SOLUNUM MUCİZESİ

SOLUNUM MUCİZESİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Her nefes solunumla anlam kazanır. Bu yüzden tüm canlılar solunum cihazıyla donatılmış. Biryandan suda yaşayan canlılar deri ve solungaçlarıyla solunum yaparken, diğer yandan böcekler trake ve trakeidler vasıtasıyla solunum gerçekleştirirler. Karada yaşayan canlılar ise akciğerle solunum alıp, özellikle solunum organları burun, yutak, soluk borusu (trache) ve akciğer hepsi bir arada birbirine bağımlı bir bütün olarak hareket etmekte. Yani soluk borusu, ağız ve burun yoluyla aldığı havaya aracılık yapması sonucunda iki kanala ayrılıp ana bronşları oluştururlar. Hatta ana bronşların akciğer içerisinde daha küçük kılcal dalcıklara ayrılmasıyla birlikte havanın tüm akciğer içerisine nüfuzu sağlanır. Böylece bronşlar alveol adını alan milyonlarca yuvarlak minicik keseciklerde (hava odacıkları) sonlanır, ama bu arada hava akımı durmayıp yoluna devam eder. Şöyle ki hava akımı akciğer içerisinde dolaşan kan damarlarına geçerek tüm bedenimizi kuşatan hücrelere hayat verirler. Bundan da öte nefes borusu yoluyla akciğere gelen hava akımı tüm yolları aştıktan sonra alveollerde gaz değişme işlemi tamamlanmakta. Derken kalpte ferahlık oluşur. Anlaşılan birbirine zincirlemesine bağımlı bu sistemin parçalarından herhangi birini çektiğinde solunum işlevinin gerçekleşmediği görülecek. Dahası öylesine mükemmel solunum sistemi kurulmuş ki bu konuda ciltler dolusu eser yazılsa bile yeteri kadar bu sistemi anlatmaya güç yetmeyecektir. Dolayısıyla Tıp dünyası hastaları tedavi ederken zincirin her halkası için yeni üniteler kurup, ihtisaslaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Kelimenin tam anlamıyla insan vücudu mükemmel donanıma sahip büyük bir âlemin özü mesabesinde yaratılmış olup, bu koca âlemde “yüz yüzebildiğin kadar yüz” diyebileceğimiz derya-i umman niteliğinde şehrimiz söz konusudur.
Solunum aynı zamanda fotosentez olayının tersi bir istikamette cerayan eden bir olayın adıdır. Yani fotosentez sonucu oluşan glikozun oksijenle reaksiyona girip yavaş yanma sonucu karbondioksit (CO2), su (H2O) ve enerjinin açığa çıkmasıyla gerçekleşen olaya verilen bir hadisedir. İşte bu hadise sayesinde fotosentetik bakteriler hem ışık enerjisinin yardımıyla organik madde üretebiliyorlar hem de oksijen vasıtasıyla hayatlarını sürdürmekteler. Bu yüzden bunlara oksijenli ortamda yaşayabilen anlamında aerob bakteriler denmektedir. Karanlıkta yaşayabilen mikro canlılara ise anaerob bakteriler olarak isimlendirilirler. Kâinatta hiçbir şey lüzumsuz değil. Belli ki görünüş itibariyle etrafımızda birçok gereksiz sandığımız kirli objeler bile bir anda aerobik veya aneorobik gibi temizleyici veya ayrıştırıcı mekanizmalar sayesinde lüzumlu varlıklara dönüşebiliyor.
İnsanlar nasıl ki havadan oksijen alıp dışarı karbondioksit veriyorlarsa, bitkilerde tam tersi karbondioksit alıp dışarıya oksijen salmaktalar. Bir başka ifadeyle bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmekteler. Peki, fotosentez nasıl gerçekleşiyor derseniz, gayet basit bir şekilde havadan aldıkları karbondioksit ve kökleriyle aldıkları suyu güneş ışığının eşliğinde yapraklarındaki klorofille özümleyip besin ve oksijen üretmekle elbet. Böylece üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma dediğimiz olayla yakarak dışarı karbondioksit verirler. Demek ki oluşan bileşimler su ve güneş ışığı yardımıyla karbondioksit ve nişastaya dönüşebiliyor. Kaldı ki yanma olayı sadece canlı âlemle sınırlı değil tabiatta da gerçekleşir, nasıl mı? Tabiî ki havada ki oksijenin odun, kömür, doğal gaz gibi yanıcı maddelerin reaksiyona girip yanma olayının vuku bulmasıyla.
Kur’an da oksijen var mı derseniz şu ayeti kerimeyi okumak sanırım hepimize fikir verir. Şöyle ki; Allah-ü Teala insanoğluna: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin ayet–80) buyurarak havadaki oksijenin bitkilerin ürettiğine işaret edip oksijen olmadan yanma olayının gerçekleşemiyeceğini bildirir. Dolayısıyla ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Böylece her nefes aldığımızda kılcal damarlarımızda turlayan kanla hava arasında gaz alış-verişi gerçekleşmekte, akabinde kandaki karbondioksit havaya, oksijen ise kana transfer olarak yanma olayı vuku bulmaktadır. İşte “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” denen olay bu olsa gerektir.
Malum olduğu üzere Peygamberimize inanmak istemeyen müşrikler hep birlikte: ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemiklerimi dirilecek’ diye itiraz ettiler. Bugün müşrikler yaşasaydı o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline geldiğini gördüklerinde şaşırıp kalacaklardı. Belki de bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksitin fotosentez kanunu ile nasıl özümleyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında kim bilir ne hale gireceklerdi, doğrusu merak konusu. Galiba glikozun (şeker) canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı.
Solunum
Şöyle kendine dön ve iyi bak, boğazımıza iki tane giriş kapısının nasıl konulduğunu düşün. Belli ki bu kapılardan biri ses için konuşlandırılmış gırtlak olup akciğere ulaşan bir yol çizilmiş, diğeri malum besinlerin giriş kapısı olup, yol güzergâhı mideye kadar uzanmakta. Boğazımıza yerleştirilen iki deliğin varlığı bile solunum faaliyetinin sıradan bir iş olmadığını göstermektedir. Anlaşılan o ki vücuda alınan besinlerin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için önce gerekli oksijen alınıp hücre içerisinde yavaş yanma olayı gerçekleşmekte, sonrasında ise karbondioksitin dışarı atılmasından ibaret bir hadise ortaya çıkmaktadır. Yani insan havayı solumakla alınan oksijeni farkına varmadan kana karıştırmakta. Derken kana karışan oksijen yediğimiz gıdalarla birleşerek karbondioksite dönüşüp göğüs kafesi içerisindeki kubbemsi diyafram adale vasıtasıyla akciğere gönderilmekte ve ordanda nefes yoluyla dışarı verilmektedir. Demek ki yanan sadece gönül yanması değilmiş, besin yanması da söz konusuymuş.
Şöyle solunum faaliyetini özetlediğimizde dışardan alınan havanın vücut içerisine giriş kapıları diyebileceğimiz ağız ve burundan başlayacak bir yolculukla start aldığı gözlenecektir. Keza burun duvarlarımızda bulunan kılların ise giriş kapısında soluduğumuz hava içerisindeki tozları yutmak suretiyle çok önemli kontrol memurluğu ve süzme (filtre) işini gerçekleştirdikleri görülecek. Böylece soluduğumuz hava burun içerisinde kıvrımlardan geçerken nemlendirilmiş ve toz topraktan arınmış şekilde yutağa konuk olacaktır. Dahası soluduğumuz hava yolculuğun ikinci durağında yutaktan nefes borusuna uzanan 25 cm boyunda, 2,5 cm çapında olan nefes borusu üzerinde halka tüylerle karşılaşılır. İlginçtir bu halka tüyler sıradan tüyler olmayıp, bilakis nefes borusu içerisine kaçma ihtimali bulunan tüm yabancı maddelerin dışarı atılması için emniyet sübaplarımız olduğu anlaşılacaktır. Bu yüzden nefes borusu, dördüncü omur hizasında iki kola ayrılmıştır. Hatta sayıca fazla bronş denen bu kolların herbiri akciğerler içerisine dallanarak dağılırlar. Derken incecik bronşçuk denilen bu dallar alveol adlı küçük keseciklerde son bulur. Göğüs boşluğunun her iki tarafında bulunan akciğerin sağ kısım üç, soldaki ise iki parçadan oluşmaktadır. Zira sol akciğerdeki üçüncü lobun yerini kalp almıştır. Böylece kalbin sol kulakcığına gelen kirli kan akciğere transfer edilmektedir. Dolayısıyla içerisi her an havayla dolup boşalan alveollerin etrafı kılcal damarlarla kuşatıldığından usul usul dolaşan kan kılcal damarlar vasıtasıyla akciğerin bütününe dağılmaktadır. Hatta derin bir nefes aldığımızda alveollerimiz havayla dolmasıyla birlikte kılcal damarlarda bulunan kanla hava arasında bir gaz alışverişi cerayan eder. Yani kandaki karbondioksit havaya, havadaki oksijen de kana geçer. Belli ki bu alışveriş esnasında muazzam fizik ve kimya kanunları işlemektedir.
Görüldüğü üzere nefes yoluyla vücuda giren hava kanı temizlemekle kalmayıp vücut ısısı veya enerjisinin temininde de vazife görmekte. Ayrıca dışarı çıkarken de nefes borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle ses teşekkülünü temin eder. Görüyorsunuz şuursuz sandığımız hava solumaya katkı yaptığı gibi ses olarak ta yankılanabiliyor. Tüm bunlar bize ne kadar hayret verici bir tablo ile karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir.
Ne yazık ki evrimciler kâinatta tüm canlıların oluşumunu güya denizden karaya çıkış tarzında sahne aldığını sanıp, genç dimağlara böyle sunmaktalar. Bu masalı belki çocuklar yutabilir, fakat erişkinler kanmıyorlar. Üstelik yaratılışçılar evrimcilere söz konusu canlıların sudan karaya çıkma kararını kimden alıp ta cümbür cemaat ansızın nasıl karaya çıkıverdiklerini habire sormaktalar. Evrimciler bu sorulara kulaklarını tıkasalar da bu kararı veren canlının vücudumu, ya da yaşanan ortam mı dile gelip; “Artık yeter ben bunca yükü çekemem, birazda gidin karada yaşayın” fermanı var da yoksa bizim haberimiz mi yok. Öyle anlaşılıyor ki mükemmel bir tasarım olmadan canlıların deniz solunumundan karasal solunuma geçiş yaptıkları iddiası havada kalacaktır. Biz biliyoruz ki balıkların solungaçları olması dolayısıyla karaya çıktıklarında 1–2 dakikaya kalmadan nefeslerinin tükenip öldüğünü. Tıpkı bizim su içerisinde boğulmamız gibi onlarda kara havası ile boğulmaktalar. Çünkü balıklar bizim gibi akciğerleri olmadığından önce suyu ağzına alıp sonra suda erimiş oksijeni solungaçlarından geçirmek zorundadır. Yani önce suyu ağızlarıyla yutuyorlar, sonra suyun içerisindeki erimiş oksijeni çekip, solungaç kapakları vasıtasıyla karbondioksiti dışarı atıyorlar. Şayet balıklar hem akciğere hem de solungaçlara sahip olsalardı kara olsun deniz olsun fark etmez her iki ortamda da yaşayabileceklerdi. Nitekim böyleleri de var. Mesela memeli deniz hayvanlar bunun tipik misalini teşkil ederler. Keza balıklardan sürüngenlere, sürüngenlerden kuşlara geçiş trendi diye yutturulmaya çalışılan bu evrim masalı en başta solunum vizesine takıldığı gün gibi aşikâr.
Genel olarak solunum tüm oksidasyon – redüksiyon olaylarını içeren bir reaksiyonlar serisinden ibarettir. Bu yüzden solunum:
1-Aerobik solunum,
2-Aneorobik solunum
diye iki ana başlıkta kategorize edilir.
Bu arada belirtmekte fayda var ; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü günümüz insanını daha çok aerobik salonlarına yönlendirse de bu söz sadece spora teşvik için söylenilmemiş, daha çok hayata güzel bakmaya veya pozitif bir enerji ile yaklaşmaya çağrı sezilmektedir. Yani bu güzel sözün içeriğinde bolca oksijenle havalandırılmış beynimizi kullanarak olumlu düşüncelerle programlamaya davet vardır. O halde beyin dünyamızı gerek pozitif enerji ile gerekse temiz bir çevrede bolca oksijenle depolayarak zinde tutmakta fayda var. Ki, böyle yaparsak gerçek manada aerobik solunum anlam kazanmış olacaktır.
Oksidasyon sonucu açığa çıkan bir diğer önemli bir madde ise karbondioksittir. Az miktarda da olsa vücudun karbondioksite ihtiyacı var, fakat sınırı aşmamak kaydıyla. Aksi takdirde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu yüzden vücut için zararlı karbondioksit alyuvarlar akciğerlere taşınıp temizlenmiş halde nefesimizle dışarı atıveririz.
Aerobik solunum:
1-Glikolizis: Sitoplâzmada cereyan edip, mutlak oksijenin varlığı glikolizis olayının olmazsa olmaz şartı olarak tezahür etmektedir.
2-Krebs çemberi: TCA çemberi (trikarboniksitrik asit çemberi) sayesinde mitokondri içerisinde oksijen olayı gerçekleşmektedir.
3-Son oksidasyon safhası ise (ETS) CO2 + H2O ve 38 ATP şeklinde son bulmaktadır.
Glikolozis
Bir biyolojik fabrika düşününüz ki toprağın derinliklerinde çamurlu su emiyor, havadan zehirli gaz (karbondioksit) absorbe ediyor. Bunların yapımında ise foton denen enerjiyi kullanıyor. Derken bir anda fabrikanın çarkları çalışmaya başlıyor. Bu çalışmanın neticesinde ilk elden glikoz oluşturuluyor. Böylece biyolojik hayat güç tazelemiş oluyor. Tabiî ki fotosentez sonucunda glikozun elde edimesiyle olay burada noktalanmıyor, devamında başka döngülerin başlaması için yeni kapılar aralanıyor. En nihayet glikolizis bu noktadan sonra glikozun sırasıyla Fruktoz–1,6 difosfata dönüşümü, Fruktoz–1,6 difosfatın 3 karbonlu iki madde dönüşümü ve pürivik asit oluşumu gibi safhalara ilerleyişi cereyan edip, şöyle formülize edilir.
Birinci safha:
1- Glikozun 6 karbonlu ATP ve Heksokinazın fosforilize olmasıyla birlikte Glikoz–6-P teşekkül etmektedir.
2- Glikozun 6 P Fosfo Gliko İzomeraz katalizörlüğü ile
Fruktoz–6-P’a dönüşür.
3- Fruktoz- 6-P’ın Fosfofruktokinaz yardımıyla fosforilize olup, ATP Fruktoz–1,6-difosfat oluşur.
İkinci safha
Havadaki karbondioksit yaprağın stomalarında kloroplasta konuk olduğunda stroma alanında bulunan sıvıda bir takım enzimlerin etkisiyle orada 5 karbonlu bileşiklere bağlanıp 6 karbonlu kararsız bir ara madde teşekkül etmektedir. Böylece teşekkül eden bu ara maddenin parçalanmasıyla birlikte 3 karbonlu iki molekül fosfogliserik aside (PGA) dönüşerek ikinci safhanın temeli atılmış olur. Her ne kadar bu safhada bir ATP harcanmış olsa da, bu arada oluşan iki molekülün birer fosfat grubu kazanması kayda değer bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kazançlı çıkan hiç şüphesiz iki moleküllü PGA’dır. Şöyle ki;
—Fruktoz- 1,6-P’ın Aldolaz katalizörlüğü ile 3PGA aldolaz ve Dihidroksiaseton fosfata dönüşür
—3PGA 1. karbona inozitol Trifosfat(Ip)’in ilavesi ve NAD+nin redüksiyonun katkısı ile 1,3 difosfogliserik asite dönüşür.
—1,3 difosfogliserik asit, Fosfogliserat kinaz ve ADP yardımıyla 3PGA’e dönüşür
—3PGA, Fosfogliser mutaz katalizörlüğü ile 2PGA asite dönüşür
—2PGA’dan H2O çıkması sonucunda Enolaz etkinliği ile PEP’e dönüşür.
— PEP, ADP ve Pürivik kinaz yardımıyla Pürivik asit + ATP oluşur.
Aneorobik solunum:
1-Fakültatif aneorobik solunum,
2-Obligat anerobik solunum diye iki ana kategoride incelenir. Şöyle ki;
Fermantasyon olayı özellikle anaerobik mikroorganizmaların enerji oluşumunu sağlayan temel solunum şeklidir. Nitekim bu organizmalardan bazıları oksijen içeren ortamlarda yaşayamazlar. Bu yüzden bunlara obligat anaerob organizmalar denir. Örnek: Bacillus botulinus.
Bazı organizmalar da var ki bira mayasında olduğu gibi oksijenli ve oksijensiz ortamlarda yaşayabiliyor. Bu yüzden bunlara fakültatif anaerob organizmalar denmektedir. Zira bu tip solunumun fermantasyonunda son ürün olarak laktik asit oluştuğu gözlemlenmiştir.
Fermantasyon olayı ile glikolozis arasında ki farklar:
—Fermantasyon olayı glikolizis de olduğu gibi glikoz pürivik asite kadar parçalanır. Ancak reaksiyon bir kademe daha ileri giderek pürivikasit etenol ve CO2’e dönüşmektedir.
—Glikolizis olayı sonunda ATP oluşumu görüldüğü halde, fermantasyonda (mayalanma) ATP oluşumu görülmez.
—Glikolizisin tüm reaksiyonları stoplazma da cereyan edip bu safhada oksijene ihtiyaç duymazlar.
Krebs çemberi
Aerobik şartlarda glikozisin son üçüncüsü olan pürivik asit dekarboksilasyona uğrayıp CoA ile birlikte Asetil CoA’yı oluşturur. Böylece Asetil CoA glikolizis ile birlikte krebs çemberinin birbirine bağlayan bir anahtar rolü oynamaktadır. Nitekim krebs çemberi ve elektron taşınım sistemleri için ortamda oksijen gerekli olup, bu olaylar mitokondriyal alanda cerayan etmektedir. Zira ilk evvela sitrik asit oluşumu gerçekleşmekte, akabinde oksaloasetik asidin yenilenmesi sahne almaktadır. Şöyle ki;
—Sitrik asidin oluşumu
Krebs çemberinde ilk reaksiyon Asetil CoA’nın oksalo asitle kondanse olarak sitrik asidi oluşturmasıyla birlikte CoA’nın serbest kalması gerçekleşmektedir. Yani
Asetil CoA + oksaloasetik asit → Sitrik asit + CoA şeklinde tezahür etmektedir.
—Oksaloasetik asidin yenilenmesi olayında özetle;
a-Asetil CoA + oksalo asetik asit kondense olup, Sitrik asit + CoA serbest kalır.
b- Krebs çemberinde ilk üç asidin (sitrik, sisk akonitik ve bunun dehidrasyonu ile izositrik asit) Akonitaz enzimi vasıtasıyla kataliz edildiği düşünülmektedir.
Sitrik asitle başlayan 4 oksidasyon aşaması
—Birinci oksidasyon aşaması
Sitrik asidin hidrasyonu ile sisakonitik asit(CAA-cis akonitik asit) dehidrasyonu izositrik asit oluşur, derken İzositrik dehidrogenez NADP yardımıyla Oksalo süksinik asite dönüşür.
İkinci oksidasyon aşaması
Oksalo süksinik asitin dekarboksilaz olması sonucunda α keto glutarik asit meydana gelip, α keto glutarik asitin oksidasyonuyla da süksinil CoA oluşmaktadır.
Üçüncü oksidasyon aşaması
Süksinil CoA Guanozin P ve inozitol Trifosfat(Ip) yardımıyla Süksinik asit oluşur.
Süksinik asit ise oksitlenerek bir ferro flavon protein olan süksinik dehidrogenezin yardımıyla Fumarik asit meydana gelmektedir.
Dördüncü oksidasyon aşaması
Fumarik asit hidrasyonla malik asite dönüşür. Malik asit ise malik asit dehidrogenez katalizörlüğü ile oksalo asetik asite dönüşür. Derken oksalo asetin yenilenmesiyle birlikte bu döngü tamamlanmış olmaktadır. Anlaşılan o ki dört ana başlıkta cereyan eden oksidasyon aşamalarını kapsayan reaksiyonlar sonunda oksalo asetik asit yeniden oluşup, bu olaylar esnasında 2 CO2 molekülü ve 8 H atomu aktif hale gelmektedir.
Yağlar
Bilindiği üzere yağlarda solunuma bağlı olarak yakılıp enerjiye dönüştürülmektedir. Dolayısıyla yağ konusuna değinmekte fayda var. Şöyle ki;
Katı ve sıvı yağlardan oluşan gliserolün 3OH grubunda esterleştiğinde bunlara trigliserit adı verilir. Bu arada lipitler de katı ve sıvı yağların besin depo maddesi bakımdan önem arz etmektedir. Mumlar ise kutikulayı oluşturmaları bakımdan işlev üstlenip, fosfo ve glikolipitler membran yapısında önemli rol oynarlar. Bu yüzden mumlar hidrojence zengin oksijence fakir uzun zincirli karbon bileşikler olarak bilinmektedir. Fosfatidik asit ise bitkilerde lesitin, sefalin, fosfatidil gliserol ve fosfatidil inositol gibi maddelerin öncüsüdür.
Genellikle katı yağlar;
1-)Doymuş yağ asitleri
a-Palmitik asit
b-Steorik asit
2-)Doymamış yağ asitleri şeklinde gerçekleşip, küçük tohumların ana depo besini yağ, büyük tohumlarınkini ise karbonhidratlar oluşturmaktadır.
Bitkisel yağlar daha çok;
1-Endüstride,
2- Margarin yapımında,
3- Boya vs. yapımında önemlidir.
Bitkilerde yağ sentezi 3 ana bölümde incelenip;
—Gliserol oluşumu,
—Yağ asidi sentezi,
—Gliserol ve yağ asitlerinin birleşmesi şeklinde tezahür eder.
Şurası muhakkak; yağ sentezinin yapı taşı olan gliserolun ana birimini α-gliserofosfat oluşturup, böylece yağ katabolizması ester bağlarını koparabilen lipaz enzimlerinin etkinliği ile gerçekleşmektedir. Bu yüzden bütün aminoasitler Glutamik asitten menşe almaktadır
Bitkilerde yağ asitlerinin oksitlenmesi için 2 yoldan olmaktadır. Şöyle ki;
1-β-oksidasyon metabolik yolu,
2-α-oksidasyon yolu.
Solunum ile Fotosentez arasında farklar:
— Fotosentezle güneş enerjisi kimyasal enerjiye dönüşür, solunumda ise kimyasal enerji serbest enerjiye çevrilir.
— Fotosentezde organik madde yapımı vardır, solunumda ise parçalanma söz konusudur.
— Fotosentezde artık madde olarak oksijen açığa çıkar, solunumda ise CO2 ve H2O açığa çıkmaktadır.
— Fotosentezde organik madde yapımı vardır, solunumda ise parçalanma söz konusudur.
— Fotosentez sadece ışık altında cerayan eder, solunumda ise hem karanlık hem de ışıkta cerayan eder.
— Fotosentez ototrof canlılarda olur, solunum ise hem ototrof hem de hetetrof canlılarda gerçekleşir.
— Fotosentez olayı esnasında H2O ve CO2 kullanılır, solunumda ise glikoz ve oksijen kullanılır.
Canlı sistemde solunumda elde edilen enerji;
—Oksidatif enerji bağı,
—Fosforilasyon enerji bağı diye iki farklı enerji bağı halinde kendini gösterip, solunum sonunda oksidatif enerji gerçekleşmektedir.
Muhtelif maddelerin fosfor bağı halinde enerjiyi bağlamaları olayına fosforilasyon denmektedir. Dolayısıyla canlı metabolizmasında iş gören fosfor bağları iki tipte mütalaa edilir. Bunlar:
—Enerjice fakir fosfor bağları. Örnek- Glikoz–1-fosfat
— Enerjice zengin fosfor bağları. Örnek- ATP ile ADP
Solunumu etkileyen faktörler:
—Sıcaklık
— Nem
— Oksijen
— CO2
— Işık
—İnorganik tuzlar
—Mekanik uyartılar
—Yaralamanın etkisi
— Bitkinin tipi ve yaşı.
Velhasıl; solunum olayı bir mucizevî rabbaniyedir.

[b] SOLUNUM MUCİZESİ [/b]
[b] SELİM GÜRBÜZER[/b]
Her nefes solunumla anlam kazanır. Bu yüzden tüm canlılar solunum cihazıyla donatılmıştır. Biryandan suda yaşayan canlılar deri ve solungaçlarıyla solunum yaparken, diğer yandan da böcekler trake ve trakeidler vasıtasıyla solunum gerçekleştirirler. Karada yaşayan canlılar ise akciğerle solunum yapıp, özellikle solunum organları burun, yutak, soluk borusu (trache) ve akciğer hepsi bir arada birbirine bağımlı bir bütün olarak işlev kazanmakta. Yani soluk borusu, ağız ve burun yoluyla aldığı havaya aracılık yapması sonucunda iki kanala ayrılıp ana bronşları oluştururlar. Hatta ana bronşların akciğer içerisinde daha küçük kılcal dalcıklara ayrılmasıyla birlikte havanın tüm akciğer içerisine nüfuzu sağlanır. Böylece bronşlar alveol adını alan milyonlarca yuvarlak minicik keseciklerde (hava odacıkları) sonlanır, ama bu arada hava akımı durmayıp yoluna devam eder. Şöyle ki hava akımı akciğer içerisinde dolaşan kan damarlarına geçerek tüm bedenimizi kuşatan hücrelere hayat verirler. Bundan daha da öte nefes borusu yoluyla akciğere gelen hava akımı tüm yolları aştıktan sonra alveollerde gaz değişimi işlemleri tamamlanmakta. Derken kalpte ferahlık oluşur. Anlaşılan birbirine zincirlemesine bağımlı bu sistemin parçalarından herhangi biri çekildiğinde solunum işlevinin gerçekleşmediği görülecek. Dahası canlı vücutlarda öylesine mükemmel solunum sistemi kurulmuş ki, bu konuda ciltler dolusu eser yazılsa da yeteri kadar bu sistemi anlatmaya güç yetmeyecektir. Dolayısıyla Tıp dünyası hastaları tedavi ederken zincirin her halkası için yeni üniteler kurup, ihtisaslaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Kelimenin tam anlamıyla insan vücudu mükemmel donanıma sahip büyük bir âlemin özü mesabesinde yaratılmış olup, derya-i umman niteliğinde şehrimiz söz konusudur.
Solunum aynı zamanda fotosentez olayının tersi bir istikamette cerayan eden bir olayın adıdır. Yani fotosentez sonucu oluşan glikozun oksijenle reaksiyona girip yavaş yanma sonucu karbondioksit (CO2), su (H2O) ve enerjinin açığa çıkmasıyla gerçekleşen olaya verilen bir hadisedir. İşte bu hadise sayesinde fotosentetik bakteriler hem ışık enerjisinin yardımıyla organik madde üretebiliyorlar hem de oksijen vasıtasıyla hayatlarını sürdürmekteler. Böylece bu tip oksijenli ortamda yaşayabilen anlamında canlılara aerob bakteriler denirken karanlıkta yaşayabilen mikro canlılara ise anaerob bakteriler denmekte. Kâinatta hiçbir şey lüzumsuz değil, belli ki görünüş itibariyle etrafımızda birçok gereksiz sandığımız kirli objeler bile bir anda aerobik veya aneorobik gibi temizleyici veya ayrıştırıcılar sayesinde lüzumlu varlıklara dönüşebiliyor.
İnsanlar nasıl ki havadan oksijen alıp dışarı karbondioksit veriyorlarsa, bitkilerde tam aksine karbondioksit alıp dışarıya oksijen salmaktalar. Bir başka ifadeyle bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmekte. Bu arada fotosentez nasıl gerçekleşiyor derseniz, hiç kuşkusuz bir yandan havadan aldıkları karbondioksiti diğer yandan kökleriyle aldıkları suyu güneş ışığının eşliğinde yapraklarındaki klorofille sentezleyip besin ve oksijen üretmekledir elbet. Böylece üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma denilen hadiseyle dışarı karbondioksit vermiş olurlar. Derken bu sayede oluşan bileşimler su ve güneş ışığı yardımıyla karbondioksit ve nişastaya dönüşmüş olurlar. Kaldı ki yavaş yanma olayı sadece canlı âlemle sınırlı değil, tabiatta da tüm hızıyla vuku bulabilen n bir hadisedir. Nitekim havada ki oksijenin odun, kömür, doğal gaz gibi yanıcı maddelerle reaksiyona girip yanma olayının vuku bulması bunun tipik örneğini teşkil eder.
Peki, Kur’an da oksijen var mı derseniz, bikere Allah Teâlâ Kur’an’da: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle havadaki oksijenin bitkilerin ürettiğine işaret etmekte. Yani Yüce Allah (c.c) beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle gayet net bir şekilde oksijen olmadan yanma olayının gerçekleşemeyeceğine işaret etmekte.
Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Böylece her nefes aldığımızda kılcal damarlarımızda turlayan kanla hava arasında gaz alış-verişi gerçekleşmekte, akabinde kandaki karbondioksit havaya, oksijen ise kana karışmak suretiyle yanma olayı vuku bulmakta. İşte bu noktada Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta yatağında “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diye o söylediği sözün sırrı oksijenin nefes alış verişimizde ki etkisinde gizlidir. Nasıl ki oksijen dünya hayatımızda bize bir nefes sıhhat olup iri ve diri olmamıza vesile oluyorsa ahirette de kurumuş kemikler iri ve diri olmamıza aracı olacaklardır. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’e inanmak istemeyen müşrikler hep birlikte: ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi. Oysaki o günün müşrikleri bugünkü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu veriler ışığında o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline dönüştüklerini görmüş olsalardı kim bilir ne halden hale gireceklerdi. Yetmedi bugün gelinen noktada biyolojinin ortaya koyduğu bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksitin fotosentez kanunu ile nasıl özümleyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında hiç kuşku yoktur ki yine renkten renge girip apışıp kalacaklardı. Böylece glikozun (şeker) canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı.
Solunum
Şöyle kendimize dönüp vücut iklimimizde ne olup bittiğine baktığımızda, boğazımıza iki giriş kapısının konumlandığını görürüz. Belli ki bu kapılardan biri ses için konuşlandırılmış olanlarından gırtlağa akciğere ulaşacak kadar bir yol güzergâhı belirlenmiş gözükürken, diğerine de besinlerin giriş kapısı olarak mideye kadar bir yol güzergâhının belirlenmiş olduğu gözükmekte. Başka ne diyelim, hepimizin biyoloji derslerinde de öğrendiğimiz kadarıyla sonuçta boğazımıza yerleştirilen iki giriş kapısının varlığı bile solunum faaliyetinin sıradan bir iş olmadığının göstergesidir bu. Öyle ki vücuda alınan hemen her besinin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için öncesinde gerekli oksijen alınıp hücre içerisinde yavaş yanma olayı gerçekleşmekte, sonrasında ise karbondioksitin dışarı atılmasından ibaret bir mucizevi hadise gerçekleşmektedir. İyi ki de her nefes alışverişimizde havayı solumaktayız, baksanıza bu sayede kana karışan oksijen yediğimiz gıdalarla reaksiyona girerek karbondioksite dönüşüp göğüs kafesi içerisindeki kubbemsi diyafram adale aracılığıyla akciğere gönderilmekte ve ordanda nefes yoluyla dışarı verilmektedir. Bu demektir ki yanan sadece gönül yanması değil, ortada bariz bir şekilde besin yanması denen hadise de söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla solunum faaliyeti denen hadisede dışardan alınan havanın vücut içerisine giriş kapıları diyebileceğimiz ağız ve burundan başlayacak bir yolculuk söz konusudur. İlginçtir bu yolculuğun ilk başlarında burun duvarlarımızda bulunan kıllar süs olsun diye konumlandırılmış değillerdir, bilakis giriş kapısında soluduğumuz hava içerisindeki tozları yutmak suretiyle çok önemli kontrol memurluğu ve süzme (filtre) işini gerçekleştirmek için konumlandırılmışlardır. Böylece soluduğumuz hava burun içerisinde kıvrımlardan geçerken nemlendirilmiş ve toz topraktan arınmış şekilde yutağa konuk olunmakta. Tabii yolculuk burada bitmez, devamında yani soluduğumuz hava yolculuğunun ikinci durağında yutaktan nefes borusuna uzanan 25 cm boyunda, 2,5 cm çapında olan nefes borusu üzerinde halka tüylerle karşılaşmak vardır. Öyle ki yolda karşılaştığımız bu halka tüyler sıradan tüyler olmayıp, bilakis nefes borusu içerisine kaçma ihtimali bulunan tüm yabancı maddelerin dışarı atılması için emniyet sigortalarımız olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu hayat sigortalarımız nefes borusunun, dördüncü omur hizasında iki kola ayrılıp sayıca fazla bronş denen bu kolların her biri akciğerler içerisine dal budak salaraktan vazife üstlendikleri görülür. Derken incecik bronşçuk denilen bu dallar alveol adlı küçük kesecikler içerisinde son bulur. Bu arada göğüs boşluğunun her iki tarafında bulunan akciğerin sağ kısım üç, soldaki ise iki parçadan oluştuğu gözlenmiştir. Malum sol akciğerdeki üçüncü lobun yerini ise kalp alır. Böylece kalbin sol kulakcığına gelen kirli kan bu sayede akciğere transfer edilmiş olur. Dolayısıyla içerisi her an ve her salise havayla dolup boşalan alveollerin etrafı kılcal damarlarla kuşatıldığından usul usul dolaşan kan kılcal damarlar vasıtasıyla akciğerin bütününe dağılacak halde işlerlik kazanmış olurlar. Hatta derin bir nefes aldığımızda alveollerimiz havayla dolmasıyla birlikte kılcal damarlarda bulunan kanla hava arasında bir gaz alışverişi cerayan eder. Yani kandaki karbondioksit havaya, havadaki oksijen de kana geçmiş olur. Belli ki bu gaz alışverişleri esnasında muazzam fizik ve kimya kanunları işlemektedir.
Görüldüğü üzere solunum ve nefes yoluyla vücuda giren hava kanı temizlemekle kalmayıp vücut ısısı veya enerjisinin temininde de vazife görmekte. Ayrıca dışarı çıkarken de nefes borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle ses oluşur. İşte bu hava cıva diye sandığımız, yani şuursuz sandığımız hava sirkülasyonu solumaya katkı yaptığı gibi ses olarak da yankı yapabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu yaşanan hadiseler bize ne kadar hayret verici bir mucizevi tablonun varlığını göstermektedir. Ama ne yazık ki evrimciler kâinatta tüm canlıların oluşumunu güya denizden karaya çıkış tarzında genç dimağlara sunmaktalar habire. Evrimciler her ne kadar bildiklerini okusalar da ortada kara için ayrı deniz için birbirinden bağımsız mükemmel bir yaratılış donanım söz konusudur, dolayısıyla evrimcilerin canlıların deniz solunumundan karasal solunuma geçiş yaptıkları iddiası hep havada kalacaktır. Biz biliyoruz ki balıkların solungaçları olması dolayısıyla karaya çıktıklarında 1-2 dakikaya kalmadan nefeslerinin tükenip öldüğünü, tıpkı bizim su içerisinde boğulmamız gibi onlarda kara havası ile boğulmaktalar. Çünkü balıklar bizim gibi akciğerleri olmadığından önce suyu ağzına alıp sonra suda erimiş oksijeni solungaçlarından geçirmek zorundadırlar. Yani önce suyu ağızlarıyla yutmaktalar, sonrasında ise suyun içerisindeki erimiş oksijeni çekip solungaç kapakları vasıtasıyla karbondioksiti dışarı atmaktalar. Şayet balıklar hem akciğere hem de solungaçlara sahip olsalardı gerek karada olsun gerekse deniz de olsun hiç fark etmez her iki ortamda da yaşayabileceklerdi. Nitekim böyleleri de var. Mesela memeli deniz hayvanlar bunun tipik misalini teşkil ederler. Keza balıklardan sürüngenlere, sürüngenlerden kuşlara geçiş diye yutturulmaya çalışılan birçok hayal mahsulü evrim masalı örnekler en başta solunum vizesine takıldığı gün gibi aşikâr gözükmekte.
Her neyse genel olarak solunum olayına baktığımızda tüm oksidasyon ve redüksiyon olaylarını içeren reaksiyonlar dizisi olduğu görülür. Bu dizilim:
-Aerobik solunum,
-Anaerobik solunum diye iki ana başlıkta kategorize edilir de.
Bu arada belirtmekte fayda va ; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü günümüz insanını daha çok aerobik salonlarına yönlendirse de bu söz sadece spora teşvik için söylenilmiş değil, bu sözde daha çok hayata güzel bakmaya veya pozitif bir enerji ile yaklaşmaya çağrı sezilmekte. Yani bu güzel sözün içeriğinde bolca oksijenle havalandırılmış beynimizi kullanarak olumlu düşüncelerle programlamaya davet vardır. Madem öyle, daha çok beyin dünyamızı gerek pozitif enerji ile gerekse temiz bir çevrede bolca oksijenle depolayarak zinde tutmakta fayda var. Ki, böyle yaparsak gerçek manada aerobik solunum anlam kazanmış olacaktır.
Oksidasyon sonucu açığa çıkan bir diğer önemli bir madde ise karbondioksittir. Az miktarda da olsa vücudun karbondioksite ihtiyacı vardır, fakat sınırı aşmamak kaydıyla. Aksi halde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu yüzden vücut için zararlı karbondioksit alyuvarlar akciğerlere taşınıp temizlenmiş halde nefesimizle dışarı atıveririz.
Aerobik (oksijenli) solunum:
-Glikolizis: Sitoplâzmada cereyan edip, mutlak oksijenin varlığı glikolizis olayının olmazsa olmaz şartı olarak tezahür etmektedir.
-Krebs çemberi: TCA çemberi (trikarboniksitrik asit çemberi) sayesinde mitokondri içerisinde oksijen olayı gerçekleşmektedir.
-Son oksidasyon safhası ise (ETS) CO2 + H2O ve 38 ATP şeklinde son bulmaktadır.
Bir biyolojik fabrika düşününüz ki; toprağın derinliklerinde çamurlu su emiyor, havadan zehirli gaz (karbondioksit) absorbe ediyor. Bunların yapımında ise foton denen enerjiyi kullanıyor. Derken bir anda fabrikanın çarkları çalışmaya başlıyor. Bu çalışmanın neticesinde ilk elden glikoz oluşturuluyor. Böylece biyolojik hayat güç tazelemiş oluyor. Tabiî ki fotosentez sonucunda glikozun elde edimesiyle olay burada noktalanmıyor, devamında başka döngülerin başlaması için yeni kapılar aralanıyor. En nihayet glikolizis bu noktadan sonra glikozun sırasıyla Fruktoz-1,6 difosfata dönüşümü, Fruktoz-1,6 difosfatın 3 karbonlu iki madde dönüşümü ve pürivik asit oluşumu gibi safhalara ilerleyişi cereyan edip, şöyle formüle edilir.
Birinci safha:
-Glikozun 6 karbonlu ATP ve Heksokinazın fosforilize olmasıyla birlikte Glikoz–6-P teşekkül etmektedir.
-Glikozun 6 P Fosfo Gliko İzomeraz katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P’a dönüşür.
-Fruktoz- 6-P’ın Fosfofruktokinaz yardımıyla fosforilize olup, ATP Fruktoz–1,6-difosfat oluşur.
İkinci safha
Havadaki karbondioksit yaprağın stomalarında kloroplasta konuk olduğunda stroma alanında bulunan sıvıda bir takım enzimlerin etkisiyle orada 5 karbonlu bileşiklere bağlanıp 6 karbonlu kararsız bir ara madde teşekkül etmektedir. Böylece teşekkül eden bu ara maddenin parçalanmasıyla birlikte 3 karbonlu iki molekül fosfogliserik aside (PGA) dönüşerek ikinci safhanın temeli atılmış olur. Her ne kadar bu safhada bir ATP’lik enerji harcanmış olsa da, bu arada oluşan iki molekülün birer fosfat grubu kazanması kayda değer bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kazançlı çıkan hiç şüphesiz iki moleküllü PGA’dır. Şöyle ki;
-Fruktoz- 1,6-P’ın Aldolaz katalizörlüğü ile 3PGA aldolaz ve Dihidroksiaseton fosfata dönüşür.
-3PGA 1. karbona inozitol Trifosfat(Ip)’in ilavesi ve NAD+nin redüksiyonun katkısı ile 1,3 difosfogliserik asite dönüşür.
-1,3 difosfogliserik asit, Fosfogliserat kinaz ve ADP yardımıyla 3PGA’e dönüşür.
-3PGA, Fosfogliser mutaz katalizörlüğü ile 2PGA asite dönüşür.
-2PGA’dan H2O çıkması sonucunda Enolaz etkinliği ile PEP’e dönüşür.
- PEP, ADP ve Pürivik kinaz yardımıyla Pürivik asit + ATP oluşur.
Anaerobik (oksijensiz) solunum:
-Fakültatif anaerobik solunum,
-Obligat anaerobik solunum diye iki ana kategoride incelenir. Şöyle ki;
Fermantasyon olayı özellikle anaerobik mikroorganizmaların enerji oluşumunu sağlayan temel solunum şeklidir. Nitekim bu organizmalardan bazıları oksijen içeren ortamlarda yaşayamazlar. Bu yüzden bunlara obligat anaerobik organizmalar denir. Bir takım organizmalar daha vardır ki bira mayasında olduğu gibi oksijenli ve oksijensiz ortamlarda yaşayabiliyor. Bu yüzden bunlara fakültatif anaerobik organizmalar denmektedir. Zira bu tip solunumun fermantasyonunda son ürün olarak laktik asit oluştuğu gözlemlenmiştir.
Fermantasyon olayı ile glikolozis arasında ki farklar:
-Fermantasyon olayı glikolizis olayında olduğu gibi glikoz pürivik asite kadar parçalanır. Ancak reaksiyon bir kademe daha ileri giderek pürivikasit etenol ve CO2’e dönüşmektedir.
-Glikolizis olayı sonunda ATP oluşumu vukubulurken, fermantasyonda (mayalanma) ATP oluşumu vukubulmaz
-Glikolizisin tüm reaksiyonları sitoplazmada cereyan ederken bu safhada oksijene ihtiyaç duymazlar.
Krebs çemberi
Aerobik şartlarda glikozisin son üçüncüsü olan pürivik asit dekarboksilasyona uğrayıp CoA ile birlikte Asetil CoA’yı oluşturur. Böylece Asetil CoA glikolizis ile birlikte krebs çemberinin birbirine bağlayan bir anahtar rolü oynamaktadır. Nitekim krebs çemberi ve elektron taşınım sistemleri için ortamda oksijen gerekli olup, bu olaylar mitokondriyal alanda cerayan etmektedir. Zira ilk evvela sitrik asit oluşumu gerçekleşmekte, akabinde okzaloasetik asidin yenilenmesi vuku bulur. Şöyle ki sitrik asidin oluşumunda;
- Krebs çemberinde ilk reaksiyon Asetil CoA’nın okzaloasetik asitle kondanse olarak sitrik asidi oluşturmasıyla birlikte CoA’nın serbest kalması gerçekleşmektedir. Yani;
Asetil CoA + oksaloasetik asit → Sitrik asit + CoA şeklinde vuku bulmakta. Madem öyle, okzaloasetik asidin yenilenmesi olayını iki madde halde özetlediğimizde:
a-Asetil CoA + oksalo asetik asit kondense olup, Sitrik asit + CoA serbest kaldığı,
b- Krebs çemberinde ilk üç asidin (sitrik, sisk akonitik ve bunun dehidrasyonu ile izositrik asit) Akonitaz enzimi vasıtasıyla kataliz edildiği görülür.
Sitrik asitle başlayan oksidasyon aşamalarını ise dört alt başlıkta şöyle özetleyebiliriz:
Birinci oksidasyon aşaması
Sitrik asidin hidrasyonu ile sisakonitik asit (CAA-cis akonitik asit) dehidrasyonu izositrik asit oluşur, derken İzositrik dehidrogenaz NADP yardımıyla Oksalo süksinik asite dönüşmüş olunur.
İkinci oksidasyon aşaması
Oksalo süksinik asitin dekarboksilazıyla da α keto glutarik asit meydana gelirken, α keto glutarik asitin oksidasyonuyla da süksinil CoA meydana gelir.
Üçüncü oksidasyon aşaması
Süksinil CoA Guanozin P ve inozitol Trifosfat(Ip) yardımıyla Süksinik asit oluşur.
Süksinik asit ise oksitlenerek bir ferro flavonoid protein olan süksinik dehidrogenaz enziminin yardımıyla Fumarik asit meydana gelir.
Dördüncü oksidasyon aşaması
Fumarik asit hidrasyonla malik asite dönüşür. Malik asit ise malik asit dehidrogenaz enzimi katalizörlüğü ile oksaloasetata dönüşür. Derken oksaloasetatın yenilenmesiyle birlikte bu döngü tamamlanmış olmaktadır. Anlaşılan o ki, dört ana başlıkta cereyan eden oksidasyon aşamalarını kapsayan reaksiyonlar sonunda okzaloasetik asit yeniden oluşup, bu olaylar esnasında 2 CO2 molekülü ve 8 H atomu aktif hale gelebiliyor.
Yağlar
Bilindiği üzere yağlarda solunuma bağlı olarak yakılıp enerjiye dönüştürülmektedir. Dolayısıyla yağ konusuna değinmekte fayda var. Şöyle ki;
Katı ve sıvı yağlardan oluşan gliserolün 3OH grubunda esterleştiğinde bunlara trigliserit adı verilir. Bu arada lipitler de katı ve sıvı yağların besin depo maddesi bakımdan önem arz etmektedir. Mumlar ve kütikula işlev üstlenirken fosfo ve glikolipitler de membran yapısında önemli işlev üstlenirler. Dahası mumlar hidrojence zengin oksijence fakir uzun zincirli karbon bileşikler olarak işlev görmekteler. Fosfatidik asit ise bitkilerde lesitin, sefalin, fosfatidil gliserol ve fosfatidilinositol gibi maddelerin öncüsü olarak işlev görür. Genellikle katı yağlar;
1- Doymuş yağ asitleri
a-Palmitik asit
b-Stearik asit
2-Doymamış yağ asitleri şeklinde tasnif edilip, küçük tohumların ana depo besini yağ, büyük tohumlarınkini ise karbonhidratlar oluşturmaktadır.
Bitkisel yağlar daha çok;
-Endüstride,
- Margarin yapımında,
- Boya vs. yapımında kullanılan ürünlerdir.
Bitkilerde yağ sentezi 3 ana bölümde incelenip;
-Gliserol oluşumu,
-Yağ asidi sentezi,
-Gliserol ve yağ asitlerinin birleşmesi şeklinde cereyan eder.
Şurası muhakkak; yağ sentezinin yapı taşı olan gliserolun ana birimini α-gliserofosfat oluşturup, böylece yağ katabolizması ester bağlarını koparabilen lipaz enzimlerinin etkinliği ile gerçekleşmektedir. Bu yüzden bütün aminoasitler Glutamik asitten menşe almaktadır.
Bitkilerde yağ asitlerinin oksitlenmesi için 2 yoldan oluşmakta. Şöyle ki;
1-β-oksidasyon metabolik yolu,
2-α-oksidasyon yolu.
Solunum ile Fotosentez arasında ki fark:
- Fotosentezle güneş enerjisi kimyasal enerjiye dönüşürken solunumda ise kimyasal enerji serbest enerjiye dönüşmekte.
- Fotosentezde organik madde yapımı söz konusu iken solunumda ise parçalanma söz konusudur.
- Fotosentezde reaksiyon sonucunda oksijen açığa çıkarken solunumda ise CO2 ve H2O açığa çıkmaktadır.
- Fotosentez ışık ortamında cereyan ederken solunumda ise hem karanlık hem de ışık ortamlarında cereyan eder.
- Fotosentez ototrof canlılarda vuku bulurken solunumda ise hem ototrof hem de hetetrof canlılarda gerçekleşir.
- Fotosentez olayı esnasında H2O ve CO2 kullanılırken solunumda ise glikoz ve oksijen kullanılır.
Ayrıca canlı sistemde anlaşılan o ki, oksidatif fosforlaysan yoluyla da enerji elde edilebiliyor. Nitekim reaksiyona giren bir takım maddelerin fosfor bağı halinde enerjiyi bağlamaları olayına fosforilasyon denmektedir. Dolayısıyla canlı metabolizmasında iş gören fosfor bağları iki tipte mütalaa edilir. Bunlar:
-Enerjice fakir fosfor bağları. Örnek- Glikoz–1-fosfat
- Enerjice zengin fosfor bağları. Örnek- ATP ile ADP
Solunumu etkileyen faktörler:
-Sıcaklık,
- Nem,
- Oksijen,
- CO2
- Işık,
-İnorganik tuzlar,
-Mekanik uyartılar,
-Yaralanma,
- Bitkinin tipi ve yaşı.
Velhasıl-ı kelam; madde madde sıraladığımız bir dizi solunumla ilgili özelliklere baktığımızda her birinin mucize-i rabbaniye olduğu görülmektedir.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer