerisinde tükeninceye kadar etkisini sürdürebilmektedir. O halde toksik iş yapan korrosif madde ile tahribata uğrayan madde arasında doğru orantı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz.
Başta zehirli sarmaşık ve sumak olmak üzere birçok bitki zehirli özellikleriyle dikkat çekmektedir. Bu tip bitkileri diğerlerinden ayıran en önemli ayrıntı, hiç kuşkusuz bünyelerin de yer alan karbolik asit (Fenol-C6H5OH) ihtiva eden toksik madde bulunmasıdır. Dolayısıyla zehirli bitkilere maruz kalanların kesin tedavisi yapılamamakla beraber, neyse ki zehirin deriye nüfuzu ancak 15 dakika içerisinde gerçekleştiğinden çabucak yıkamakla veya deri trisodyum fosfat(sabun)'la ovuşturularak derhal uzaklaştırılabiliyor.
Bilindiği üzere oksijen atomu ile oksijen moleküllerinin birleşmesinden ozon meydana gelmektedir. Ozon (O3), NH2 formundaki azot amonyum (NH4) formuna (yaprak üresi-amonyum) çevrilerek ya da I (iyot) enzimlerin reaksiyonlarını inhibe ederek zehir etkisini göstermektedir. Ayrıca ozonun biyolojik işlemler (process) arasında ilişkisi artık bir sır değil.
Bu arada günümüzde çok yaygın olarak adından söz ettiren korrosif zehirlerin toksik etkilerini ve temas şekillerini şöyle tanımlayabiliriz:
HCl (Hidroklorik asit)- Asit hidrolizi şeklinde etki yapar. Aynı zamanda ev dezenfektanı olarak kullanılır.
H2O4 (sülfürik asit) - Özellikle otomobil ve akü sanayinde kullanılır.
Fosgen-Doku suyunu alarak okside eder.
Klor (Cl2) yanması- Özellikle plastik sanayinde kullanılır.
NaOH-Baz hidrolizi yapar. Aynı zamanda lağım temizlemede kullanılır.
Trisodyum fosfat- Özellikle Deterjanlar ve el temizleyiciler olarak kullanılır.
Na3BO4 (sodyum perborat)-Baz hidrolizi olup çamaşır deterjanları, bozuk temizleyiciler ve petrol istasyonlarında satılan motor yıkayıcıları olarak kullanılır.
NO2(Azot dioksit)- Okside edici olup temas ettiği doku NO2‘ı alarak yükseltgenmektedir.
I (iyot) -Yüksek hayvanların çoğunda bulunan bir okside edici maddedir. Ayrıca I (iyot) troit hormonunun önemli bir bileşiği olup, aynı zamanda hayati fonksiyon icra eden elementlerin en ağır olanı olarak dikkat çekmektedir. Hatta birçok ağır maddeler toksik tesir yapıp, iyotta bu ağır olanlardan sadece bir tanesidir. Nitekim iyotun vücutta fazlalık vermesi guatr zehirlenmesine yol açabilmektedir.
Hipoklorit- Özellikle okside edici madde olarak ağartıcılıkta kullanılmaktadır.
Peroksit iyonu- Özellikle ağartıcılıkta kullanılır.
Oksalik asit- Özellikle okside edici kalsiyum (Ca) çökelticisi, çay işleminde, boya sanayinde ve ağartıcılıkta kullanılır.
Metabolik Zehirler
Bunlar doku bozucu olan korrosif zehirlerden daha şiddetli ve daha sindirici iş gören zehirlerdir. Telafisi zor olan, aynı zamanda büyük zararlar veren, hatta vital olarak cereyan eden biyokimyasal mekanizmalar içerisine girerek ölümcül ve kurtarılma şansı olabilecek hastalıklara uygulanan maddelerdir. Metabolitik zehirler çok çeşitlidir. Bunlardan birkaçı CO, CN-, Flora asetik asit, Ağır metaller ve Nörotoksinlerdir.
CO (karbon monoksit)
Daha önceleri karbon monoksit(CO)’in dokuları oksijensiz bırakmak suretiyle etkili olduğu düşünülüyordu. Hatta daha sonraları CO + Hb birleşmesinin oksihemoglobin (O2 + Hb) birleşmesinden daha kararlı ve uzun ömürlü olduğu deneylerle ispatlanmıştır. Kanda normal olarak O (oksijen) taşıyıcı olarak bilinen oksihemoglobin, oksijeni serbest bıraktıktan sonra CO2’i tutarak karboksihemoglobin kompleksi konumuna geçer. Hatta bu kompleks bozularak aralarında ki bağ çözülmekte, derken oksijen temin etmesi gereken Hb (hemoglobin) serbest kalamama nedeniyle CO tarafından bloke edilmektedir.
Hemoglobin “Hem” denilen demirli bir bileşik ile globülin denen proteinden yapılmıştır. Böylece karbon monoksit (CO) bu “Hem”e doğrudan sıkıca bağlanmaktadır. Otomobil ve kamyon eksozları, gaz motorları, foil yakan fırın ve kalorifer bacaları, kömür ocakları, maltozlar ve diğer çürüyen yapraklar karbon monoksit (CO)’in esas kaynaklarıdır. Dolayısıyla tam manasıyla yanmayan maddelerin organik kısmında bulunan CO bileşiğini tütsü eşliğinde dışarıya serbest halde bırakılabilmektedir.
Havada 1/100 karbon monoksit (CO) bulunduğu takdirde 4 saat içerisinde yaşlı bir insan kanının % 60 kadarını hemoglobinden mahrum bırakacak şekilde bağlanabilmektedir. Yani insan kanındaki hemoglobin ile karbon monoksit (CO) kompleksi 4 saat zarfında solunum hızına bağlı olarak karbon monoksit (CO) tarafından bağlanmaktadır. Hatta Atmosferdeki CO konsantrasyonu ile yaşlı bir insandaki hemoglobin bağlama oranı aşağıdaki tabloda yüzde olarak şöyle elde edilmiştir.

CO’in havadaki konsantrasyonu %0001 %0002 %0010 %1
CO ile doymuş hemolobin yüzdesi(%) %17 %20 %60 %90

Havada 1/1000 karbon monoksit (CO) bulunduğu zaman oksijen molekülleri 200 kadar olup, eğer bu nispet daha da artarsa oksijen o oranda azalacak demektir. Yani 1 mol karbon monoksit(CO)’e karşın oksijen miktarı ters orantılı bir seyir izlemekte. Fakat burada oluşan dengesizlik bir şekilde O-CO2 bağlanması ile giderildiği düşünülmektedir. Mesela O→Hb reaksiyonu ile rekabet olan COHb (karbohemoglobin) reaksiyonu reverbsibl olduğundan zehirlenme halinde hasta derhal temiz havaya çıkarılarak ansızın teşekkül eden COHb + O2 → HbO2 + CO denklemi sayesinde yeniden yaşaması için gereken oksijene kavuşabiliyor. Bu durumda karbonmonoksit (CO) bir kümülatif (katlanmış, birikmiş) bir zehir değildir elbet, ancak beyin hücreleri gibi hassas bölgede kalıcı zararlar verebilmektedir. Yani söz konusu reaksiyona oksijen bağlanmadığı hallerde kan içerisinde ki COHb beyin hücrelerinde birtakım arızalar bırakabilmektedir. Çünkü karbon monoksit (CO) ile temasa geçen beyin hücreleri bir noktada oksijenden mahrum kalabiliyor.
2-CN (Siyanür)
Siyanür (CN )iyonu NaCN- gibi tuzlarda toksik bir ajan olarak siyanik bileşikleri yapmaktadır. CN aynı zamanda kuvvetli baz olduğu için bir çok asitle reaksiyona girmesiyle birlikte kolayca buharlaşan hidrosiyanik asit (HCN)’e dönüşebilmektedir. Örnek- Asetik asitle siyanür tuzu birleşince HCN uçucu olması dolayısıyla gemilerde CH3 + NaCN → CH COONa + HCN şeklinde reaksiyon vermektedir.
Bu arada HCN (Hidrosiyanik asit) 26 santigrat derecede buharlaştırıldığında böceklerin stigmalarına girip haşaratları kolayca öldürdüğü için dezenfektan olarak bile kullanılabilmektedir.
CN iyonu tabii olarak kiraz, erik, şeftali, elma ve kaysı çekirdeklerinde de bulunur. Nitekim HCN (Hidrosiyanik asit) bu tohumların hidrolizi ile elde edilmektedir ki;
Amipladin + H2O → HCN Glikoz + benzaldehit şeklinde formüle edilir.
CN iyonu amipdaline bağlandığı müddetçe zehirli değildir. Muhtemelen elma ve şeftali tohumunun sıcak asitte hidroliz edildiğinde HCN oluşmakta olup, ancak bu noktadan sonra tehlike teşkil etmektedir. Hatta fazla miktarda elma çekirdeği yemek suretiyle zehirlenen insanların kitle halinde hastanelik oldukları bilinmektedir. Amipdalin sadece tohumlara has bir özellik olmayıp şeftali yapraklarında da bulunur. Fakat elma çekirdeği 0,012 gr yendiğinde vücut için zararlı olmadığı tespit edilmiştir. Elma kabukla yendiğinde ise zehir etkisi %36’dan %25’e düşebiliyor.
Öyle anlaşılıyor ki CN en fazla zehir etkisi gösteren zehirlerden biri olarak yerini almaktadır. Mesela CN ağızdan doğrudan alındığında veya latel doz sınırına dayandığında 1 dakika içerisinde öldürücü olduğu gözlemlenmiştir.
CN zehirlenmeleri tıpkı CO zehirlenmesinde olduğu gibi solunum yetersizliğine neden olup fakat zehirlenme mekanizması karbonmonoksitten biraz farklılık arz etmektedir. Malum olduğu üzere ADP (Fe+2__Fe+3) → ATP şeklinde ifade edilen denklem Stokrom-c’de normal dönüşüm olarak kabul edilmekte. Şayet stokrom içerisinde yer alan Fe2 (demir), CN tarafından bağlanırsa Stokrom-c görev yapamayacaktır. Hatta hücrenin ETS (Elektron taşıma sistemi)’de Stokrom-b’den sonra inhibasyon görülecektir. Ki; bu durum:
ADP → ATP(Fe+2__ CN_) şeklinde denklemde yerini alacaktır.
Hücrede bulunan oksidaz enzimleri metalo protein yapılı enzimler olup Fe ve Cu (bakır) ihtiva ederler. CN oksidaz enzimleri CN grupları ile kompleksler teşkil ederek bu grupları redüksiyon ve oksidasyon olaylarından mahrum bırakırlar. Böylece bu mekanizma ile hücreye girmesi gereken veya biyokimyasal hayat için kullanılan oksijenin engellenmesiyle birlikte tedavisi mümkün olmayan hastalıklara ve ölümlere yol açabilmektedir.
Vücutta CN’in öldürücü etkisini yok etmek için bazı özel mekanizmalar bulunmaktadır. Hemen hemen bütün hücrelerde bulunan siyanürün tiyosülfat(S2O3) ile reaksiyona girmesiyle birlikte Rhodoneze gibi enzimler CN’i zararsız olan tyosiyanat'a (SCN) dönüştürürler. Çünkü siyanürün oksidatif enzim reaksiyonu reversibl olup CN- + S2O3 → SCN denklemiyle ifade edilmektedir.
3-Floro asetik asit
Floro asetik asit karbon-flor (C-F) bağı ihtiva eder. Tabiatta bu molekül (Floro asetik asit) bitkiler tarafından korunma mekanizması olarak sentez edilmektedir.
G. Afrika'ya has endemik olan Gifboar bitkisi öldürücü miktarda flora asetik asit ihtiva ettiğinden sığırlar bu bitkinin yapraklarını yediğinde felç olup, akabinde ölmektedirler. Ayrıca korunga yapraklarında zehir bulunup sığırlarda şişme yapmaktadır.
Sodyum flora asetik asidin sodyum tuzu sodyum flora asetattır. Özellikle asetat içeren birtakım Rodentisit marka zehirli maddeler kemirici hayvanlara karşı zirai mücadelede kullanılmakta olup, gelişmiş ülkelerde bu tip maddelerin satışı izinledir. Bu maddeler zehirli fakat kokusuz ve tatsız olduğu için fareler ürkmeksizin büyük zevkle yemektedirler. Sonu malum; ölüm olmaktadır.
Sodyum flora asetat vücutta sentez edilerek hemen krebs çemberinde inhibe edilmektedir. C-F bağı afinite enzimi ile tutulur. Eğer enzim zehir birbirleriyle kaynaşabilirse zehir derhal enzimin aktif bölgelerini işgal eder. Böylece enzim zehir maddesi ile inaktive edilerek bir miktarı bloke edilmek suretiyle ölüme sebep olmaktadır. Krebsin flora sitrat ile bloke edilmesi bunun tipik örneğidir. Nitekim akonitaz enzimi flor sitrat tarafından inhibe edilerek krebs devri bloke edilir. Bu iş iki basamakta olmaktadır. Şöyle ki;
a-Florasetik asit → Asetil Co-enzim-A → Flor sitrat → Oksaloasetat
b- Asetik asit → Asetil Co-enzim-A → Sitrat → Akonitaz → İzositrat → Oksalo asetat şeklinde sahne alıp son reaksiyonlarda flor sitrat teşekkül etmektedir.
4-Ağır metaller- Metabolik zehirlerin en yaygın olanı ağır metallerdir. Bunlar; Pb (kurşun), Hg (Cıva), Cd (kadmiyum), Th (Toryum) ve Cr (krom) olanları içine alır.
Arsenik
Arsenik bu grup içerisinde metal benzeri madde olmakla beraber, aslında gerçek metal olmayan, şiddetli zehirleyici olan ve bir o kadar da toksik tesire sahip bir bileşiktir.
Arsenik birçok besin bitkileri (bahçe bitkileri) ile toprakta bulunan öldürücü kimyasal madde olan pestisitler’den arsenik insektisitler (böcek öldürücü), herbisitler (yabani ot öldürücü), fungusitler (küf öldürücü) ve rodentist’lerin (kemirgen öldürücü) birkaçı ile Pb3(AsO4)2 (kurşun arsenat), kalsiyum arsenat, Cu3(As2O4)24H2O (bakır arseto arsenit-Paris yeşili) bileşiklerini oluşturmaktadır. Bugün arseniğin yukarı da sözünü ettiğimiz bileşikleri birçok besinler için dezenfektan olarak kullanıldığı gibi bitki, sebze ve meyvelere yönelikte arsenik veya arsenik bileşik içeren spreyler kullanılmaktadır. Nitekim kilogram başına 0,30 mg arseniğin depolarda meyvelerin saklanması için kullanılan spreyin sağlık yönünden zararı yoktur. Ancak sıkılan sprey belli bir sınırı aştığında zararlı olacağını da unutmamak gerekir.
Arsfenamin gibi bazı ilaçlar da arsenik ihtiva edip frengi hastalığı tedavisinde kullanılmaktadır. Arsfenamin metal artıkları sülfidrili inhibe ederek hücre enerjisinin enzim sistemleri üzerine olumsuz etki yapmaktadır.
I. Dünya harbinde arsenik ihtiva eden Lewisit gazı kullanılmış, bu gaza karşı askerlere toksik tesiri giderici Anti Lewisit ilaçlar verilmiştir. Ayrıca Anti-Lewisit ilaçlar piyasada (BAL) rumuzu ile tanınmaktadır. Hatta klinikte gıda zehirlenmelerinde bile BAL verilmektedir. BAL sadece arsenik için değil diğer birçok metal içinde zehir giderici veya zehir bağlayıcı olarak kullanılmaktadır. Nitekim BAL, arsenik veya diğer ağır metallerde ki sülfidril gruplarıyla bağlanarak onları faaliyetlerinden uzaklaştırır. BAL aynı zamanda Hg (cıva) ve arsenik zehirlenmelerine karşı acil servis hastaları için veya rutin (günlük) tedavide kullanılmak üzere standart bir şekilde hazırlanmış bir etken maddedir.
Hg (NO3)2 (Cıva Nitrat)
Kaplamada kullanılan toksik maddelerdir. Cıva (Hg) kaplanmış paralar ve diğer elden ele kullanılan maddelerde cıva mevcut olup her an zehirlenmelere yol açabiliyor. Hatta Hg (cıva) diğer metallere göre reaktif ve uçucu olduğundan deri tarafından kolayca absorbe edilebiliyor.
Cıva aynı zamanda çeşitli kaynaklardan etrafa salınan ve çevre kirliliğine yol açan en büyük faktörler arasındadır. Ancak hava içerisinde 0,02 mg/m3 miktarda bulunursa zararı yoktur. Bilakis bu miktar 0,05 mg/m3’ü aştığı zaman asıl o zaman canlılarda akut ve kronik zehirlenme başlayacak demektir.
Pb3 (Kurşun)
Kurşun maddesi tıpkı cıva (Hg) ve arsenikte olduğu gibi merkezi sinir sistemi de (beyin) etkilemektedir. Kaldı ki canlı dokular kurşun zehirlenmesine maruz kaldıklarında bu ağır elementi bünyeleri dışına atamamaktadırlar. Hakeza cıvada öyledir.
Yapılan analiz çalışmaları sonucunda bir takım gıda maddelerinde 100–300 mg, meşrubatlarda 20–30 mg, su borularında, kurşun borularından yapılan su kanallarında 100 mg/m3 oranında kurşun bulunduğu belirlenmiştir. Bunların her biri günlük iç içe girdiğimiz kirli kaynaklardır. O halde her gün vücudumuza az miktarda aldığımız kurşun gitgide kronik zehirlenmelere yol açabiliyor. Takriben bir insan günde deri yolu, sindirim sistemi yolu ve böbrek sayesinde 2 mg kurşunu dışarı atmaktadır. Zira günlük alınan kurşun miktarı atılanın altında kalmaktadır. Fakat kesif kurşunla çalışılan yerlerde vücuda fazla sinmesi halinde yumuşak dokuların haricindeki kemik ve kemik iliği merkezlerinde depolanarak zehrin etkisi bertaraf edilmektedir. Şayet yumuşak dokularda depolansaydı zehrin çok düşük dozu bile kronik zehirlenmeler yapabilecekti.
Kurşun tuzları tuzun çeşidine ve çözünürlük derecesine bağlı olarak etki yapar.
Kurşun Tetraetil denilen (C2H5)4Pb deri tarafından kolayca absorbe edilen maddedir. Keza metal kurşunda deri tarafından kolayca absorbe edilen bir madde olup daha çok mermi uç kısımları, kurşun kaplama kâğıtların kullanıldığı ambalaj dallarında görülür. Ama ne yazık ki bir zamanlar kurşun metal boya sanayinde çalışan işçilerin kronik zehirlenmeden öldüğü anlaşılamamıştı.
Maalesef her yıl 225 bin çocuğun kurşun zehirlenmesinden hastaneye yatışı gerçekleşmektedir. Nitekim 1969’da Amerika'da 1 günde 200 kadar çocuk kurşundan zehirlenmiştir. Kurşun kullanılan sanayi sektöründe çalışmayan binlerce kişide bile etrafa salınan kurşunsu toksik zehirler vasıtasıyla geçici veya kalıcı olarak bünyeye sirayet edebilmektedir.
Bazı fakir bölgeler pica (kurşunca zengin) maddelere özel iştahlarından dolayı bu tür yiyeceklerle beslenenlerde ister istemez kalp hastalığı ve anemi yaygın halde görülebilmektedir. Hatta kurşun kemiğe depolanırken kemiğin sünger yapısını tahrip ederek anoksi anemiye (oksijen yokluğuna bağlı kansızlık) neden olmaktadır. Zehirlenen insanda fazla olan kurşunu almak için etilen diamin tetra asetik asit (EDTA) kullanılır. Yani EDTA bal gibi iş görüp tedavi olarak EDTA’nın kalsiyum sodyum tuzu kullanılmaktadır.
Ca EDTA + Pb → PbEDTA + Ca
Radyum
Son derece parlak, beyaz aynı zamanda radyoaktif bir madendir. Sakın ola ki onun öyle parlaklığına bakıp ta cazibesine kapılmayın. Zira onu kullanırken çok dikkatli olmak icap etmektedir. Çünkü “Dışı seni yakar içi beni yakar” misali kendine özgü bir tuhaf radyoaktif ışınların ışık geçirmez kâğıdın altında bile fotoğraf filmlerini bozabilecek özelliği vardır. Şöyle ki; radyum elementi bünyesinde tuttuğu alfa, beta ve gamma ışınlarını sürekli dışarı neşrederek insanın içine işleyebilmektedir. Zaten radyum atomu yapısı gereği kendi iç dünyasında dönüşümler yaşayıp, bu dönüşümler esnasında helyum ve radon gibi radyoaktif gazlar açığa çıkarmaktadır. Anlaşılan o ki bu değişmeler uzun yıllar alabilmekte ve en nihayet yüzyıllar sonra radyum kurşuna dönüşebilmektedir. Bugün radyum atomun yaydığı radyoaktif ışınlar Tıpta kanser hastaların hücrelerini yok etmeye yönelik kullanılmaktadır.
3-Nörotoksinler
Bazı metabolik zehirler sinir sistemi ile sinirin işleyişini sınırlandıracak şekilde etkili olmaktalar. Bunlara örnek olarak kürar, striknin’in ve koku veren sinir gazları gibi kimyasal harp için geliştirilmiş zehirleri verebiliriz. Nasıl iş gördükleri kesinlikle bilinmemekle beraber Nörotoksinler çoğu kere iki sinir hücresinin birleştiği snapslar da iş görürler. Dolayısıyla nörotoksinler impulsun sinir ucuna erişmesinden sonra müteakip siniri uyararak asetilkolin salgılanmasına mani oldukları gibi impulsun (uyartıların) geçmesini de engelleyerek öncelikle kalp atışları, çarpıntı ve birtakım metabolik bozukluklara yol açmaktadırlar.
Insectisid (böcek öldürücü) olarak kullanılan organik fosfatların çoğu vücutta
antikolinesteraz zehir etkisi hâsıl edip metabolizmanın çalışmasını güçleştirirler. Hakeza I. Dünya harbinde bir sinir gazı olarak kullanılan Serin aminoasidin grubundan Sarın 9, Tabun ve Parathion da birer nörotoksindir.
Asetil colinin fazlası kalp atışlarını yavaşlatıp kan basıncının düşmesine sebep olmaktadır. Aynı zamanda bu madde fazla tükürükte yapar.
Kürar ve atropin ise ağız ve iltihapta kurumaya, susuzluğa, kalbin hızlı atmasına ve kan basıncının yükselmesine sebep olur. Keza atropin ve kürar gibi zehirli nörotoksinler impuls taşıyan asetil kolin tarafından işgal edilen organların sinir uçlarını felç yapabilmektedirler. Dolayısıyla felç sonucunda bu uyartılar söz konusu organlara iletilemeyecektir. Mesela Atropin sulandırılmış olarak Tıpta göz muayenesini kolaylaştırmak için göz bebeğine tatbik edilmektedir. Zatin Atropin sülfat ve diğer atropin tuzlar deriye tatbik edildiklerinde deride sinir uçlarını duyarsız hale getirmektedir. Böylece diş çekimlerinde büyük kolaylık sağlamaktadır.
Atropin aynı zamanda antikolinesteraz zehirler için bir panzehir olarak kullanılmaktadır. G. Amerika yerlilerinin dokuları ucunda ki kürar zehiri 7–8 asır öncesinden saflaştırılarak elde edilmiş, derken 1935 yılında ise Tıp alanında uygulamaya konulmuştur. Nitekim kürar halen şok tedavisinde kasların gevşetilmesinde kullanılmaktadır.
Reseptörleri duyarsız hale (vole) getirici kürar ve atropinin benzeri olan bir başka nörotoksin ise nikotindir. Anlaşılan o ki nikotin merkezi sinir sisteminde bozukluklara sebep olan kuvvetli zehir niteliğinde bir maddedir. Mesela 70 kilogramlık bir insan için nikotinin 0,3 gramdan azı bile öldürücü doz sayılabiliyor. Saf nikotin ilk defa tütünden ekstrakte edilmiş. Derken Tıpta bir zamanlar narkoz olarak kullanılmış. Fakat nikotinle anestezi edilen hastaların nikotine karşı bir alışkanlık kazandıkları tespit edilmiştir. Esasen sigara tiryakiliğinin kazanılması bu şekilde gerçekleşmiştir.

Bazı nörotoksinlerin temas şekli ve 70 kg insan için (öldürücü) latel dozu şöyledir
Atropin 0,1 gr Tedavi yoluyla göz bebeğine uygulanır
Kürar(zehir) 0,02 gr İnsandan insana değişir
Nikotin 0,03 Çay, tütün ve insektisit
Kafein - Çay, kahve ve meşrubatta bulunur
Morfin -
Afyon -
Ağrı kesici maddeler -
Kodein 0,3 gr. Afyon ve anerjist(ağrı giderici) maddelerde bulunur.
Kokain 1 gr. Erythroxylon coca yapraklarında bulunur.

Kükürt dioksit (SO3)
Kükürt elementinin okside olması ile açığa çıkan renksiz bir gaz olup çevre kirliliğinde en yaygın konumda yer almaktadır. Bu gaz üstelik su ile birleştiği zaman sülfürik asit (H2SO4) meydana getirerek zaman zaman rastladığımız asit yağmurlarına neden olmaktadır. Hatta sis içerisinde su damlacıkları ile birlikte asılı kalarak bile tehlikeli olmaktadır.
Karbondioksit gazı (CO2)
Atmosferde tabii halde bulunan karbondioksit gazı güneşten gelen kısa dalga boylu ışınları absorbe ettiği gibi yeryüzünden atmosfere geri dönen uzun dalga boyda ki ışınları da absorbe etmektedirler. Böylece bu absorbe işlemi sayesinde arz üzerinde düşük seviyelerde ısı dengesi sağlanır. Ancak kömür, fuel oil gibi yakıtların aşırı tüketiminden kaynaklanan karbondioksitin atmosferde birikmesi sonucunda ister istemez gelecekte yeryüzü sıcaklığının 1–2 derece artması kaçınılmaz olacaktır. İşte beklenen bu durum buzulların erimesi anlamına gelip aynı zamanda dünya üzerinde yer alan kıtaların sel felaketlerine maruz kalması demektir.
Azot oksitler(NO3, NO2)
Azot atmosferde saf halde bulunmasına rağmen gelişmiş bitkiler ve hayvanlar bu elementi doğrudan bünyelerine alamamaktadırlar. Ancak saf azotun (N) kullanılabilmesi için azot elementini nitrat veya organik azot şekline dönüştürecek bir bakteriye ihtiyaç vardır. Nitekim bu iş için toprak içerisinde azotu bağlayan bakteriler azotu tespit ederek canlılara geçişi sağlamaktadır. Belki de bu bakteriler olmasaydı azotsuzluktan yüksek canlılar ölümle baş başa kalacaklardı. Ayrıca azot dioksit strosferde kozmik ışınların ozon tabakasında iyonize olmasıyla açığa çıkan bir kaynak olarak dikkat çekmektedir. Dolayısıyla azot oksitler ozon tabakası için harikulade bir katalizör bileşiği olma özelliği taşırlar. Hakeza klor bileşiklerde (ClO2 ve ClO) öyledir. Zira atmosferde atomik azotun kat ettiği serüven şöyle formüle edilir:
N + O2 (Oksijenle reaksiyona geçerek) → NO + O meydana gelmektedir.
Hakeza azot oksit (NO) + ozonu parçalayarak (O3) → NO2 + O2 hale gelir.
Bu arada Klor elementi de tıpkı azot gibi katalitazör etkisini kullanıp ozonu ayrıştırmak için; önce Cl + O3 → ClO + O2 reaksiyon oluşturup, sonra ClO + O → Cl + O2 hale gelmektedir. Anlaşılan o ki Chapman tarafından Ozon (O3)’un nasıl oluştuğunu bir formülle ispatlanması yabana atılır cinsten bir buluş değildir. Hatta bu buluş kadar ozonun tekrar parçalanarak erimeye yüz tutması da bir o kadar önem arz etmektedir. Dünyamız aslında ultraviyole, X ve gama denilen kısa dalga boy ışınların zehir etkisi yapan radyasyonların etkisi altındadır, ama tamamen de korunaksız değildir. Şöyle ki oksijenin radyasyon etkisiyle ozona dönüşmesiyle birlikte zehirli radyasyonun daha ilk baştan dünyamıza gönderilmemesi mühim bir hadisedir. Nitekim radyasyon yayan ışınların atmosferin üst katmanlarında yer alan ozon tabakası tarafından önünün kesilmesi canlı âleme büyük bir hizmet olarak yansımaktadır. Ozon aynı zamanda yüksek oranda zehirleyici bir gazdır. İlginçtir bu gazın yeryüzüne değil de atmosferde tabaka halinde konuşlandırılması belli ki bitki ve hayvan âlemini zehirle direk temas etmemesi adına önceden alınmış bir tedbir planı akla getirmektedir. Fakat insanoğlunun gerek nükleer bombaları bilinçsizce kullanması gerekse zaman zaman nükseden volkanik patlamalar eşliğinde yükselen toksik dumanların atmosfer de birikmesiyle birlikte ozon tabakasının git gide tedricen inceldiği gözlemlenmiştir.
Zehirli deniz yılan balıkları
Zehir içeren 50 çeşit deniz yılanı bilinmekte olup, bunlar özellikle Asya kıyılarında, İran denizinde ve Filipinler civarında sürüler halinde yaşadıkları gözlemlenmiştir. Hatta zehirli yılan balıklarının zehiri kobranınkine göre çok daha tesirlidir. Dalgıçlar şayet bu balıkları tahrik etmezlerse insana asla zarar vermemektedir. Bu tür balıklar diğerlerinden ayıran en önemli dikkat çeken yönü ileri ve geriye doğru hareket manevrası yapabilmelerinin yanı sıra su altında 2,5 saat nefeslerini tutabilecek kabiliyet sergileyebilmeleridir. Hakeza köpek balıkları da insanoğlunun dikkatini çeken balıklardan olmuştur. Bu balığın şuan itibariyle 250 ayrı cinsin varlığı belirlenmiştir. Hatta bu balıkların 10 yıl içerisinde 24.000 adet diş yenilediğinden söz edilmektedir. Nasıl ki yılan balıkları için zehir ne kadar mühimse köpek balıkları için de dişler o kadar kıymet ifade etmektedir. Yine de siz siz olun köpek balıkların öyle dehşet saçmasına aldanmayın, onlar o kadar merhametli hayvanlar ki yavrularını karınlarında hiç üşenmeden 2 yıl taşıyabilmekteler. Derken yavrularını iki yıl bir anne şefkatiyle besledikten sonra engin suların kollarına salıverirler. Aynı zamanda bu balıklar düşük frekanslı sesleri işitmenin yanı sıra su içerisine karışan yabancı maddelere karşı da anında duyarlı olabilmektedirler. Hatta 1/1000.000 konsantrasyonunda ki kimyasal bir maddeyi hissedebilecek donanıma sahiptirler. Hakeza mürekkep balıkları her ne kadar zehir püskürtmese de ismi üzerinde mürekkep salmakla ünlü balıklardır. Genelde bunların da yiyecek kaynağı diatomlardır. Yine bir başka ünlümüzde deniz ahtapotu olup, bunlarında her ne kadar zehiri olmasa da güçlü kollarıyla hayata meydan okuyabilmekteler. Belki de denizlerin en sakinleri kimlerdir sorusu sorulsa verilecek cevap; yeşil deniz kaplumbağalar olsa gerektir. Çünkü bunların ne püskürtme donanımı, ne güçlü kolları, ne de zehri var. Velhasıl; onlar usul usul denizlerin bitkilerini yiyerek beslenirler.

ÇEVREMİZDEKİ TOKSİK MADDELER
SELİM GÜRBÜZER
Toksik maddelerin gıda, solunum ve suyla temas yoluyla vücuda alınabileceği gibi son derece kapalı bir sistem içerisinde karmaşık kimyasal bileşikler şeklinde kendi içinde de zehirlenme oluşabilmekte. Şu bir gerçek pirinç hariç yerden biten hemen her bitkide az çok toksik maddenin varlığı bilinen bir gerçekliktir. Hakeza toksik maddeyi etkisiz kılacak antitoksik maddeleri bünyelerinde barındırması da öyledir. Zaten hayati faaliyet denen iksir kapalı bir sistem içerisinde yer alan karmaşık bileşiklerin kimyasal tepkimelerin neticesinde cereyan etmekte. Nitekim bir bitki yeri geldiğinde zehir olabileceği gibi yeri geldiğinde panzehirde olabiliyor. Yani bu demektir ki vücuda alacağımız gıdanın dozuna bağlı olarak yediğimiz besin kaynağı şifada olabileceği gibi zehir de.
Anlaşılan o ki herhangi bir maddenin normal dozlarda vücuda alınması zararlı değil, ancak lüzumundan fazla alınması zararlıdır. Nitekim çocuklar gereğinden fazla şeker veya çikolata yedikleri zaman ya vücutta birtakım döküntüler baş göstermekte ya da mide ağrılarına yol açtığı gözlenmiştir. Hatta bazen çok az miktarda alınan bir kimyasal madde bile bir anda vücudun biyokimyasal dengesini alt üst edebiliyor. Dolayısıyla öldürücü doz denen etken madde kilogram başına miligram olarak ifade edilir. Mesela siyanürün iyon halinde insan üzerinde öldürücü etkisi vücut ağırlığının kg başına 1 mg doz olarak tespit edilmiştir. Nitekim 91 kg ağırlığındaki bir insan içi mesela 91 miligramlık siyanür dünya sağlık teşkilatı tarafından öldürücü doz olarak belirlenmiştir.
Çevreden ilaç yoluyla yahut diğer çeşitli yollarla alınan fakat sık rastlanan düşük seviyede ki toksik maddelerin muhtemel öldürücü doz miktarı aşağıda yer alan tablodaki gibi elde edilmiştir.

Morfin 1–50 mg/kg
Aspirin 50–500 mg/kg
Metil alkol 0,5–5 gr/kg
Etil alkol 5–15 gr/kg

Toksik maddeler fareler üzerinde denenmek suretiyle yukarı tabloda gösterilen öldürücü doz oranları gibi tespit edilmekte. Mesela hayvanlar üzerinde %50’den fazlası öldürücü etki yapan madde LD 50 (Latel doz %50) şeklinde sembolize edilir. Şurası muhakkak kimyasal dozların canlı üzerinde öldürücü etkisi canlılar arasında ki tür farklılığıyla da doğrudan bir ilişkisi vardır.
Genellikle toksik maddeler vücuttaki işleyiş şekilleri bakımdan korrosifr ve metabolitik toksik maddeler olarak kategorize edilirler:
Korrosif (korozif) zehirler
Korrosif zehirler doku üzerinde lokal olarak işleyen toksik maddelerdir. Kuvvetli asit ve alkalilerle dokuyu tahriş eden çamaşırhanelerde bulunan birçok oksidatlar, otomobil akülerinde bulunan H2O4 (sülfürik asit) ve temizlemede kullanılan tuz asidi korrosif zehirlerdendir. Bir insana 28 gr sülfürik asit enjekte edildiğinde o insanda hemen ölüme neden olabiliyor. Hatta az miktardaki dozu bile vücut metabolizmasında birtakım zararlara ve ağrılara kapı aralamaktadır.
Korozif zehirlerin etki şekli
Genelde korozif zehirler etkisini hücrenin suyunu alarak veya asit protonların artması şeklinde göstermektedir. Nitekim bu olayla hücre ölümü gerçekleşip akabinde ister istemez protein yapısının bozulmasına yol açmaktadır.
Bazı zehirler ise özel yollardan geçmek suretiyle etkili olmaktadır. Mesela I. Dünya savaşında kullanılan fosgen gazı atmosfere yayılmak suretiyle akciğer alveollerinde hidroklorik asit (HCl) şeklinde hidrolize edilerek akciğer ödemine (akciğerde sıvı toplanmasına) neden olmuştur. Ayrıca bu durum solunum yetersizliğine ve ölüme de yol açmış.
Sodyum hidroksit de (NaOH) kuvvetli bir korozif zehirli maddedir. Öyle anlaşılıyor ki sodyum hidroksit koroziflik bakımdan ister asit, isterse baz olsun fark etmez, herhangi bir kimyasal reaksiyon içerisinde tükeninceye kadar etkisini sürdürebilmektedir. O halde toksik iş yapan korozif madde ile tepkimeye giren madde arasında doğru orantı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz.
Başta zehirli sarmaşık ve sumak olmak üzere birçok bitki zehirli özellikleriyle dikkat çekmektedir. Bu tip bitkileri diğerlerinden n en önemli ayırt edici özelliği, hiç kuşkusuz bünyelerin de yer alan karbolik asit (Fenol-C6H5OH) içeren toksik madde içermesidir. Dolayısıyla zehirli bitkilere maruz kalanların kesin tedavisi yapılamamakla beraber, neyse ki zehrin deriye nüfuzu ancak 15 dakika içerisinde gerçekleştiğinden çabucak yıkamakla veya deri trisodyum fosfatla (sabunla) ovuşturularak derhal uzaklaştırılabiliyor.
Bilindiği üzere oksijen atomu ile oksijen moleküllerinin birleşmesinden ozon meydana gelmektedir. Ozon (O3), NH2 formunda ki azot amonyum (NH4) formuna (yaprak üresi-amonyum) dönüşerekten ya da I (iyot) enzimlerin reaksiyonlarını inhibe ederekten zehir etkisini göstermektedir. Ayrıca ozonun biyolojik işlemler arasında ilişkisi artık bir sır değil.
Bu arada günümüzde çok yaygın olarak adından söz ettiren korozif zehirlerin toksik etkilerini ve temas şekillerini şöyle tanımlayabiliriz:
(Hidroklorik asit): Asit hidrolizi şeklinde etki yapar. Aynı zamanda ev dezenfektanı olarak kullanılır.
Sülfürik asit (H2O4): Özellikle otomobil ve akü sanayinde kullanılır.
Fosgen: Doku suyunu alarak okside eder.
Klor (Cl2) yanması: Özellikle plastik sanayinde kullanılır.
Sodyum hidroksit (NaOH): Baz hidrolizi yapar. Aynı zamanda lağım temizlemede kullanılır.
Trisodyum fosfat- Özellikle Deterjanlar ve el temizleyiciler olarak kullanılır.
Sodyum perborat (NaH2BO4): Baz hidrolizi olup çamaşır deterjanları, bozuk temizleyiciler ve petrol istasyonlarında satılan motor yıkayıcıları olarak kullanılır.
Azot dioksit (NO2): Okside edici olup temas ettiği doku azot dioksitle birlikte yükseltgenmektedir.
İyot (I) : Yüksek hayvanların çoğunda bulunan bir okside edici maddedir. Ayrıca I (iyot) troit hormonunun önemli bir bileşiği olup, aynı zamanda hayati fonksiyon icra eden elementlerin en ağır olanı olarak dikkat çekmektedir. Hatta birçok ağır maddeler toksik tesir yapıp iyotta bu ağır olanlardan sadece bir tanesidir. Nitekim iyotun vücutta fazlalık vermesi guatr zehirlenmesine yol açabiliyor.
Hipoklorit: Özellikle okside edici madde olarak ağartıcılıkta kullanılmaktadır.
Peroksit iyonu: Özellikle ağartıcılıkta kullanılır.
Oksalik asit: Özellikle okside edici kalsiyum (Ca) çökelticisi, çay işleminde, boya sanayinde ve ağartıcılıkta kullanılır.
Metabolik Zehirler
Bunlar doku bozucu olan korozif zehirlerden daha şiddetli ve daha sindirici iş gören zehirlerdir. Telafisi zor olan, aynı zamanda büyük zararlar veren, hatta vital olarak tepkime veren biyokimyasal mekanizmalar içerisinde reaksiyona girerek ölümcül ve kurtarılma şansı olabilecek hastalıklara uygulanan maddelerdir. Metabolitik zehirler çok çeşitlidir. Bunlardan birkaçı CO, CN-, Flora asetik asit, Ağır metaller ve Nörotoksinlerdir.
CO (karbon monoksit)
Daha önceleri karbon monoksitin dokuları oksijensiz bırakmak suretiyle etkili olduğu düşünülüyordu. Hatta daha sonraları CO + Hb birleşmesinin oksihemoglobin (O2 + Hb) birleşmesinden daha kararlı ve uzun ömürlü olduğu deneylerle ispatlanmıştır. Kanda normal olarak oksijen taşıyıcı olarak bilinen oksihemoglobin, oksijeni serbest bıraktıktan sonra karbondioksiti bağlayaraktan karboksihemoglobin kompleksi konumuna geçer. Hatta bu kompleks bozularak aralarında ki bağ çözülmekte, derken oksijen temin etmesi gereken Hb (hemoglobin) serbest kalamama nedeniyle karbon monoksit tarafından bloke edilmektedir.
Hemoglobin “hem” olarak ifade edilen demirli bir bileşik ile globülin olarak ifade edilen proteinden teşekkül eden bir maddedir. Böylece karbon monoksit bu sözkonusu “Hem”e doğrudan sıkıca bağlanmaktadır. Otomobil ve kamyon egzozları, gaz motorları, foil yakan fırın ve kalorifer bacaları, kömür ocakları, maltozlar ve diğer çürüyen yapraklar karbon monoksitin esas kaynaklarıdır. Dolayısıyla tam manasıyla yanmayan maddelerin organik kısmında bulunan karbon monoksit bileşiğini tütsü eşliğinde dışarıya serbest halde bırakılmış olur.
Havada 1/100 karbon monoksit) bulunduğu takdirde 4 saat içerisinde yaşlı bir insan kanının % 60 kadarını hemoglobinden mahrum bırakacak şekilde bağlanmakta. Yani insan kanındaki hemoglobin ile karbon monoksit kompleksi 4 saat zarfında solunum hızına bağlı olarak karbon monoksit) tarafından bağlanmaktadır. Hatta atmosferdeki karbon monoksit konsantrasyonu ile yaşlı bir insandaki hemoglobin bağlama oranı aşağıdaki tabloda yüzde olarak şöyle elde edilmiştir.

CO havadaki yüzde miktarı
%0001 %0002 %0010 %1
CO ile doymuş hemoglobin yüzde miktarı %17 %20 %60 %90
Havada 1/1000 karbon monoksit) bulunduğu zaman oksijen molekülleri 200 kadar olup, eğer bu nispet daha da artarsa oksijen o oranda azalacak demektir. Yani 1 mol karbon monoksite karşın oksijen miktarı ters orantılı bir seyir izlemekte. Fakat burada oluşan dengesizlik bir şekilde O-CO2 bağlanması ile giderildiği düşünülmektedir. Mesela O→Hb reaksiyonu ile rekabet olan COHb (karbohemoglobin) reaksiyonu reverbsibl olduğundan zehirlenme halinde hasta derhal temiz havaya çıkarılarak ansızın teşekkül eden COHb + O2 → HbO2 + CO denklemi sayesinde yeniden yaşaması için gereken oksijene kavuşabiliyor. Bu durumda karbon monoksit bir kümülatif (katlanmış, birikmiş) bir zehir değildir elbet, ancak beyin hücreleri gibi hassas bölgede kalıcı zararlar verebilmektedir. Yani söz konusu reaksiyona oksijen bağlanmadığı hallerde kan içerisinde ki COHb beyin hücrelerinde birtakım arızalar bırakabilmektedir. Çünkü karbon monoksit ile temasa geçen beyin hücreleri bir noktada oksijenden mahrum kalabiliyor.
2-CN (Siyanür)
Siyanür iyonu NaCN- gibi tuzlarda toksik bir ajan olarak siyanik bileşikleri yapmaktadır. Siyanür aynı zamanda kuvvetli baz olduğu için bir çok asitle reaksiyona girmesiyle birlikte kolayca buharlaşan hidrosiyanik asite (HCN) dönüşebilmektedir.
Örnek- Asetik asitle siyanür tuzu birleşince HCN uçucu olması dolayısıyla gemilerde CH3 + NaCN → CH COONa + HCN şeklinde reaksiyon vermektedir.
Bu arada Hidrosiyanik asit 26 santigrat derecede buharlaştırıldığında böceklerin stigmalarına girip haşaratları kolayca öldürdüğü için dezenfektan olarak bile kullanılabiliyor.
Siyanür iyonu tabii olarak kiraz, erik, şeftali, elma ve kaysı çekirdeklerinde de bulunur. Nitekim HCN (Hidrosiyanik asit) bu tohumların hidrolizi ile elde edilmektedir ki;
Amigdalin + H2O → HCN Glikoz + benzaldehit şeklinde formüle edilir.
Siyanür iyonu amigdaline bağlandığı müddetçe zehirli değildir. Muhtemelen elma ve şeftali tohumunun sıcak asitte hidroliz edildiğinde HCN oluşmakta olup, ancak bu noktadan sonra tehlike teşkil etmektedir. Hatta fazla miktarda elma çekirdeği yemek suretiyle zehirlenen insanların kitle halinde hastanelik oldukları bilinmektedir. Amigdalin sadece tohumlara has bir özellik olmayıp şeftali yapraklarında da bulunur. Fakat elma çekirdeği 0,012 gr yendiğinde vücut için zararlı olmadığı tespit edilmiştir. Elma kabukla yendiğinde ise zehir etkisi %36’dan %25’e düşebiliyor.
Öyle anlaşılıyor ki Siyanür en fazla zehir etkisi gösteren toksik maddelerden biri olarak yerini almaktadır. Mesela siyanür ağızdan doğrudan alındığında veya latel doz sınırına dayandığında 1 dakika içerisinde öldürücü olduğu gözlemlenmiştir.
Siyanür zehirlenmeleri tıpkı karbon monoksit zehirlenmesinde olduğu gibi solunum yetersizliğine neden olup fakat zehirlenme mekanizması karbonmonoksitten biraz farklılık arz etmektedir. Malum olduğu üzere ADP (Fe+2__Fe+3) → ATP şeklinde ifade edilen denklem Stokrom-c’de normal dönüşüm olarak kabul edilmekte. Şayet stokrom içerisinde yer alan Fe2 (demir), CN tarafından bağlanırsa Stokrom-c görev yapamayacaktır. Hatta hücrenin ETS (Elektron taşıma sistemi)’de Stokrom-b’den sonra inhibasyon görülecektir. Ki; bu durum:
ADP → ATP(Fe+2__ CN_) şeklinde denklemde yerini alacaktır.
Hücrede bulunan oksidaz enzimleri metalloprotein yapılı enzimler olup Fe ve Cu (bakır) ihtiva ederler. Siyanür oksidaz enzimleri siyanür grupları ile kompleksler teşkil ederek bu grupları redüksiyon ve oksidasyon olaylarından mahrum bırakırlar. Böylece bu mekanizma ile hücreye girmesi gereken veya biyokimyasal hayat için kullanılan oksijenin engellenmesiyle birlikte tedavisi mümkün olmayan hastalıklara ve ölümlere yol açabilmektedir.
Vücutta siyanürün öldürücü etkisini yok etmek için bazı özel mekanizmalar bulunmaktadır. Hemen hemen bütün hücrelerde bulunan siyanürün tiyosülfat (S2O3) ile reaksiyona girmesiyle birlikte bir takım enzimler siyanürü zararsız olan tyosiyanat'a (SCN) dönüştürürler. Çünkü siyanürün oksidatif enzim reaksiyonu reversibl olup CN- + S2O3 → SCN denklemiyle ifade edilmektedir.
3-Flora asetik asit
Flora asetik asit karbon-flor (C-F) bağı ihtiva eder. Tabiatta bu molekül bitkiler tarafından korunma mekanizması olarak türü öldürücü miktarda hidroflorik asit ihtiva ettiğinden sığırlar bu bitkinin yapraklarını yediğinde felç olup, akabinde ölmektedirler. Ayrıca korunga yapraklarında zehir bulunup sığırlarda şişme yapmaktadır.
Sodyum flora asetik asidin sodyum tuzu sodyum flora asetattır. Özellikle asetat içeren birtakım Rodentisit marka zehirli maddeler kemirici hayvanlara karşı zirai mücadelede kullanılmakta olup, gelişmiş ülkelerde bu tip pestisit maddelerin satışı izinledir. Bu maddeler zehirli fakat kokusuz ve tatsız olduğu için fareler ürkmeksizin büyük zevkle yemektedirler. Sonu malum; ölüm olmaktadır.
Sodyum flora asetat vücutta sentez edilerek hemen krebs çemberinde inhibe edilmektedir. C-F bağı afinitesi ile tutulur. Eğer enzim zehir birbirleriyle kaynaşabilirse zehir derhal enzimin aktif bölgelerini işgal eder. Böylece enzim zehir maddesi ile inaktive edilerek bir miktarı bloke edilmek suretiyle ölüme sebep olmaktadır. Krebsin flora sitrat ile bloke edilmesi bunun tipik örneğidir. Nitekim akonitaz enzimi flor sitrat tarafından inhibe edilerek krebs devri bloke edilir. Bu iş iki basamakta olmaktadır. Şöyle ki;
a- Flora asetik asit → Asetil Co-enzim-A → Flor sitrat → Oksaloasetat
b- Asetik asit → Asetil Co-enzim-A → Sitrat → Akonitaz → İzositrat → Oksalo asetat şeklinde sahne alıp son reaksiyonlarda flor sitrat teşekkül etmektedir.
4-Ağır metaller- Metabolik zehirlerin en yaygın olanı ağır metallerdir. Bunlar; Pb (kurşun), Hg (Cıva), Cd (kadmiyum), Th (Toryum) ve Cr (krom) olanları içine alır.
Arsenik
Arsenik bu grup içerisinde metal benzeri madde olmakla beraber, aslında gerçek metal olmayan, şiddetli zehirleyici olan ve bir o kadar da toksik tesire sahip bir bileşiktir.
Arsenik birçok besin bitkileri (bahçe bitkileri) ile toprakta bulunan öldürücü kimyasal madde olan pestisitle’den arsenik insektisitler (böcek öldürücü), herbisitler (yabani ot öldürücü), fungusitler (küf öldürücü) ve rodentisitlerin (kemirgen öldürücü) birkaçı ile Pb3(AsO4)2 (kurşun arsenat), kalsiyum arsenat, Cu3(As2O4)24H2O (bakır arseto arsenit-Paris yeşili) bileşiklerini oluşturmaktadır. Bugün arseniğin yukarıda sözünü ettiğimiz bileşikleri birçok besinler için dezenfektan olarak kullanıldığı gibi bitki, sebze ve meyvelere yönelikte arsenik veya arsenik bileşik içeren spreyler kullanılmaktadır. Nitekim kilogram başına 0,30 mg arseniğin depolarda meyvelerin saklanması için kullanılan spreyin sağlık yönünden zararı yoktur. Ancak sıkılan sprey belli bir sınırı aştığında zararlı olacağını da unutmamak gerekir.
Arsfenamin gibi bazı tedavi edici ilaçlar da arsenik ihtiva edip frengi hastalığı tedavisinde kullanılmaktadır. Arsfenamin metal artıkları sülfidrili inhibe ederek hücre enerjisinin enzim sistemleri üzerine olumsuz etki yapmaktadır.
I. Dünya harbinde arsenik ihtiva eden burun ve boğazı tahriş eden Levizit gazı kullanılmış, bu gaza karşı askerlere toksik tesiri giderici Anti Lewisit ilaçlar verilmiştir. Ayrıca Anti-Lewisit ilaçlar piyasada (BAL) rumuzu ile tanınmaktadır. Hatta klinikte gıda zehirlenmelerinde bile BAL verilmektedir. BAL sadece arsenik için değil diğer birçok metal içinde zehir giderici veya zehir bağlayıcı olarak kullanılmaktadır. Nitekim BAL, arsenik veya diğer ağır metallerde ki sülfidril gruplarıyla bağlanarak onları faaliyetlerinden uzaklaştırır. BAL aynı zamanda Hg (cıva) ve arsenik zehirlenmelerine karşı acil servis hastaları için veya rutin (günlük) tedavide kullanılmak üzere standart bir şekilde hazırlanmış bir etken maddedir.
Hg (NO3)2 (Cıva Nitrat)
Kaplamada kullanılan toksik maddelerdir. Cıva (Hg) kaplanmış paralar ve diğer elden ele kullanılan maddelerde cıva mevcut olup her an zehirlenmelere yol açabiliyor. Hatta Hg (cıva) diğer metallere göre reaktif ve uçucu olduğundan deri tarafından kolayca absorbe edilebiliyor.
Cıva aynı zamanda çeşitli kaynaklardan etrafa salınan ve çevre kirliliğine yol açan en büyük faktörler arasındadır. Ancak hava içerisinde 0,02 mg/m3 miktarda bulunursa zararı yoktur. Bilakis bu miktar 0,05 mg/m3’ü aştığı zaman asıl o zaman canlılarda akut ve kronik zehirlenme başlayacak demektir.
Pb3 (Kurşun)
Kurşun maddesi tıpkı cıva (Hg) ve arsenikte olduğu gibi merkezi sinir sistemini de (beyin) etkilemektedir. Kaldı ki canlı dokular kurşun zehirlenmesine maruz kaldıklarında bu ağır elementi bünyeleri dışına atamamaktadırlar. Hakeza cıvada öyledir.
Yapılan analiz çalışmaları sonucunda bir takım gıda maddelerinde 100–300 mg, meşrubatlarda 20–30 mg, su borularında, kurşun borularından yapılan su kanallarında 100 mg/m3 oranında kurşun bulunduğu belirlenmiştir. Bunların her biri günlük iç içe girdiğimiz kirli kaynaklardır. Bu demektir ki hemen her gün vücudumuza az miktarda aldığımız kurşun gitgide kronik zehirlenmelere yol açabiliyor. Takriben bir insan günde deri yolu, sindirim sistemi yolu ve böbrek sayesinde 2 mg kurşunu dışarı atmaktadır. Zira günlük alınan kurşun miktarı atılanın altında kalmaktadır. Fakat kesif kurşunla çalışılan yerlerde vücuda fazla sinmesi halinde yumuşak dokuların haricindeki kemik ve kemik iliği merkezlerinde depolanarak zehrin etkisi bertaraf edilmektedir. Şayet yumuşak dokularda depolansaydı zehrin çok düşük dozu bile kronik zehirlenmelere yol açması an meselesidir diyebiliriz. Kurşun tuzları ise tuzun çeşidine ve çözünürlük derecesine bağlı olarak etki yapar.
Kurşun Tetraetil denilen (C2H5)4Pb deri tarafından kolayca absorbe edilen maddedir. Keza metal kurşunda deri tarafından kolayca absorbe edilen bir madde olup daha çok mermi uç kısımları, kurşun kaplama kâğıtların kullanıldığı ambalaj dallarında görülür. Ama ne yazık ki bir zamanlar kurşun metal boya sanayinde çalışan işçilerin kronik zehirlenmeden öldüğü anlaşılamamıştı.
Maalesef her yıl 225 bin çocuğun kurşun zehirlenmesinden hastaneye yatışı gerçekleşmektedir. Nitekim 1969’da Amerika'da 1 günde 200 kadar çocuk kurşundan zehirlenmiştir. Kurşun kullanılan sanayi sektöründe çalışmayan binlerce kişide bile etrafa salınan kurşunsu toksik zehirler vasıtasıyla geçici veya kalıcı olarak bünyeye sirayet edebilmekte.
Bazı fakir bölgeler pica (kurşunca zengin) maddelere özel iştahlarından dolayı bu tür yiyeceklerle beslenenlerde ister istemez kalp hastalığı ve anemi yaygın halde görülebilmektedir. Hatta kurşun kemiğe depolanırken kemiğin sünger yapısını tahrip ederek anoksi anemiye (oksijen yokluğuna bağlı kansızlık) neden olmaktadır. Zehirlenen insanda fazla olan kurşunu almak için etilen diamin tetra asetik asit (EDTA) kullanılır. Yani EDTA bal gibi iş görüp tedavi olarak EDTA’nın kalsiyum sodyum tuzu kullanılmaktadır.
Ca EDTA + Pb → PbEDTA + Ca
Radyum
Son derece parlak, beyaz aynı zamanda radyoaktif bir madendir. Sakın ola ki onun öyle parlaklığına bakıp da cazibesine kapılmayın. Zira onu kullanırken çok dikkatli olmak icap eder. Çünkü “Dışı seni yakar içi beni yakar” misali kendine özgü bir tuhaf radyoaktif ışınların ışık geçirmez kâğıdın altında bile fotoğraf filmlerini bozabilecek özelliği vardır. Şöyle ki; radyum elementi bünyesinde tuttuğu alfa, beta ve gamma ışınlarını sürekli dışarı neşrederek insanın içine işleyebilmektedir. Zaten radyum atomu yapısı gereği kendi iç dünyasında dönüşümler yaşayıp, bu dönüşümler esnasında helyum ve radon gibi radyoaktif gazlar açığa çıkarmaktadır. Anlaşılan o ki bu değişmeler uzun yıllar alabilmekte ve en nihayet yüzyıllar sonra radyum kurşuna dönüşebilmekte. Bugün gelinen noktada ise radyum atomun yaydığı radyoaktif ışınlar Tıpta kanser hastaların hücrelerini yok etmeye yönelik kullanılmaktadır.
3-Nörotoksinler
Bazı metabolik zehirler sinir sistemi ile sinirin işleyişini sınırlandıracak şekilde etkili olmaktalar. Bunlara örnek olarak kürar, striknin’in ve koku veren sinir gazları gibi kimyasal harp için geliştirilmiş zehirleri verebiliriz. Nasıl iş gördükleri kesinlikle bilinmemekle beraber Nörotoksinler çoğu kere iki sinir hücresinin birleştiği snapslarda iş görürler. Dolayısıyla nörotoksinler impulsun sinir ucuna erişmesinden sonra müteakip siniri uyararak asetilkolin salgılanmasına mani oldukları gibi impulsun (uyartıların) geçmesinide engelleyerek öncelikle kalp atışları, çarpıntı ve birtakım metabolik bozukluklara yol açmaktadır.
Insectisid (böcek öldürücü) olarak kullanılan organik fosfatların çoğu vücutta antikolinesteraz zehir etkisi gösterip metabolizmanın çalışmasını güçleştirirler. Hakeza I. Dünya harbinde bir sinir gazı olarak kullanılan Serin aminoasidin grubundan Sarın 9, Tabun ve Parathion da birer nörotoksindir.
Asetilkolinin fazlası kalp atışlarını yavaşlatıp kan basıncının düşmesine sebep olmaktadır. Aynı zamanda bu madde fazla tükürükte yapar.
Kürar ve atropin ise malum ağız ve iltihapta kurumaya, susuzluğa, kalbin hızlı atmasına ve kan basıncının yükselmesine sebep olan alkoloidlerdir. Keza atropin ve kürar gibi alkoloid nörotoksinler sinir uçlarında felce yol açabiliyor. Böylece felçle birlikte sinir uçlarına gelen uyartılar organlara iletilemeyecektir.
Atropin sulandırılmış olarak Tıpta göz muayenesini kolaylaştırmak için göz bebeğine tatbik edilmektedir. Zaten atropin sülfat ve diğer atropin tuzlar deriye tatbik edildiklerinde deride sinir uçlarını duyarsız hale getirmektedir. Böylece diş çekimlerinde büyük kolaylık sağlamaktadır.
Atropin aynı zamanda antikolinesteraz zehirler için bir panzehir olarak kullanılmaktadır. Güney Amerika yerlilerinin dokuları ucunda ki kürar zehri 7-8 asır öncesinden saflaştırılarak elde edilmiş, derken 1935 yılında ise Tıp alanında uygulamaya konulmuştur. Nitekim kürar halen şok tedavisinde kasların gevşetilmesinde kullanılmaktadır.
Reseptörleri duyarsız hale (vole) getirici kürar ve atropinin benzeri olan bir başka nörotoksin ise nikotindir. Nitekim nikotin merkezi sinir sisteminde bozukluklara sebep olan kuvvetli zehir niteliğinde bir maddedir. Mesela 70 kilogramlık bir insan için nikotinin 0,3 gramdan azı bile öldürücü doz sayılabiliyor. Saf nikotin ilk defa tütünden ekstrakte edilmiş. Derken Tıpta bir zamanlar narkoz olarak kullanılmış. Fakat nikotinle anestezi edilen hastaların nikotine karşı bir alışkanlık kazandıkları tespit edilmiştir. Esasen sigara tiryakiliğinin kazanılması bu şekilde gerçekleşmiştir.

Bazı nörotoksinlerin temas şekli ve 70 kg insan için (öldürücü) latel dozu şöyledir
Atropin 0,1 gr Tedavi yoluyla göz bebeğine uygulanır
Kürar(zehir) 0,02 gr İnsandan insana değişir
Nikotin 0,03 Çay, tütün ve insektisit
Kafein - Çay, kahve ve meşrubatta bulunur
Morfin -
Afyon -
Ağrı kesici maddeler -
Kodein 0,3 gr. Afyon ve anerjist(ağrı giderici) maddelerde bulunur.
Kokain 1 gr. Erythroxylon coca yapraklarında bulunur.

Kükürt dioksit (SO3)
Kükürt elementinin okside olması ile açığa çıkan renksiz bir gaz olup çevre kirliliğinde en yaygın konumda yer almaktadır. Bu gaz üstelik su ile birleştiği zaman sülfürik asit (H2SO4) meydana getirerek zaman zaman rastladığımız asit yağmurlarına neden olmaktadır. Hatta sis içerisinde su damlacıklarıyla birlikte asılı kalarak da risk oluşturmakta.
Karbondioksit gazı (CO2)
Atmosferde tabii halde bulunan karbondioksit gazı güneşten gelen kısa dalga boylu ışınları absorbe ettiği gibi yeryüzünden atmosfere geri dönen uzun dalga boylu ışınları da absorbe etmektedir. Böylece bu absorbe işlemi sayesinde arz üzerinde düşük seviyelerde ısı dengesi sağlanmış olur. Ancak kömür, fueloil gibi yakıtların aşırı tüketiminden kaynaklanan karbondioksitin atmosferde birikmesi sonucunda ister istemez gelecekte yeryüzü sıcaklığının 1 ila 2 arası bir derecede artması kaçınılmaz hal alacaktır. İşte beklenen bu durum buzulların erimesi anlamına gelip aynı zamanda dünya üzerinde yer alan kıtaların sel felaketlerine maruz kalması demektir.
Azot oksitler (NO3, NO2)
Azot atmosferde saf halde bulunmasına rağmen gelişmiş bitkiler ve hayvanlar bu elementi doğrudan bünyelerine alamamaktalar. Ancak saf azotun (N) kullanılabilmesi için azot elementini nitrat veya organik azot şekline dönüştürecek bir bakteriye ihtiyaç vardır. Nitekim bu iş için toprak içerisinde azotu bağlayan bakteriler azotu tespit ederek canlılara geçişi sağlamaktadır. Belki de bu bakteriler olmasaydı azotsuzluktan yüksek canlılar ölümle baş başa kalacaklardı. Bu arada unutmayalım ki bazı durumlarda tohum numuneleri sıvı azotla – 196 santigrat derecede dondurularak saklanabiliyor. Ayrıca azot dioksit stratosferde kozmik ışınların ozon tabakasında iyonize olmasıyla açığa çıkan bir kaynak olarak dikkat çekmektedir. Dolayısıyla azot oksitler ozon tabakası için harikulade bir katalizör bileşiği olma özelliği taşırlar. Hakeza klor bileşiklerde (ClO2 ve ClO) öyledir. Zira atmosferde atomik azotun kat ettiği serüven şöyle formüle edilir:
N + O2 (Oksijenle reaksiyona geçerek) → NO + O meydana gelmektedir.
Hakeza azot oksit (NO) + ozonu parçalayarak (O3) → NO2 + O2 hale gelir.
Bu arada Klor elementi de tıpkı azot gibi katalizör etkisini kullanıp ozonu ayrıştırmak için; önce Cl + O3 → ClO + O2 reaksiyon oluşturup, sonra ClO + O → Cl + O2 hale gelmektedir. Anlaşılan o ki Sydney Chapman tarafından Ozon (O3)’un nasıl oluştuğunu bir formülle ispatlanması yabana atılır cinsten bir buluş değildir. Hatta bu buluş kadar ozonun tekrar parçalanarak erimeye yüz tutması da bir o kadar önem arz etmektedir. Dünyamız aslında ultraviyole, X ve gama denen kısa dalga boy ışınların zehir etkisi yapan radyasyonların etkisi altındadır, ama tamamen de korunaksız değildir. Şöyle ki oksijenin radyasyon etkisiyle ozona dönüşmesiyle birlikte zehirli radyasyonun daha ilk baştan dünyamıza gönderilmemesi mühim bir hadisedir. Nitekim radyasyon yayan ışınların atmosferin üst katmanlarında yer alan ozon tabakası tarafından önünün kesilmesi canlı âleme büyük bir hizmet olarak yansımaktadır. Ozon aynı zamanda yüksek oranda zehirleyici bir gazdır. İlginçtir bu gazın yeryüzüne değil de atmosferde tabaka halinde konuşlandırılması, belli ki bitki ve hayvan âlemini zehirle direk temas etmemesi adına önceden alınmış bir tedbir planı akla getirmektedir. Fakat insanoğlunun gerek nükleer bombaları bilinçsizce kullanması gerekse zaman zaman nükseden volkanik patlamalar eşliğinde yükselen toksik dumanların atmosfer de birikmesiyle birlikte ozon tabakasının git gide tedricen inceldiği gözlemlenmiştir.
Zehirli deniz yılan balıkları
Zehir içeren 50 çeşit deniz yılanı bilinmekte olup, bunlar özellikle Asya kıyılarında, İran denizinde ve Filipinler civarında sürüler halinde yaşadıkları gözlemlenmiştir. Hatta zehirli yılan balıklarının zehri kobranınkine göre çok daha tesirlidir. Dalgıçlar şayet bu balıkları tahrik etmezlerse insana asla zarar vermemektedir. Bu tür balıklar diğerlerinden ayıran en önemli dikkat çeken yönü ileri ve geriye doğru hareket manevrası yapabilmelerinin yanı sıra su altında 2,5 saat nefeslerini tutabilecek kabiliyet sergileyebilmeleridir. Hakeza köpek balıkları da insanoğlunun dikkatini çeken balıklardan olmuştur. Bu balığın şuan itibariyle 250 ayrı cinsin varlığı belirlenmiştir. Hatta bu balıkların 10 yıl içerisinde 24.000 adet diş yenilediğinden söz edilmektedir. Nasıl ki yılan balıkları için zehir ne kadar mühimse köpek balıkları için de dişler o kadar kıymet ifade etmektedir. Yine de siz siz olun köpek balıkların öyle dehşet saçmasına aldanmayın, onlar o kadar merhametli hayvanlardır ki yavrularını karınlarında hiç üşenmeden 2 yıl taşıyabilmekteler. Derken yavrularını iki yıl bir anne şefkatiyle besledikten sonra engin suların kollarına salıverirler. Aynı zamanda bu balıklar düşük frekanslı sesleri işitmenin yanı sıra su içerisine karışan yabancı maddelere karşı da anında duyarlı olmaktalar. Hatta 1/1000.000 konsantrasyonunda ki kimyasal bir maddeyi hissedebilecek donanıma sahiptirler. Hakeza mürekkep balıkları her ne kadar zehir püskürtmese de ismi üzerinde mürekkep salmakla ünlü balıklardır. Genelde bunların da yiyecek kaynağı diatomlardır. Yine bir başka ünlümüzde deniz ahtapotu olup, bunlarında her ne kadar zehri olmasa da güçlü kollarıyla hayata meydan okuyabiliyorlar. Belki de denizlerin en sakinleri kimlerdir sorusu sorulsa verilecek cevap; yeşil deniz kaplumbağalar olsa gerektir. Çünkü bunların ne püskürtme donanımı, ne güçlü kolları, ne de zehri var.
Velhasıl-ı kelam; onlar usul usul denizlerin bitkilerini yiyerek beslenirler.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer