HÜCRE NİZAM-I ÂLEMİ
HÜCRE NİZAM-I ÂLEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER
İnsanoğlu amansız düşman addettiği kansere çare buluyum derken ister istemez hücre ile bilinmeyen nice sis perdelerin sırrına vakıf olma şansı elde etmiştir. Çünkü bu çalışmalar öncesinde hücre anlamsız yığınlardan ibaret sanılıyordu. Üstelik bu sanma daha çok ateistlerin işine yarıyordu. Ne zamanki bu sis perdeleri aralandı, işte o zaman malum çevrelerin uykuları kaçmakla kalmamış hevesleri de kursaklarında kalmıştır. Oysaki yığın sandıkları hücre belirli bir matematik program çerçevesinde işleyen bir mikro nizamı âlemdir. Keza hücre âlemi genel hatlarıyla merkezinde bir çekirdek, etrafında ise yaklaşık 50 kloroplast, 500 kadar mitokondri, 5000 ribozom bir o kadarda enzim moleküllerinden oluşan bir mikro âlemdir.
Hücreler ekseriyetle renksiz görünümdedirler. Ancak lipoid ihtiva edenler sarımtıraktırlar. Hücre morfolojik yapı itibariyle dış kısmında zar, içte ise sitoplâzma ve çekirdekten ibarettir. Bu arada hücre zarı ile çekirdek zarı arasındaki sıvı sitoplâzma, hücre çekirdeğini oluşturan sıvıya ise karyoplazma denmektedir. Nasıl ki dünyamız bir küre şeklinde olup bu şeklin kapladığı bir alan söz konusu ise aynen öyle de hücrenin de tıpkı dünya alanı gibi kendine özgü tipik sahası var. Tabiî ki her şey alanla bitmiyor, alanların içerisini dolduran elemanlarda kendi içerisinde bir âlemdir. Madem hücre kendi çapında bir mikro âlem, o halde âlemlerin içerisinde âlemler yaratan onsekizbin âlemin sahibi Allah’ı anmakta bir başka âlem olsa gerektir. İşte bu yüzden bir kısım âlimler eşrefi mahlûkat olan insanı büyük âlem ilan etmişlerdir.
Hücre zarı canlı bir maddenin (protoplazma) kale surları gibidir. Bu surların ortasında lipid, iç ve dış yüzeyinde protein katmanları bulunur. Anlaşılan bu surların yapısı hiçte öyle basit değilmiş, meğer her bir sütun muhteşem mimari sanat sahibinin varlığını ortaya koyan işaret taşlarıymış. Hele bir surların içerisini dalmaya gör, bir bakmışsın içten içe doğru uzanan sarnıçlı kanallar da kendini bulursun. Bu kanallar Endoplazmik Retikulumdan başkası değildir elbet. Malum olduğu üzere Endoplazmik Retikulum bağrında taşıdığı sıvı yardımıyla çekirdek veya sitoplâzmadan aldığı maddeleri transfer etmenin yanı sıra, nükleus (çekirdek) içerisinde ribozomlarca sentez edilen birtakım salgıları da golgi cihazına transfer ederler. Böylece golgi aygıtında analize tabii tutulan salgıların zararlı olanları paketlenip tahliye edilirken faydalı olanlar ise veziküller halinde sitoplâzmaya aktarılır. Golgi aygıtı çekirdek etrafında ağ görünümün de olup sarnıçlar arasında kesecikleri andıran yapıları vardır. Anlaşılan bu kompleks yapı boşuna dizayn edilmemiş, bilakis hücre içi ve komşu hücreler arası ilişkilerde büyük bir görev yüklendiği izlenimi vermektedir.
Ayrıca sitoplâzma zarının hücre içi görevlerini değerlendirdiğimizde;
—Ozmotik basınç, geçirgenlik ve madde taşınmasının ayarlanması,
—Solunum işleminin sağlanması gibi yükümlülüklerinin olduğunu görürüz. Hatta bu tür görev tanımı içerisinde stokrom ve oksidatif enzimlerin büyük bir pay sahibi olduklarını da unutmamak gerekir. Hakeza birtakım maddelerin hücre içine geçebilecek şekilde parçalara ayırma işlemini yürüten hidroliz enzimlerde öyledir.
Sitoplâzma zarı ile hücre çeperi arasına periplazma aralığı adı verilip, sitoplâzma zarından içe doğru kese şeklinde oluşumlara mezozom denmektedir. Ayrıca mezozomlar fonksiyonel olarak mitokondrilere benzediklerinden kondroid olarak ta tanımlanırlar.
Bu arada Mezozomlar;
—Septal mezozomlar.
—Lateral mezozomlar olmak üzere iki tiptirler. Septal mezozomlar daha çok mitoz hücre bölünmesinde rol oynarlar.
Ribozomlar
Bilindiği üzere ribozom; protein ve rRNA’lardan teşekkül edip bu adı almıştır. RNA’da kendi arasında;
—rRNA (Ribozomal RNA),
—mRNA (Messenger RNA),
—tRNA(taşıyıcı RNA) olmak üzere üç tiptirler. Mesela rRNA çekirdek zarının surları hükmünde olan porlar vasıtasıyla sitoplâzmaya geçerek Endoplazmik Retikulum membranına bağlanırlar. Biyologlar bu bağlanma halini granüler endoplazmik retikulum diye tanımlarlar. Muhtemeldir ki mRNA’da tıpkı rRNA gibi çekirdekte imal edilip aldığı direktifler doğrultusunda tıpkı endoplazmik retikulumun izlediği yola benzer bir yol takip edip hücre için ne tür protein molekülü üretileceği, ya da hangi amino asitlerin nasıl bir kalıp ile sıralanacağının mesajını iletmekle görevlidir. İşte üstlendiği bu misyon sayesinde midemizde asit salgılama işlemlerinden tutunda steroid (testis, ovaryum ve böbrek üstü bezleri) faaliyetlerin yanı sıra kasılma ve gevşeme işlemlerine kadar birçok eylem daha gerçekleşmiş olur. Dahası karaciğer hücrelerinde safra yapımı, glikojen dönüşümü gibi hayatsal olaylara da imza atarlar. Tüm bu işlemler olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki bu durumda ne böbreğimiz, ne karaciğerimiz, ne de diğerleri olsun hiçbiri çalışmazdı. Her şeyden öte vücudumuzda hormonsal denge denen nesne kalmayacağı gibi protein üretimi de iflas edecekti. Zaten bunun anlamı ölüm demektir. O halde hücre çekirdeğinde imal edilen RNA’nın kıymetini iyi bilmeli.
Ribozomlar çekirdekten gelen elçilik vazifesi üstlenmiş mRNA’ların getirdikleri kalıplara göre protein imal edip taşıma işlemini Endoplazmik Retikulum vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırırlar. Yani Protein sentezi çekirdekte DNA formatından mRNA formatına ve ondanda ribozomlarda polipeptit formatına çevrilen bir yazılım hadisesi olarak sahne alır.
Demek ki hücre ve hücreye ait her bir elemanın hafızası olmamasına rağmen sentezlenen ürünlerin bütün özellikleri nesilden nesile geçebiliyor. Bu yüzden canlıyı oluşturan temel taşa hücre denilmiştir. Şurası muhakkak canlıları oluşturan söz konusu temel yapı taşları arasında bile çok az bir fark vardır. Hatta aralarındaki yaratılış formülü bile hemen hemen aynı sayılır. Bir noktada hücreler yüklenmiş olduğu paket proğramlarla birçok ihtiyaçların kendileri karşılıyorlar. Mesela her türden çeşitli madde yapımı mitokondri programı paketi sayesinde gerçekleşmektedir. Belli ki farklılık sadece her bir hücrenin programını oluşturan kodlarda gizli.
Hücrenin aynı zamanda paket proğramın dışında bağımsız hareket edebilme kabiliyeti de söz konusu olup asla hormon kontrolünde yaşamazlar. Bilakis ihtiyacına binaen ondan sadece talepte bulunurlar. Böylece arz talep dengesi kurulmuş olur. Hatta ihtiyacı olan hormon bile kendi talebi doğrultusunda karşılanmaktadır.
Canlılar esas itibarı ile tek hücreli organizmalardan meydana gelir. Bilindiği üzere bunların alt kademesinde riketsialar, virüsler, bakteriyofajlar gibi subvarlıklar var. Ancak bu tür varlıklarda hepimizin bildiği tipik bir hücre çekirdeği yoktur. Dolayısıyla bunlar hücre yapısından uzak, hatta cansız yapıya daha çok benzeyen varlıklar olup ayrı bir inceleme konusudur. Mesela hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geldiği halde, mikroplarda böyle değildir. Tam aksine mikroplar bir araya geldiklerinde koloni oluşturup, başıboşturlar. Yani hücrelerin birlikteliği sonucu sistemleşmeye yönelik bir nizami organizasyon varken, mikroplarda gayri nizamîlik esastır. Dolayısıyla hücre âlemi içerisinde vazife alan her bir hücre gerekli forum ve özellikleri sahip küçük bir nizam-ı âlem hareketidir. Bu yüzden hücreler arası nizami ilişkiler hücre zarı sayesinde gerçekleşir. Tabiî ki bu sıradan ilişki değil, el sıkışıp muhabbetle kucaklaşmayı andıran bir ilişkidir. Şöyle ki hücre zarından çıkan bir takım uzantıların komşu hücrenin çöküntülü bölümüne yerleşmesiyle birlikte karşımıza ortaklaşa bir yapıya dönüşen bir tablo çıkar. İşte ortaya çıkan bu yapı doku diye adlandırılır. Derken bu aşamada doku için gerekli olan kan, oksijen, besin vs. maddeler hücre yönünden değil doku açısından değerlendirilip öyle alınacaktır. Nitekim golgi aygıtı hücre için çok önemli salgı yapan bir aygıt olmasına rağmen doku safhasına geçildiğinde resesif kalıp bu noktada başka üniteler devreye girmektedir. Anlaşılan hücre aşamasında aktif unsurlar doku safhasında yok olmamakla birlikte sadece istisnai diyebileceğimiz onarım veya üreme durumları için ancak seferber olurlar. Yani daha çok doku harabiyeti durumlarda gün yüzüne çıkarlar.
Hücre ortamını kapsayan bileşikler organik ve inorganik olmak üzere iki ana başlıkta toplanır. Bilindiği üzere hücrenin en önemli anorganik bileşiğini su oluşturur, daha sonra tuz ve kalsiyum gibi maddeler sıralanır. Hücrenin organik bileşiklerini ise protein ve türevleri, karbonhidrat ve türevleri, lipit ve türevleri kapsar. Özellikle hücre zarı protein ve lipit yapısındadır. Dolayısıyla hücre içerisine giriş çıkışlar yaklaşık 7–8 Angström(Â) çapında por diye adlandırılan özel delikler kontrolünde veya sırlarına eremediğimizi birçok özel taşıyıcılar sayesinde gerçekleşir. Üre 3,6 Â çapında, su 3Â çapında küçük moleküller olduğundan zarlardan kolayca geçebiliyorlar. Fakat suda erimeyen glikoz gibi 8,6 angstromluk çapça hücre yapısından daha iri birçok maddeler por gümrüğü kapısından ancak kontrollü bir şekilde kısmi giriş çıkış yapabilmekteler. Demek ki hücre zarı geçişi milimetrenin yüz binde yedisi kadar dar bir alanda cereyan edip herkesin elini kolunu sallayıp rahatça geçebileceği yolgeçen hanı değilmiş. Zaten böyle olsaydı bu hücrenin kendi kendine intiharı demek olacaktı. Yani hücreler bu durumda zararlı maddelerin bombardımanına uğrayıp kırk haramilere yem olacaklardı. Neyse ki hücreler ihtiyacı olan besin maddeleri çevrelerinde bir şekilde elde edebiliyorlar. Şayet alınacak madde zararsız, aynı zamanda küçük çapta atom, iyon ve molekül içeriyorsa hiçbir denetime tabii tutulmadan girişler basit bir diffuzyon yoluyla gerçekleşebiliyor. Başka bir ifadeyle O ve CO2 gibi moleküller basit diffuzyon metodu yoluyla, glikoz molekülleri özel taşıyıcı mekanizmayla, Na+ iyonları, iyot (I-) iyonları ve Ca+ iyonları ise enerji gerektiren taşıyıcı sistemlerle ancak hücre zarından geçiş yapabilmekteler. Diffuzyonla geçemeyen dev moleküller ise sindirim sisteminde olduğu gibi ağız yoluyla değil, tıpkı fagositoz ve pinosotoz yöntemin aynısı diyebileceğimiz membran yoluyla (aktif yutma) gerçekleşir. Bilindiği üzere fagositoz ışık mikroskobunda görülebilecek molekülleri yutma olayı olup, pinositoz ise ancak elektron mikroskobuyla görülebilen daha çok minimal moleküler seviyedeki cisimleri sindirme operasyonudur. İşte bu fagositoz ve pinositoz operasyonları sayesinde sindirilmesi güç olan büyük parçacıklar paketlenerek stoplazmaya transfer edilirler. Sitoplâzmaya geçiş yapan maddeler ister fagositoz, ister pinositoz yöntemiyle alınsın sarılmış paket halinde bağımsız olarak konuşlanırlar. Bu işlem sayesinde hücrenin beslenmesi sağlanır. Tabiî ki sadece beslenme değil zararlı maddeler ve bakterileri bertaraf etmek içinde yutma fonksiyonu icra edilir. Mesela Retikülo endotelial sistem hücreleri her türden yabancı hücreleri, bakterileri, hatta ölmüş hücre döküntülerini fagosite ederek sitoplâzmalarında eritip imha ederler. Şayet eritemezlerse bu sefer sitoplâzmalarında haps ederler.
Mitokondrium
Sadece canlılar değil, canlıların temel taşı olan hücrelerde solunum yapmaktalar. Üstelik her bir hücrenin solunumu birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmektedir. Şöyle ki hücrelerin ihtiyacı olan oksijen akciğer solunumu vasıtasıyla elde edilip kan yoluyla kendilerine iletilmektedir. Nasıl ki her bir hücre için solunum söz konusu ise yine her bir hücre için adına mitokondrium denilen enerji odalarının yanı sıra bu odaların içerisinde yaklaşık 15000 kadar enzim ünitesi bu iş için vardırlar. Ayrıca bu odalarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP oluşumu için özel bölümlerde yer alır. İşte bu özel bölümler sayesinde bir dizi sıralanmış enzim faaliyetleri cereyan edip ATP enerji kaynağı üretilebiliyor. Bu üretim maddesinin hammaddesi hiç kuşkusuz oksijen ve besinler olup işlenen hammaddelerden açığa karbondioksit ve su çıkmaktadır. Bu yüzden mitokondrilere hücrenin enerji ocakları denmektedir. Dolayısıyla hücrenin % 95 enerjisi mitokondri sayesinde sağlanır. Sağlanan bu enerji lüzumu halinde gerek hücre içi, gerekse hücre dışı faaliyetlerde kullanılmak üzere mitokondri içerisine konuşlanmış ATP (Adenozin trifosfat) bünyesinde depo edilirler. Derken ileride ATP’nin parçalanmasıyla birlikte açığa çıkacak enerji daha çok kas kasılması, madde taşınması, sinirsel iletişim, hücre kalori ihtiyacının karşılanması ve birçok kimyasal reaksiyonlarda kendini gösterir. Hatta besinlerin parçalanmasıyla teşekkül eden Hidrojenin oksidatif fosforilasyonla (enerji değişimi) yakılma işlemi bile mitokondrilere ait bir faaliyetin eseri olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki; Asetil koenzim-A’nın enzimden enzime geçtiği işlemler sırasında CO2 ve H2O’yun açığa çıkmasıyla birlikte ATP enerjisi meydana gelir. Esas itibarı ile mitokondriler glikozu yakıp ait olduğu her bir hücre için enerji üretirler. Enerji üretiminden doğan artık maddeler ise su ve karbon dioksit olarak hücre dışına tahliye edilirler.
Mitokondriler morfolojik olarak yağ ve protein moleküllerinden yapılmış çift ünit zarla çevrili olup iç kısmı ise kıvrımlı kristalarla kaplıdır. Bu kristaların aralarında Krebs devresine ait enzimlerin bulunduğu özel bir sıvının yanı sıra çözelmiş lipid ve proteinlerde mevcut olup aynı zamanda mitokondrinin yapısında %1’den az da olsa RNA belirlenmiştir. Hatta nevi şahsına münhasır türden diyebileceğimiz DNA’nın varlığı da tespit edilmiştir. Bunun anlamı nukleusun dışında bile birtakım genetik bilgiler mitokondri bünyesinde gerçekleşebiliyor olmasıdır.
Lizozom
Lizozomlar ünit zarla çevrili olup fagozom denilen oluşumlar sayesinde hücre içi ve hücre dışı kaynaklı maddeleri sindirerek zararsız hale getirirler. Bunlar bir tür sindirim mekanizma işlevi olan yapılardır.
Mikrocisim
Mikrocisimler tek ünit zarla çevrili olup iç kısmı daha çok peroksidaz içeren enzimleri kapsamaktadır. Yani belli başlı enzimler katalaz, ürik asit, oksidaz ve D-amino asit oksidaz diye sahne alır. İşte sahne alan bu enzimler sayesinde oksijen hidrojen perokside, hidrojen peroksit ise suya dönüştürülmektedir.
Mikrotubulus
Mikrotubuluslar da bir ünit zarla çevrili olup borucuklu ışıksal bir görünüm arz ederler. Bunlar daha çok hücre içi iletişimde rol aldıkları düşünülmektedir. Hatta kromozomların bölünme evreleri esnasında kutuplara çekilmelerine yardımcı oldukları tahmin edilmektedir. Mikroskobik incelemeler sonucunda sentriyollerin tahminlerin ötesinde üçerli gruplar halinde hücre bölünmesinde kromozomların kutuplara doğru yol almasında rol oynadıkları gözlemlenmiştir.
Nükleus
Bilindiği üzere hücre yapı bakımdan çekirdek, protoplazma ve hücre zarı diye üç ana bölümden oluşup, bunların en gözde olanı çekirdek protoplazmanın ortasında konuşlandırılmıştır. Belli ki merkezde yerleştirilmesi boşuna değilmiş. Çünkü hücrenin asıl karakterini ortaya koyan nükleustur. Zaten hücrenin diğer unsurları da tek merkezden idare edilmektedir.
Nukleuslar genelde oval olup merkezde çoğunlukla tektir. Fakat istisnai olarak yetişkin insanların karaciğer hücreleri, testislerin leydig hücreleri(spermleri harekete geçiren hücreler) ve osteoklastlar (kemik hücresi) içerisinde çekirdek sayısı artabiliyor, hatta aralarında çekirdek sayısı yüzü bile bulan var.
Nukleuslar dışta çekirdek zarı, içte ise çekirdek plazması, çekirdekçik (nukleolus) ve kromatin ipliklerinden ibaret bir yapı arz etmektedir. Sırasıyla şöyle göz attığımızda birinci olarak çekirdek zarı tıpkı hücre zarı gibi yüklenmiş bir misyona sahiptir. Zira tüm kontrol mekanizmalarını çekirdek zarında bulunan porlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Böylece çekirdek ve sitoplâzma arasında geçişlerde tüm maddeler diffuzyona tabii tutulurlar.
İkinci yapı konumunda çekirdek sıvısı (karyoplazma) malum olduğu üzere içerisinde çözülmüş maddelerin bulunduğu karmaşık kimyasal bileşenlerden oluşan bir alanı temsil etmektedir.
Üçüncü yapı diyebileceğimiz çekirdekçik ise kromatin ağı ve iplik taneciklerinden meydana gelmiş olup içerisinde ribonükleik asit sentezlenmektedir. Sentez edilen bu ürünler RNA’nın işbirliği öncülüğünde rRNA (ribozomal RNA) ve mRNA (messenger RNA) ve tRNA (taşıyıcı RNA) olmak üzere üç tip halde sitoplâzmaya aktarılırlar. Derken hücre dışından gelen amino asitlerce karşılanarak protein yapımı gerçekleşir. Hiç kuşkusuz hücre içerisinde gerçekleşen bu protein yapımının baş öncüsü veya çekirdek içerisinde birçok kalıtsal faaliyetlerin baş mimarisi DNA’dan başkası değildir elbet. Zira DNA çift sarmal zinciri şeklinde olup yapısında taşıdığı bir takım özel enzimlerle kendi kendine bölünüp kendi cinsinden iki polimeraz zincir daha üretebiliyor. İşte bu kopyalama olayına Reduplikasyon denmektedir. Böylece ikileşme diye de bilinen reduplikasyon sayesinde ortaya çıkan kopyalar sitoplâzmaya geçerek beraberinde gönderilen genetik kartlarla protein sentezi yapımı hız kazanır. Elbette ki tüm bu faaliyetler için çekirdek içerisinden başlayıp sitoplâzmaya kadar uzanan uzun bir yorucu maraton koşusunun yanı sıra belli bir ölçüde güç ve enerji gerektirir. Ki; çekirdek bunca gücü ATP enerji kaynağından elde etmektedir. Hatta enerjinin tükenme noktasına gelindiğinde gerektiğinde sitoplâzmadaki ATP’den takviye alınmaktadır. Görüyorsunuz hücre denilen küçük bir âlemde akılları hayrette bırakacak derecede son derece bilinçli bir şekilde cereyan eden nizamı âlem söz konusudur.
Anlaşılan hücrenin büyüme, kalıtsal, büyüme ve gelişmesi gibi faaliyetler protein içeren maddelerce gerçekleşiyor. Nitekim proteinler amino asit moleküllerin birbirleriyle peptit bağları vasıtasıyla birleşmesi sonucunda meydana gelip her biri 20 değişik tipte inşa edilirler. Keza canlı organizmasında birtakım oluşan kimyasal reaksiyonlar ise enzimlerin(fermentler) katalizatör (hızlandırıcı) etkisiyle şekil almaktadır. Böylece enzimler hem katalizör rolüyle bulundukları kimyasal reaksiyonların dışında kalacak şekilde moleküllere hızlandırıcı etki yapmaktalar, hem de bir anahtarın kilitle uyum sağlayacağı tarzda düzenleme sağlarlar. İşi bittiğinde ise orayı derhal terk etmeyi bilecek derecede mahirdirler. Oradan ayrılmalarına rağmen ilginçtir enzim yapılarında farklılıklar olmamaktadır. Dolayısıyla değişikliğe uğramaksızın yeniden bir başka kimyasal reaksiyonlarda görücüye çıkabiliyorlar.
Bedenimiz her yıl kendini yenilediği gibi hücrelerde tıpkı dünyaya gelen bir insan ömrü kadar her saniyede 50 milyon defa doğar, gelişir, yaşlanır ve 50 milyon kez ölürler. Zeval onlar içinde kaçınılmaz bir alın yazısı. Zaten kader kaleminin yazdığı yazgı gereği bir yandan yaşlı ana hücrelerin ölümü gerçekleşirken diğer yandan ana hücrenin bağrından kopan iki yeni genç hücre hayata merhaba demektedir. Anlaşılan o ki yaşlı hücrenin insan ölümünden farkı cesetsiz ölüm vuku bulmasıdır.
Hâsılı kelam; tüm yaratılanların hayat serüveninin özeti diyebileceğimiz büyüme, gelişme, kalıtım, yaşlanma ve ölüm gibi fani evreler canlının temelini oluşturan hücre içinde geçerlidir. Elbette ki her şey fani, baki olan Allah’tır.
Vesselam.
http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall
dedekorkut1
17 Haziran, 2022 - 20:20
Kalıcı bağlantı
HÜCREDEN ALLAH’A
HÜCREDEN ALLAH’A
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler canlı oluşumunun tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkan bir hücre oluşumuyla start aldığını söyleye dursunlar, oysa ki hücrenin bizatihi kendi varlığı evrimciler için ciddi bir problem teşkil etmektedir. Onlara göre cansız maddeler ya kimyasal reaksiyonlara girerek ya da şimşek çakması gibi olağan üstü tabiat olayların etkisiyle ortaya çıkan bir takım karışımların sonucunda hücre meydana gelmiş güya. Oysa bu güne kadar cansız maddelerin canlıyı meydana getirecek herhangi bir bilimsel deney gerçekleştirilememiştir. Her ne kadar Alman bilgini Ernst Haeckell; “Bana su, kimyasal madde ve kâfi derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de bugünkü bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekler bu tür maksadı aşan çıkışların kuru bir gürültüden öteye geçemeyecek çıkışlar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bikere canlı cansız varlıkların yaratılışından bugüne tabiata ve insana yön verme bakımdan tabiat insanı değil, bilakis insan tabiatı yönlendirip peşine takıp sürükleye gelmiştir hep. Öyle ki insanoğlu tabiatı işleyerek kendine ekonomik alan oluşturduğu gibi ekonominin temelinde yatan pek çok maddi elemanları avucunda tutarak adeta onunla istediği şekilde oyun oynamasını bilmiştir. Yani öyle anlaşılıyor ki; oyun kurucu maddi elemanlar ve eşyanın tabiatı değil, bizatihi insandır. Nitekim maddi elemanların oyun kuramadığı şundan besbellidir ki canlılığın yapı taşları sayılan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri bir araya getirdiğimizde ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmayacağı gibi beklenin tam aksine atıl durumda çöp yığınlarını andıran üst üste birikmiş atom bileşenleri kümesi bir durum ortaya çıkacaktır.
Malumunuz maddenin en küçük temel birimi atomdur. Atomun yapısı incelendikçe bırakın atomun dış yüzünü atomun kendi içinde bile elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapıların varlığı tespit edilmiştir. Nitekim bu temel yapının merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalardır. Öyle ki, bu sıkı sıkıya bağlılık Mevlevi dervişlerini aratmayacak bir şekilde elektronların nükleon etrafında say yaptığı pervane oluş bağlılığıdır. Bir başka ifadeyle atomun tüm elemanlarıyla birlikte kendi hal lisanıyla manevi zikir halkasını oluşturduğu bir pervane oluştur bu. Şayet atomu zahiri yönüyle ele alırsak hakkında maddenin temelini oluşturan bir yapıdır deriz, yok eğer manevi yönüyle ele alırsak hakkında ister istemez zerreden küreye halka oluşturup kendi hal lisanıyla ‘Allah’ diyen bir yapıdır deriz.
Peki, atomların işi gücü yok, sadece zikretmek midir işi gücü? Elbette ki kurulu halkasında zikir eylemenin yanı sıra “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” düsturunca hareket eden bir döngü âlem iş gücüdür bu. Hele birkaç dervişane atom bir araya gelmeye bir görsün, bir bakmışsın birlikten kuvvet doğar misali bin bir türlü mamul madde (kimyasal madde) üretebiliyorlar da. Sadece kimyasal madde mi üretirler, hiç kuşkusuz canlı üretiminde de başı çeken en temel aktif elemandırlar. Yani bu demektir ki canlının en küçük temel birimi olan hücre yapısının oluşumunda bile birinci derecede etken unsur atom ve atom bileşenlerinin varlığını görüyoruz. Öyle ya, mademki yaratılışta hamurumuz hammadde toprakla yoğrulmuş, o halde hücrenin temellerini de atomların oluşturması son derece gayet tabii bir durumdur. Çünkü toprak tüm element ve mineralleri bağrında taşıyan biricik toprak anamızdır. Dolayısıyla bizim madde ile olan gönül bağımız materyalistler gibi sırf elle tutulur, gözle görebileceğimiz türden ruhsuz varlıklar olarak değil, bilakis yoktan da vardan da öte Yaratıcı bir var tarafından maddeye ruh üflenmesiyle alakalı gönül yanması bağ bir tutkudur bu. İşte ateistlere bu noktada bizim itirazımız maddenin bu görünen yüzüne bu denli niye değer verdiklerine değil, tam aksine bizim itirazımız madde ve hücrenin yaratılışını inkâr edip kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini iddia etmelerinedir. Oysaki vücut sarayımızda gözlemlediğimiz son derece mükemmel donatılmış hücre yapımızın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek doğrusu körü körüne akla ziyan bir tutumdur. Hani eskiden günümüzde ki gibi son derece ileri düzeyde laboratuvar teknik ve cihazlar olmadığından hücrenin tüm ayrıntılarına vakıf olunamamasını bir derece anlayabiliyoruz. Nitekim bu yüzdendir ki o yıllarda hücreye basit bir protoplazma gözüyle bakılmıştır hep. Ama şimdi gelinen noktada elektron mikroskopların keşfiyle birlikte hücrenin içerisinde ne var ne yok ayırt edebilecek bir dünyada yaşıyoruz artık. İşte böylesi bir gelişmişlik içerisinde bile hala hücre oluşumuna tesadüfi eser gözüyle bakılıyorsa pes doğrusu. Baksanıza artık günümüz dünyasında bilimsel çalışmalar hız kazandıkça ve vücut sarayımızı oluşturan hücre içerisinde kodlanmış daha nice bilmediğimiz hücre elamanları birbiri ardınca gün yüzüne çıktıkça yaratılış mucizesi karşısında “Allah” demekten kendimizi alamayacağımız muhakkak. Hele hücrenin içerisinde ki sır perdeleri aralandıkça bizler bu noktada adeta amino asit, protein ve kromozomlarla hemhal olup en son perdede DNA ve RNA molekülleriyle ünsiyet kurmuş oluruz da. Böylece bu ünsiyet bağıyla birlikte canlının temellerini oluşturan hücreler bu kez günümüzün son derece gelişmiş teknolojik cihazlarıyla adeta taramadan geçirilip didik didik etmek suretiyle GEN dünyasıyla gerçek anlamda tanışıvermiş oluruz. Yetmedi, Gen dünyasını da taramadan geçirip didik didik ettiğimizde genlerin belirli bir plan dâhilinde kısa tekrarlı dizilimleriyle birlikte Deoksiriboz Nükleik Asidi (DNA’yı) nasıl oluşturduğu gerçeği ile de yüzleşmiş oluruz. İşte sizde görüyorsunuz ya, hücre elemanlarının her birini didik didik edip her defasında ortaya çıkan en ince esrarlı ayrıntılar karşısında bizler “Allah” demekten kendimizi alamazken, yaratılış gerçeğini inkâr eden evrimciler ise tam aksine ateizme kol kanat gerip evrim ideolojisini insanlara kurtuluş reçetesi olarak göstermekten imtina etmezler hep. Belli ki böylesi bir zihniyetin gerçekler karşısında görmedim, duymadım şeklinde aklından zoru vardır.
Her neyse birileri kıt aklıyla hücrenin tesadüfi eseri ortaya çıkmasından dem vura dursun bizim açımızdan hücre deyince şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insan yumurtasının döllenmesinin akabinde tek bir hücreye dönüştüğünü, ardından hücrenin bölünerekten çoğalmış hücreleriyle dokuları ve organları oluşturduğu, doku ve organlarında tüm vücudu oluşturan en temel mükemmel yaratılış eserinin adıdır. Dolayısıyla sadece isim olarak hücre deyip basite almamak gerekir. Zaten istesek de basite alamayız, hele hücrenin yapısını derinlemesine incelediğimiz de hücrenin birinci halkasını çekirdek oluştururken, ikinci halkasını çekirdeğin içerisinde bulunan kromozomların oluşturduğunu gözlemleriz. Üçüncü halkasını da malum kromozomların kutup kısımlarında yer alan heliks şeklinde nükleik asit merdivenleri oluşturur ki, bu halka hepimizin yakından tanıdığı Deoxyribose Nücleic Acid (DNA) molekülünden başkası değildir elbet. Derken, DNA’ların bir araya gelmesiyle kromozomların oluştuğu, kromozomlardan sonra çekirdek ve en nihayetinde çekirdekle birlikte cümbür cemaat hücrenin ana can damarlarını oluşturan bir yapıyla yüzleşmiş oluruz. Yetmedi hücrenin daha da derinliklerine indiğimizde elementlerin birtakım vücut organlarının hücre yapılarında birtakım görevlerde bulundukları, bazılarında hiç bulunmadıkları, bazılarında ise asıl canlıya hayatiyet kazandıran atomlar, element ve kompleks kimyevi bileşikler şeklinde üçlü sacayağı oluşturduklarını gözlemlemiş oluruz. Hatta bu söz konusu bileşikleri iki grup altında mercek altına alıp gözlemleyeceğimiz verilere baktığımızda insan vücudunun Yaratıcı güç tarafından karbon, oksijen, hidrojen ve azot olmak üzere dört ana temel madde üzerine bina edildiğini müşahede etmiş bile oluruz. Hele bu söz konusu elementler arasında nevi şahsına münhasır nitelikte diyebileceğimiz dikkat çeken gözde bir element vardır ki; o da hepimizin yakından tanıdığı hem kendisiyle hem de diğer elementlerle kardeşlik bağı kurma kabiliyette ve atom numarası 6 olan kimyasal elementin ta kendisi karbon atomudur bu. Öyle ki karbon atomu bağ kuracağı bir yapıyla hemen ünsiyet kurmakla mahir bir elementtir. Hatta azot, hidrojen ve oksijen gibi en temel elementlerde buna dâhil olup onlarla da ortak güçlü bir bağ oluşturma kabiliyetine haiz uzman elemanlardır. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya kendinize dost örnek mi arıyorsunuz, işte atom dünyasının kendi aralarında kurdukları dostluk bağlar bunun en çarpıcı örneklerini teşkil edip önümüzde sergilenmiş durumda zaten.
Evet, atom dünyasının dost kalbi olan karbonun sırf atom olmanın ötesinde aynı zamanda Rabbü’l Âleminin canlı âleme ikram ettiği son derece hayati öneme haiz ametal kimyasal bir elementtir. Bilindiği üzere elementler:
-Temel elementler (O2, H2, N, K, Na),
-İz elementler (K, Mn, I, Al, Zn, Si, Bor, Flor vs.) olarak iki ana başlık altında tasnif edilirken, bileşikler ise:
-Organik bileşikler
-Anorganik bileşikler (Mesela H2O en mühim anorganik bileşik olup tampon, eritici, ısıyı muhafaza ve buzun alttaki ısıyı sabit tutan) olarak iki ana başlık altında tasnif edilir. Malumunuz bileşikler yüksek sıcaklıklarda parçalara ayrılması hasebiyle madde ile sıcaklık arasında doğrudan bir ilişkisi söz konusudur. Nitekim aşırı sıcaklıkta bileşikleri bir arada tutan kuvvetler belli bir noktadan sonra herhangi bir fonksiyon icra edemez hale gelebiliyor. Hele sıcaklık değerleri sınırı aşmaya bir görsün, mesela bu söz konusu sınır 500 - 600 arası santigrat derece bir sıcaklık sınırını aşan bir sınırsa vay o canlının haline, artık bu noktadan sonra ne mümkündür ki o canlı hayatta sağ salim kalabilsin. Zira yüksek sıcaklıkta proteinler bozularak birçok biyolojik olayların kontrol dışında kalmasına yol açmaktadır. Hiç kuşkusuz had hudut ilkesi soğukluk içinde geçerlilik arz eden bir kuraldır. Ancak bir takım istisnai kabilden kural dışı bazı örneklerde vardır ki, mesela basil bakteri sporlarının -200 santigrat derece civarlarında aylarca yaşayabildiği gözlemlenmiştir. Neyse ki meseleyi genel kurallar çerçevesinde düşündüğümüzde şu bir gerçek çok aşırı sıcaklıklarda hiçbir atom aktivasyon enerjisi gösteremediği gibi kimyasal reaksiyon oluşturamadığı ya da bunun tam tersi aşırı termal soğukluğun -50 veya -100 santigrat derecelerde seyrettiği bumbuz ortamlarda aktivasyon enerjisi oluşturmayacakları bilinen bir gerçeklik kurallar bütünüdür. Aktivasyon olmayınca da ne atomlara birbirleriyle karşılaşması mümkün hale gelir ne de reaksiyon oluşturmaları mümkündür. Öyle ki atomlar arası ilişkilerde bir bakıyorsun hem aşırı sıcaklık hem de aşırı donma durumlarında tüm reaksiyonlar durma noktasına gelebiliyor.
Her neyse konumuz bağlamından koparmadan kaldığımız yerden devam edecek olursak malum organik bileşikler de kendi aralarında:
-Nükleik asitler,
-Nükleik asit haricinde kalan bileşikler,
-Karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri,
-Lipit ve lipit türevleri şeklinde alt gruplar olarak tasnif edilirler.
Bilhassa sıraladığımız alt grupların ikinci sırasında yer alan nükleik asit haricinde kalan bileşikler genel itibariyle hücrelerin onarılması ve gelişmesinde önemli yapı taşı olup bunlar da yapılarına göre “protein ve protein türevleri” şeklinde tasnif edilirler. Proteinler malum hücre yapılarına katılma, fonksiyonel görev üstlenme ve enerji oluşturma yönünde aktif rol oynayan moleküllerdir.
İşte yukarda sıraladığımız gerek atom bazında gerekse bileşik bazında molekül, element ve bileşik türünden akla gelen her ne karışım varsa hepsini devasa büyüklükte buhar kazanlar içerisine atıp canlı oluşumuna yönelik elde ne var ne yok tüm metotlar devreye sokulsa da asla ve kat’a bir canlı modeli ortaya konulamayacaktır. Hem siz kim canlı yaratmak kim, sizin haddinize mi düşmüş canlı yaratmak, bikere sil baştan canlı yaratmak fiili yaratıcı güce has bir keyfiyettir. Maalesef yaratmak fiilinin Allah’a mahsus sıfat olduğu bu güruha defalarca söylenilmesine rağmen huylu huyundan vazgeçmez misali hadlerini aşıp bugüne dek hep yaratıcılığa soyunmuş pozisyon almışlardır. Hiç boşa heves etmesinler, değil insan yaratmak, en küçük bakteri ve virüsü bile yoktan var edip yaratmaya güç yetiremeyeceklerdir. Hem nasıl güç yetirebilsinler ki, baksanıza maddenin en küçük temel birimi atomlar bile Yüce Allah’ın “Ol” emri olmaksızın yerinden kıpırdayamaz haldedirler. Zira her kıpırdayış “Ol” deyince oluverip kıpırdamakta, bunun dışında kendi kendine oluvermek zaten eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dolayısıyla bir şeyi yaratmak kulun bileceği ve yapacağı bir iş değil, tamamen halikın ezeli ilmiyle bileceği ve yaratacağı bir iştir. İşte görüyorsunuz mikro âlemin hem element bazında konumu var hem bileşik bazında özel yeri vardır. Öyle ki canlının en küçük temel birimi olarak addedilen hücrenin element bazında incelendiğimizde kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan “temel elementler” ile mangan, iyot, alüminyum, çinko ve silisyum gibi atomların oluşturduğu “iz elementler” dünyasının varlığını müşahede etmiş oluruz. Hakeza hücreleri bileşikler yönünde incelendiğimizde ise bu kez organik ve inorganik bileşiklerden oluşan bir dünya ile yüzleşmiş oluruz. Örnek mi? İşte susuzluğumuzu gidermek için içtiğimiz su inorganik bileşikler dünyasının en önemli göze çarpan ab-ı hayat elemanı olarak örnek teşkil ederken, nükleik asit ile nükleik asitlerin dışında kalan protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevleri ise organik bileşiklerin en gözde örneğini teşkil ederler.
Malumunuz canlı organizmaların en önemli temel bileşenlerinden proteinler analiz edildiğinde gerek hücre içerisinde fonksiyonel oluşlarıyla gerekse enerji oluşturmalarıyla hayati derecede öneme haiz bileşikler olarak konumlandıkları görülecektir. Peki, tüm bunlar iyi hoşta, böylesi hayati öneme haiz proteinlerin arka planda yatan birinci derecede en temel itici güç nedir derseniz, hiç kuşkusuz 20 harfli bir alfabe ile yazılmış, nitrojen, karbon ve oksijenden oluşmuş, ayrıca dipeptit, tripeptit, polipeptit gibi değişken yan zincir guruplarından müteşekkil amino asitlerden başkası değildir elbet. Tabii buradaki alfabetik harf ifadesinden kastımız proteinlerin fibröz (lifler) ve globüler (küresel) şeklinde iki farklı yapı taşına veya alt tipe ayrılan yazılım programının ta kendisi bir misyon üstlenmeleridir. Nitekim fibrin yapıdaki proteinlerin omuz verdikleri misyona bir bakıyorsun hücreyi dayanıklı kılacak zarların oluşumunda yapı taşı görevi ifa ettiklerini pekâlâ görebiliyoruz. Hatta bu söz konusu yapı proteinlerinin dayanıklılık özelliğini sosyal hayatta ayakkabıcı sektöründe kösele olarak kullanılan hayvan derisinin lifsel protein dayanıklılığında da bu özelliğini gayet net bir şekilde görebilmekteyiz. Globüler proteinler ise malumunuz enzimatik proteinler olarak misyon üstlenirler. Ve bu tip proteinler lifli olmadığı için, yani küre şeklinde olmaları hasebiyle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, ancak globüler protein moleküllerinin hücrenin sıvı ortamında daha yüzer ve daha reaksiyon oluşturabilecek özelliğinden dolayı laboratuvar ortamında çok rahatlıkla kimyasal deneylerde kullanılabilmekte. Ezcümle protein dünyasından anlaşılan o dur ki; yapı bakımdan proteinler; alfa amino asitler veya bunun türevlerini kapsarken bileşik proteinler de bir basit proteinin diğer bir madde ile enzime bağlı prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkan bileşikleri kapsayan bir yapıdır. Enzimler de malum genellikle kısa veya globüler tipte protein molekülleri kapsamında ortaya çıkan bir yapıdır.
Şu bir gerçek; organik bileşiklerden nükleon protein teşekkül ederken, nükleik asit veya bir birkaç proteinin birleşmesiyle de “DNA ve RNA nükleik asitler” oluşumu teşekkül etmekte. Şöyle ki prostetik grup olarak bilinen nükleik asitler bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerindeki bir nükleotide tekabül edip, bir nükleotide karşılık gelen fosfat grubu ile birleştiğinde nükleotid yapıya bürünmüş bir halde ortaya çıkmış olurlar. Derken bir yandan nükleotidlerin kondenzasyon polimerizasyonuyla “nükleik asit” oluşumu vuku bulurken, diğer yandan oluşan nükleik asitin proteinle birleşmesiyle de “nükleon protein” oluşumu vuku bulmuş olur.
Evet, proteinler aminoasit adı verilen küçük moleküllerin kendine özgü bir tertip üzere dizilmesiyle meydana gelen dev moleküler yapılar olup, esas itibariyle daha dikkat çeken yanı ise canlı hücrelerin temel yapı taşını oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu yapı taşlarına ait tek bir amino asidin eksikliği veya zincir halkasına takılan fazladan amino asit eklenmesi gibi durumlarda canlıya ait hücre programının sekteye uğramasına ziyadesiyle yetip bir anda protein sentezinin tercümesini anlamsız kılması an meselesidir diyebiliriz. Hakeza zincirde bir amino asidin yer değiştirmesiyle de protein sentezini anlamsız kılar. İşte bu noktada proteinlerin temel yapı taşı hükmünde olan amino asitler protein yapımında anlamsızlık girdabına düşmemek için başlangıçta duruş pozisyonunu tesadüfi olarak belirlemeyip, tam aksine protein sentezi işlemlerinde ne gerektiriyorsa gerektiği kadarıyla duruş sergilerler. Zaten gerek maddi âlemde gerekse canlı âlemde tesadüfler denen bir zincirin varlığına hiçbir zaman denk gelinmemiştir, olsa olsa tevafuk denen zincirin varlığı söz konusu olmuştur. Bu hususlarda mesela en basitinden 50 amino asitlik bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1/1065 oranında bir rakama tekabül etmektedir ki bunun anlamı 1 rakamının yanına 65 sıfır eklediğimizde çıkan rakamı da artık siz hesap edin, böylece bu hesaplamalarınızla tesadüfen bir şeyin imkânsızlığını bizatihi görmüş olursunuz. Madem öyle şimdi tamda bu noktada evrimcilere ve ateistlere sormak gerekir, tesadüf bunun neresinde? Hadi soru sormaktan vazgeçtik diyelim, ayrıca onların uykularını kaçıracak bir bilinen gerçek daha vardır ki, o da 20 çeşit amino grup asitten her birinin ‘sol elli’ olması gerektiği gerçeğidir. Belki de bu gerçekle karşılaştıklarında sol elde nerden çıktı diyebilirler. Onlar gerçekler karşısında şaşa dursunlar, bilindiği üzere kimyasal bakımdan bir amino asitin sağ elli ve sol elli iki cinsi söz konusudur. Aralarında en bariz fark ise zıt yönlü olmalarıdır. Dahası en basitten en karmaşığa kadar seyreden pek çok biyokimyasal olayların protein yapısına sol elli aminoasitler iştirak etmektedir. Değil pek çok biyokimyasal reaksiyonlarda, biyokimyasal reaksiyonların bir tanesinde bile sağ elli amino asidin dâhil olması demek proteinin hiçbir fonksiyon icra edemeyeceği anlamına gelmektedir. Anlaşılan o dur ki; proteinler asla amino asitlerin tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşmuş değillerdir, bilakis 20 çeşit amino asitten her birinin sol-elli olması dolayısıyla protein teşekkül etmektedir. Kaldı ki canlının gelişmesinde bir tek protein molekülünün hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Baksanıza en küçük bakteri olarak bilinen Mycoplasma Hominis H 39’da bile 600 çeşit protein olduğu belirlenmiştir. O halde hücreyi bir bütün olarak görmek mecburiyetimiz var. Çünkü hücre sadece proteinlerden ibaret olmayıp, bunun yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, iyonlar vs. birçok kimyasal maddelerin belli oranlarda iştirakiyle hücre yapısına takviye kuvvet olarak renk katmaktalardır.
Proteinler; fibriler ve globüler (küresel) protein olmak üzere iki şekilde bulunurlar. Fibril yapıdaki proteinler çekme ve gerilme olaylarına karşı dayanıklılığı temsil edip özellikle bu anlamda hücre zarlarını meydana getirmekle mahirlerdir. Bu nedenle fibriler proteinler yapı proteini olarak adından söz ettirirler hep. Nitekim hayvan derisi (kösele) dayanıklılık açısından lifsel proteinlerin tipik misalini teşkil eder.
Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Dahası bunlar zincir halde veya dümdüz lifler halinde görünüm arz etmeyip daha çok başka moleküllerin sentezinde iş gören montaj ve demontaja yarayan aletleri andırır görünümü sergileyen yapıdadırlar. Dahası bu yapısıyla katalizör görevi yaptıkları anlaşılıp, bu yüzden enzim bakımdan kısa, moleküller bakımdan da globuler (nispeten küre) tip protein olarak bilinirler.
Yapı bakımdan proteinler “basit protein ve bileşik proteinler” diye de tasnif edilip, aynı zamanda bunlar asit ve asit türevlerini de kapsayan bileşiklerdir. Malum bileşik proteinler bir basit proteinin diğer bir madde ile prostatik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkar. Dolayısıyla proteinlerdeki prostatik gruplar çok çeşitlilik arz eder. Örneğin:
-Nükleoproteinlerde prostatik grup nükleik asitlerdir,
-Gluko ve mukoproteinlerde prostatik grup karbonhidratlardır,
-Fosfoproteinlerde prostatik grup fosforik asittir,
-Lipoproteinler de yağ asitleridir,
-Kromoproteinlerden hemoglobin ise demirli porfisik kompleks prostatik grup olarak iş görür.
Bu arada şunu belirtmekte yine fayda var, malum materyalistler her şeyde olduğu gibi protein sentezinin de tesadüf eseri meydana geldiğinden dem vurmaktalar habire. Oysa proteinlerin tesadüfen meydana gelmesi imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü bu konuda Evrimci biyolog Frank B. Salisbury şakınlığını gizleyemeyip şöyle der: “Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerebilir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bu rakam ise, aklın kavrama sınırının ötesindedir” (Bkz. Frank B. Salisbury “Doubts about The Modern synhetic Theory of Evolution” s 336). Dahası bu ifadelerden anlaşılan o dur ki ortaya farklı bir şekilde çıkabilecek 4 üstü bin (1000) sayıda bir dizilim, küçük bir logaritma hesabı sonucunda 10 üzeri 620 sayı demektir bu. Yani 1’in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam ise gerçekten de aklın kavranması mümkün olmayan bir sayıdır dersek yeridir.
İşte yukarıda sözünü ettiğimiz hücre içindeki tüm bu olan bitenler ve aklın sınırlarını zorlayan rakamlar bize gösteriyor ki; hiçbir şey rastgele ve tesadüfen oluşmuyor, hemen her şey belli bir plan dâhilinde zincirlemesine gerçekleşen bir tür protein tercüme faaliyeti olarak cereyan etmekte. Böylece mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, aslında büyük bir âlemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor. Zaten olan biteni anladığımızda mükemmel yaratılmış mikro ve makro âlem karşısında “Amenna ve saddakna” demekten kendimizi alamamış oluruz. Böylece bu sayede Yüce Allah’ın azametini ruhumuzun derinlerinde hissedip kurtuluşu İslam’da aramış oluruz.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucreden-allaha-5862-kose-yazisi