GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR

GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR

ALPEREN GÜRBÜZER
Görme hücreleri görme kabiliyetini nasıl kazandı sorusu insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir. Meşgul etmesi de gayet normal. Çünkü göz ruhumuzun dünyaya açılan ilk penceresi. Her şeyden öte erik büyüklüğünde etten örülü donanıma sahip özelliği ile göz dolduran bir cihaz. Zira göz görmek için vardır. Dolayısıyla gözün mercek düzeneği sayesinde gördüğümüz her şeyin yaratılmış olduğunu anlar, ardından Yaratıcıya boyun büküp secde ederiz. Zaten insan daha 53–55 günlük, yani 15–19 mm ebadında ceninken yeni belirmeye yüz tutmuş adale varı gözlerin secde mahalline baka kaldığı gözlemlenmiştir. Böylece secde anına tutku gözlerle bakan bebek halimiz zamanı geldiğinde 9 aylık mekândan yeni bir mekâna yol alır, derken kutlu doğumla birlikte tüm dünyayı seyri âlem eyleriz. İşte dünyayı seyreyleyecek gözümüz Yaratıcı tarafından gayet planlı bir şekilde ön kısım kornea (saydam tabaka), hemen arkasında gerek göz rengini belirleyen, gerek ışık şiddetini ayarlayan, gerekse perde görevi yapan iris halk edilmiştir. Ayrıca Yüce Allah irisin arkasında mercek, en arka bölümde ışığa hassas reseptör (alıcı) hücrelerce zengin retina tabakası (ağ tabakası) yaratarak kulun gözünü görünen âleme açmıştır. Yani bir yandan dünyaya ait tüm bilgiler beş duyumuz aracılığıyla haberdar edilirken, diğer yandan beş duyunun dışa açılan penceresi göz ise gözlemleme işlemi yürütmektedir.
Elbette canlı olan her şey kendi dışında birtakım manzaraları seyretmek ister, ama nasıl? Şöyle ki; dış dünyayı izlememiz için ışığa duyarlı alıcı konumunda (reseptör vazifesi görecek) bir görme cihazına ihtiyaç vardır. Zaten etrafımız renklerle kuşatılmış olsa bile şayet ortada göz reseptörü yoksa renklerin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Keza ışık yoksa bir anlamda madde yok demektir. Dolayısıyla görme cihazı bu iş için bulunmaz bir nimet addedilir. Öyle veya böyle mor ve kızıl ötesi türü hafif ışınlar hariç, diğer tüm dış kaynaklı ışınlar öncelikle görme reseptörlerince konuk edilirler. Akabinde eşyanın atom elektronlarından yayılan ışık (foton enerjisi) elektrik akımına dönüştürülür. Sonra bu elektrik akımı sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarılır, ama burada da durucu değiller. Derhal elektronik bilgiler merkezde değerlendirmeye tabii tutulduktan sonra dış dünyadan gelen ışık dalgaları görüntüye dönüşürler. Demek ki gözümüz dış dünyadan gelen ışığı almakla görevli penceremiz, beynimiz ise renkleri farklı dalga boylarına çeviren tek ana merkezimiz. Belki de dış dünyamızda ne renk, ne de şekil var. Her ne varsa beynimizde. Yani beynin algıladığı bir bitkiyse bitkinin cinsine göre yeşil veya bir başka renk, o an gökyüzüne baktıysak mavi algılarız. Yeter ki göz donanımı tam kapasiteyle işler durumda olsun, bak o zaman tüm renkler beyin tarafından yorumlanması anbe an karşılık bulacaktır elbet. Değim yerindeyse gözün retinasında en ufak bir bozulma bile renk körü olmamıza yetecektir. Derken yeşili kırmızı, kırmızı rengi yeşil görebiliriz de. İstisnai arızalar olmadığı müddetçe bizim dışımızda her nesne beynimizde yorumlanıp, yorumlanan her bir mesaj hafızamızda anlamlandırılmış görüntüler olarak kodlanacaktır. Elbette iç algıların maddi karşılığı tam budur demekte doğru değil. Çünkü bizler ancak sınırlı bildiklerimizle hüküm verebiliyoruz. Kaldı ki gerçek sandığımız algıların birçoğu suni tezahürler içerebilir de. O halde eşyanın tam hakikatine erişmek her baba yiğidin harcı olmasa gerektir.
Göz tabakaları
Şurası muhakkak mercekler gözden mülhem olarak kopya edilmiş. Bir kere göz içten dışa doğru üç tabakadan oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla sert tabaka, damar tabaka ve ağ (retina) tabaka diye adlandırılır. Gözümüz daha çok gözü dış etkenlerden koruyan sert tabakayla kuşatılmış. Bu yüzden sert tabakanın ışığa karşı gelen gözün ön bölümünde görünen kısma saydam tabaka (kornea) denmiştir. Nitekim ışık gözün saydam tabaka üzerinde kırılmasıyla birlikte içeri aktarılmaktadır. Diğer öteki yüzü ise giderek saydamlığı kaybolmaya yüz tuttuğundan bu kısma “Sklera” denilmektedir. Bu arada sert tabaka ile ağ tabaka arasında yer alan damar tabaka içerisinde gözümüzü besleyen kılcal damarlar yerleştirilmiştir. Keza ağ tabakanın (retinanın) arkasına isabet eden bölgede ise sinir hücrelerinden meydana gelmiş boya hücreleri bulunur. Boya hücrelerin bulunduğu alan aynı zamanda sarı nokta olarak bilindiğinden, burası ışığın beyne yansıması için gerekli fotokimyasal olayların start aldığı yer olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca göz bebeği veya merceğin etrafını halka şeklinde saran renkli alan damar tabakaya dâhil olup, iris adını alır. İrisin arkasında ise ince kenarlı göz merceği (lens) yerleştirilmiş olup, lensin etrafını saran kaslar sayesinde gözümüz hareket manevrası kazanabilmektedir. Hatta bir cisme çarpıp yansıma sonucunda göz lensine gelen ışınlar, kas manevrasıyla birlikte sarı nokta üzerine düştüğünde ters görüntüye dönüşürler.
Damar tabakanın altında bir üçüncü tabaka daha var ki; bu tabaka iki kat olup, üst katta gözün içerisini karanlık oda haline getiren boya hücreleri ve alt katında ise ışığa karşı hassas hücreler yerleştirilmiştir. Bu tabaka hepimizin bildiği retina tabakasından başkası değildir. Şimdi bu bilgilerden sonra tabakalarla kuşatılmış olan gözün iç kısmı nasıldır diye merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Bu tabakaları yaratan Allah, elbet iç kısmı da ihmal etmeyecektir. Zira gözün iç kısmına doğru ilerledikçe yapışkan ve saydam bir sıvıyla dolu olduğu gözükecektir. Üstelik bu saydam alan sıvı kan dolaşımı ile devamlı olarak yenilenir de.
Göz genel itibariyle yedi tabakadan müteşekkildir. Bu tabakaların herhangi bir tanesi bertaraf olduğunda göz göremez hale gelebiliyor. Belli ki bu tabakalar basit sıra dışı bir mercekle işleyen tabakalar değil. Bilakis her biri kendine has senkronize işlevi görevi yapacak tabakalardır. Göz aynı zamanda görünüm olarak dışa açılan iki küçük pencereyi andırmakta. Bu pencere şekil olarak çapı küçük, ama tüm üç boyutu görebilecek nitelikte, aynı zamanda en hızlı filmlerden daha hassas ve bir o kadar da en gelişmiş otomatik fotoğraf makinelerine taş çıkartacak bir cihaz. Her şeyden öte tüm cihanı küçücük hazneye sığdıracak kadar mahareti büyük mühim bir optik penceremiz. Doğrusu böylesine göz bebeğimize kim hizmet etmek istemez ki. Bakın gözün yardımcı organları diyebileceğimiz göz kapakları, kirpikler, kaşlar, gözyaşı ve çapak bezleri bu iş için seferber olmuşlar bile. Dahası tüm bu unsurlar göze estetik kazandırıyorlar. Halk arasında ela gözlüm, kalem kaşlım, kirpiklerin beni mest etti gibi deyişler belli ki boşa söylenilmemiş. Mesela göz kapağının açılıp kapanmasında gözyaşları fisebilillah akarak yardımcı olmakta. Böylece bir yandan toz ve yabancı maddeler gözün içerisine sirayet etmeksizin derhal dışarı atılırken, diğer taraftan küçücük kanallar vasıtasıyla toplanan gözyaşları dışarı bırakılmamaktadır. Sadece elem verici durumlarda; 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar’ hali bundan istisnadır. İyi ki de insanlar devamlı timsah gözyaşı dökmüyorlar, aksi takdirde ortaya hoş olmayan çirkin görünümler çıkacaktı.
Göz çukuru
Gözün etrafı kemiklerle donatılıp 2,5 cm’lik bir çukurdan ibarettir. Yine de siz siz olun gözü hafife alırcasına çukur deyip geçiştirmeyin. Öyle ki; güneşten dünyaya gelen yüz milyarlarca nötrinolar çukurcuk denilen haznenin her santimetre karesini habire delip geçiyorlar haberimiz bile olmuyor. Fakat göz çukurumuz her şeyden haberdar. Zira gözümüzü bir an güneşe çevirdiğimizde milyarlarca sayıda nötrinoların göz çukurunda saydam hale dönüşme muamelesine tabii tutulduktan sonra gözün diğer katmanlarına doğru yol aldıkları gözlemlenmiştir. Hatta gözlerimiz göz çukurları sayesinde sağa sola aşağı ve yukarıya çevrilebilmekte. Üstelik bu hareketlerin yapılması için 6 adet kas görevlendirilmiş. Bu kasların düzenli çalışmaması halinde şaşılık ve diğer birçok göz kusurları meydana gelmektedir. Neyse ki gözün hareketlerini kolaylaştırmak adına gözü devamlı nemli tutmak için özel kurulmuş bir yıkama yağlama tertibatı var. İşte bu tertibat sayesinde birçok göz kusurlarından kurtulabiliyoruz. Keza alın kemiği içerisinde bir çukurda yer alan gözyaşı bezlerinin salgıladıkları sıvılar gözümüzü devamlı duş aldırırcasına yıkamaktalar. Yine göz kapakların iç kısımlarında yaratılan yağ bezleri var ki; hem göz kaslarının aşınmadan hareketine işlerlik kazandırmakta, hem de gerektiğinde gözyaşlarının tane tane yüzümüze doğru akmasını sağlamakta. Ayrıca göz yuvarlaklarımız zarar görmesin diye etrafı özel bir zarla kaplanarak mahfaza içerisine alınmıştır. Yine gözümüz sert tabakayla örülmüş olduğundan, bu tabakanın büyük bir kısmı göz akıyla korunmaya alınmıştır.
Anlaşılan çok hassas yapıya sahip olan gözlerimiz fevkalade itinalı bir koruma ve bakım sistemiyle donatılmış. Kaşlar bile hem alından gelen terlerin göze ulaşmasına engel teşkil etmekteler, hem de dışarıdan gelen fazla ışığı emerek gözün rahatsız olmasına mani olmaktalar. Tüm bunlara ilaveten otomatik halde kendi isteğimiz dışında çalışan göz kapaklarımız ve onların üzerinde yaratılan kirpiklerde boş durmayıp gözümüzü toz vs. zararlı maddelerden korumaktalar.
Kornea denilen saydam tabaka malum olduğu üzere tıpkı cam gibi sert ve şeffaf yapıda yaratılmış göz billurumuzdur. Bu şeffaf cam (mercek) sayesinde göze gelen ışığın yardımıyla etrafımızı seyri âlem eyleriz. Zaten saydam tabakadan damar ağının geçmemesi, şeffaflığına yeteri derecede delil sayılmaktadır. Aksi halde bu tabakaya atfen cam benzetmesi yapamazdık. Madem damar geçmiyor, o halde bu cam tabaka nasıl besleniyor sorusu akla takılacaktır. Belli ki Yaratıcı güç bu iş için özel bir sıvı yaratıp saydam tabaka ile mercek arasında bir mekânda onun beslenmesini garantiye almışta.
Albert Einstein’ın çalışmaları
Okullarda ışık deneyleri gösterilirken en basitinde görme olayının üç elemanlı aşamalar bütünü olduğunu anlarız. Hatta bu elemanları;
“—Göz, görme sinirleri ve beyindeki görme merkezi.
—Işık kaynağı.
—Cisim” diye tasnifleriz. Yani gözün mercek düzeneği, güneş ışığının yardımı ve eşyadan yansıyan enerji formu görme olayının gerçekleşmesi için bütünlük arz etmektedir. Bu arada daha teferruatlı bilimsel açıklamaları ünlü bilgin Eınstein’in çalışmaları ile anlamaya çalışırız. Şöyle ki; madem her eşya bir enerji ve ışınım yayıyor, o halde buradan hareketle enerji ile kütlenin aynı şeyler olmasını gerektirmektedir. Bu durumu ilk fark eden elbette Albert Eınsteın’den başkası değildir. Derken ünlü bilgin; E= m.c² formülüyle bu olayı kanunlaştırıverdi. Yani O; kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğunu ispatlayan bir deha. İşte bu kanundan hareketle ışık herhangi bir maddeye ait atomun etrafında dönen bir elektronunun yüksek seviyede seyreden enerjisini bir anda alçak seviyeye indirgenmesiyle ortaya çıkan mucizevî kaynak olduğu hükmüne varırız. Aynı zamanda bu mucizevî olayı maddenin etrafa kuantumlar halinde (foton) ve ters orantılı ışık enerjisi neşretme şeklinde gerçekleştirdiği bir ışıma (radyasyon yayma) olayı olarak tarif ederiz. Dahası ışık elektronun çekirdeğe yakın bir yörüngeye zıplamasıyla birlikte enerji taşıyan bir cisim olarak sahne alıp akabinde radyasyon parçacığına dönüşmesi vuku bulur ki, buna foton denilmektedir. Fotonların sahip olduğu enerjiyle bulunduğu dalga boyu ters orantılı olup dalga boyu arttıkça ışı enerjisi de azalmaktadır. Dolayısıyla gözümüze gelen fotonlar (ışın parçacıkları-cisimler) saydam tabakanın uzayıp kısalabilen oynak bir yapılı olma özelliği sayesinde bir yandan enerji taşıyan fotonlara (ışık kuantumu) ayar yapılmakta, diğer yandan ışınların belirli noktalara odaklanması sağlanmaktadır. İşte bu sayede rengârenk cisimleri dosdoğru görebilmekteyiz. Şayet bu saydam tabaka normalden biraz daha fazla kavisli olsaydı göze gelen ışığın daha fazla kırılması kaçınılmaz kılacaktı. Bu durumda görüntü ağ tabaka üzerinde teşekkül etmesi gerekirken göz yuvarının içerisinde oluşup, görüntünün bulanık veya uzağı iyi görememe diyebileceğimiz miyop kusuruna dönüşecektir. Yani ağ tabakasının mercekten normalden uzak bir yerde konumlanmasıyla birlikte görüntü miyop şeklinde tezahür edecektir. Şayet göz yuvarı normalden kısa kalıp, görüntü ağ tabaka üzerinde değil bu tabakanın arka tarafında sahne alsaydı, bu seferde göz ister istemez yakını iyi görememe konumuna geçecekti. Hatta merceği incelten ve kalınlaştıran kaslar refleksini yitirirse bu kez hipermetrop olayı ile karşılaşılacaktır. Dolayısıyla böyle bir arızaya Tıp dilinde hipermetrop denmektedir. Bir başka ifadeyle madem normal bir gözde sarı benek gözün odak noktası durumunda, o halde görüntü bu bölgeye ulaşmadan teşekkül ederse göz miyop, ilerisinde meydana gelirse hipermetrop olarak tarif edilir. Oldu ya saydam tabakanın bir yönü diğer yönünden daha kavisli bir hal aldı, o zaman hem uzak hem yakini görememe gibi bir kusur ortaya çıkar ki; Tıp dilinde astigmat diye teşhis konulur. Zira astigmat hastalarının okuma problemleri, dikey ve yatay çizgileri ayırt etmede yaşadıkları zorluklar, 3 ve 1 sayıların sıkça karıştırmalar ve mevcut cisimleri her daim bulanık görme gibi olguların varlığı bu durumu teyit eden örneklerdir.
Bilhassa göz bebeklerimiz görme duyumları vasıtasıyla görülen nesnenin mekânını ve uzaklığını belirleyen üslerdir. Zira sağ göz nesnenin biraz sağını ve sol göz ise nesnenin biraz daha solunu görme bakımdan hassas yaratılmışlardır. Yani sağ ve sol gözün kafa üzerinde farklı konumda yer almaları hasebiyle ister istemez mekân veya boyut belirlemesi farklı olacaktır. Belli ki cismin yerini ve uzaklığını ölçen Stereoskopik aleti sağ ve sol gözden ilham alınmış. Sadece bu alet mi? Elbette hayır. Buna fotoğraf makinesi, televizyon ve kamera gibi aletlerde dâhildir. Göz reseptöründen görüntüyle ilgili mesajların biri gidip biri gelirken diğer yandan göz bebeği herhangi bir kazaya kurban gitmemek adına saydam tabaka tarafından korunur da. Zaten korunması da gerekir. Göz bebeği kiminde ela, kiminde mavi, kiminde kahve vs. renkte olup bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi açılır kapanır da. O halde bu objektif öyle ayarlanmalı ki ışık arttıkça küçülmeli, azaldıkça büyümeli. Ama nasıl? Şöyle ki; göz bebeğimizin kenarında konuşlanmış kıldan ince diyebileceğimiz iris tabakası tüm yapacakları faaliyetlerde yalnız değildir. Özellikle kendisinin büyüyüp küçülmesi için kaslar yardımcı kılınmış. Zira bu kasların gevşeyip ve kasılması sayesinde alaca karanlıkta göz bebeği büyür, parlak ışıkta ise küçülmekte. Demek ki irisin arkasında yer alan merceğin bir adale ağı ile göz cidarına asılı durması ışık miktarını ayarlamaya yetiyor artıyor da. Böylece bu metotla göz kamaşmasının önüne geçildiği gibi mercek kalınlığının değişmesiyle birlikte ışığın bir şekilde retina tabakasına düzgün aksettirilmesi sağlanmış olur. Dahası göze gelen ışığın hem uzaklığı hem şiddeti ayarlanarak dış âlemin retina üzerinde net görüntüsü elde edilir. Hatta bu iş için retina üzerinde gayet muntazam bir şekilde koniler ve çomağımsı basil hücreler vardır. Zira 10 tabaka (6–7 milyon civarında) halinde koniler görüntüyü netleştirmekle ilgili fonksiyon icra ederler. Takriben 110–120 milyon sayıda basil hücreleri ise alaca karanlıkta görme işlevi üstlenirler. Aslında her ikisi de ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirip akabinde oluşan elektrik akımını beynin görme fonksiyonuyla alakalı sinir merkezlerine iletirler. İşte iletilen mesajlar bu merkezlerde etüt edildikten sonra görme denen hadise gerçekleşiverir.
Kenan illerinde akan gözyaşı
Göze ak perde inmesi Tıp dilinde katarak olarak isim alır. Nitekim çeşitli nedenlere bağlı olarak gözün şeffaf olan kısmın tamamen veya kısmen donuklaşması sonucunda görme bozukluğu meydana geldiği gibi kör olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Allah-ü Teala: “Yakup, oğullarından yüzünü çevirdi de; ‘El Yusuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!’ dedi ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Artık derdini gizleyip duruyordu” (Yusuf, 84) beyan buyurarak günümüzde adından sıkça söz edilen katarak ve katarak ameliyatlarını hatırlamış oluruz. Hakeza yine Rabbül âlemin; “ …Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle toplanıp bana gelin” (Yusuf, 93), “Fakat hakikaten müjdeci gelip de gömleği yüzüne bırakınca, gözü açılıverdi: Ben size, Allah katında vahiy ile sizin bilemeyeceklerinizi bilirim demedim mi? dedi” (Yusuf, 96) beyanıyla bu olaya bir mucize gözüyle bakmanın yanı sıra geleceğe de ışık tutmakta. Derken bu mucizevî ayetten gerek katarakt, gerekse diğer gözle ilgili her tür operasyonun varlığına işaret edildiği sezilmektedir. Hatta tüm bu ayetlere bakıp çeşitli tedavi yöntemlerini bulmaya teşvikte söz konusudur. Bugün gelinen nokta itibarı ile görme engelliler için yüzey üzerine işlenen kabartılarla belirlenen Braille alfabesi veya çizgi noktalara dayalı Morse alfabesi bir nebze olsun âmâları karanlık dünyalarında Yakup (a.s) misali rahatlamaya vesile olabiliyor. Böylece kâğıt veya bilgisayar klavyesine geçirilen mesajlar sinir impulsları veya titreşimler vasıtasıyla optik okuyucu haline dönüşüp haberdar olunmaları sağlanmaktadır. Dolayısıyla informatif mesaj (bilgi değeri olan haber) hem görenler için hem de görmeyenler için fırsat niteliğinde psikolojik eylem (informatik idrak) olmaktadır. İşin özü hem görenler için, hem görmeyenler için bilgi ölçülebiliyormuş pekâlâ.
Görme mucizesi
Göz içerisinde ışığın geçirdiği safhalar hayrete şayandır. Şöyle ki; ışınlar önce saydam tabakaya aks eder, buradan göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçer. Daha sonra gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam eder. Derken gözün arka kısmında ışığa karşı hassas sarı benek hücrelerine ulaşan ışınlar önce kimyasal, sonra elektrik akımına çevrilirler. En nihayet elektrik akımına çevrilen ışınlar sarı benekte görüntülü yansıyıp ters bir şekilde beyne ulaşırlar. Tabiî ki burada haklı olarak madem beyne görüntü ters yansıyor, o halde niye görüntüleri ters görmüyoruz denilebilir. Olsun önemi yok. Çünkü beyinde ters sahne alan görüntü derhal birçok sinir hücreleri tarafından düzeltilip cismi düz görmemiz sağlanır. Böylece çelişki sandığımız birtakım olguların kendiliğinden ortadan kalkmış olduğunu idrak etmekle birlikte bu olayların cereyanı sırasında çok muazzam kanunların işletildiğini fark ederiz. Hatta bizim renk seçimi dediğimiz olgunun aslında gözün retina tabakasında yer alan sinirlerin fotosel algılanmasından başkası olmadığını anlarız. Nitekim gözümüz başlangıçta yedi tayf rengi aynı frekans aralığında alıp beyne farklı frekanslarda (0,4–0,7 mikron arasındaki dalga boyları) yansıtmaktadır. Bu arada yedi tayf kapsamı dışında ışınlarda göze gelmekte, ama retina tabakası üzerindeki sinir hücrelerince bu tip dalga boyları tanımlanmazlar. Yani göz gördüğü nesneleri gruplara ayırdıktan sonra nöronlara adeta sibernetik dilinde 0 veya I (evet –hayır) ikili sistem mesaj şeklinde ileterek pozisyon almakta. Zaten aksi durum olsaydı görüntüleri tıpkı siyah beyaz televizyonunda olduğu gibi renksiz görecektik. Demek ki gerek televizyon, gerekse radyo dalgalarını göremeyişimiz bizim görebileceğimiz dalga boylarının dışında olmasından dolayıdır. Keza radar, röntgen ışınları da öyledir. İşte senkronize sistem denilen mucize bu olay olsa gerektir.
Darwin'i şaşkına çeviren mucize
Özetle görme mucizesi; gözümüze gelen ışık saydam tabaka ve mercek işbirliği ile görüntünün ağ tabakasına toplanması sonucunda pek çok sinir ağı vasıtasıyla beyne transferi ile gerçekleşen bir olayın adıdır. Burada dikkat çeken bir husus vücudumuzu oluşturan organların pek çoğu incecik bir sinir ağı ile idare edilmesine rağmen retina da sahne alan görüntünün sinir demetleri tarafından merkeze taşınmasıdır. Dikkat edin özellikle demet diyoruz, yani büyük yapılı bir kablodan söz ediyoruz. Keza dev iletişim santralleri çok sayıda kablolarla işliyor. Yani göz hücreleri dışarıdan aldığı ışığı elektrik sinyalizasyona dönüştürüp beyne iletmektedir. Derken bu gelen sinyallerin beyinde yorumlanmasıyla birlikte görme olayı gerçekleşiyor. Fakat zihnimizde birtakım sorular var ki mutlaka izaha muhtaç. Şöyle ki; gelen ışınlar nasıl oluyor da retinaya (ağ tabaka) ters bir şekilde yansıyıp elektrik sinyallerine dönüşmekte. Yine nasıl oluyor da ters sinyaller beynin arka kısmında görme merkezinin bulunduğu minik bir noktaya ulaşır ulaşmaz karanlık alanda görüntü kazanabiliyor, doğrusu bu tür soruların cevabını bulmakta zorluk çekiyoruz. Yani insanlar üç boyutlu bir televizyonu gözlük takmadan izleyemezken beynin zifiri karanlık arka kısmında pırıl pırıl bir dünya ekrana yansıyor. Belli ki sarı noktada gerek ışığın şiddetini, gerek renkleri algılayan farklı hücreler bu iş için seferber olmaktalar. Hatta bu hücrelerin içerisi A vitamini bakımdan zengin olması belli bir planın icrasını ortaya koymaktadır. Ki; tüm bunlara görme mucizesi demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz. Baksanıza Darwin bile göz mucizesi karşısında Asa Gray’a yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektubunda; “Gözleri düşünmek beni bu teoriden soğuttu” yazısıyla şaşkınlığını gizleyememiş. Niye şaşkın kalmasın ki. Baksanıza gözümüzün saydam tabakası kornea, evrimcilerin birçok olayı tabi ayıklama (doğal seleksiyon) ile izah ettikleri kurama meydan okumakta. Bir kere adı üzerinde kornea, yani saydam tabaka, ya görürsünüz ya da hiç görmezsiniz. Dolayısıyla görme olayının ilk anda belirmesi gerekir. Şimdi evrimcilere soruyoruz; kör insanların doğal seleksiyon vasıtasıyla gözlerinin ışığa kavuştuğu hiç vuku bulmuş mudur? İşte Darwin’in beynin de kaynar sular fışkırmasına neden olan bu soru, gözün tabi seleksiyona geçit vermeyen bu mükemmel yapısıdır. Darwin, normal göz yapısı karşısında bir anda şaşkına dönüyorsa, kim bilir kedinin karanlıkta parlayan gözleri karşısında ne halde olacaktı. Gerçekten de kedinin gözünden yansıyan ışığın etrafa pembe, saman alevi rengi, mavi ve yeşil olarak yansıması izleyenleri mest etmektedir. Bilindiği üzere kedinin gözleri kendine özgü özel hücreler sayesinde ışığı ayna gibi yansıtabiliyor. Nitekim az bir ışık kedigözünün ayna gibi parlamasına yettiği gibi bu özelliğiyle etrafı insandan yedi kat daha fazla keskin görebilmekte. Böylece yedi kat ışık gücüne denk düşen görme sayesinde fare bir anda avlanabiliyor.
Aslında etrafımız çok değişik dalga boylara sahip binlerce ışınların kuşatmışlığıyla iç içe yaşanmamıza rağmen, onları çıplak gözle bir türlü göremiyoruz. Tabii ki görmememiz yok olma manasına gelmemektedir. Mesela bir radyonun düğmesini açtığımızda ses olayının bir dalga boyu olduğunun farkına varmış oluyoruz. Dahası bizler tüm olayları üç boyutlu fotoğraftan bakarak değerlendirmeye çalışırız. Hatta bir mekânda görünen dalga boyu sınırları içerisinde ışık varsa onu filme alıp izleriz de. Madem kamera içerisinde kayıtlı film var, o halde gözün içerisinde canlı hücrelerden yapılmış mutlaka bir film olmalı. Nitekim koni adı verilen hücreler film görevi yapıp renkleri seyretmemizi sağlamaktalar. Peki, bizim dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bir iki örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Şöyle ki; yılan, kertenkele gibi canlılar incelendiğinde derinlik boyutundan mahrum oldukları anlaşılır. Dolayısıyla bu tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun gördüklerinden, eşyaya bakışları da tıpkı fotoğraf makinesiyle çekilen nesnenin film şeridine düşen görüntüyü izlemeleri şeklinde tezahür edecektir. Yine bir başka boyut cephesinden şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar da teleskopik cihazlara taş çıkartacak donanımla çevreyi tarayabilme özellikleriyle dikkat çekmekteler. Mesela baykuş gecenin karanlığına aldırış etmeksizin sıcakkanlı fareyi avlayabilirken, keza binek atı ise karanlıkta tam net olmasa da görebilmenin avantajıyla yoluna devam etmektedir.
Gözler ruhun aynası
Göz ilginçtir her şeyi görür, kendisini görmez. Buna rağmen kendini göremeyen göz; dış göz ve iç göz diye kategorize edilir. Tasavvuf ehli iç göze kalp gözü ya da iç aydınlık olarak niteler. Dış gözümüzle görünen âlemle ilişkilerimizi tanzim eder, iç gözümüzle Allah’a yakinlik ölçüsünce ötelere seyri âlem eyleriz.
İnsanoğlu çevresine her daim üç boyut penceresinden bakar durur hep. Bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve derinlik olarak tarif edilir zaten. Fakat bu arada bu üç boyuttan başka boyutlar var mı sorusu öğrencilerin zihnini için için meşgul edecektir.
Nasıl ki dış gözün sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka diye katmanları varsa her mekânın da kendine özgü boyut farkı söz konusu. Onun için fizik bilimi doğmuş, ayrıca fizik ötesi bir âlem var ki; o bizim bilimsel bilgilerimizin ötesinde bir şey, hatta fevkimizin üstünde. Anlaşılan bizim birlikte ortak paylaştığımız mekân, üç boyuta izin veriyor sadece. Üç boyutu aşacak hamle ancak Allah’ın sevdiği dostlarına has durum. Zaten Miraç olayı fizik ötesi âlemin anlaşılır kılmasına yardımcı olan bir işaret taşıdır. Ne var ki insanoğlunun dış gözü ancak üç boyutu algılayabiliyor. Yani bizim gözümüz görünen ışığın elektromanyetik spektrumunda yer alan 0,4–0,7 mikron (400–700 milimikron) arasındaki kırmızıdan mora kadar değişen renk değerlere göre endekslenmiş olduğundan, bu bant aralığı dışındakileri göremeyiz. Anlaşılan Yaratıcı güç bize gereken nesneleri görebileceğimiz kadarıyla gözümüze ayar çekmiş. Bu ayar sayesinde retina tarafından yakalanabilen cisimleri görülebilen cinsten, yakalanamayanları ise görememek (yok) şeklinde algılıyoruz. İyi ki de böyle olmuş, aksi takdirde sınırsız ayarla birlikte alakalı alakasız göreceğimiz her şey çıldırmamıza neden olacaktı. Bilindiği üzere 0,4 mikron altındakiler yakıcı veya öldürücü nitelikte ve göremediğimiz enerjice yüksek mor ötesi ışınlar olup, 0,7 mikron üzerindekiler ise uzun dalga boyuna sahip kızıl ötesi ışınlara (infraed veya infraruj) denk düşen ışınlardır. Zira yeryüzü ile gökler arasında bir yığın bilmediğimiz nice varlıklarla kuşatılmışız, amma velâkin bunların çoğundan habersiziz. Bizim dışımızda bilmediğimiz her ne varsa boyut farklılığından dolayıdır. Ne yazık ki bu boyutları kavramaktan aciziz. Belki başımızı bir yere çarptığımızda boyut farkını bir nebze hisseder gibi oluruz. Düşünsenize bir boksör eldiveniyle yumruk yediğimizde sanki bir başka boyut âleminde yıldızları görür gibi hal yaşarız. Bu durum göz sinirlerince gönderilen sinyallerin beyne yıldız şekilde yansımasının bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Demek ki göz hayalen de olsa bizleri yıldızlara ulaştırabiliyor.
Bilindiği üzere Melekler çok hızlı hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Yine hızlarına vakıf olamadığımız birçok varlıklar arzla sema arasında ötelere seyri âlem yapmaktalar. Tabi her şey bunlarla sınırlı değil, evreni kaplayan daha nice meleğimsi görülmeyen ışınlar var. Kaldı ki onları göremememiz, yok oldukları anlamına gelmiyor. İşte sırlarına erişemediğimiz, bir başka ifadeyle enerji diyebileceğimiz bu ışınlar fizik kitaplarında yer alan kuantum veya foton denen küçük enerji paketleri kuralının varlığını ortaya koymakta. Keza bu fotonlar boşlukta bir anda ışık hızıyla yayılabiliyor da. Biz sadece algılayabildiğimiz foton enerji alanında âlemi seyredebiliyoruz, onun ötesini Peygamber ve bir kısım veliler aşabiliyor. Zaten gerçek manada ruh dünyasının güzelliği bu geçirgen duvarın üstünde ve altında yer almaktadır. İşte bu yüzden gözler ruhun aynası demişiz. Unutmayalım ki beş duyunun hudutları içerisinde kalmakta çok büyük bir nimet. Ne mutlu bu nimetlerin kadrini bilenlere.
Allah-ü Teala; “O semaların ve arzın arasındakilerin Rabb’ıdır. Ve doğuların rabbidir” (Saffat suresi ayet–5) beyan buyurarak boyutların sırrını hatırlatıp, biz aciz kullara üç boyuttan başka boyutların varlığına işaret ediyor. Bundan dolayı üç boyutun dışında dört, beş, altı vs. diyebileceğimiz boyutların her biri ayrı ayrı mekânlarda yer alacağı ihtimalini akla düşürüyor. Derken bu arayışta dördüncü boyutun ‘zaman’ olduğunu anlamış oluruz. Meğer zaman kavramı, sanılanın aksine bir saat meselesi değilmiş, bilakis o üç boyuta benzer, hatta onun ötesinde bir boyutmuş. Bu yüzden zaman için; mekânlarla beraber usul usul akıp giden bir yolculuk diyoruz.
Velhasıl; görme hadisesi tıpkı ötelere kelebek misali kanatlanan zaman gibi saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayarak yoluna devam etmektedir. Bu durum karşısında ruh penceremiz olan göze yolun açık veya gözün aydın olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?sk=info

GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR
SELİM GÜRBÜZER
Görme hücreleri görme kabiliyetini nasıl kazandı sorusu insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir. Meşgul etmesi de son derce gayet tabii bir durum. Zira göz bir yandan ruhumuzun dünyaya açılan ilk penceresi olurken fiziki olarak da erik büyüklüğünde etten örülü optik bir aygıtımızdır.
Hiç şüphe yoktur ki göz görmek için vardır. Dolayısıyla gözün mercek düzeneği sayesinde gördüğümüz her şeyin Yüce Allah’ın yaratılış mucizesi olduğunu idrak etmiş oluruz. Bu yüzden bu noktada Allah için ne kadar şükür secdesine kapanıp hamd-ü sena etsek azdır. Hem nasıl hamd-ü sena etmeyelim ki, baksanıza insan anne rahminde 53-55 günlük ve 15-19 mm ebadında ceninken daha yeni belirmeye yüz tutmuş gözlerinin secde mahalline baka kalmışlığı zaten şükür secdesine kapanmamızı gerektirir. Böylece secde anına o tutku gözlerle baka kalan bebeklik halimiz zamanı geldiğinde 9 aylığına konakladığımız mekândan yeni bir secde mekânına kapanmak için dünyaya konuk oluruz da. Nitekim Yüce Allah (c.c) meleklere “Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım” (Sâd 38/71), “Onu tesviye edip ruhundan üflediğim zaman secdeye kapanın” (Sâd 38/72) diye beyan buyurduğu ayetleriyle zaten bu gerçeğe işaret etmekte. İşte bu noktada anne karnında ruh üflenmiş halde halk edilmiş aydınlık pencere gözümüzün Yüce Yaratıcı Allah (c.c) tarafından en mükemmel bir şekilde ön kısmın kornea tabakasıyla (saydam tabaka) donatırken, hemen arka kısmını ise göz rengini belirleyen aynı zamanda ışık şiddetini perdeleyerekten ayarlayan iris tabakasıyla donatmıştır. Derken irisin arka kısmında mercek sistemi, en arka kısmında ise ışığa hassas reseptör (alıcı) hücrelerden oluşmuş retina tabakasıyla (ağ tabakasıyla) donattığı kulunu anne karnından dünyaya kutlu doğumla birlikte gözünü açaraktan adım atmış olur. Böylece konuk olduğumuz dünyada gözümüzü açtığımızda bir yandan beş duyu organlarımız aracılığıyla etrafımızdaki ne olup bittiğinden haberdar olunurken diğer yandansa beş duyumuzun dışa açılan göz penceresiyle de olan biteni gözlemlemiş oluruz.
Evet, şu da var ki, anne karnında 9 aylık sürecin akabinde gözünü dünyada açan insanoğlu konuk olduğu yeni mekânda her türden manzaraları seyretmenin keyfini her şeyden önce ışığa duyarlı reseptör vazifesi görecek görme aygıtına borçludur. Öyle ya, dünyaya konuk olduğumuzda şayet etrafımızda üşüşen renk cümbüşlerini algılayacak göz reseptörleri donanımız yoksa dünyaya adım atmanın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Hakeza konuk olduğumuz dünyada ışık yoksa hiçbir madde veya nesnenin de anlamı yoktur demektir. Yani yaşadığımız dünyada ışık varsa ancak o zaman madde ve eşya bir anlam ifade etmekte, aksi halde bizim için madde veya nesne yok hükmündedir. Neyse ki yaratılışta görme aygıtımız tam teşekküllü donanımlı halde kodlanmış da bu sayede etrafımızda mor ve kızıl ötesi türü hafif ışınlar hariç, diğer tüm dış kaynaklı ışınlar öncelikle görme reseptörlerince algılanıp işleme alınabiliyor. Nitekim reseptörlerce algılanan eşya işleme alındığında eşyanın elektronlarından yayılan foton enerjisi elektrik akımına dönüştürülerekten sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarılıp böylece dış dünyadan gelen ışık dalgaları görüntü olarak sahnelenmiş olur. Yani bu demektir ki; dış dünyada gördüğümüz renkler ve şekiller çevrenin marifetiyle değil beynimizin marifetiyle algılanmakta. Şayet işleme alınan bitki ise hemen beyin tarafından bitkinin cinsine göre yeşilse yeşil, kırmızıysa kırmızı olarak algılanıp beyin dağarcığında öyle biçim almakta. Mesela gözümüzü gökyüzüne çevirdiysek beynimiz bu durumda gökyüzünün o an ki fotoğraf karesi rengine göre hava açıksa mavi renk olarak, hava kapalıysa gri ya da karanlık tonlarda algılayıp öyle görüntülenecektir. Kelimenin tam anlamıyla beyin dağarcığında algılanan renkler ister yeşil ister kırmızı, ister mavi hiç fark etmez sonuçta tüm renk skalaları ve boyutlar beynin merkezinde değerlendirildikten sonra nesnel halde biçimlenmiş olacaktır. Hatta beynin bu noktada fonksiyonel olduğu şundan besbellidir ki dış dünyadan gelen verilere aracılık yapan göz retinasında en ufak bir arızanın nüksetmesi durumunda renk körü olunabiliyor. Renk körü olunca da malum yeşili kırmızı, kırmızıyı yeşil görme gibi bir yanılgıya kapı aralanmış olur.
Bu arda unutmayalım ki beyinde algılanan her nesnenin karşılığı yüzde yüz tam kendisi değildir, bu yüzden algılanan nesne için tam budur diyemeyiz. Çünkü bizler ancak algılayabildiğimiz boyutlar ölçüsünce nesnel olanı tanımlayıp hakkında şudur budur diyebiliyoruz. Hem kaldı ki birçok gerçek sandığımız olgular her an sanal yansımalar cinsinden görüntü olarak da tezahür edebiliyor. Öyle ki eşyanın hakikatini tam olarak idrak etmek bizim algıladığımız boyutların çok çok üstünde bir boyutta olması hasebiyle o hakikate ulaşmak her baba yiğidin harcı değildir zaten.
Göz tabakaları
Şurası muhakkak günümüzde keşfedilen mercek sistemleri gözden ilham alınarak icat edilmişlerdir. İnsanoğlu mercek sistemlerini keşfede dursun gözün yapısına baktığımızda içten dışa doğru üç tabakadan oluştuğunu ve bunlar sırasıyla sert tabaka, damar tabaka ve ağ (retina) tabaka olarak addedilirler. Gözümüzü daha çok dış etkenlerden koruyan sert tabaka olup bu tabakanın ışığa karşı gelen gözün ön bölümünde görünen kısım ise saydam tabaka (kornea) olarak addedilir. Malumunuz gelen ışık ilk önce gözün saydam tabaka üzerinde kırılmasıyla birlikte yol kat etmiş olur. Saydam tabakanın arka yüzü giderek saydamlığı kaybolmaya yüz tuttuğundan bu kısım “Sklera” olarak addedilir. Bu arada sert tabaka ile ağ tabaka arasında yer alan damar tabaka içerisinde gözümüzü besleyen kılcal damarların varlığının yanı sıra ağ tabakanın (retinanın) arkasına konumlanan bölgede sinir hücrelerinden meydana gelmiş boya hücrelerin varlığı da söz konusudur. Boya hücrelerinin bulunduğu alan aynı zamanda sarı noktanın konumlandığı bir alan olup burası ışığın beyne yansıması için gerekli fotokimyasal olayların başlayacağı alan olarak da dikkat çeker. Ayrıca göz bebeği merceğinin etrafını halka şeklinde saran renkli tabaka ise adından iris tabakası olarak söz ettirir. İrisin arkasında konumlanmış halde ince kenarlı göz merceği (lens) de malum lensin etrafını saran kasların kasılıp gevşemesiyle birlikte açılıp kapama refleksi gösterebiliyor. Derken dışarda ki ışığın cisme çarpıp yansımasıyla göz lensine aktarılan ışınlar kas hareketleriyle sarı nokta üzerine düştüğünde ters görüntüye dönüşmüş olurlar.
Damar tabakanın altında bir üçüncü tabaka daha vardır ki; bu tabakanın üst katı gözün içerisini karanlık oda haline getiren boya hücreleri oluştururken alt katını da ışığa karşı hassasiyet gösteren hücreler oluşturur. Ve bu iki katlı tabaka hepimizin bildiği retina tabakasından başkası değildir elbet. Şimdi bu bilgilerden hareketle tabakalarla kuşatılmış olan gözün iç kısmı nasıldır doğrusu hepimizin merak ettiği bir konudur. Hiç kuşkusuz bu tabakaları yaratan Allah, elbet iç kısmı da en mükemmel bir şekilde donatılı yaratmıştır. Nitekim gözün iç kısmına doğru ilerledikçe yapışkan ve saydam bir sıvıyla dolu olduğu gözükecektir. Üstelik bu saydam sıvı kan dolaşımı ile birlikte kendini de yenileyebiliyor.
Göz genel itibariyle yedi tabaka üzerine kurulu bir penceredir. Bu tabakaların herhangi bir tanesi bertaraf olduğunda göz göremez hale gelebiliyor. Belli ki bu tabakalar sıradan basit mercek sistemlerinden oluşmuş tabakalar değildir, tam aksine her biri senkronize işlevi görevi ifa edecek türden donatılmış tabakalardır. Göz aynı zamanda görünüm olarak dışa açılan iki küçük pencereyi andırmakta. Her iki pencerede şekil olarak çapı küçük ama üç boyutu tüm yönleriyle görebilecek açıdan konumlandırılmışlardır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş otomatik fotoğraf makinelerine taş çıkartırcasına neredeyse tüm cihanı küçücük haznede resimleyecek ölçüde çok yönlü bir optik penceremizdir. Doğrusu böylesi mükemmel donanımlı göz bebeğimize kim hizmet etmek istemez ki. Baksanıza gözün yardımcı organları diyebileceğimiz göz kapakları, kirpikler, kaşlar, gözyaşı ve çapak salgı bezleri adeta hizmette sınır yoktur dercesine kendilerini bu iş için seferber etmiş durumdalardır. Üstelik tüm bu yardımcı unsurlar göze estetik katmaktalar da. Hani halk arasında ikide bir söylenen “ela gözlüm, kalem kaşlım, kirpiklerin beni mest etti” şeklinde dile getirilen deyişler vardır ya, aynen öyle de bu estetikliyi anlamlı kılan da bu söz konusu yardımcı elamanların görenleri kendine mest edecek derecede konumlanmış olmalarıdır. Örnek mi? Mesela göz kapağının açılıp kapanmasında gözyaşlarının damla damla akması bile göz bebeğimize başlı başına duygu yüklü bir görünüm ve estetik bir hava katabiliyor. Biyolojik yönden gözyaşı bezlerinin fonksiyonuna baktığımızda ise bir yandan toz ve yabancı maddeler gözün içerisine sirayet etmeksizin derhal dışarı atılırken, diğer yandansa küçücük kanallar vasıtasıyla toplanan gözyaşları dışarı tahliye edilmekte olduğunu görürüz. Belli ki duygu yüklü durumlarda 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar’ misali sübjektif olarak gözyaşı dökerken, meseleye birde biyolojik açıdan bakıldığında gözün kimi zaman da kendi fiziki bakımı içinde gözyaşı döktüğü görülmekte.
Göz çukuru
Gözün etrafı kemiklerle donatılıp yaklaşık 2,5 cm’lik bir çukurdan ibarettir. Yine de siz siz olun gözü çukur deyip hafife almayın, Bikere güneşten dünyaya gelen yüz milyarlarca nötrinolar çukurcuğun her santimetre karesini adeta delip geçerekten olan bitenden bizim haberimiz olmazken ne ilginçtir ki göz çukurumuz her şeyden haberdar olabiliyor. Öyle ki gözümüzü bir an güneşe çevirdiğimizde milyarlarca sayıda nötrinoların göz çukurunda saydam hale dönüşme muamelesine tabii tutulmanın akabinde gözün diğer katmanlarına doğru yol aldıkları gözlemlenmiştir. Bir bakıyorsun göz çukurları sayesinde gözümüzü sağa sola aşağı ve yukarıya çok rahatlıkla çevirebilmekteyiz. Nitekim bu iş için 6 adet kas görevlendirilmiş durumda. Es kaza bu söz konusu düzenli çalışmaması halinde şaşılık ve diğer birçok göz kusurları nüksedebiliyor. Neyse ki gözün açılıp kapanmasını kolaylaştırmak adına gözü devamlı nemli tutmaya yönelik gözün içinde göze has bir yıkama yağlama tertibatının varlığı sayesinde birçok göz kusurlarından korunabiliyoruz. Hele bilhassa alın kemiği içerisinde depolanmış halde gözyaşı bezlerinin salgıladıkları sıvılar gözümüzü adeta duş aldırırcasına yıkıyor olmaları gözü ziyadesiyle bir takım viral ve bakteriyel enfeksiyonlara karşı da korunaklı kılabiliyor. Hakeza göz kapakların iç kısımlarında konumlanmış yağ bezleri vardır ki; bunlarda hem göz kaslarının aşınmaksızın hareketine işlerlik kazandırmakta, hem de gerektiğinde gözyaşlarının tane tane yüzümüze doğru akmasını sağlamakta. İlginçtir göz yuvarlaklarımız zarar görmemesi içinde bir bakıyorsun etrafının özel bir zarla konuma altına alındığı gibi sert tabakanın da büyük bir kısmı göz akıyla korunmaya alınmıştır. Hatta bu noktada bir bakıyorsun kalem kaşlarımız bile koruyucu şemsiye olarak hem alından gelen terlerin göze ulaşmasına mani olmakta hem de dışarıdan gelen fazla ışığı emerekten gözün rahatsız olmasına mani olmakta. Tüm bunlara ilaveten otomatik halde kendi isteğimiz dışında çalışan göz kapaklarımız ve onların üzerinde konumlanan kirpiklerde boş durmayıp gözümüzü toz vs. zararlı maddelerden korumuş olmakta.
Bu arada adına kornea denen saydam tabaka da malum olduğu üzere tıpkı cam gibi sert ve şeffaf yapıda bir göz billurumuz olarak dikkat çeker. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, son derece narin şeffaf cam (mercek) billur tabakamız sayesinde göze gelen ışığın yardımıyla etrafımızı seyri âlem eyleriz de. Ayrıca saydam tabakadan damar ağının geçmemesi de dikkat çeken bir durumdur. Öyle ya, şeffaflığına binaen madem bu tabakadan damar ağı geçmiyor, o halde bu cam tabaka nasıl besleniyor doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu iş için özel bir sıvı halk eyleyip saydam tabaka ile mercek arasında bir mekânda onun beslenmeye almıştır.
Albert Einstein’ın çalışmaları
Okullarda ışık deneyleri gösterilirken en basitinde görme olayı;
“-Gözün görme sinirleri ve beyindeki görme merkezi,
-Işık kaynağı.
-Cisim” gibi aracılar sayesinde gerçekleştiği öğretilir hep. Yani bu demektir ki gözün mercek düzeneği, güneş ışığının eşyadan yansıyan enerji formu biçimine göre görme olayının gerçekleşmesi için bu tür aracılara ihtiyaç vardır. Öyle ya, madem her bir eşya enerji ve ışınım yayıyor, o halde buradan hareketle Albert Einstein’ın ortaya koyduğu E= m.c² formülüyle kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu, yani enerji ve kütlenin birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu öğrenmiş olduk. Öyle ki ortaya konan bu formülden hareketle ışığın herhangi bir maddeye ait atomun etrafında dönen bir elektronunu indirgenmesiyle birlikte maddenin kuantum (foton) kanunları çerçevesinde ters orantılı bir şekilde ışık enerjisi neşretme şeklinde radyasyon yayılım gösterdiğini öğrenmiş olduk. Nitekim ışığın elektronun çekirdeğe yakın bir yörünge ekseninde dalga dalga yayılıp bir enerji taşıyıcı veya maddenin mümkün olan en küçük birimi olarak (kuantum) rol üstlenmesiyle birlikte radyasyon parçacığına dönüşmesi vuku bulur ki, bu olay foton hadisesi olarak anlam kazanır. Elektromanyetik yüklü fotonların saldığı enerjiyle bulunduğu dalga boyu ters orantılı olup bu noktada dalga boyu arttıkça ışı enerjisi de o oranda azalış kaydetmekte. Dolayısıyla gözümüze yansıyan fotonların (ışın parçacıkları) saydam tabakanın uzayıp kısalabilen özelliği sayesinde saldığı ışınların belirli noktalara odaklanması sağlanıp bir sonraki aşamalarda cisimler ters görüntü olarak değil düzgün görüntü olarak konumlandırılmış olunur. Şayet bu saydam tabaka normal halinin dışında biraz daha fazlaca kavisli olsaydı göze gelen ışık ışınlarının yanlış bir şekilde kırılmasına yol açıp görüntülerin tam retina (ağ tabaka) üzerine değil de retina önünde odaklanır olsaydı yakınımızdaki cisimleri net, ancak uzaktaki cisimlerin bulanık görüleceği miyop denen görme kusuru bir durum nüksedecekti. Şayet göze yansıyan ışınların tam tamına ağ tabaka üzerine değil de bu tabakanın arka tarafına odaklanıvermiş olsaydı, bu kez uzağın görülebileceği ancak yakınındaki cisimleri net görememe denen hipermetrop bir durum nüksedecektir. Oldu ya kornea veya göz merceği kavisinin normal şeklinin dışında saydam tabakanın bir yanı diğer yanından daha kavisli bir hal aldığını bir düşünün, ister istemez bu anormal kavislenmeye paralel olarak göze gelen ışık retinada doğrudan odaklanamayacağından bu kez hem uzağı hem de yakını görememe denen astigmat bir durum nüksedecektir. Örnek mi? İşte astigmat hastalarının okuma problemleri, dikey ve yatay çizgileri ayırt etmede yaşadıkları zorluklar, 3 ve 1 sayılarını sıkça karıştırmaları ve mevcut cisimleri her daim bulanık görme gibi daha birçok göz kusurlarının görülmesi bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Bilindiği üzere göz bebeklerimizin açılıp kapanır pencere olmasında en önemli etken unsur görme duyumlarına haiz olmasıdır. Dahası her iki göz bebeğimizde duyumlar aracılığıyla görüntü alınacak olan her nesnenin mekânını ve uzaklığını belirleyen bir konumda konuşlanmışlardır. Öyle ki konuşlandıkları konumlarına baktığımızda milimetrik sapma göstermeksizin sağ göz nesnenin biraz sağını ve sol gözün ise nesnenin biraz solunu görebilecek konumda yerleştirilmişlerdir. Yani bu demektir ki sağ ve sol gözün kafa üzerinde farklı konumda yer almaları hasebiyle ister istemez mekân veya boyut belirlemesi de farklı boyutta olacaktır. Belli ki cismin yerini ve uzaklığını ölçen Stereoskopik aleti sağ ve sol göz beklerimizden ilham alınarak keşfedilmiştir. Sadece bu alet mi? Elbette ki, fotoğraf makinesi, televizyon ve kamera gibi aletlerde buna dâhildirler. Göz reseptöründen görüntüyle ilgili mesajların biri gidip biri gelirken diğer yandan göz bebeği herhangi bir kazaya kurban gitmeksizin saydam tabaka tarafından korunur da. Zaten korunması da gerekir. Göz bebeği kiminde ela, kiminde mavi, kiminde kahve vs. renkte olup bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi açılır kapanır da. O halde bu objektif öyle ayarlanmalı ki ışık arttıkça küçülmeli, azaldıkça da büyümeli. Ama nasıl? Şöyle ki; göz bebeğimizin kenarında konuşlanmış kıldan ince diyebileceğimiz iris tabakası tüm yapacakları faaliyetlerde yalnız değildir. Özellikle kendisinin büyüyüp küçülmesi için kaslar yardımcı kılınmıştır. Zira bu kasların gevşeyip ve kasılması sayesinde alaca karanlıkta göz bebeği büyür, parlak ışıkta ise küçülmekte. Bu demektir ki irisin arkasında yer alan merceğin bir adale ağı ile göz cidarına asılı durması ışık miktarını ayarlamaya yetiyor artıyor da. Böylece bu metotla göz kamaşmasının önüne geçildiği gibi mercek kalınlığının değişmesiyle birlikte ışığın bir şekilde retina tabakasına düzgün aksettirilmesi sağlanmış olur. Dahası göze gelen ışığın hem uzaklığı hem şiddeti ayarlanarak dış âlemin retina üzerinde net görüntüsü elde edilir. Hatta bu iş için retina üzerinde gayet muntazam bir şekilde koniler ve çomağımsı basil hücreler vardır. Zira 10 tabaka (6–7 milyon civarında) halinde koniler görüntüyü netleştirmekle ilgili fonksiyon icra ederler. Takriben 110 -120 milyon sayıda basil hücreleri ise alaca karanlıkta görme işlevi üstlenirler. Aslında her ikisi de ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirip akabinde oluşan elektrik akımını beynin görme fonksiyonuyla alakalı sinir merkezlerine iletirler. İşte iletilen mesajlar bu merkezlerde etüt edildikten sonra görme denen hadise gerçekleşiverir.
Kenan illerinde akan gözyaşı
Göze ak perde inmesi Tıp dilinde katarak olarak isim alır. Nitekim çeşitli nedenlere bağlı olarak gözün şeffaf olan kısmın tamamen veya kısmen donuklaşması sonucunda görme bozukluğu meydana geldiği gibi kör olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Allah-ü Teâla: “Yakup, oğullarından yüzünü çevirdi de; ‘El Yusuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!’ dedi ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Artık derdini gizleyip duruyordu” (Yusuf, 84) diye beyan buyurarak günümüzde adından sıkça söz edilen katarak ve katarak ameliyatlarını hatırlamış oluruz. Yine Yüce Allah (c.c) bu hususta “ …Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle toplanıp bana gelin” (Yusuf, 93), “Fakat hakikaten müjdeci gelip de gömleği yüzüne bırakınca, gözü açılıverdi: Ben size, Allah katında vahiy ile sizin bilemeyeceklerinizi bilirim demedim mi? dedi” (Yusuf, 96) ayetleriyle göz bebeğimize çok büyük bir nimet olarak bakmamıza işaret eylemenin yanı sıra gelecekte gerek katarakt, gerekse diğer gözle ilgili her tür tedavi tekniklerinin geliştirilmesi noktasında ışık tutmakta da. Her ne kadar görme engelliler günümüz tedavi tekniklerinden tam manasıyla istifade edemeseler de onlar içinde bir düzlem üzerine işlenen kabartılarla belirlenen Braille alfabesi veya çizgi noktalara dayalı Mors alfabe tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde bir nebze olsun âmâları karanlık dünyalarından uyandırıp iç gözlerinin açılmasına ziyadesiyle yetmiştir. Böylece âmâlar kısa ve uzun işaretler ile bunlara karşılık gelen ışık ya da sesleri kullanarak bilgi naklini sağlayan kâğıda veya bilgisayar klavyesine geçirilen mesajlar sinir impulslarının titreşimleri eşliğinde optik okuyucu haline dönüşmesi neticesinde etrafında olan bitenden haberdar edilmiş olurlar. Aslında geliştirilmiş informatik mesaj (bilgi değeri olan haber) teknikler sadece amalar için değil görenler içinde bir tür informatik yazılım tekniği geliştirmesine pratik kolaylıklar imkânı ve fırsat sunmakta. Derken bu pratik yöntemler sayesinde bilgi bir şekilde hem görenler için hem görmeyenler için software çalışma alanı olur bile.
Görme mucizesi
Göz içerisinde ışığın geçirdiği safhalar hayrete şayandır. Şöyle ki; ışınlar önce saydam tabakaya aks eder, buradan göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçer. Akabinde gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam eder. Derken gözün arka kısmında ışığa karşı hassas sarı benek hücrelerine ulaşan ışınlar önce kimyasal, sonra elektrik akımına çevrilirler. En nihayet elektrik akımına çevrilen ışınlar sarı benekte görüntülü yansıyıp ters bir şekilde beyne ulaşırlar. Tabiî ki burada haklı olarak madem beyne görüntü ters yansıyor, o halde niye görüntüleri ters görmüyoruz denilebilir. Olsun önemi yok, nasıl olsa gözün içinde düzeltilecek sistem sayesinde görüntü derhal beyinle koordineli sinir hücrelerince düzeltilip cisim en nihayetine düz olarak görüntülenecektir. Dolayısıyla başlangıçta bize mantıksız gelip çelişik sandığımız birtakım olguların aslında ince matematiksel hesapların devreye girmesiyle birlikte çok muazzam kanunların işletildiğini fark etmiş oluruz. . Hatta bizim renk seçimi dediğimiz olgunun aslında gözün retina tabakasında yer alan sinirlerin fotosel algılanmasından başkası olmadığını anlarız. Nitekim gözümüz başlangıçta yedi tayf rengi aynı frekans aralığında alıp beyne farklı frekanslarda (0,4–0,7 mikron arasındaki dalga boyları) yansıtmaktadır. Bu arada yedi tayf kapsamı dışında ışınlarda göz içerisine gelmekteler ama retina tabakası üzerindeki sinir hücrelerince bu tip dalga boylarındaki ışınlar tanımlanmazlar. Yani göz gördüğü nesneleri gruplara ayırdıktan sonra nöronlara adeta sibernetik dilinde 0 veya I (evet veya hayır) ikili sistem mesaj şeklinde ileterek pozisyon almakta. Zaten aksi durum olsaydı görüntüleri tıpkı siyah beyaz televizyonunda olduğu gibi renksiz görecektik. Demek ki gerek televizyon, gerekse radyo dalgalarını göremeyişimiz bizim görebileceğimiz dalga boylarının dışında olmasından dolayıdır. Hakeza radar, röntgen ışınları da öyledir. Başka ne diyelim, belli ki senkronize sistem denilen mucizevi olay gözün içinde her an her salise işlev halde zaten.
Darwin'i şaşkına çeviren mucize
Öyle anlaşılıyor ki görme mucizesi; gözümüze gelen ışık saydam tabaka ve mercek işbirliği ile görüntünün ağ tabakasına toplanması sonucunda pek çok sinir ağı vasıtasıyla beyne transferi ile gerçekleşen bir mucizevi hadise olarak vuku bulmakta. Vuku bulan bu hadisede dikkat çeken bir diğer göz hücrelerine dışarıdan gelen ışığın elektrik sinyalizasyona dönüştürüp beyne iletme becerisidir. Derken bu gelen sinyallerin beyinde yorumlanmasıyla birlikte görme olayı gerçekleşmiş olur. Fakat burada zihnimize takılan birtakım akıl almaz hadiseler cereyan etmekte ki mutlaka izaha muhtaç aydınlatılması gereken cinsten hadiseler diyebiliriz. Mesela gözün içinde cereyan eden olaylardan nasıl oluyor da gelen ışınların retinaya (ağ tabaka) ters bir şekilde yansıyıp elektrik sinyallerine dönüşüp ters görüntü olarak sahne almakta. .Hem yine nasıl oluyor da ters sinyaller beynin arka kısmında görme merkezinin bulunduğu minik bir noktaya ulaştığında karanlık alanda bu kez düz görüntü hale dönüşmekte doğrusu bu tür hadiseler beynimizi zonklamakta dersek yeridir. Öyle ya insanlar üç boyutlu bir televizyonu gözlük takmadan izleyemezken küçücük et parçası içerisinde beynin zifiri karanlık arka kısmında pırıl pırıl dünya ekranı şeklinde düzgün bir görüntü sahnelenebiliyor. Belli ki sarı noktada gerek ışığın şiddetini, gerek renkleri algılayan farklı hücreler bu iş için seferber olmaktalar. Hatta bu hücrelerin içerisi A vitamini bakımdan zengin olması belli bir planın icrasını ortaya koymaktadır. Ki; tüm bunlara görme mucizesi demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz. Baksanıza Darwin bile göz mucizesi karşısında Asa Gray’a yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektubunda; “Bütün gün göz organını düşünmek beni bu teoriden soğuttu” yazısıyla şaşkınlığını gizleyememiş. Niye şaşa kalmasın ki, baksanıza gözümüzün saydam tabakası kornea, evrimcilerin birçok olayı ayıklayıcı araç olarak tanımladıkları doğal seleksiyon kuramına adeta meydan okumakta. Bir kere adı üzerinde kornea, yani saydam tabaka, ya görürsünüz ya da hiç görmezsiniz. Dolayısıyla görme olayının ilk anda belirmesi gerekir. Şimdi evrimcilere soruyoruz; kör insanların doğal seleksiyon denen ayıklayıcı araçla gözlerinin ışığa kavuştuğu hiç vuku bulmuş mudur? İşte Darwin’in beynin de kaynar sular fışkırmasına neden olan bu soru, gözün doğal seleksiyona hiçbir şekilde geçit vermeyen bu mükemmel donanımlı yapısıdır. Darwin, normal göz yapısı karşısında bir anda şaşkına dönüyorsa, kim bilir kedinin karanlıkta parlayan gözleri karşısında ne halde olacaktı. Gerçekten de kedinin gözünden yansıyan ışığın etrafa pembe, saman alevi rengi, mavi ve yeşil olarak yansıması izleyenleri mest etmektedir. Bilindiği üzere kedinin gözleri kendine özgü özel hücreler sayesinde ışığı ayna gibi yansıtabiliyor. Nitekim az bir ışık kedigözünün ayna gibi parlamasına yettiği gibi bu özelliğiyle etrafı insandan yedi kat daha fazla keskin görebilmekte. Böylece yedi kat ışık gücüne denk düşen görme sayesinde fare bir anda aklanıverir de.
Aslında etrafımız çok değişik dalga boylara sahip binlerce ışınların kuşatılmışlığıyla iç içe birlikte yaşamamıza rağmen, onları çıplak gözle bir türlü göremiyoruz. Tabii ki göremememiz yok olma manasına değil elbet. Mesela bir radyonun düğmesini açtığımızda ses olayının bir dalga boyu olduğunun farkına varmış oluruz. Dahası bizler tüm olayları üç boyutlu fotoğraftan bakarak değerlendirmeye çalışırız. Hatta bir mekânda görünen dalga boyu sınırları içerisinde ışık varsa onu filme alıp izleriz de. Madem kamera içerisinde kayıtlı film var, o halde gözün içerisinde canlı hücrelerden yapılmış mutlaka bir film olmalı. Nitekim koni adı verilen hücreler film görevi yapıp renkleri seyretmemizi sağlamaktalar. Peki, bizim dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bu hususu da bir iki örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışmış olalım. Şöyle ki; yılan, kertenkele gibi canlılar incelendiğinde derinlik boyutundan mahrum oldukları anlaşılır. Dolayısıyla bu tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun gördüklerinden, eşyaya bakışları da tıpkı fotoğraf makinesiyle çekilen nesnenin film şeridine düşen görüntüyü izlemeleri şeklinde tezahür edecektir. Yine bir başka boyut cephesinden şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar da teleskopik cihazlara taş çıkartacak donanımla çevreyi tarayabilme özellikleriyle dikkat çekmekteler. Mesela baykuş gecenin karanlığına aldırış etmeksizin sıcakkanlı fareyi avlayabilirken, keza binek atı ise karanlıkta tam net olmasa da görebilmenin avantajıyla yoluna devam etmektedir.
Gözler ruhun aynası
Göz ilginçtir hemen her şeyi görür, ancak kendisini görmez. Buna rağmen kendini göremeyen göz; dış göz ve iç göz diye kategorize edilir. Tasavvuf ehli iç göze kalp gözü ya da iç aydınlık olarak niteler. Dış gözle görünen âlemle ilişkileri tanzim ederken iç gözle de Allah’a yakinlik ölçüsünce ötelere seyri âlem eylenir.
İnsanoğlu çevresine her daim üç boyut penceresinden bakar durur hep. Bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve derinlik olarak tanımlanır tanımlamasına ama bu arada bu üç boyuttan başka boyutlar var mı sorunun cevabı da bayağı düşünen insanların zihnini meşgul edecek gibi gözüküyor. Öyle ya, hem nasıl ki dış gözün kendine özgü sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olarak adlandırılan boyut katmanlar varsa görünen fiziki boyutların dışında da elbette ki sırlarına vakıf olmayacağımız fizik ötesi kendine özgü boyutların varlığı söz konusudur. Her ne kadar fizik ötesi âlemi müşahede edemesek de böyle bir âlemi yok farz edemeyiz. Zira konumlandığımız boyut sadece üç boyutu algılamaya izin veriyor. Üç boyutu aşacak hamle ancak Allah’ın dostum diye övdüğü veli kullarına has bir durumdur. Kaldı ki Miraç Mucizesi fizik ötesi âlemin varlığına delalet eden bir işaret taşıdır. Bu mucizevi hadisenin dışında insanoğlunun dış gözü ancak üç boyutu algılayabiliyor. Öyle ki bu boyutta konumlanmış cisimleri algılayacak göz penceremiz görünen ışığın elektromanyetik spektrumunda yer alan 0,4 - 0,7 mikron (400 - 700 milimikron) arasındaki kırmızıdan mora kadar değişen renk değerlere göre endekslenmiş olduğundan, bu bant aralığı dışındakileri çıplak gözle göremeyiz. Belli ki Yüce Yaradan (c.c) yarattığı kullarını görmesi gereken nesneleri görebileceği boyutlarda göze ayar çekmiştir. Nitekim göz ayarı sayesinde retina tarafından yakalanabilen cisimleri görülebilen cinsten, yakalanamayanları ise görememek (yok) şeklinde algılamış oluruz. Şayet göz penceremize ayar çekilmeseydi gerekli gereksiz, alakalı alakasız göreceğimiz hemen her şey nevrimizi döndürüp çıldırmamıza neden olacaktı. Hem nasıl çıldırmış olmayalım ki, baksanıza 0,4 mikron altındakiler yakıcı veya öldürücü nitelikte enerjice yüksek mor ötesi ışınlar olarak konumlanırken 0,7 mikron üzerindekiler ise uzun dalga boyunda kızıl ötesi ışınlar (infraed veya infraruj) olarak konumlanmışlardır. Bu demektir ki gökle yeryüzü arasında çıplak gözle bizim daha nice bilmediğimiz nice b dalga boylarının ve boyutların varlığı söz konusudur. Yani çıplak gözle gözlemleyemediğimiz her ne varsa biliniz ki boyut farklılığından dolayı olan bitenden bihaberizdir. Ama şu da var ki şaş kaza başımızı bir yere çarptığımızda boyut farkını bir nebze olsun algılar gibi oluruz da. Nitekim bir boksör eldiveniyle yumruk yediğimizde sanki bir başka boyut âleminde yıldızları görür gibi hale girebiliyor. Derken yaşanan bu hadise göz sinirleri aracılığıyla gönderilen sinyallerin beyne yıldız şekilde yansımasının bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Böylece hayalen de olsa yumruk yiyen boksörümüz yıldız görmüş gibi olur.
Bilindiği üzere Melekler çok hızlı hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Yine hızlarına vakıf olamadığımız evreni kaplayan daha nice meleğimsi görülmeyen ışınlar varda elbet. Ama onları göremememiz, yok oldukları anlamına gelmiyor. Bilakis enerji türünden diyebileceğimiz bu ışınlar fizik kitaplarında da belirtildiği üzere kuantum veya foton denen küçük enerji paketlerinin varlığını ortaya koyan birer doneler olup bu söz konusu fotonlar boşlukta bir anda ışık hızıyla da yayılabiliyorlar. Biz sadece algılayabildiğimiz foton enerji alanında âlemi seyredebiliyoruz, onun ötesi bizi aşıp bu boyutları ancak peygamberler ve veliler aşabiliyor. Zaten gerçek manada ruh dünyasının güzelliği fizik ötesi bir boyutta karşılık bulduğundan dolayıdır ki göremediğimiz güzellikler için gözler ruhun aynası deriz. Unutmayalım ki beş duyu algımızın sınırları içerisinde kala kalmakta çok büyük bir nimettir. Zira bizim dışımızdaki boyutları her babayiğidin kaldıracağı bir harç değildir. Nitekim Yüce Allah bu hususta “O semaların ve arzın arasındakilerin Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir” (Saffat, 5) diye beyan buyurmak suretiyle boyutların biz aciz kullara üç boyuttan başka boyutların varlığına işaret ederekten nimetlerinin idrakine varmamızı diliyor. Hatta beyan buyrulan ayet-i kerimede üç boyutun dışında dört, beş, altı vs. boyutların da ayrı ayrı mekânlarda konumlandığını düşündürmekte. Derken bu düşünceler eşliğinde dördüncü boyutun ‘zaman’ olabileceği aklımız da yer etmiş olur. Dahası zaman kavramını sanılanın aksine bir saat algısı olarak değil, üç boyutun ötesinde bir boyut olduğunu idrak etmiş oluruz. Hatta zaman kavramı için mekânlarla beraber usul usul akıp giden bir dalga boyutudur dersek de yeridir.
Velhasıl-ı kelam; görme hadisesi tıpkı ötelere kelebek misali kanatlanan zaman gibi saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayarak yoluna devam etmektedir. Bu durum karşısında ruh penceremiz olan göze yolun açık veya gözün aydın olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer