TOPLUMSAL DAYANIŞMA VE AYDINLAR

TOPLUMSAL DAYANIŞMA VE AYDINLAR
ALPEREN GÜRBÜZER

Toplumuzun yapısı dayanışmacı karaktere sahiptir. Tarihi kimliğimize uygun bu yapımız, ne yazık ki batılılaşma sürecine girdiğimiz günden bugüne sekteye uğramış ve önemli ölçüde bağrımızda toplumsal derin yaralar açmıştır.
Tarihimizde mevcut olan Manas destanı, Türeyiş Efsanesi, Dede korkut Hikâyeleri ve Tarihi Orhun Abideleri gibi kültürel dinamiklerimiz toplumumuzun canlı dayanışma belgeleridir. Nitekim kültürel birikimimizi hakkıyla incelendiğinde, bizim batı toplumunun yapısından farklı olduğumuzu net bir şekilde kesin çizgilerle ortaya koyabiliriz. Fakat bir kısım aydınlarımız sırtını kültürel varlıklarımıza çevirdiklerinden yahut ta kendilerine göre tekdüze bir yol takip ettiklerinden dolayı, kendi iç dinamiklerimizle sürekli doku uyuşmazlığı yaşamaktalar. Dolayısıyla bütüncül yapımız, batıya endeksli aydınlar grubunun aymazlığı yüzünden geleneksel değerlerine bağlı halk ile yarı aydın kesim arasında ikilemin doğmasına yol açmıştır. Ondanda öte önemli ölçüde birlik ve dirliğimiz tahribe uğramıştır.
Ülkemizde bir şekilde uluslararası kültürel temaslar neticesinde batı kültürünü benimsemiş, aynı zamanda batı modeliyle yetişen elit tabaka ve bürokratik kadronun varlığından söz edebiliriz. Maalesef kendilerini elit gören bu kadro, halka tepeden bakan anlayışla hareket ederek halkla doğrudan teması gurur kırıcı bir durum olarak telakki etmişlerdir.
Her ne kadar eski sol tüfekler, Marksist literatür gereği sömürülen kitlelerin edebiyatını uzun seneler zikretmiş olsalar da halkın sefaletinden bihaber hayat yaşadıkları gözlemlenmiştir. Bir zamanlar filtresiz sigara (Birinci veya Bitlis sigarası) içmeyi ‘halkçılık’ sanan birkaç sözde proleter aydının, sonradan görüldü ki yaşadıkları lüks hayatla bunların yakından veya uzaktan halkçılıkla en ufak ilgilerinin olmadığı anlaşılmıştır. Sırça köşklerde lüks yaşayışları ta baştan onların ipliklerini pazara çıkarmaya yetmişti bile.
Marksist manifesto Sovyetler Birliğinde çatırdayıp tarihin harabelerine gömülünce kendi köşelerine çekilen kökü dışarıda taklitçi aydınlar, şu sıralarda yeni bir kimlikle varlıklarını sürdürme çabasına girmişlerdir. Her ideolojinin ömür süresi kısa olduğu gerçeğini idrak edemeyen bu aklıevveller yine ellerine tutuşturulmuş reçetelerle öyle görünüyor ki daha çok oyalanacak gibiler. Bir gün kendilerine verilen kerameti kendinden menkul icazetli ideolojilik kimliklerini(içi boş ama gürültüsü çok olan ideolojik kimlik) terk etseler de, bu seferde bir başka içi boş ideolojiye gönüllerini kaptıracakları muhakkak. Biz bu tür ortama göre şekil değiştiren kimliğe taklitçi veya mustağrip kimlikte diyoruz. Neyse ki halkın değerleri ile uyumlu aydınların varlığı, yarınlarımızın güvencesi olarak bize ümit veriyor. Bu tür aydınlarımızda olmasa halimiz nice olur, artık bunu da isterseniz siz düşünün.
Dayanışmacı toplum yapımızın aksine çatışmacı toplum oluşturma çabaları milletçe ruhumuzu daraltıyor. Bireysel takılmak batının yaşadığı hayat icabı, o iklime mahsus bir hayat tarzı olarak bir derece kabul edilebilir. Fakat aynı hayat tarzını Türk toplumuna aşılamaya kalkışmayı abesle iştigal olarak değerlendiriyoruz. Çünkü toplum yapımız kollektivist, yani işbirlikçilik özelliğe sahip. Zira komşuluk ilişkilerimizden tutunda, geçmişte Ahi Evran’ın kurduğu ahi teşkilatlarından miras kalan yardımlaşmaya, hatta vakıflar düzenine kadar bir dizi olgular dayanışmacı yapımızı ortaya koyar. Dayanışmacılık ağımız bireysel yaşamın önündedir hep. Yardımlaşma hamlemiz böyle gelmiş, inşallah böyle de devam edecek. Nitekim kültürümüzün temelinde İslamiyet’in olması, dayanışmacı yapımızı daha da zengin kılmaktadır.
Peygamberimizin; İslamiyet komşusu açken tok yatan bizden değildir hadisi şerifinin tatbikatı toplumumuzun dayanışmacı yapısında zaten mevcut. Çünkü Dinimiz sermayenin sadece zenginler arasında dolaşan meta olmamasına dikkat çeker. Tekelleşmeye meydan vermemek içinde zekât müessesesinin işletilmesini emir buyurmakta. Marksist ve Leninist dogmalar ile vahşi kapitalist anlayışın, İslamiyet’ten çok şeyler öğrenmesi gereken birçok derslerin olduğu elbette ki kuşku götürmez bir gerçek.. Beşer idraki ile ortaya konulan suni reçetelerin toplumu kanayan yaralarını sarmak bir yana, hep günü kurtarmaya yönelik çalışmalardan öteye geçememiştir. İdeolojiler tarihte olduğu gibi bugünde uzun vadeli çözüm getirme basiretinden yoksundurlar. Dolayısıyla vahiy ve sünnet çağları aşan ilahi manzumeler olması itibarı ile kıyamete dek insanlar O’na muhtaç kalacaklardır.
İlahi fermanlar her çağ insanının ruhuna hitap eder, geçici değildirler. Bu yüzden E. Durkheim; Meslek ahlakı adlı eserinde toplumsal dayanışmanın sağlanmasının ahlaki temellere oturtulmasına bağlı olduğunu gayet veciz bir şekilde izah etmeyi çalışır. Hatta o bu eserinde Fransa’da nükseden ahlaksız iş hayatının, tarihi Fransız loncalarının harekete geçirilmesiyle birlikte dayanışmanın sil baştan yeniden kazanılabileceğini de vurgular. Demek ki, değerler ideolojilerden önde geliyormuş.. Suni ahlak girişimleri de hiçbir zaman kalıcı sonuç vermemiştir, veremez de. Kaynağını dinden almayan hiçbir toplum modeli, kesin kes toplum katmanlarında kabul göremez.
Max Weber’in; kapitalizmin Protestan ahlakından kaynaklandığını ifade etmesi bu durumun tipik delilidir. O halde, beşer idrakinin her halükarda dine kayıtsız kalamayacağını rahatlıkla ifade edebiliriz. İdeolojiler her zaman değerlere muhtaçtır çünkü. Batılı normlar, kendi içinde tutarlı olabilir ama, bizim toplumumuza model aktarılmaya çalışıldığında birtakım problemleri de beraberinde getirdiği de unutulmamalıdır. Batılı olmayı telkin eden çevreler, aslında batıcılığa körü körüne teslim olduklarının farkında bile değiller. Üstelik teslimiyetleri belleklerinde şartlanma meydana getirdiğinden dolayı, en basit güncel olayları bile kritik edebilecek zihinden yoksunlarda. Çünkü zihinlerini efendilerine teslim etmişlerdir. Kayıtsız şartsız körü körüne bağlılık, batıya tutku derecesinde kronik bir hastalık doğurmuştur. Bir nevi maymun iştahı diyebileceğimiz bu kronik vakanın temelinde kültür kopukluğu vardır. Yani kendi toplumunun değerlerinden kopukluğun neticesinde dışarıya bağımlı zihin omurgası meydana getirmiştir. Batının neyi var neyi yok, hepsini coğrafyamıza taşımak hevesi aydın-halk ikiliğine yol açmaktadır. Dayanışmacı yapıya sahip toplumumuzun bu tür aydınlara bakışı hep menfi olmuştur. Batıya yönünü çevirmiş aydınlar güruhu batının metodolojisini benimsemiş ve öz eleştirel bir kimlik ortaya koyamamışlardır. Batı değerlerini topyekûn kabullenmenin adını maalesef çağdaşlık olarak ilan etmişlerdir. Bu olsa olsa teslimiyetin çığlığıdır. Belli ki güdümlülük bir süre daha süreceğe benziyor. Kendimize dönmek bugün değilse ne zaman? Bizim derdimiz biran evvel aklımızı başımızı toplayıp milletimizle kucaklaşacak aydınların çoğalması için çaba sarf etmektir. Amacımız yarı aydın dediğimiz sözde aydınların içine düştüğü kör kuyudan kurtarmanın yollarını aramak olup, dilimiz döndükçe sürekli uyarmayı vazife addetmektir. Bir gün elbet yaban ellerin derdimize ilaç olmadığı anlaşılacak, ama korkarım iş işten geçmiş olacaktır. Tehlike batıda değil, tehlike içimizde. Maalesef bağrımızda barındırdığımız halktan kopuk, bir o kadarda yabancılaşmış, iç sorgulama yeteneğini yitirmiş ve yerel değerlerinden yoksun zümrenin sırça köşklerinden halka tepeden bakmaları moralimizi bozmaktadır. Halka karşı burun kıvırmaları da yenilir yutulur cinsten bir davranış değil, bu durum kendilerine nefret uyandırmaktadır. Oysa gerçek aydın hem kendini aydınlatmış hem de kucağında yaşadığı halkı aydınlatandır.
Bünyesinde taşıdığı virüsü, topluma salmayı biricik ülkü sanan bu güruh, toplumdaki dayanışmayı, çatışmaya dönüştürecek misyonu üstlenmişlerdir. Bunu bir itham ve karalama olarak algılanmamalı, bizatihi içine düştüğümüz manzara bizi bunu söylemeye mecbur kılıyor. Acaba bu yarı aydınlar Japonya’nın kalkınmasında etken olan batının tekniğinin kullanmalarının yanı sıra milli duygularının yansıması olan ‘yamato’ geleneğini de mi düşünmezler. Japon piyasa ekonomisini temelinde hem dayanışmacı toplum ruhu yatar, hem de evrensel değerler söz konusudur. Bizde de pekâlâ piyasa ekonomisinin yanı sıra dayanışmacı yapımıza uygun Türk modeli ortaya koyabiliriz. Türk Rönesanssı fikrini oluşturmak ve haykırmak neden olmasın ki.
Çok sıkıntılar yaşadık, tarihte neler çektik neler. Neler feda etmedik ki vatan uğruna, bir âlem bilir birde biz. Hatta ‘Hakkıdır Hakka tapan milletimindir’ diye toprağın bağrında şehit düşenler oldu, yedi düvele karşı mücadele vererek bugünlere geldik nihayet. Şükürler olsun ki yılmadık, bundan böyle yılmayacağız da. Bu arada ruhunu batıya endeksleyenlerin yanı sıra değerlerinden dönenler oldu, yani onlar tarihi köklerine veda ettiler. Varsın dönsünler, yine de ümidimizi yitirmedik, kalan sağlar bizimdir dercesine yeniden geleceğe selam olsun dedik.
Bir zamanlar Nizamı âlem tutkusuyla üç kıtada ışıtırdık gök kubbeyi, ölümsüz aşkımızla cümle âleme hükmederdik hatta. Zira Nizamı âlem ülküsü öyle bir sevda ki yüreğimizden hiç çıkmadı da. Ah! hem de ne ah! O çılgın o güzel düşümüz şimdilerde durgun sanki.
Maalesef cümle âlem kirlenmiş. Dünyamızın nizam bulması için, insanlık yeniden Osmanlının ruhuna muhtaç. O halde dostlar ne duruyoruz, yeniden yüreğimizin sinesinde gizli Nizamı âlem güllerini demet demet çıkarıp toprağa savuralım ki hem ruhumuz filizlensin, hem de insanlık sevinsin. Nizamı âlemsiz dünya virane çünkü. Yeniden Nizamı âlem ruhu ile güneş gibi cihana yeniden doğalım ki insanlık necat bulsun.
Selam olsun seni bekleyen yanık gönüllere. Nizamı âlem gönüllüleri bereketli toprağın bağrında var oldukça dünya bizim olacak elbet. Ümidin tükendiği yerde toprak yeşermez. Aydınlık günler çok yakın, çünkü ümitvarız.
Vesselam.