TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER
Eylem; tahrik edici bir kelime olup daha ziyade hissiyatlara hitap ediyor. Bizim toplumumuzda özellikle her dönem damgasını vuran bir şiddet canavarı. Tefekkür ise sanki bu topraklara hiç uğramamış. Kendi geçmişini bilmeyen bir millet tefekkürü nasıl bilsin ki. İşte yüzyıllardır bizi biz yapan kavram, ama biz bizi unutmuşuz bir kere.
Dünyamız enbiyanın soluğu ile kültürü, tefekkürü ve medeniyeti tanımıştı. Hatta hala insanlığa büyük çapta yön veren yine bizi biz yapan mukaddes kitaplarımız, bu böyle biline.
Hiç şüphesiz İslam sosyal hayatın bütününü kuşatan âlem şümul bir din. İslam’ın nassları başta Allah Resulü olmak üzere binlerce gönüllüsü tarafından uygulamaya geçirilerek yaşanan ve yaşanması gereken din’in ne olduğu ne olması gerektiğini önceden cümle âleme bildirilmiş zaten. Nitekim İbn-i Haldun; İslam kavimleri bedevi idiler ve İslam’dan sonra hadari ümrana, medeniyete yönelmişlerdir buyurarak meseleyi net bir şekilde ortaya koymuştur.
İnsanlık bedevi hayat içinde kıvranırken, vahyin soluğu adeta bir güneş gibi doğarak imdadımıza yetişmiştir. Böylece İslamiyet; çöle inen nur misali vahşiliğin yerine medeniliği ön plana almıştır. Zira alışılmış kalıplar biranda yıkılarak yerine huzur gelmiştir. Resulüllah(s.a.v) bu hususta çok daha önceden; Bedeviliği bırakın medeni olun ihtarını yapmıştı bu yüzden.
Dinimiz, ifrat ve tefritten kaçınmamızı öğütler. Yani, itidal olanının tercih edilmesiyle birlikte İslam’ın ta baştan dünya sathına yayılmasını sağlamıştır. Aşırıya kaçma veya tam tersi uzlete çekilmek hali, İslam’a yarar yerine zarar vermiştir hep. Allah Resulünün âlemlere rahmet olarak gönderilmesi buyruğundaki espri buna işarettir. İfrat hareketleri İslam’ın yapısına uymadığından dolayı orta yol takip etmenin sayısız faydaları olduğu görülmüştür. Şöyle ki; Hudeybiye anlaşması görünürde Müslümanların aleyhineymiş gibi bir ahitname olmasına rağmen, itidal siyaseti izlenmesi sayesinde sonradan inananların lehine dönüşmüştür. Peygamberimizin bu akıl dolusu siyaset izlemesinde zihinlerimize nakşetmemiz gerekenin; İslam’ın daha çok huzur ortamlarında genişleyebilen, kanatlanabilen ve ötelere taşabilecek elastikiyete sahip bir din olduğu gerçeğidir. Zira bütün peygamberler emri yüklendikleri dinin ilahi kaynağından aldıkları güçle insanlığın beyin ve vicdanını harekete geçirebiliyorlardı öteden beri.
Demek ki hürriyet, gergin ortamlardan ziyade huzur ortamların kavramıymış meğer. Nitekim savaş dönemleri kitlelerin hürriyete susadığı, barış dönemleri ise ilim ve tefekküre yönelmenin habercileridir. Kuvvet metoduyla İslam’a gelmeyip de barış ortamında Kur’an hakikatine teslim olan çok sayıda örnekler mevcut. Mesela Halid(r.a) bunun tipik bir misalidir.
Bütün bu gerçeklerden hareketle diyebiliriz ki; İslam’a hizmet yolunda verilebilecek en büyük destek, baskıcı zorlayıcı ve şiddet hareketlerinden uzak bir strateji izlemektir. Madem medeniyet vahşet ve iptidailikten(ilkellikten) kurtulmak demek, o halde tefekkür biricik metodumuz olmalıdır.
Kaba kuvvetle İslam’ın yayılacağını sananlar, kendi vehimlerini gerçekmiş gibi lanse ettiklerinin farkında bile değiller. Oysa İslam’ın yayılabilirliği oran itibariyle itidal(orta yol) ağırlıklı bir siyaset izlemekle mümkün gözüküyor. Eylemci tavırlar çevreye habire korku salmakta. Hatta onların fetişizmi uygulamaları yüzünden zihinlerde korkulacak bir din yer etmeye başlıyor. Tabi bu durum daha çok emperyalist güçlerin işine yaramaktadır.
Radikal grupların eylem varı hareketlere tevessül etmekle İslam’a hizmet etmiş olunmuyor. Bilakis dış güçlerin emellerine yardım etmekten başka ne işe yarıyor ki. Batılıların ikide bir pişirip önümüze boza misali koyduğu Fundamantelist İslam, İslami Hareket, Devrimci İslam vs. gibi etiketleri bazı gruplara yamaması veya benimsetmesi hep bu izledikleri siyasetin gereğidir. Böylece kitlelere İslam’ı şiddet olarak algılatıp, ondan uzaklaşması sağlanmaktadır. İşte İslam dünyasında izlenen oyun bu, tutar tutmaz onu bilemeyiz, ama bu strateji tüm hızıyla devam etmekte. O halde yapmamız gereken bu oyunu boşa çıkartacak akıl dolu bir hamlenin devreye girmesini sağlamak olsa gerektir. Nasıl mı? Önce eylem varı hareketlerden uzak kalmak, sonrada müessesleşmeye, ilme ve tefekküre yönelik sivil toplum inisiyatifimizi ortaya koymakla başarabiliriz. Gerçek manada eylem sevgide. Yani sevmek bir eylemdir. Öyle ki sevgiye giden yollar kapalı olsa da maşuk ferman dinlemez. Hatta ölümlerin en yücesi olan kefenimizin beyaz gelinlik olarak giymektir sevgi. Beyaz örtü siyah leke kaldırmaz çünkü.
Ortadoğu da birtakım Humeyni, Kaddafi ve Saddam gibi despot liderlerin İslam’la özdeşleştirilerek işte İslam budur dedirttirilmeye çalışılıyor. Oysa sürekli oynanan bu filmi çok kere izledik. Dolayısıyla bu tür örnekler İslam’a mal edilemez. İslam tarihi süreç içerisinde incelendiğinde kuvvetler dengesinin dizginleri elde tutulduğu görülür. Müesseseleşmeye yönelik adımlarda huzur ve sükûnun sağlandığı devirlerde kitleler hep vahye koşmuşlar.
Bakın Bediüzzaman Said-i Nursi; “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyor. Üstat iknadan söz ediyor, kaba kuvvetten söz etmiyor. Üstelik Bediüzzaman’ın hayatı hep çilelerle geçmiş, mahkemelere girmiş çıkmış, kendisine her türlü hakaret yapılmış fakat o bir kerecik olsun mensuplarına karşı eylem davetiyesi dilinden sadır olmamıştır.
O hep aydınlık halkasını ilim ve tefekkürle genişletti. Tabir caizse O’nun eylemi fikirdi, kaba kuvvet değildi. Bugün ise o’nun en keskin düşmanları bile sonunda Said-i Nursi’yi kabul etmek zorunda kalmışlardır. Demek ki; kazanan baskıcı, dayatmacı ve zulüm siyaseti değil, kazanan ilim ve tefekkürdür. Onun için ifrat ve tefrit hareketlerinden uzak kalarak itidal siyaseti kabulümüz olmalı.
Politize olmuş hareketler çoğu kere İslam’a balta vuruyor. Çünkü bugünkü politik arena Makyavelizm’i örnek almıştır. Bugünkü siyasi kirliliğin temelinde Makyavelizm’in izleri yatar. Bundan dolayı Bediüzzaman; siyasetin şerrinden Allaha sığınırım demiştir.
Politikada değerler rafa kaldırılmış, yerini kazanma hırsı, alavere ve dalavereliğe bırakmıştır. Politik kirlilik eylem varı grupların türemesine sebep olmakta. İdeal manada siyaset söz konusu olmayınca ortalıkda leş kargalarının cirit atması kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Böylece politik elbise giymiş gruplara bakarak işte İslam bu diye takdim edilmesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Oysa İslam kendine has bir dindir. Hiçbir grup onu temsil edemez, etmeyecekte. İslam’a ancak ve ancak hadim olunabilir her şartta.
Osmanlı Nizamı âlem anlayışının yerine kuru cihangirlik misyonu üstlenmiş olsaydı değil altı yüzsene yüz seneyi bile geçmeyen bir tarihe haps olacaktı. İşte Moğol kasırgası bunun en tipik bir misalidir. Moğollar yüz seneyi geçmeyen bir hükümranlık kurabildiler ancak. Cengiz gibi yıkıcıların medeniyet misyonundan bihaber serdarların kuru kavgayı şiar edinmeleri insanlığa zarar verdiği gibi kendilerini de tarihin harabelerine gömmüşler, hiçbir zaman gerçek manada devlet olamamışlardır. Ülkeleri kasıp kavuran, taş üstüne taş koymayan yıkıcı tefekkür düşmanı Cengiz gibi barbarlar ile İstanbul’a ışık saçan Fatih çok farklıymış meğer.
Müslüman’ım diyen her insan metodunu komünistler gibi kurtuluşunu ihtilal, terör ve silahta aramamalı, Fazlurrahman; ‘Bu aktivist gruplar zümreleşme, dar kafalı ve hoşgörüsüz olma temayülünü göstermektedir. Hatta onlar komünizme has usulleri almakta ve huzuru ihlal etmektedirler’ der. Yine O; bu tür oluşumların fikren sığ siyasi seviyede diğer menfaat grupları gibi hareket ettiklerinden hareketle İslam’ın bu tür davranışları tasvip etmediğini vurguluyor haklı olarak. Yeniden Tuna boylarında dolaşarak, Nizamı âleme ulaşmak için ilim ve tefekkürü biricik metot olarak kabul etmeliyiz. Batının şimdilerde çekindiği nokta İslam’ın yeniden medeniyet olarak zuhur edebileceği gerçeğidir. Vahşiyat, İslam’la barışık bir kavram olamadığı gibi metodolojisi asla olamaz. Gaye Allahın rızasını kazanmaktır, Allah için İbrahim misali ateşin içerisinde gül olmaktır.
Her devirde tarifi, tanımı yapılmayan kavramlar her zaman başımıza dert açmıştır. Her icat edilen kavram maalesef zihinlerde kuşku meydana getirmeye yol açmaktadır. Kavramlarla oyalanacağımıza İslam’ı asrın idrakine sunacak tarzda insanlığı kucaklamak en akılcı yol olsa gerektir. Böylece vahyin bir korku olmayıp müjdeleyici soluk olduğunun kabulü gerçekleşecektir.
İslam’a gönül verenlerin evvela yaşayışları ile örnek olup, daha sonrada irşat misyonuna soyunmalı. Yaşanmayan bir fikir sloganik olmaktan öte anlam taşımaz çünkü. Hem madem Allah(c.c) bu dini kıyamete kadar koruyacağını vaat etmiş. O halde bu telaş niye. Zira ilk ve ebedi modelin ismidir İslamiyet.
Velhasıl, İslam’ın militana eyleme ihtiyacı yok, her şey sevgi ikliminde.
dedekorkut1
13 Ağustos, 2016 - 12:14
Kalıcı bağlantı
TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER
Eylem; ismiyle müsemma tahrik ve şiddet içeren, daha çok hissiyatıyla hareket eden gruplara atfen söylenilen bir kavram.. İcabında kavramdan çok bir kılıf, ama aklı başında olan bir insan bu kılıfla hareket etmez, hissiyle değil önce mantık süzgecini harekete geçirerek karar verir. Bu yüzden mantık dışı her türlü eylem toplum nezdinde şiddet olarak karşılık bulur.
Peki ya tefekkür! Hiç kuşkusuz tefekkür düşünce içeren bir kavram ve toplum tarafından hürmet görür de. Ne var ki tefekkürü unutalı epey yıllar oldu, sanki bu topraklara bir daha uğramayacak gibi. Bikere kayıp nesil var ortada, kaldı ki geçmişinden bihaber gençlik nasıl tefekkür abidesi nesil olsun ki. Dolayısıyla tefekkür dağarcığından yoksun gençliğin eyleme sürüklenişine şaşmamak gerekir. Ama bu tablo hazin bir tablodur.
Düşünsenize daha düne kadar enbiya, ulema ve evliyanın soluğunda kültürü, tefekkürü ve medeniyeti idrak etmiştik. Her sıkıştığımızda her an başvuracağımız başucumuzda kaynak kitaplarımız vardı. Fakat gel gör ki şimdilerde başvuru kaynaklarımızı kütüphanelerimizin tozlu raflarına mahkûm etmiş durumdayız. Ve hem kütüphaneler sessiz, hem biz. İşte kayıp neslin hali bu...
Evet, İslam sosyal hayatın bütününü kuşatan âlem şümul bir din ama maalasef bu yaşantıdan yoksun halde yaşamaktayız. Bu din bir güneş misali doğduğunda Allah Resulünün tebliğ ve irşadıyla anlam kazanıp yaşanan bir dine muhatap olmuşuz. Derken İbn-i Haldun'un ifadelerinde geçen “İslam kavimleri bedevi idiler, İslam’dan sonra hadari umran ve medeniyete yönelmişlerdir” tespiti yerini bulmuşta. Gerçekten de insanlık bedevi hayat içinde kıskıvrak kıvrandığında, vahyin soluğu insanlığa derman olmaya yetmiştir. Ve İslam çöle inen nur olur da. Öyle ki bu nur sayesinde vahşiliğin yerini medenilik alırken bir takım cahiliye adetleri bir bir yıkılır da. Zaten Resulullah (s.a.v)'in “Bedeviliği bırakın medeni olun” sözü bu maksada yöneliktir. Kaldı ki Müberra dinimiz, sık sık ifrat ve tefritten kaçınmamızı öğütlüyor. Çünkü aşırılığı ölçü edinme ya da uzlete çekilme hali, İslam’a zarar vermiştir hep. Bu yüzden ifrat ve tefrite kaçan her hareket İslam’da tasvip görmez. Bakın, Hudeybiye anlaşması başlangıçta Müslümanların aleyhine işleyen bir ahitname görünse de, aslında izlenen akıl dolu bir itidali siyaset sayesinde Müslümanların lehine dönüşen bir ahitname olmuştur. Peygamberimizin bu akıl dolu siyasetinden zihnimize nakşetmemiz gereken husus; İslam’ın daha çok itidalliği düstur edinen ortamlarda yeşereceği gerçeğidir. Hakeza diğer peygamberlerde öyle yapıp yüklendikleri ilahi fermanla kavimlerinin beyin ve vicdanını harekete geçirmişlerdir. Böylece peygamber nefesinin değdiği kavimler sahte mabutlardan kurtulup gerçek hürriyeti tatmışlardır.
Anlaşılan o ki, gerçek hürriyet huzur ve itidal ortamlarda yeşerebiliyor. Bilhassa savaş dönemleri kitlelerin en çok hürriyete susadığı dönemler olarak bilinir. Barış dönemleri ise erişilen hürriyet ortamıyla birlikte ilim ve tefekkür olarak adından söz ettirir. Tabii İslam’ın olduğu yerde kaba kuvvetin hükmü olmaz. Çünkü İslam gönülleri fethederek bu günlere geldi ve kıyamete kadar bu ışık sönmeyecek de.
Madem öyle; İslam’a dört elle sarılmamız lazım, baskıcı, zorlayıcı ve şiddete yönelik metotlara başvurmak bize yaraşmaz. Bize her türlü vahşilik ve iptidai (ilkellikten) hareketlerin boyunduruğundan kurtulup medeni olmak yaraşır. O halde ne duruyoruz, nerede tefekkür abidesi bir hareket var orada olmak gerekir. Zaten tefekkür abidesi olmak varken eylemci cengâver olmak niye? Hem kaba kuvvetle kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Kaba kuvvetle İslam’a hizmet ettiğini sananlar, aslında dinimize en büyük zararı vermekteler. Bilhassa radikal gruplar kendi vehimlerini hakikat sanıp habire etrafa korku salmaktalar. Oysa İslam korku imparatorluğu oluşturmak için doğmadı, gönüllere ışık olmak için doğdu. Şayet dert dava İslam’a hizmet etmekse bunun yöntemi itidali bir yol (orta yol) iz sürmekten geçer, asla etrafa korku salarak bir milim mesafe alınamaz. Nasıl alınsın ki, radikal grupların korkutma ve sindirmeye yönelik eylemleri yüzünden bir taraftan Müslümanlar zan altında kalırken diğer taraftan da İslam’a gölge düşürüp emperyalist güçlerin değirmenine sutaşınmış olmaktadır
Dedik ya, radikalleşmekten kim fayda bulmuş ki, bizde bulalım. Faydaysa bu fayda daha çok emperyal dış güçlerin işine yaramakta. Ah! Eylem hastası bu tipler Dış güçlerin çirkin emellerine hizmet ettiklerinin farkına varıp bir uyanabilseler, Batı dünyasının ikide bir başımızda demoklesin kılıcı olarak salladığı Fundamentalist İslam yaftası ve Devrimci İslam etiketlemesinin kurbanlık koyunları olduklarını anlayacaklardır elbet. Batı bir kere insanlığı İslami fobi propagandasıyla esir almaya kafasına koymuş ve bunun gereği olarak da bilhassa körpe zihinlere habire İslam’ın bir şiddet dini olduğu algısını yerleştirme peşinde. Tutar tutmaz bu bilinmez ama görünen şu ki stratejik oyun tüm hızıyla devam etmekte hala. O halde bize düşen bu tür oyunları boşa çıkartacak akıl dolu hamlelerde bulunmaktır. Nasıl mı? Tabii ki eylemi ve şiddeti metot edinerek değil, müesseseleşmekle, ilme ve tefekküre yönelmekle oyun bozmalı. Yetmedi sivil toplum inisiyatif yanımızı ortaya koyarak bozmalı. Kaldı ki onların uluslararası oyun kurucuları varsa bizimde kültür kodlarımızda sevda yüklü yüreğimiz var, yani sevda yüklü yüreğimizle bu oyunu bozabiliriz pekâlâ. Çünkü sevginin fethedemediği kale yoktur. Sevda yolunda yollar dikenli, çakıl taşlı olsa da bikere gönül ferman dinlemez ki. O halde gönül dilini dağa taşa, toprağa yazmak gerekir. Yetmedi gönül sevdamızı beyaz gelinlikle kefenlenmek gerekir. Çünkü beyaz kefen leke kaldırmaz.
Evet, bu dünyaya bir kuru dava için gelmedik, gönülleri fethetmek için geldik. Ama gel gör ki aramıza sızmış bir takım mihraklar Humeyni, Kaddafi, Saddam ve Esad gibi despot liderleri İslam’la özdeşleştirip “İşte İslam budur” demeye çalışıyorlar. Onlar aramızda fitne çıkardıkça dış güçlerde fırsattan istifade oyununu kurgulayıp kontrolü elinde tutmakta. Onlar kontrol ede dursun, hiç kuşkusuz Allah’ında bir hesabı vardır elbet. Gün ola harman ola, kontrolünde tuttukları bu oyun bir gün gelir ters tepip başlarına bela olur da. Kurguladıkları filme yabancı değiliz, çünkü daha önce bu filmi çokça izledik. Ama ne var ki bizimle alay edercesine tekrar tekrar sil baştan filmi geriye sarıp yeniden izlettiriyorlar. Ancak şunu iyi bilsinler ki; bir değil bin kerede izletseler bu tür sağ gösterip sol vurmak ya da sol gösterip sağ vurmak yöntemlerle İslam’a leke vuramazlar. Dedik ya İslam leke kaldırmaz, her şeyden önce dinin sahibi Allah, bu yetmez mi?
Bakın, İslam tarihi süreç içerisinde incelendiğinde her türlü kaba kuvvete iyi gözle bakılmadığı gözlemlenmiştir. Hele biz Türkler göçebelikten yerleşikliğe geçiş safhasında kuru cihangirlik davasıyla yetinseydik medeniyet olamazdık. İyi ki de yerleşik olup medeniyet olmuşuz. Sadece biz mi? Hiç kuşkusuz İslam’la müşerref olan hangi topluluk olursa olsun bir şekilde kabilevi kültürün cahiliye adetlerinden kurtulup yerleşirlikten medeniyete geçmesini bilmiştir. Nitekim bu hususta Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri; “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyor. Evet, üstad iknadan söz ediyor, kaba kuvvetten söz etmiyor. Ancak iknayı önce kendi nefsimizde uygulamalı ki etrafımızı etkileyebilelim. Nitekim Bediüzzaman kendi nefsinde uygulayıp bu uğurda çilelere göğüs germişte. Hatta etrafına Risale-i nur hakikatlerini anlatınca takibe alınmış bile. Derken mahkemelere girmiş çıkmış, kendisine her türlü hakaretler yapılmış fakat o bildiği yoldan devam edip bir kez olsun talebelerini eyleme teşvik etmemiştir. Üzerine çok gelindiğinde ise sadece “zalimler için yaşasın cehennem” demekle yetinmiştir. O daha çok tebliğ, ilim ve tefekkür metoduyla yola koyulup etrafı aydınlatmışta. İlla eylemden söz edilecekse fikri eylemden söz edebiliriz, bunun dışında eylemi kaba kuvvet olarak görürüz. Hele Said Nursi’nin o engin fikri eylemi karşısında hangi rüzgâr durabilir ki. Tüm sahte mabutlar sus pus olup boyun eğer de. İşte ilmin ve tefekkürün gücü budur. O halde olabildiğince her türlü ifrat ve tefrit hareketlerinden uzak kalıp itidali bir yol izlemek şiarımız olmalıdır.
Şu bir gerçek radikal hareketler İslam’a yarardan çok zarar vermekteler. Hakeza İslami siyasallaştırmakta öyledir. Hele siyasete birde Makyavelizm’in bulaştığını düşünün böyle bir siyasi kirlilikte hangi akıl dolu İslami siyaset izlene bilir ki, ne mümkün. İşte bu yüzden Bediüzzaman; siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım demiştir. Kaldı ki gelinen noktada ilmi siyaset rafa kaldırılmış, yerini siyasi kazanç hırsı, alavere ve dalavere almıştır. Siyasi kirlilik had safhadadır artık. Hatta böyle bir had safhalık her cinsten eylemcilerin işini kolay kılabiliyor. Tabii ortada temiz siyaset söz konusu olmayınca leş kargalarının cirit atması kaçınılmazdır.
Evet, siyasi kirlilikle birlikte radikal grupların eylemlerine bakaraktan ‘işte İslam budur’ denilmeye getirildiğinde işin rengi değişebiliyor. Oysa İslam’ı en ufak karalayıcı bir imada bulunmak ya da sataşma tüm Ümmet-i Muhammed’i incittiği gibi tüm cemadat, tüm hayvanat, tüm nebatat, tüm kâinat incinip titrer de. Bir kere İslam’la hesaplaşma içerisine girenler şunu kafalarına iyi kazsınlar ki, bu yüce din her hangi bir gruba ait ya da bir şahsın tekelinde bir din değildir, dinin sahibi bizatihi Allah’tır, koruyacak olanda O'dur. Yani bu demektir ki çatlasalar da patlasalar da Hak gelince batıl zail olacaktır. Çünkü Yüce Allah’ın vaadi var, nurumu tamamlayacağım diye. Bu yüzden herkim ki İslam’ı karşısına almayı göze alır, bilsin ki Allah’ı karşısına almış olur. Tarihe şöyle baktığımızda Allah’a savaş açanların hiçbirinin iflah olmadıkları görülür. Akıbetlerinin ne olduğu malum, hepsi tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir. Madem öyle, şimdi nasıl olur da İslam bir gruba, bir zümreye, bir partiye, bir kuruluşa, bir şahsa mal edilebilir ki. Asla hiçbiri İslam’ın temsilcisi olamaz, ancak İslam’ın hadimi olunabilir, bunun ötesine geçmek haddi aşmak olur. Aşırılıktan, haddi aşmaktan kim ne bulmuş ki radikal gruplarda bulsun. İyi ki de Osmanlı devr aldığı kuru cihangirlik misyonunda karar kılmamış, yoksa yüz seneyi geçmeyen bir hâkimiyetle ömrünü tamamlayacaktı. İşte Moğol kasırgası bunun en tipik misalini teşkil eder. Malum, Moğollar yüz seneyi aşmayan bir hükümranlık geçirmiştir. Dahası Cengiz, Hülagû gibi yıkıcı serdarlar insanlığa medeniyet değil barbarlık miras bırakmışlardır. Bu yüzden gerçek manada devlet olma yolunda ilerleyememişlerdir. Belki ülkeleri kasıp kavurmakla, taş üstüne taş koymamakla kısa bir hâkimiyet elde edilebilir ama bu yöntemle kalıcı olunamıyor, eninde sonunda varacağı doruk nokta tarihin harabelerine gömülmek olacaktır. İşte bu noktada Moğol serdarları ile çağ açıp çağ kapatan Fatih çok farklıdır. Farkı fark ettirende hiç kuşkusuz tefekkür gerçeğidir.
Bir kere Müslüman’ım diyen her fert tefekkür abidesi olmaya kendini namzet görüp farkı fark ettirmeli. Nasıl ki bir komünist farkını “devrim kanla yazılı” sloganıyla fark ettiriyorsa, aynen öyle de bir Müslüman’da farkını tefekkür abidesi olmakla ortaya koymalıdır. Şayet insanlığa soluk olmak diye bir derdimiz varsa önce işe kendi iç dünyamızdan başlayıp tefekkür soluğuyla soluklanmak gerekir. Bırakın ihtilal, terör ve şiddet gibi kavramlar onların olsun, bize İslam’ın o engin tefekkür deryası yeter artar da. İşte bu gerçeği gören Pakistanlı düşünür Fazlurrahman bakın ne diyor; ‘Bu aktivist gruplar zümreleşme, dar kafalı ve hoşgörüsüz olma temayülünü göstermektedir. Hatta onlar komünizme has usulleri almakta ve huzuru ihlal etmekteler.’ Evet, kayda değer müthiş tespit. Öyle ya, madem kuru cihangir bir davayla medeniyet hamlesi gerçekleşmiyor. O halde yeniden Tuna boylarında Nizamı âlem için, ilim ve tefekkürü yaymak için koşturmak varken aktivist gruplara özenip zümreleşmeye, dar kafalı olmaya ve hoşgörüsüzlüğe talip olmak niye? Batıyı anlarız da, bize ne oluyor. Kendimiz olmak varken başka metotlar edinmemiz bize yaraşmaz. Bir mümin için “Allah'ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak” düsturu en güzel metottur. Şayet gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaksa gerisi teferruattır. Yeter ki, İslam’a gönül verenlerin yaşayışı sıratı müstakim üzerine olsun, bak o zaman pembe şafakların doğacağı muhakkak. Zaten yaşanmayan bir din ya da fikir sloganik olmaktan öte anlam taşımaz.
Velhasıl; İslam’da militan ve eylem baş tacı değil, tefekkür abidesi insan-ı kâmil baş tacıdır.
Vesselam.
dedekorkut1
15 Ocak, 2021 - 08:01
Kalıcı bağlantı
TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
TEFEKKÜR MÜ EYLEM Mİ?
SELİM GÜRBÜZER
Eylem; daha çok provokatif diyebileceğimiz bir takım iç ve dış mihrakların kışkırtmaları neticesinde ortaya çıkan fiili bir durumdur. Eylemci ise bu fiili duruma bilerek ya da bilmeyerek alet olan ruh hastası tiplerdir. Aslında aklı başında bir insan rüzgar nereden eserse essin olaylar karşısında marjinal akımların ne gazına gelir ne de tahriklerine kapılır, bilakis toplumun temel dinamikleriyle birlikte hareket eder. Toplumun temel dinamiklerinin aksine yapılacak olan her türlü eylem hareketleri toplum nezdinde hiçbir şekilde karşılık bulmaz.
Peki, ya tefekkür? Adı üzerinde tefekkür, yani ismiyle müsemma deruni düşünce içeren bir faaliyet olduğu içindir her daim toplum tarafından kabul görüp hürmet görür de. Ancak ne var ki tefekkür dünyamızdan uzaklaşalı üzerinden epey bir zaman geçti, öyle ki bir daha içimize almayacak şekilde göç ettirdik. Sanki bir daha bizim olan topraklara hiç uğramayacak gibisine bir çırpıda silip attık da. Zira ortada kendi öz yurdunda parya edilen kayıp nesil söz konusudur, derken o kayıp nesille birlikte her bir tefekkür abidevi şahsiyetlerimiz kimi kabına çekiliverdi kimi de göçüverdi. Şimdi gel de onca kayıplarımızdan sonra kısa zamanda bir çırpıda ilim-irfan-tefekkür nesli yetişiversin. Kısa vadede ancak geçmişin yaralarını sarabiliriz. Çünkü ilim-irfan-tefekkür neslin yetişmesi büyük emek ve büyük çaba gerektireceği gibi meyvelerini toplamak içinde uzun vadede sabır gerektirir. Ne de olsa her on yılda bir darbe yapılan ülke olmaktan kurtulduk, şimdi tam da fırsat bu fırsat deyip kendi kültür kodlarımızla buluşacak nesli yetiştirme vaktidir. Öyle ya, madem ortada artık aba altında sopa gösterecek vesayet odakları kalmadığına göre göç ettirdiğimiz tefekkür dünyamızla yeniden buluşmak pekâlâ mümkün.
Düşünsenize bir zamanlar enbiya, ulema ve evliyanın tüttürdüğü ilim irfan ocaklarında yetişen adeta tefekkür abidesi diyebileceğimiz altın nesil sayesinde cihanşümul devlet olmuştuk. Derken geldiğimiz noktada bizde o kayıp nesilden elimize ulaşan kaynaklar sayesinde ilim, irfan ve medeniyet nedir öğrenmiş olduk. Dikkat edin tefekkür nesli oluverdik demedik, öğrenmiş olduk dedik. Yani bizler yaşayarak değil kaynak eserlere başvuraraktan kendi kültür kodlarımızı öğrenmiş nesiliz. Şayet öğrenmiş nesilde kayıplara karışırsa biliniz ki, Allah korusun bu bizim için tam manasıyla felaket bir durum olur. Zira tabiat boşluk kabul etmez. Bizler bir takım kaynaklara başvuraraktan öğrenmiş nesiller olarak ister adına 68 kuşağı deyin ister kayıp kuşak deyin her ne kadar tefekkür hayatı yaşamasalar da o kuşağında kendi içinde doğru-yanlış eksik fazla en azından inandıkları idealleri vardı, davaları vardı, okuyacakları kitapları vardı.
Peki ya şimdi? Maalesef şimdilerde kayıp ya da hayatın çilesinden geçip öğrenmiş diyebileceğimiz nesilden arda kalan içi boş nesil kaldı. Öyle ki etrafımıza şöyle baktığımızda ortada artık ne dava adamı ne idealizm kaldı ne de hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için diyecek bir adam kaldı. Ortada böylesi idealist adam kalmayınca da ister istemez kayıp nesilden bize ulaşan kitaplarımızın ve kütüphanelerimizin sessizliğe bürünmesi kaçınılmazdır. Gerçektende öyle değil mi, bakın şöyle etrafımıza kaynak kitaplarımızı kütüphanelerimizin tozlu raflarında indirecek pek az insan gözüküyor. Onlarda olmasa vay halimize, her halükarda biçare haldeyiz dersek yeridir. Yeri geldiğinde İslam sosyal hayatın bütününü kuşatan âlem şümul bir dindir demesine deriz ama iş İslam’ın hizmetkârı olmamız gerektiği söz konusu olunca hiç bir çaba sarf etmeyiz. Hakeza İslam dini Allah Resulünün tebliğ ve irşadıyla insanlığın üzerine güneş gibi doğdu doğmasına deriz ama iş Allah Resulüne layık ümmet olmamız gerektiği söz konusu olunca sadece işin lafın güzafını yapıp teorik bir hayat sürdürürüz. Oysa bir zamanlar özü sözü bir olan ümmettik biz, yani içimiz neyse dışımızda o idi, asla tefekkür yoksunu cahiliye ümmeti değildik, Sonradan bize ne haller olduysa, o günlerimizi artık mumla arar olduk. Dahası şimdilerde İbn-i Haldun'un asırlar öncesinden ifade ettiği “İslam kavimleri bedevi idiler, İslam’dan sonra hadari umran ve medeniyete yönelmişlerdir” gerçeğinin tam aksine geriye doğru ve tıpkı İslam öncesi cahiliye dönemlerine evrilir bir eğilimimiz söz konusudur.
Gerçekten de İbn-i Haldun’un tespiti yerinde bir tesbit. Zira İslam öncesi pek çok kavim bedevi hayat içinde debelenip dururken İslam’ın bir güneş gibi tüm insanlığın üzerine doğuşuyla birlikte bedeviliğin yerini medenilik almasına yetmiştir. Böylece İslam çöle inen nur olarak mührünü vurmanın akabinde Resulullah (s.a.v)’in bu hususta “Bedeviliği bırakın medeni olun” fermanıyla yeni bir hayata geçilmiş olundu. Hiç şüphe yoktur ki, Allah’tan gelen fermandı bu. Bu yüzden Allah Resulü ferman gereği tüm cahiliye adetlerini tek tek ortadan kaldırır da. Zira tüm Peygamberler kavimlerinin beyin ve vicdanlarını harekete geçirip cahiliye adetleriyle kararmış kalplerine ışık kandili olmak için var olmuşlardır. Gerçekten de Peygamber nefesinin değdiği her coğrafya bunun en canlı şahidi zaten. Madem öyle, yeniden cahiliye dönemlerine dönerekten aşırılıkla ve militan bir ruh refleksiyle yeryüzü sathını kana bulamak ya da aşırı rehavete kapılıp bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın anlayışıyla bir köşeye çekilmek bize yaraşmaz. Bilakis bize tüm insanlığın sahte mabutların pençesinden kurtuluşu için Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmeti olmasına vesile olacak adımı ataraktan gerçek hürriyetle buluşturmak yaraşır. Hürriyetten kastımız ise sahte mabutlara değil Allah’a kul olmaktır elbet. Ki, böylesi bir hürriyet ancak vahyin mühürlenmemiş kalplere sirayet ettiği alanlarda yeşerebiliyor. Hele bilhassa savaş dönemleri insanların en çok hürriyete susadığı dönemler olduğu hemen herkesin malumu. Sulh dönemlerine baktığımızda ise daha çok hürriyetin yeşertilip filizlenerek medeniyete erişildiği dönemler olduğunu görürüz. Örnek mi? Mesela Hudeybiye anlaşması başlangıçta Müslümanların aleyhine işleyen bir sulh ahitnamesi gibi görünse de, beraberinde Mekke’nin fethini getirmiştir. Böylece Mekkenin fethi müteakip son derece akıl dolusu bir sulh ahitnamesi olduğunu idrak ediverdik. Dahası bu yapılan sulh sayesinde İslam’ın aşırıya kaçan ya da tam tersi uyuşuk ortamlarda değil, bilakis orta yol diyebileceğimiz itidalliği düstur edinen ortamlarda neşvünema bulup yeşerebileceği gerçeği ile yüzleşmiş olduk. Bu yüzden İslam’ın bir medeniyet olarak damga vurduğu ortamlarda her türlü anti medeni oluşumlara ve anti medeni eylemlere taviz verilmemesi gerekir. Çünkü İslam Dini Yüce Allah’ın eşref-i mahlûkat ilan ettiği insanı medenileştirmek için vardır. Düşünsenize elimize kuvvetli bir mıknatıs aldığımızda etrafımızdaki küçük metal parçalarına yaklaştırdığımızda hemen o metal parçalarını çektiğini görürüz. Aynen ilmiyle amil çekim gücü tefekkür abidesi şahsiyetlerin durumu da böyledir, keza ilmen ve aklen kuvvetli olan medeni oluşumlarda öyledir. Çekim gücü olmak gerekir ki gönüller feth olunabilsin, Dolayısıyla bu gerçeğin bilincinden hareketle ilim irfandan yoksun insanı maddeye indirgeyen oluşumlara kendimizi kaptırmak bize yaraşmaz. Bize ancak her türlü vahşilik ve iptidai (ilkellikten) eylem hareketlerinden uzak tefekkür abidevi bir şahsiyet ve medeni insan olmak yaraşır. Yeter ki bu yönde niyetimizi halis tutalım bir bakmışsın nerede ilim-irfan-tefekkür bir oluşum var biliniz ki bizde o iklimi soluklamak için orada olacağız demektir. Tarihte birçok Medeniyetler kurmuş ecdadın torunları olmak bunu gerektirir çünkü. Bakınız insanlıktan bihaber medeniyet yoksunu Moğollar hep işi yakıp yıkmakla ve cengâverlikle yürüttükleri içindir tarihte ki hâkimiyetleri bir asrı bulmayacak şekilde tarihin harabelerine gömülmüşlerdir. Hem tarihte kaba kuvvetten ve cengâverlikten kim ne bulmuş ki Moğol serdarları da bulsun. Dolayısıyla sakın ola ki, bir takım eylem hastası tiplerin tahriklerine ve gazına gelip Moğol serdarlarının cengâverliklerine heveslenenlerden olmayalım, aksi halde tıpkı Moğol serdarları gibi bizimde bir hiç uğruna macera hevesimiz kursağımızda kalır. Keza sakın ola ki cengâverlikle cihadı da birbirine karıştıranlardan olmayalım, aksi halde DAEŞ türü radikal selefi akımların maşası oluruz. Hele İslam’ın cihad hükmüyle maceraperest eylem hastası tiplerin cengâverliğini birbirine karıştıranlar şunu iyi bilsinler ki, aslında kaş yapıyım derken göz çıkarmaktalar. Güya İslam’ın neferi oluyum derken Müberra dinimize en büyük zararı bizatihi kendileri vermekteler. Oysa İslam’ın geleceği Moğollar gibi ortalığı kasıp kavurmakta değil ilim ve tefekkürdedir. Hele bilhassa bu hususta radikal grupların kendi maceraperest vehimlerini hakikat sanıp habire etrafa korku salıp dehşet saçıcı eylemlerde bulunmaya kalkışmaları Moğollaşmanın bir başka tipik versiyonu göstergedir. Nitekim İslam kelimesinin kökeni selamet ve müjdeleyen anlamında barış dini demektir, asla korku salan bir din değildir. Dahası en son kâmilin mükemmel bir din olarak tüm insanlığa huzur ve ışık olmak için doğuverdi. İşte bu nedenle İslam’la terör bir araya asla gelemez deriz hep. Şayet dert dava İslam’a hizmet etmekse bunun yol ve yordamı insanlığa selamet olacak itidal üzere bir yol takip etmekten geçer, asla etrafa korku ve dehşet saçarak İslam’a hizmet etmiş olunmaz. Üstelik radikal grupların müjdeleyicilikten uzak korkutma ve sindirmeye yönelik eylemleri yüzünden ehlisünnet yolunu düstur edinmiş Müslümanlarda töhmet altına alınıp emperyalist güçlerin değirmenine sutaşınmış olunmakta da.
Ehlisünnet dışı radikal selefi akım ve gruplar düşmanın değirmenine su taşıya dursun, şu bir gerçek Batı dünyası İslami fobi karşıt tutumlarıyla İslam âlemini esir almaya yönelik mevzi almış durumdalar. Dahası İslam’ı algı operasyonlarıyla bir şiddet dini şeklinde zihinlere kazıyıp lanse etmek peşindeler. Şimdilik bu sinsi plan tutar mı tutmaz mı bilinmez ama görünen o ki, tüm kurguladıkları algı operasyonları adeta kurulu bir saat gibi işlemekte. O halde bize düşen bu kurulu saatin işleyişini tersine döndürecek akıl dolusu hamlelerle kurgularını boşa çıkartmak olmalıdır. Nasıl mı? Tabii ki, onların algı operasyonu metodlarıyla değil, bilakis ilim irfan metoduyla ve küresel çapta müesseseleşerek oyunlarını boşa çıkartmalı. Öyle ya, onların küresel çapta derin güç odakları ve uluslararası oyun kurucuları varsa bizimde elbet engin kültür kodlarımızı dünya sathına yayacak Nizam-ı âlem gönüllüsü sevdalılarımız vardır. Şayet bu sevda yüreklileri harekete geçirebilirsek iç ve dış mihrakların bizim üzerimizden planladıkları tüm senaryoları boşa çıkartabiliriz pekâlâ. Zira biz biliyoruz ki, Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem sevdasını yüreklerinde taşıyan alperen ve gazi dervişlerin dünya sathında fethedemediği hiçbir kale yoktur. Bu öyle bir sevda yürekliliktir ki, Îlây-ı Kelîmetullah uğruna kat edilen yollar dikenli, çakıl taşlı olsa da asla Hak davalarından vazgeçilmeyecekleri sevda yürekliliktir bu. O halde daha ne duruyoruz, tez elden Abdurrahim Karakoç’un:
“-Kör dünyanın göbeğine, kuşların göz bebeğine, yola, ağaca, pınara, esen yele, yağan kara, yağmur yüklü bulutlara, koç burcuna, yay burcuna, bebeklerin avucuna, minarelerin ucuna,
-Bucak bucak, köşe köşe, kara taşa, kor ateşe, yıldıza aya, güneşe,
-Askerlerin miğferine, kağnıların tekerine,
-Buda’nın tunç heykeline,
-Her kapının eşiğine, her sofranın kaşığına,
-Balaların beşiğine,
-Herkes duyacak bilecek, saklanmaz bu gayri gerçek,
-Yaprak yaprak, çiçek çiçek Hak yol İslâm yazacağız” haykırışıyla tüm tağutu küresel güçlerin oyunlarını bozmak gerekir. Bundan daha da ötesi gönül dünyamızı sevda çırasında yakıp beyaz gelinlikle kefenlenmek gerekir. Zira beyaz kefen leke kaldırmaz. Ah! Hele şu eylem heveslisi hasta tipler dış güçlerin çirkin tezgâhlarına geldiklerinin birde farkına varabilseler, bak o zaman Batı dünyasının ikide bir başımızda demokles’in kılıcı olarak salladıkları fundamentalist İslam ve İslami fobi türü algı operasyonlarını boşa çıkartmak çok daha kolay olacaktır. Umarız bu tezgâha gelenlerin bir gün kurbanlık koyun olduklarını farkına varmış olalar. Kaldı ki varoluş gayemiz başkalarının bizim üzerimizden tezgâhladığı bir kuru dava rolü üzerine değil, bizi gören bizde dirilmek gayesi üzerine kuruludur. Bu yüzden her türlü iç ve dış mihrakların oyunlarına karşı uyanık olmak mecburiyetindeyiz. Ama gel gör ki, aramıza sızmış iç ve dış bir takım mihraklar Humeyni, Usame bin Ladin gibi liderleri İslam’la özdeşleştirip “İşte İslam budur” demeye getiriyorlar. Oysa İslam gönülleri fethetmek için vardır. Onlar devrim muhafızlığına soyundukça dış güçlerde fırsattan istifade oyununu ona göre kurgulayıp çok rahatlıkla onların iplerini kontrollü bir şekilde elinde tutabiliyor. Her ne kadar İslam ülkelerinin yöneticilerini kafalayıp şimdilik kontrolleri ellerinde tutsalar da, şu da var ki Yüce Allah’ın da değişmez bir hesabı vardır. Zira Rabbimiz tuzak kuranların en hayırlısıdır. Gün ola harman ola, sürekli oynadıkları oyunlar bir gün bakmışsın ters tepip başlarına bela bir oyuncak olur da. Neyse ki şimdiye kadar bize izlettikleri filmlerin bir başka tekrar filmlerine pek kanmıyoruz, artık bizim üzerimizden oynadıkları oyunları o kadar ezberlemişiz ki artık olayların perde arkasındaki tezgâhlayanı görebiliyoruz. Hangi senaryoları devreye sokarsalar soksunlar hiçbirine yabancı değiliz elbet. İşte bu yüzden şunu iyi bilsinler ki; bir değil bin kerede bu tür senaryoları izletseler İslam’a leke vurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira bu dinin sahibi Yüce Allah’tır.
Şu bir gerçek, İslam’ın gelişimini tarihi süreç içerisinde incelendiğinde medeniyet hamlesi içerisinde yeşerdiğini görürüz. Hele Türkler İslam’la şereflenir şereflenmez medeniyet hamlesine girdiklerini görürüz. Zaten İslam’la şereflenmeseydik vay halimize, sadece kuru cihangirlik davasıyla yetinecektik. İyi ki de İslam’ın hizmetkârı olmakla medeniyet olmuşuz. Sadece İslam’la şereflenen biz mi? Daha pek çok millet kendi kabilevi kültürlerinin cahiliye adetlerinden kurtulup bedevilikten medeniyete geçebilmişlerdir. Nitekim bu hususta Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri; “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyor. Evet, üstad İslam’ın ikna düsturundan söz ediyor, kaba kuvvetten söz etmiyor. Madem öyle ikna düsturunu önce kendi nefsimiz üzerinde uygulamalı ki bizim dışımızdakileri de ikna edip etkileyebilelim. Nitekim Bediüzzaman Hz.leri kendi nefsinde uygulayıp sonra etrafına uygulayınca bu uğurda çilelere göğüs germişte. Ve Risale-i Nur hakikatlerini etrafına anlatınca sürekli olarak takibe alınmıştır. Oysa ikna bu yolun yöntemidir. Derken sen misin insanları ikna etmeye kalkışan bu uğurda mahkemelere girip çıkmışlığı vardır, kendisine yapılan onca zulme rağmen o yine de bir kez olsun talebelerini eyleme teşvik etmemiştir. Hatta sabrın taştığı noktada üzerine üzerine daha da çok gelindiğinde bile eyleme kalkışmayıp sadece “Zalimler için yaşasın cehennem” demekle yetinmiştir. Böylece ilim irfan yolunda kendine ikna metodunu temel düstur edinmiştir. İlla müsbet manada eylemden söz edilecekse de ancak fikri eylemden söz edebiliriz, bunun dışında eylemleri içi boş sloganik menfi eylemler olarak görürüz. Hele Said Nursi’nin müsbet manada Risale-i Nur külliyatına dayalı o engin fikri eylemleri karşısında hangi rüzgâr durabilirdi ki, nitekim kalem her türlü zulme galib gelir de. O günün vesayet odaklarının isimleri cisimleri unutulurken, Bediüzzaman ise fikirleriyle hala hafızalarda taptaze unutulmaz isim olarak gönüllerde yaşamakta. İşte ilmin ve tefekkürün gücü budur. Madem ilmin tefekkürün gücü bu, o halde ne ifrata ne de tefrite prim vermeksizin itidal üzere bir yol izlemek şiarımız olmalıdır.
Şurası muhakkak radikal hareketler İslam karıştı odaklara ehlisünnet dışı davranışlarıyla koz vererekten onların değirmenine su taşıyıp İslam’a çok büyük zarar vermekteler. Hakeza İslam’ı siyasi bir oluşum ya da bir parti şeklinde kitlelere sunmakla da çok büyük zarar verilmekte. Hele böylesi bir sunumla işin içine birde Makyavelist siyasi anlayışın karıştığını düşünün böyle bir İslami anlayışta hangi akıl dolu İslami siyasetten söz edilebilir ki. Bakınız Bediüzzaman, eski Said döneminde siyasetin kirliliğinden o kadar bunalmış olsa gerek ki, yeni Said döneminde siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım demekten kendini alamamıştır. Gerçektende öyle değil mi, gelinen noktada durum vaziyete baktığımızda ilmi siyaset hak getire, artık ilmi siyasetin yerini siyasi körlük, siyaset üzerinden para kazanma, makam mevki edinme hırsı, alavere ve dalavere almıştır. Kelimenin tam namlıyla siyasi kirlilik had safhadadır. Tabii ortada temiz siyaset olmayınca böylesi bir ortamda siyasi leş kargalarının cirit atması kaçınılmazdır. Hatta fırsattan istifade siyasi kirlilikle birlikte birde bunun üstüne üstük bir takım ehlisünnet dışı radikal grupların ve akımların eylemlerine bakılaraktan malum çevrelerce ‘İşte İslam budur’ denilmeye getirildiğinde işin rengi değişebiliyor da. Oysa İslam’ı en ufak karalayıcı bir imada bulunmak ya da İslam’ı itibarsızlaştırmaya yönelik her türlü sinsi algı operasyonları tüm Ümmet-i Muhammed’i incittiği gibi tüm cemadat, tüm hayvanat, tüm nebatat ve tüm kâinat ‘Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed (s.a.v) aşkına’ hem incinmekte hem de titremekte bile. Bu titremek icabında karşımıza açlık, kuraklık, doğal felaketler vs. olarak çıkabiliyor. Bizden uyarması, İslam’la hesaplaşma içerisine girenler şunu kafalarına iyi kazısınlar ki, bu Müberra dinimiz her hangi bir gruba ait ya da herhangi bir şahsın tekelinde bir din değildir, dinin sahibi bizatihi Allah’tır, koruyacak olanda O'dur. Hiç kimse boşa heveslenmesin, elbet bir gün Hak gelince batıl zail olacaktır, buna inancımız tam da. Çünkü Yüce Allah’ın bu hususta vaadi var, nurumu tamamlayacağım diye. Bu yüzden her kim ki, İslam’ı hedef tahtasına oturmayı göze alır, o zaman bilsin ki Allah’ı karşısına almış olur. Tarihe şöyle baktığımızda Allah’a savaş açanların hiçbirinin iflah olmadıklarının delili bizatihi tarihin kendisidir. Şayet akıbetlerinin ne olduğunu merak eden varsa tarihin yapraklarını şöyle bir bir çeviriversinler hepsinin ilahi adaletin tecellisiyle birlikte tarihin çöplüğüne gömüldüklerini göreceklerdir. Madem tarih en canlı şahidimiz, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir nasıl olur da Müberra dinimiz sanki bir grubun, bir zümrenin, bir partinin, bir kuruluşun, bir şahsın tekellerindeymişçesine bu sıraladığımız tüm unsurların ehlisünnet çizgisi dışı fiillerine bakaraktan İslam karalanmaya kalkışılıyor? Sorunun cevabını alamasak da doğrusu bir takım ön yargılı karanlık odakların algı operasyonlarının perde arkasında ne film çevirdiklerini onca yaşanan acı hadiselerden sonra artık az çok tahmin edebiliyoruz. Onlar yalanlarla dalaverelerle filim çevire dursunlar, biz biliyoruz ki hiçbir teşekkül, hiçbir akım, hiçbir oluşum, hiçbir ferd İslam’ın temsilcisi olamaz, olsa olsa ancak İslam’ın hadimi olunabilir, aksini iddia etmek ise haddi aşmak olur. Hem haddi aşmaktan ve aşırılıklardan kim ne bulmuş ki bir takım eylem histerisine kapılmış ehlisünnet dışı radikal gruplarda bulsun. İyi ki de Osmanlı devr aldığı kuru cihangirlik misyonunda karar kılmamış, aksi halde altı yüz sene üç kıtada hükümran olamazdı. Örnek mi? İşte Moğol kasırgası bunun en tipik misali. Malumunuz ilim irfan yoksunu Moğollar yüz seneyi aşmayan bir hükümranlık geçirmişlerdir. Dahası Cengiz Han ve Hulagû gibi yıkıcı serdarlar insanlığa medeniyeti değil barbarlığı miras bırakmışlardır. Bu yüzden gerçek manada devlet olma yolunda ilerleyememişlerdir. Belki ülkeleri kasıp kavurmakla, taş üstünde taş, baş üstünde baş koymamakla kısa bir süre hükümranlık elde edilebilir ama asla kalıcı hükümranlık tesis edilemez, eninde sonunda varacakları en nihai nokta tarihin harabelerine gömülmek olacaktır. İşte bu noktada Moğol kağanlarının barbarlıklarıyla elinde gül koklayan aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed Han birbirinden taban tabana çok farklı zıt kutuplardır. Hiç kuşkusuz farkı fark ettirende Fatih’in ilim irfan yolunda tefekkür abidesi kişilik ortaya koymasıdır.
Madem öyle, bizde ehlisünnet çizgisinde hareket eden ceddimizi kendimize rehber alıp farkımızı fark ettirmek gerektir. Nasıl ki bir komünist kendine Karl Marks’ı rehber alıp “Devrim kanla yazılı” sloganıyla kendisini kötü yönde fark ettiriyorsa, bir Müslüman’da ilim irfan ve tefekkür yönüyle kendini fark ettirmelidir. Şayet insanlığa soluk olmak diye bir derdimiz varsa ilk önce kendi iç dünyamıza nizam vermeli sonrasında da bizi gören bizde dirilecek şekilde âleme nizam vermek için kolları sıvamalı. Bırakın ihtilal, terör ve şiddet içerikli söylemler tepkici marjinal grupların olsun, ilim irfan ve tefekkür içerikli söylemler de bizim olsun. Bizim olsun ki, tepkici gruplarla ehlisünnet çizgisinden hareket eden etkileyiciler arasındaki farkı tüm cihan görmüş olsun. Ki, ehlisünnet çizgisi üzere hareket eden her oluşuma İslam’ın o etkileyici engin ilim irfan tefekkür deryası yeter artar da. Nitekim etki ile tepki arasındaki ince ayırımı görmek bakımdan bakın Pakistanlı düşünür Fazlur Rahman Malik tepkici gruplar hakkında ne diyor; ‘Bu aktivist gruplar zümreleşme, dar kafalı ve hoşgörüsüz olma temayülünü göstermektedir. Hatta onlar komünizme has usulleri almakta ve huzuru ihlal etmekteler.’
Evet, Fazlur Rahman Malik’in tesbitleri kayda değer nitelikte tesbitlerdir elbet. Öyle ya, madem kuru cihangir davarla her hangi bir medeniyet hamlesi gerçekleşemiyor, o halde kendimize ilim irfan ve tefekkürü metod edinmiş İlay-ı kelimetullah için Nizam-ı âlem davasıyla tüm insanlığa soluk olacak yeni bir medeniyet hamlesinin inşasını gaye edinmemiz gerekir. Yok, eğer böylesi bir ulvi gayenin tam aksine devrim muhafızı radikal gruplara özenip marjinalleşmeyi, ufuksuzlaşmayı, hoşgörüsüzlüğü temel gaye edinirsek vay halimize. Hem kaldı ki kendimiz olmak varken kökü dışarıda ideolojilerin metodlarını düstur edinmek niye? Malumunuz bir mümine ancak “Allah'ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak” düsturu en güzel metot olabilir. Deminde dedik ya, şayet temel gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaksa gerisi teferruattır elbet. Yeter ki, İslam’ı hakkiyle yaşayanlardan olalım bak o zaman pembe şafakların doğacağı günler belki yarın belki yarından da çok yakın olacaktır.
Velhasıl-ı kelam yaşanmayan bir din ya da bir fikir sloganik olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Keza İslam’da radikalizm baş tacı bir değer değil, bilakis tefekkür abidesi insan-ı kâmil baş tacıdır. Bu böyle biline.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/tefekkur-mu-eylem-mi-makale,4629.html