TÜRKLER VE İSLÂMİYET

TÜRKLER VE İSLÂMİYET

ALPEREN GÜRBÜZER

“Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarat¬tık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gel¬mekten en çok sakınandır.’’ (Hucurat–13)
Türklük, Müslümanlık, Doğululuk ve Batılılık gibi kavramlar elbette ki kendi içinde değer ifade eden kavramlardır, fakat bu kavramların herbiri taraftarlarını iyiye götüremiyorsa slogancılıktan öte bir anlam ifade etmez. O halde önemli olan kavramlar değil, muhtevadır. Dolayısıyla bu noktadan sonra asıl mevzuumuza geçiş yapabiliriz. Malum olduğu üzere insanlar hangi ana ve babadan doğmaları yönünde talepte bulunamayacakları gibi, hangi ırka ait olma isteğinde ve seçme şansına da sahip olamaz¬lar. Bunu ancak Allah (c.c) tayin eder. Bu yüzden hiç kimse falancanın çocuğu veya şu ırkın evladı diye suçlanamaz. Zira mensubu bu¬lunduğumuz milletin lehine cereyan eden hükümler bizi asla şımartmamalı, hatta diğer milletlere üstünlük ve tahakküm kurmaya temayülü de doğurmamalıdır. Kendi haşmetini, kendi reaya’sında ve feth edilmiş ülke halkının mutluluğunda arayan Osmanlı bize örnek olmalı. Buradan hareketle ırkçılığın bize ait kavram olmayıp, batıya ait ve batının içimize attığı bir Truva atı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizde sevmek vardır. Sevmek ise asla ırkçılıkla özdeşleştirilemez. Nitekim başkasını hor görmek taassupçuluktur, sevmek ancak dinimizce makul görülür. Resûlüllah (s.a.v.); “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’’ buyuruyor çünkü. Elbette bir insan kavmini (bugünkü anlamda milletini) sevecektir. Psikolojide sevmek yakınlık duymak anlamındadır zaten. Sevgimizi şiddete, hor görmeye veya taassuba dönüştürdüğü¬müzde o sevgi, sevgi olmaktan çıkar, düpedüz ‘’ırkçılık’’ adını alır. Hz. Mevlâna göçebe Türkmenleri tahripkâr olarak niteleyip eleştirmesi, bu gerçeğe işarettir. Hz. Mevlâna’nın bu tutumunu Türk’e saygısızlık olarak telakki edenler olabilir. Oysa Hz. Mevlâna göçebe hayat şartlarının ver¬miş olduğu yıkıcılığa dikkat çekmiştir. Üstelik Hz. Mevlâna “Aslen Türk-est, a gerçi Hindû gûyem’’ (Bkz. Desâlıs-i Seb’a, nşr. F.N. Uzluk. Ank. 1937 S.1, Eflâki Menakıbul Arifin) sözleriyle Türk adına saygı göstermiştir. Mevlâna’nın mısralarını sadeleştirdiği¬mizde; “Aslım Türktür...’’ buyuruyor. Her ırk kendi içinde güzeldir. Mevlâna da kendi ırkından utanmamış, bilakis özeleştiri yaparak tahripkârlığı bırakıp yerleşik hayata geçmeyi Türk ırkına öğütlemiştir. Aynı şekilde İbn-i Haldun’da Arap olmasına rağmen bedevi Arap¬ları kınamıştır. Onun bedevi Arapları tenkit etmesini, bazılarınca Arap düşmanlığı olarak yorumlanmış. Oysaki o, “Bedeviliği bırakın hadariyete (yerleşikliğe) geçin’’ mesajını vermek istemiş¬tir. İslâmiyet, insanların milletini ve ırkını sevmesine mani teşkil etmez. Aksine, Resûlüllah (s.a.v.); “Kavmin efendisi kavmine hizmet edendir’’ buyurarak teşvik dahi etmiştir. Mensubiyet gerçeğini İslâmiyet göz ardı etseydi Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Bilal (r.anh.)’ı Habeşi kimliği ile çağırmazdı. Hatta ashaptan bazılarının Peygamberimizin diliyle Bilal-ı Habeşi ve Selman-ı Farisi gibi milliyet kimlikleriyle çağrılan birçok sahabe örnekleri mevcuttur.
İslâmiyet, kimliklere dokunmamıştır. Sadece ırkı kimlikle¬rin, tahakküm aracı ve başka milletlere üstünlük olarak kullanıl¬masına müsaade verilmez dinimizde. Emevi Devleti, Arap ırkından olma¬yan Müslümanların Mevali (azadlı köle) muamelesi yapmışlardır. Emeviler bununla da yetinmeyip, fırsat buldukça kabile ırkçılığını (Ümeyye oğuları) da işliyorlardı, hatta minberlerde Hz. Ali’ye hakaret ve mesnetsiz suçlamalarda bulunuyorlardı. Daha da ileri giderek ca¬milerde Arap olmayanların imamlık yapmalarına müsaade vermedikleri gibi, üstelik Müslümanlardan cizyede alıyorlardı.
Abbasiler bu durumdan vazife çıkararak, Emeviler’in ırkçılık hareketlerine gereken tepkiyi göstermişlerse de, Emeviler’e olan düşmanlıklarından aşırıya kaçınca bu sefer de Acem ırkçılığının hortlamasına sebep olmuşlardır. Ma¬lum olduğu üzere Hz. Abbas, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) amcası olması dolayısıyla, bu isim adı altında Abbasiler adında devlet sahneye çıkmıştır. Maalesef, Abbasilerde iyi örnek sergileyemediler. Nitekim Veda Haccı’nda Kâinatın Efendisi (s.a.v.), Kusva isimli deve üzerinde “Cahiliyet devrine ait her şeyi çiğniyorum! Ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a üstünlüğü var! Hepsi insanoğlu, insansa topraktan...’’ buyurmasına rağmen, ne Emeviler, ne Abbasiler, ne de Acemler bu hadisi şerifin mana ve ruhuna sadık kaldılar.
Nitekim Elmalı Hamdi Yazır’ın tefsirinde; “Arap ve Fars hizmette saf dışı kalınca bu defa Allah, Türkleri gönderdi. İslâm devleti Türklerin elinde kaldı. İstanbul fethi hadisi şerifinin Allah’ın gönderdiği ve övdüğü milletler camiasına Türkler de dâhil oldu’’ diyor.
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse... bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar...’’ (Maide Suresi, Ayet 54) ayetini XVll. asrın büyük Türk âlimlerinden Vani Mehmed Efendi, bu kavmin Türk kavmi olduğuna kanaatine vardığı gibi (Beyazıd Kütüphanesi ‘nde 67 numarada kayıtlı, Ara’isül-Kur’an Tefsiri), aynı zamanda Vani Mehmet Efendi, “Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz’’ hadis-i şerifini de delil olarak gösterir.
“İki camiayı kışkırtmayınız. Türklerle, Habeşliler size iliş¬medikçe siz de onlara ilişmeyiniz.” (Kütüb-i Sitte İmam Ebu Da¬vud Kitab-ı Sünen 1280)
“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona olan ihsanını onun elinden evvel kantara nesli alacaktır.” (Teberani Mücem’ül-Kebir ve Mü¬cemül Efsat eserinde İbn-i Mesut’dan rivayet, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu, İsmail Hami Danışmend, S. 78, 79, 80, 81.)
Lügatüt Türk’ün kalemi Kaşgarlı Mahmut, Buhara ve Nişabur hadis imamlarından olup, şu hadisi şerifi nakleder: “Türk dilini öğ¬reniniz. Çünkü Türklerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri var¬dır.” (Divan-ı Lügatüt Türk C.1, S.23.)
Bursalı İsmail Hakkı Efendi’nin “Hadis-i Erbain” (Kırk Ha¬dis) adlı eserinde; “Âdem, Cennet’e Lisan-ı Türk ile Hakk demek¬le kıyam edip çıkmıştır. Zira dünyada ahir tasarruf Türkün’dür.” (Sinan Omur, Bugün Gazetesi, 12.2.1971)
II. Âdem olarak ni¬telendirilen Hz. Nuh’un Ham, Sam, Yasef adındaki üç oğlundan insan soyunun dal budak saldığı gerçeğinden hareketle Yasef’in de Türklerin atası olduğunda bütün tarihçiler ittifak halindedir.
Selçuklu Tarihi müellifi Râvendi, İmam-ı Azam Ebu Hani¬fe’nin bir duasının nakleder: “Ey Allah’ım ben senin için Muham¬med’in şeriatını takrir ettim. Eğer içtihadım doğru, mezhebim haksa bana yardım et” der. Gaipten hafiften gelen bir ses O’na: “Sen doğru söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça mezhebine ze¬val yoktur” diye Ravendi nakleder. (Bkz. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, Prof. Osman Turan S.936)
II. Abdülhamit zamanında sarayda görevli olan bir Arna¬vut, bahçıvanlık yapan bir Türk’e mayası icabı; “Pis Türk” diye haykırır. Ulu Hakan penceresinde bu durumu işitir işitmez, şöyle haykırır:
“- Unutma ki ben de Türküm!”
Dünyada Mehmet adında yalnız Müslüman Türklerde vardır. Askerine “Mehmetçik” unvanını veren milletimiz, “Muhammed” ismine hürmeten Türk askerine bu ismi layık görmüşler. Türklerle ilgili söylenecek çok söz var elbette ki. Bu yüzden yukarı satırlarda Türklere atfen söylenen sözlerin değerlendirmesini karınca kararınca aktarmaya çalıştık. Bir de Said-i Nursi Hazretlerinin Türk milleti ile ilgili şu müthiş sözleri çok manidardır. Bakın Bediüzzaman ne buyuruyor:
“... İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları, altı yüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’an-ı ilan etmişsiniz. Milletinizi Kur’an’a ve İslâm’a kal’a yapmışsınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz, ta ‘Allah sevdiği ve onların da O’nu sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet-i nefs sahibi, Allah yo¬lunda cihad eden bir millet getirir’ (Maide–54) ayetine güzel bir masaddak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk meşrep münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin evvelindeki hitaba “kim dininden dönerse...” hitabına masaddak olmaktan çekinmelisi¬niz, korkmalısınız.
Cay-ı dikkat bir hal Türk milleti anasarı İslâmiyet içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır. Türkler sair unsurlar gibi Müslim ve Gayri Müslim olarak iki kısıma inkişam etmemiştir. Hâlbuki küçük unsurlar bile hem Müslim, hem Gayri Müslim iki kısımdır.
Ey Türk kardeş bilhassa sen dikkat et, senin milliyetin İslâ¬miyet’le imtizaç etmiş, ondan tefriki kabil değil, Tefrik edersen mahvsın. Bütün mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde hiç bir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” (S. Nursi, Mektubat)
Said-i Nursi Hazretlerinin kendisi Kürt kökenli olmasına rağmen, Türkler için telaffuz ettiği övücü özler, bizlere milletimizin kıymetini bil¬memizi ortaya koyması açısından çok mühim bir yer teşkil eder. Gerçektende bütün bu kıymetli âlimlerin dilinde yankılanan Türkler, tarihi süreç içeri¬sinde kimliğine yakışır rol oynamış ve üç kıtada âleme nizam götürme ülküsünü bayraklaştıran millet hüviyeti kazanmışlardır. İslâmiyet öncesi Türklüğün cihan hâkimiyeti mefkûresi İslâmiyet’i kabul etmesiyle birlikte İ’lây-ı Kelimetullah için âleme nizam vermek idealine dönüşerek, Türklük daha da yeni bir veçheye bürünür böylece.
Mehmet Akif Ersoy Arnavut asıllı olmasına rağmen şöyle der;
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!” İşte Akif’in bu şiiriyle Türklük böyle mana kazanır. Milliyet anlayışımızın kuru cihangir¬lik davası olmadığının delilidir bu sözler. İslâm’a köle olan Türk¬ler, et ile tırnak misali hem ruhen hem de madden kaynaşarak müspet milliyetin doruğuna ulaşmışlardır.
Anlaşılan odur ki Türkler, İslâmiyet’e hadim (hizmetkâr) olduğu müddetçe dün de, bugün de ve yarın da payidar kalacak ve ırkçılık bizim topraklarımıza sirayet edemeyecektir inşallah. Neyazık ki bugün sorunlu bir kavram rolü üstlenmiş Türklük kavramının, ne zamanki sorunsuz bir kavrama dönüşürse(sonu gelmez tartışmalara kapı aralamayacak), işte o zaman gerçek anlamda bu kavramdan söz etmeye cesaretimizin daha da artacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın.
TÜRK-İSLAM MEDENİYETİ

Dünyada ilkyazının keşfiyle insanlığı ilkel hayattan ayıran Sümerlerdir. Dolayısıyla insanlığın vahşetten medeniyete geçmesinde Türklerin çok büyük rolü olmuştur. Avrupa tuvaleti dahi bilmezken, Türkler tarihin ilk dönemlerinde bile medeniyet adına çok hamleler geliştiriyorlardı. Avrupa pislikten ötürü etrafa yayılan kokunun önüne XVII. asırda lazımlığı keşfederek bertaraf edebilmiş, böylece bu lazımlık sayesinde bir nebze soluk alabilmişlerdir. Avrupa, mendili dahi bilmiyordu. Batı, burnunu silmek için kullanılan mendile Venedik yoluyla ancak XVI. yüzyılda kavuşabilmiştir. Hatta bizim keçemizi de batı sonradan alabilmiştir. Bu yüzden Fernard Grenard, “Romalılar çamaşır bilmezken onlar (Hunlar) keten gömleği giyerlerdi” der. Haberleşmenin kaynağı da İslam medeniyetidir. Nitekim iletişim alanında Abbasilerin keşfettiği ışıklı telgraf bunlardan en önemlisi olup, ikinci derecede haber aracımız ise güvercin postasıdır.
Hakeza bugünkü denizaltı ulaşımına ışık veren bizim eskiden kullandığımız “Tahtelbahir” denilen Türk icatlarıdır.
İlham kaynaklarımızı sıralamaya devam ettiğimizde yine Akşemseddin Hazretleri’nin Tıpta çok önemli devrim sayılacak nitelikte hizmeti diyebileceğimiz XV. yüzyılda ileri sürdüğü mikrop teorisi karşımıza çıkacaktır. Bununla ilgili teorileri Hayatın Maddesi ve Tıp adlı eserinde mevcut zaten...
İstanbul’un fethi hazırlıklarında kullanılacak topların balistik muayenelerin ölçüm ve hesaplarını bizatihi Fatih Sultan Mehmet yapmış, hatta havan toplarını da icat ederek günümüzdeki savaş teknolojisine rehber olmuştur. Övünmek gibi olmasın ama demek ki, dünyanın habersiz olduğu balistik hesapların kaynağı da bizmişiz meğer.
Bırakınız normal saati, konuşan saatler yapan tek medeniyet, İslam medeniyetidir. Bütün bu medeni inkişafımızda en büyük etken, hiç şüphesiz Mekke’de yükselen sesin daha üstünden elli yıl geçmeden bütün dünyayı biranda sarıveren Kur’an ışığından başkası değildir. Öyle ki Kuranı Mucizül Beyan sayesinde insanlığın medeniyetle tanıştığını haykırabiliriz. Nasıl ki, Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyanlık yatıyorsa, İslam medeniyetinin temelinde de bizatihi Vahiy gerçeği vardır.
Hz. Ömer devrinde denizden korkan Müslümanlar, daha sonraları denizcilikte dünyaya önder olmuşlardır. Onlar rüzgâra karşı bir yelken misali göğüslerini gere gere mavi sulara gönül verdiler. Bu gönül uzantısı etkisini göstermişte nihayet... Nitekim Türklerin denizcilikte ilk teşebbüsü ise İzmir’de küçük devlet kuran Çaka Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Zira deniz, gelen Türk tayfalarını selamlayarak yol verir de bundan böyle. Fakat Moğol istilası her şeyde olduğu gibi maalesef bu teşebbüsü de bertaraf etmiş, derken tılsım bozuluverir biranda. Neyse ki İstanbul’un fethiyle birlikte hem Karadeniz, Venedik ve Cenevizlilerin ticari faaliyetlerini kontrolümüze alabildik, hem de Yavuz’un İran seferi sayesinde doğu ticaret yolunu açmayı da başarabildik. Hakeza Kanuni devrinde de, İbn-i Haldun’un dediği; “Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardı” gerçeği yanında, yüzdürmekle kalmamışız aynı zamanda biz Türkler Akdeniz ticaretini de geliştirmişiz. Çünkü Pirimiz Pir-i Reis’tir bizim.
Akdeniz hâkimiyetinde Barbaros ve arkadaşlarının büyük bir rolü vardır. Barbarosun eli değince Akdeniz çalkalanmaz mı, değil çalkalanma adeta dalgalar coşarda. Hatta Barbaros, daha sonraları Osmanlı’nın emrine girerek denizciliğimizi daha da nizama kavuşturmuştur. Vira vira bismillah diyerek başlayan bu hareketle Osmanlı Akdeniz’e yelken açarken, her ne oluyorsa o arada batı XV. yüzyılın sonlarına doğru, deniz aşırı okyanusları aşarak bölük pörçük yaşayan dağınık medeniyetlerini birleştirmeyi başarıp, biranda karşımıza “Batı Medeniyeti” olarak çıkıverir. Derken batı’nın hâkimiyeti XVI. asırda başlar. Aslına bakarsak İslam’ın çöküşü diye bir şey yok, sadece batı’nın uyanışı diye bir olay var. Zira XVI. asırda, batı’nın okyanuslara açılması söz konusudur. Batının okyanusa açılması neticesinde XVI. asırda Hind denizi’nin keşfini de beraberinde getirmiş, böylece İslam dünyası ticari okyanus yollarının dışında kalmıştır. Yine de Osmanlı tüm bu olumsuzluklara rağmen XVII. asırda bile gücünün zirvesindeydi hala..
Avrupa’nın büyük denizlere açılmasında şüphesiz bizim de payımız var. Piri Reis, Kitabi Bahriyesi’nde; “Avrupalıların denizcilik ilminde çok zayıf okuduklarını ve bu ilmi de şarktan almışlardır” der.
Müslümanların elinde bulunan dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler, şayet Avrupa’ya aktarılmasaydı, Christof Colomb, Hindistan’a batıdan dolaşarak varmayı düşünemezdi belki de. Hatta Amerika’yı da keşfedemezdi.
Kısaca Batı olayı dediğimiz, XVI. yüzyılda Okyanusa açılmanın ardından XVII. yüzyılda yeni doğan çocuk misali emekleyen, XVIII. asırda yürümeye başlayan, XIX. asırda ise yetişmiş bir delikanlı gibi haykırarak çağa damgasını vuran bir medeniyet diye özetleyebiliriz. Aynı zamanda XIX. yüzyılda Rasyonalizm cereyanının da batı ülkelerine güç verdiğini unutmamak gerekir.
Şimdilerde ise, bizim düştüğümüz çukura Avrupa düşmek üzere ve bir çöküşün eşiğine gelmiş durumdalar adeta, hatta ölüm döşeğinde can çekişir haldeler sanki. İşte dünyada işledikleri sayısız cinayetlerin ardında bir sır gibi saklanan gerçek bu olsa gerektir. İçine düştükleri düşüş sancısı emareleri bunun bariz göstergesi sayılmalıdır. Çünkü sistemler en güçlü oldukları devirlerde şiddete ihtiyaç duymazlar. Bilakis saltanatlarının sarsılmaya başladıkları hissine kapıldıkları zaman şiddete başvururlar. Özellikle orta doğuda nükseden uluslararası istihbarat kökenli şiddet hareketleri bunu doğruluyor da. Kim ne derse desin Doğu, birçok medeniyetlerin kaynağıdır. Aslında Orta Çağ’ın bir karanlık dönem olduğu asılsız bir iddiadır. Oysaki bugünkü modern çağın teknik gelişmelerinin temel izlerine X. asırda pekâlâ rastlayabiliriz. Cevdet Paşa; “Dinlerin de, sapıklıkların da kaynağı Asya” diyor çünkü. Bu tespitteki din kavramını medeniyet açısından, sapıklığı da anti medeniyet olarak değerlendirebiliriz. Mesela, İran’ın Mezdekiliği hem nihilizmin, hem komünizmin, hem de sosyalizmin kaynağı. İşte bu noktada İslamiyet güneşi, bir çırpıda bütün bu kötülüklere son vermiş tek medeni yegâne bir din özelliği taşır bu yüzden.
Hâsılı Akdeniz öteden beri hem bereket kaynağımız hem de anne şefkat kucağımız hükmünde denizanamızdır. Osmanlı’nın gerilemesinde en büyük etkenlerden bir tanesi de elbette ki dünya ticaret yollarının Akdeniz’den okyanusa taşınması olayıdır. Zira dünya ticaret yollarının değişmesiyle birlikte Avrupa sömürgeciliğe hız vermiştir. Demek ki; ilk darbe Moğol kasırgası, ikinci darbe de dünya ticaret yollarının değişmesiyle birlikte düşüşümüze zemin hazırlayan olumsuz yansımalardır. Dolayısıyla düşüşle birlikte ticareti horlayan zihniyet türedi. Nitekim bürokrat (yöneticilik), kahramanlık (asker) ve köylü (üretici) tavırlar meziyet telakki edilmiş. Böylece ticaret azınlıkların eline geçerek iktisadi gücümüz kayba uğramıştır. Oysa Osmanlı’ya ticaretin yollarını gösterecek bir rehber gerekiyordu. Maalesef, Osmanlı teknolojik gelişmelere bu üstün varı tavrıyla seyirci kalmıştır hep. Bizatihi ticaretin içinde olmalıydık, ama her nasıl olduysa o yıllarda ticari güce kayıtsız kalmışız.
Batı âleminde hesap ilmi İbn-i Ahmed’in sıfırı keşfinden 250 yıl sonra ancak gelişmeye başlamış, biz ise altın çağlarımızda kendi kendimize orta çağımızı hazırlamışız. Prof. E.F. Gautıer; “Bizim Rönesanssımızın riyaziye hocaları Yunanlılar değil Müslümanlardır” derken parlak devirlerimizin hakkını teslim etmekten çekinmemiştir. Bizim dünyamızda Uluğ Bey’in ayın haritasını çıkarmasından tutun da, çok sayıda rasathanelerin kurulmasının ötesinde öncü bir astronomi âlimi olduğuna şahit oluyoruz. Hatta astronomlar ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme’ dercesine ayın bir kraterine Uluğ Bey ismini bile verdiler. Hakeza Uluğ Beyin öğrencisi olan Ali Kuşçuyu da ihmal etmeyip ayın bir bölgesine de onun ismini yazdılar.
Elbette parlak devirlerimizin ak sayfalarıyla şeref duyacağız. Fakat geçmişin ihtişamına kapılıp da geleceğe de yönelmezsek bize bir faydası olmaz bu anlatımların. Şunu biz bulduk, bunu yaptık diyerek biran olsun kendi kendimize teselli bulabiliriz. Fakat asıl olan biz ne yapıyoruz? Sorusuna cevap bulabilmek önemlidir.
Araba atlarının koşumları ile birlikte binicilik tekniğinin Hunlara ait olduğunu ve daha sonraki Türkler tarafından Avrupa’ya aktarıldığını söyler dururuz da, sıra bugün ne yapıyoruz sualine geldiğinde her ne hikmetse cevap veremiyoruz. Türk’lerin hastaları ayrı çadırlarda tuttuklarını, hatta tarihin o ilk yıllarında bile bulaşıcı hastalıklara karşı emniyet tedbirleri aldıklarının ispatını dile getirir getirmesine de, meseleyi günümüze taşıdığımızda bugünkü sağlık politikamızın dünya standartlarındaki yerini sorgulamaktan hemen imtina ederiz. Övünmek tek sermayemiz olmuş maalesef. Yine mimaride Süleymaniye ve Selimiye, yazıda ise tuğra ve fermanlarımızla habire övünür dururuz, ama bilgi çağında bilgisayar ötesine hamle yapıp yapmadığımıza bir türlü bakmayı düşünmeyiz. Hakeza Selçuklunun kurmuş olduğu Nizamiye Medreseleri’nde öğretilen üniversal öğretilerden, 10.000 dinar miktarında havale senetleri ve çek usulü tatbikatlarının yanısıra Osmanlı’daki ahi teşkilatından uzun uzadıya bahsederiz de, her nedense bugünkü dünya konjonktüründe üniversitelerimizin yeri, bankacılık alanındaki uluslararası boyutu ve modern şehircilikteki yapımızın analizini her nedense yapmaya yanaşmayız.
Yeryüzünde bütün medeniyetlere ışık tutmuşuz, ama gel gör ki bu süreci devam ettirememişiz, o zaman boşa övünmek neye yarar sağlar ki. O halde ne yapıp edip mutlaka yeniden dirilişe geçmemiz lazım. Diriliş, ancak ve ancak tarihi köklerimizden kopmadan, çağımızın gerçeklerini iyi okumak veya etüt etmekle mümkün... Neyse ki yaşadığımız çağa damgasını vuran bugünkü Batı uygarlığı da yükselişinin çöküşündedir. Dünya kimseye baki değil çünkü. O halde Batı medeniyetinin dışında tarihimize yakışır bir şekilde insanlığa yeni bir medeniyet sunmak mecburiyetimiz var. Bunu yaparken, kültürümüzün ve medeniyetimizin temeli İslam’ın ışığına muhtacız. Batı modernitesi madem artık ihtiyaca cevap veremiyor, ne yapmamız gerektiği hususunda inceden inceye düşünmemiz lazım. Batı modernitesi dışında şimdiden alternatif yollar ortaya koymalı da.
Madem teknoloji Allah’ın sanı sıfatı, o halde teknolojik hamlelerde bizimde mührümüz olmalı. Böylece yeniden insanlığın yüreğine su serpecek medeniyetin öncüleri olma yönünde çaba sarf etmek gerekir. Âleme nizamsızlık değil, nizam vermek gibi ulvi davayı omuzlayacak yeni neslin ayak sesleri sanki bu ümidi veriyor. İşte bizim İslam medeniyetinden kastımız bu öncü muştulardır.. Zaten yeniden tarihimizle barışık bir şekilde geleceğe kanatlanmak ana gayemizdir. Allah nurunu tamamlayacaktır elbet.
Günümüzde etkin anlayış batı modernitesi olmasına rağmen, artık onlar için de zeval kaçınılmaz hale gelmiş, düşüş başlamıştır bile. Adına ister sanayi medeniyeti isterse batı modernleşmesi denilsin, bu sitil cazibesini yitirmiş durumda. Bu yüzden beşeriyet yeni bir cazibe merkezi arıyor. Mekanik kuvvetler ve bilgisayar kuvvetlerinin donukluğu insanlığı ister istemez yeni bir arayışa itiyor. Galiba ruhunu yitiren insanlık, yeni Osmanlıları arıyor ve o anı sabırsızlıkla bekliyor da.
Yeni diriliş için kollarını sıvamış medeniyet gönüllülerinin işinin zor olduğunu biliyoruz. Elbette ki günümüz dünya coğrafyasında bu medeniyet öncülerinin ileri sürdükleri iddialarının bir örneğinin uygulandığı bir model yok. Çünkü meşruiyetini ispatlayacak zemin ve şartlar henüz doğmuş değil, ama ta ki Yunus’un seslendirdiği; “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” deyişindeki meşruiyet gerekçemize sahip çıktığımız andan itibaren o özlediğimiz medeniyet davası gün ışığına çıkacağı muhakkak. Önce her nefis ölümü tadacaktır ilahi fermandan hareketle insan olarak geçici olduğumuzu kabul edeceğiz, sonra da ümmetim, ümmetim diyen “Adı güzel kendi güzel Muhammed” diye salât ve selam getirdiğimiz peygamberimize layık ümmet olarak insanlığın kurtuluşuna adayacağız kendimizi. İşte o zaman insanlığa huzur verecek medeniyetin bir hayal olmayıp bir gerçek olduğu ortaya çıkacaktır. Buna inancımız tam, hatta bu konuda ümit varız da.
Dünyayı yeniden inşa etmek istiyorsak, maddeleşmeden (maddeye köle olmadan) Kur’an ışığında eşyayı cilalamak gerekir. Böylece bu ruhla yeni bir medeniyetin aşamasına gelmiş olacağız. O halde eşyanın hakikatini kavrayarak, eşyaya hâkim bir tarzda medeniyetimizi kurmalıyız. Yeni gelişmeler Müslümanların elinde filiz verdiğinde görülecektir ki zaruret olarak doğan batılılaşma son bulacaktır. Medeniyet gönüllülerinin bu çabaları bize bu müjdeyi veriyor da.