TEDHİŞ, HUKUK VE ANARŞİNİN ANATOMİSİ
TEDHİŞ, HUKUK VE ANARŞİNİN ANATOMİSİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Korkunç olan ölüm değil, sürekli etrafımızda dönüp dolaşan tedhiş çemberi. Tedhişçiler sayıca azlar ama hepside gözü dönmüş birer katil adayları.
Geçmişte birçok yöneticilerimiz çok kere resmi beyanları ile tedhişçileri cesaretlendiriyordu. Hamasi nutuklarla anarşistleri daha da tedhişe sevk etmekteydiler. Neyse ki terör hadiselerinden ders almışız ki eskisi kadar hamaset yapmıyoruz, akıl biraz daha ön planda gibi.
Eski Mısır kitabelerine(yazıtlarına) bakıldığında, elinde terazi tutan bir ölüm görevlisinin sanırsın ki sevap ve günah tartıyor. Oysaki o terazi suç tartıp etrafa tedhiş sembolü görüntüsü vermekteymiş meğer. Mısır yazıtlarındaki suç tartma terazisi aynı zamanda o toplumun içinde bulunduğu korkunun ifadesini yansıtır. Mısır ruhundan ilk sevgi filizi Hz. Yusuf(a.s)’ın Yusuf yüzlü(sevgi dolu yüz) girişimiyle başlar. Zira Züleyha korkunun, Hz. Yusuf ise merhametin ve sevginin sembolüdür. Züleyha, Mısır ruhunun vermiş olduğu korkuya dayalı tedhiş refleksi ile Yusuf’u esir alacağını sanır. Fakat hâkim olan korku salma ruhu sonunda aşka mağlup olur. Kazanan Züleyha değil, sevginin ve merhametin timsali Yusuf’tur. Tedhiş, korku salmakla her şeyi yıkabilir ama bir sevgi medeniyeti inşa edemez. Anlaşılan odur ki aşk veya sevgi, korku medeniyeti olan Mısır’ın temellerini içten içe sarsmıştır. Demek ki; Yusuf zindana hapsedilse de sevgi selini durduracak hiçbir güç yoktur. Nitekim tarih nice tağutu güçlerin yenilgisine şahitlik yapmıştır.
İlk Hıristiyanlığın başlangıç evrelerinde tedhiş Hz. İsa’nın havarilerinden değil, ilk Hıristiyanları arslanın ağzına verecek kadar acımasız Roma imparatorluğundan gelmişti.
Sadece Mısır mı, Roma mı? Elbette ki hayır... Mekke de benzer bir tabloya haizdi. Nitekim tedhiş önce Müslümanlardan değil, mevcut durumu muhafaza etmek isteyen müşriklerden geldi. Müşrikler statükocuydu, Müslümanlar ise değişim öncüleri idi çünkü.
Ya tarihi sürecimiz nasıldı sorusuna verilecek cevap gayet basittir. Şöyle ki; ‘Baş kesip kan dökmek eyüdür’ ifadesinde yerini bulan ‘alp’ kimliğimiz şayet alperenliğe dönüşmeseydi belki de tarihteki Moğol tedhişçiliğinden hiçbir farkımız kalmayabilirdi cevabı yeterli olsa gerektir. Nitekim Osmanlı yerleşik bir medeniyetin öncüsü olduğundan coğrafyasında nüksedebilecek nizamı tahribe yönelik her türlü tedhiş hareketi tasvip bulmazdı. Osmanlı’da Sultan sanıldığın aksine ‘astığı astık kestiği kestik’ şeklinde ferman buyuran makam olmayıp faniliğin sultana, ebed-müddetin devleti Aliye’ye ait anlayışının hâkim olduğu bir medeniyetti. Osmanlı’da Celali türü tedhiş hareketlerin bile hedefi devleti yok etmeğe yönelik değildi. Bir takım toplumsal hareketlerin vermiş olduğu tepkiydi sadece. Öyle ki Sipahi nizamın teminatıydı. Fetihlerde muzafferiyet kazandıran asıl güç sipahiye aitti. Aynı zamanda Sipahi hem askeri, hem de üretim yönü olan bir teşkilat olmanın yanı sıra dirlik sahibi, fakat mülk sahibi olmayan, sadece mülkü çiftçiye ait olan gelirin %10-12’sini alan üreticilerdi. Demek ki; Osmanlıda ordu bile üretici, yani tüketici değildi. Dışa karşı savaşmak, içe karşı nizam sağlamak ve üreticilik vasıfları olan tek teşkilat Osmanlıda mevcuttu. Ya Yeniçeri nasıldı? O da nevi şahsına münhasır farklı bir özellikte bir ocaktı. Sözün özü Yeniçerinin ismi ve şanı hizmetinden daha büyük oldu demekle yetinelim şimdilik.
Peki ya şimdiki ahvalimiz nasıl? Maalesef halimiz pekte iç açıcı görünmüyor. Aynaya baktığımızda artık Osmanlı gitmiş yerini haramiler almış sanki. Üstelik bugün başrolde oynayan üç tedhiş unsurunun başımızı bir süre daha ağrıtacağa benziyor da. Bildiğiniz gibi bu üç unsur:
“—Mafya,
—Politik bezirgânları,
—Anarşist’’ tir.
Mafya, hukuk falan dinlemeden kendi kurallarını uygulayan tedhiş mekanizmasıdır.
Politika ağaları ise sultacı özellikleriyle militarist eğilim gösteriyorlar, bu yüzden istişare etmek kitaplarında yazmaz. Varsa yoksa kendi kişisel sözleri ve icraatları esastır. Liderlik sultası ve karizması uygulamaları yüzünden kitleleri psikolojik tedhişe sürüklüyorlar habire.
Anarşist zaten ismiyle müsemma, onlarda mevcut otoriteye karşı isyan eden tedhişçilerdir. Kan dökmek, vurup yıkmak ana metotlarıdır.
Bu üç tedhiş unsurunun da güçleri görünüşte, içleri boştur aslında. Hepsi de şişirilmiş balonlardır. Başrolde olmalarının sebebi tarım sürecinden sanayileşmiş bilgi toplum sürecine geçiş sürecinde yaşanan geçiş sancılarının oluşturduğu sıkıntıları fırsat bilip, bu sancı sürecini kendi çirkin emelleri doğrultusunda kullanmaktan kaynaklanır. Tek sermayeleri ise gerilimdir. Geçiş sürecini atlattığımızda şişirilmiş balonların esamesi bile okunmayacağı muhakkak. Çünkü sanayileşmiş bilgi toplumu tedhiş eğilimlerini potasında eriterek yumuşamayı sağlamaktadır.
Dayanışmacılığın olmadığı toplumlarda sosyal boşluk huzursuzluklar cinayetler diz boyudur. Bu duruma sosyologlar ‘anomi’ yani çözülme diyorlar. Çözülme geçiş toplumların sancılı alın yazısıdır zaten. Zaman zaman saman alevi gibi parlayıp sönen tedhiş hareketleri bu geçiş devrelerinde kronikleşip müzmin bir hastalığa da dönüşebiliyor da.
Tedhişçilik maddeci batının bize ithal ettiği bir marazdır. İnsanlıktan bihaber bu vahşi medeniyetin bilinçsiz kopyacıları olarak aynı tedhiş karnavalına katılmış bulunuyoruz. Batı, ithal ettiği tedhişini bilinçli bir şekilde sürdürüyor, biz ise hala onları örnek almakta yarışıyoruz adeta.
Geçiş sürecinin vermiş olduğu sancılar tedhişçileri yüreklendirmekte, her yapılan icraata ‘hayır’ demeleri bundan dolayıdır. Yanlış veya doğru her ne olursa olsun hepsine itiraz etmek kazançlı bir yoldur onlar için. Böyle durumlarda kitlelilerin gözünde tedhişçi tek kurtuluş kapısıdır artık. Hatta kitleler yiğit sandıkları tedhişçilere gözü pek yanılmaz rehber olarak bakarlar. Dolayısıyla böyle bir konjonktürde tedhişçi günden güne yükselen ihtişamına şan ilave ederek eylemlerine hız verecektir. O halde gemi azıya almadan biran evvel sanayileşmemizi gerçekleştirip bilgi çağını yakalamanın adımlarını atmalıyız.
Gergin ortamlar, tedhiş baronların işine yaramış, üstelik her devirde yıldızlarına yıldız katmışlardır. Sükûn devrelerde insanlar daha çok düşünme fırsatı bulduğu için tedhişçiler kolayca at oynatamıyorlar. Kurt puslu havayı sever sözü bundan dolayıdır. Bilgi toplumu olduğumuzda sultaların dünyası kararacaktır elbet, ümit varız.
Tedhişçinin belli bir hedefi vardır. O da devlettir, ama devlete başkaldırmakla bir yere varılamaz, bunu iyi bilmeleri gerekir. Üstelik oynadıkları oyun sadece oyalanacakları kanlı bir oyundur. Oyundan başını alıp da sevgi denemesine bile akıl erdiremezler. Bir sevgi tatsalar belki de tüm öfkeler biranda sona erebilir. Ya yürekleri olmadığı için, ya da basiretleri kapalı olduğundan dolayı gerçekleri göremiyorlar, dolayısıyla sevgiden söz edemezler bu yüzden. Aslında devletin bürokratik kademelerinin başındakiler daha akıllı bir politika izlemiş olsalar tedhişçiler bu kanlı oyunu devam ettiremezler. Yanlış politikalar çoğu kez tedhiş hareketlerini başarılı kılmaktadır. Otoriter bir rejim bile sadece polisiye tedbirlerle ayakta durmaz, asayişi ve güveni temin edecek politikalara ve kültürel propagandalara da ihtiyacı vardır. Aksi takdirde Türk insanına; ‘Ben altı ayda PKK’nın kökünü kazıyacağım’ gibi afakî ve hamasi nutuklar çözüm diye yutturulur. Kazımak kavramı dahi tek başına tedhişçileri yüreklendirmekte ve yapacakları eylemlerine güç katmaktadır. O halde feraseti açık politikalara acilen ihtiyaç var diyebiliriz.
Osmanlı, ‘Sultan -Medrese-Sipahi’ üçlü teşkilatıyla anarşiye ve tedhişçiliğe meydan vermeyen bir politika izledi hep. Bugünde aynı politikaya ve denge siyasetine ihtiyacımız var. Tedhişçiliğe fırsat vermemek için bürokratik mekanizma, bütün eğitim kurumları ve güvenlik birimlerin ahenk içerisinde olması şarttır. Uyumluluk olmayınca meydan tedhişçilere kalmaktadır maalesef. Her birim sorumluluğunun idrakinde olmalıdır. Rasulüllah(s.a.v); Hepiniz çobansınız, hepiniz sürüsünden mesuldür buyurmakta çünkü.
Güçlü bir eğitim sistemi, güçlü bir idari yapı ve güçlü bir güvenlik teşkilatıyla tedhiş hareketlerinin önüne geçilebilir pekâlâ. Etrafa korku salarak ‘Haydi! ak tolgalı beyler hurra..’ şeklinde kışkırtıcı nutuklarla tedhiş önlenemez.
Osmanlı’da Sultan devletin güvenlik ve asayişini temin etmekte birinci derecede sorumlu makam olup ikinci derecede mesul ise asayişe eğitim açısından katkıda bulunmak yönüyle medresedir. Sipahi anormal durumlarda her an hazır vaziyette fiili olarak müdahalede bulunabilecek zahiri kuvveti temsil eder. Demek ki her türlü tedhişin önüne geçmekte yapılacak ilk fiili hareket; ‘devlet erki-eğitim kurumları-güvenlik birimleri’ dediğimiz üçlünün kendi aralarındaki uyumluluğunu sağlamakla mümkün. Bu üçlü mekanizma arasındaki dengeyi sağlayamadığımız sürece daha çok vaziyeti kurtarma çabaları ile oyalanacağız demektir. Böylece yanlış politikalar neticesinde tedhişçiler daha çok rayından çıkarak intihar eylemleri yöneleceklerdir. Hatta hasta tipler bombaları vücuduna bağlayarak vahşi bir şekilde hem kendi canına kıyacaklar hem de masum insanların kanını akıtarak eylemlerini ürkütücü boyutlara taşıyacaklardır. Öyle ki Mısır’ın korku terazisi günümüzde adeta intihar çılgınlığı dediğimiz cinnete dönüşecektir.
Totaliter ideolojiler insanlığa hep kan, hep gözyaşı, hep korku salmışlardır. İdeolojilerin yemişi kandır, ilimden nasipleri olmadığından stratejilerini eylem üzerine kurmuşlardır. Öyle bir çark kurulmuş ki örgütün kucağına düşen bir daha iflah olmuyor, istese de insan örgütten çıkamıyor da, o artık örgütün talimatlarını uygulamakla mükellef canlı bir intihar eylem manyağıdır. Bu yüzden ‘Devrim kanla yazılır’ sloganı sıkı sıkıya sarıldıkları biricik ülküleridir hala.
Bolşevik ihtilalini bir hatırlayalım, malum olduğu üzere ihtilal hasımlarını alt ettikten sonra bu seferde kan dökme tezgâhını kendi içinde en ufak aykırı fikir beyanında bulunanlara karşı kurmuştu. Totaliter ideolojilerde kişisel düşünceyi ortaya koymak örgüte ihanetten sayılır hep. Gerek Lenin, gerekse Stalin uygulamalarıyla tedhiş psikolojisi içerisinde evlatlarına da ihanet suçlamasıyla ödetmişlerdir. Her şeyin bir bedeli vardı, ihanetinde olmalıydı. Nitekim oldu da. Tıpkı Stalin’in Buharin’e ölümlerden ölüm beğen dercesine ölümü seçtirmesi bunun tipik misalidir.
Evet, ihtilaller evlatlarını bir bir yiyor. Tedhişin de evlatlarını intihar cinneti denilen bir değişik marazi psikoloji ile kıyım makinesinden geçiriyor, yani giyotin makinesi günümüzde torna tesviye görevi ifa ediyor artık. Tornadan geçebildiysen ne ala, geçemediysen ölümlerden ölüm beğen mantığı devreye giriyor. Nasıl mı? Stalin kendisine ihanet diye nitelendirdiği, bedelini kurşuna dizdirmekle ödettireceği Buharin’i son yolculuğuna uğurlarken bile:
—Bütün suçlarını itiraf etmeni istiyoruz. Hala partiye katkıda bulunmak istiyorsan partiye muhalefet etmenin akıbetini kendi hayatınla gösterirsin’’ şeklinde itiraf etmesini sağlayıp tedhişime kuvvet kazandırdıysa, PKK gibi illegal örgütler de intihar eylemleri sonucu örgütünde çıkmak isteyen bombacı kızın sevgilisine yazdığı mektupta: Yapamayacağımı anladım… PKK’yı bırakıyorum, sana tavsiyem, sende PKK’yı bırak ve buralarda arama beni.’ itirafı ile suni psikolojik bir hal içinde örgütünde işine yarayacak son görevi yaptırıyordu.
Tedhişimin insafı yok. Aman dileyen affedilmez, bilakis ölümüyle bile örgüte güç kazandırılma hesabı yapılır. Terör örgütü bu durumu dışa karşı dava uğruna yapılan eylem olarak tanıtacak olsa da, gerçekte iç hesaplaşmanın bir yansıması olarak ihanetin bedelini canıyla ödettirerek örgüte kuvvet kazandırması hedeflenir.
Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yalancı cennet vaadiyle efsunladığı gençlerin gerçekleştirdiği ölüm intiharlarından günümüze kadar uzanan tedhiş zinciri, şimdilerde bombalı cinnet eylemine dönüşmüş. Ne diyelim, Allah ıslah etsin sapkın beyinleri.
dedekorkut1
13 Ağustos, 2016 - 12:16
Kalıcı bağlantı
CANLI BOMBA TEDHİŞÇİLİGİ
CANLI BOMBA TEDHİŞÇİLİGİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Korkunç olan ölüm değil elbet, korkunç olan sürekli etrafımızda dönüp dolaşan tedhiş çemberidir. Tedhişçiler sayıca az olsalar da hepsi gözü dönmüş birer katil adaylarıdır.
Malum, geçmişte birçok yöneticiler yaptıkları birçok resmi beyan ve hamasi nutuklarla tedhiş hareketlerinin önüne set çekmek yerine tedhişçileri daha da bir cesaretlendirmeye yetiyordu. Neyse ki gelinen noktada ise terör hadiselerinden yeterli ders alınmış olsa gerek ki, eskisi kadar hamaset yapılmıyor, akıl daha ön planda gözüküyor. Nitekim 15 Temmuz 2016 gecesi paralel ayaklanma hareketine karşı Başkomutan Cumhurbaşkanımızın kararlı duruşuyla, MİT teşkilatımızla, cesur hükümetimizle, polisimizle, savcımızla, medyamızla, muhalefetiyle birlikte karşı çıkılması bunu doğruluyor. Bundan daha önemlisi hiç kuşkusuz tanklara karşı cansiperane olarak milletimizin o gösterdiği o müthiş direnişidir. Bu yüzden necip milletin eli ayağı öpülür de.
Şöyle eski Mısır kitabelerine (yazıtlarına) bir bakıldığında, sanırsın ki elinde terazi tutan bir ölüm görevlisi sevap ve günah tartıyor. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil, meğer o terazi etrafa korku salan bir suç tartı aletiymiş. Aslında Mısır yazıtlarında adalet terazisi sanılan o suç tartı aygıtı Mısır toplumuna yönelik korku salmanın bir simgesidir. Ama bu simge nereye kadar devam edebilirdi ki. Tâ ki Mısır ruhuna ilk sevgi tohumunu eken Hz. Yusuf (a.s) doğa gelmiş, işte o zaman simgenin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaz, yerine Yusuf yüzlülük mührünü vurur. Nasıl mührünü vurmasın ki Züleyha denilince korku ve vehim iklimi, Yusuf deyince de sevgi ve merhamet iklimi akla gelmekte. Her ne kadar Züleyha, Mısır ruhunun vermiş olduğu korku refleksiyle Yusuf’u esir alacağını sanmış olsa da bikere kültür kodlarındaki o korku iklimi Yusuf yüz karşısında erirde. Yani, sonunda kazanan korku salmak değil, sevgi ve merhamet timsali Yusuf Yüzlülüktür. Tedhiş ve korku salmakla bir yerleri altını üstüne getirip yıkmak mümkün ama asla tedhişçilikle bir medeniyet inşa edilemez. İyi ki de Yusuf'un o sevgi ve merhamet yüzü Mısır'ın ruhuna sirayet eder de, bu sayede korku salan Mısır’ın temelleri içten içe sarsılabilmiştir. Anlaşılan o ki; Yusuf (a.s) zindana hapsedilse de sevgi selini durduracak hiçbir güç yoktur. Nitekim tarih nice sahte mabut ve sahte güçlerin yenilgisine şahittir. Bakın, ilk Hıristiyanlığın başlangıç evresinde tedhiş Hz. İsa’nın Havarilerinden değil, Roma imparatorluğundan gelmiştir. Öyle ki ilk Hıristiyanları aslanın ağzına verecek kadar acımasız olmuşlardır.
Sadece korku salan Mısır ve Roma mı? Elbette ki buna Mekke'de dâhildi. Aynı benzer tabloda tedhişçilik Müslümanlardan değil, mevcut durumu muhafaza etmekten yana müşriklerden gelmiştir. Çünkü müşrikler statükocuydu, Müslümanlar ise değişim öncüleriydi. Ancak Müslüman topluluklar arasında da göçebelik ruhundan kaynaklanan tedhişçilik yaşanmıştır. Nitekim Haricilik bunun en tipik misalini teşkil eder.
Peki ya Türkler? Hiç kuşkusuz bizim göçebe dönemi Türklükte ‘Baş kesip kan dökmek iyidir’ ifadesinde yer alan ‘alp’ kimliğimiz yerleşik döneme geçişte alperenliğe dönüşmeseydi pekâlâ böylesi bir Türklüğün Moğol serdarlarının etrafa saldığı tedhiş harekâtından pek farkı kalmazdı. Nitekim Osmanlı Selçukludan devr aldığı yerleşik medeniyeti Nizam-ı âleme dönüştüren öncü olduğundan idare ettiği coğrafyasında nizamı altüst edecek ciddi anlamda bir tedhiş hareketi vuku bulmadı. Nasıl vuku bulsun ki, ortada tam manasıyla nizam ve intizam vardı. Her ne kadar birtakım çevreler Osmanlı padişahlarına ‘astığı astık kestiği kestik’ gözüyle baksalar da şu bir gerçek fanilik sultana ait bir husustu, ebed müddet ülküsü de Devleti Aliyye için kullanılan bir nişandı. Elbette böyle bir nişandan üç kıtaya hükmeden bir Nizam-ı âlem ülküsünü şiar edinen bir devletin doğmasından gayet tabii ne olabilirdi ki. Bakmayın siz öyle Osmanlı’da cereyan eden bir takım Celali türü tedhiş hareketlerine. Bu tür hareketler bile devleti yok etmeye yönelik değildi. Sadece bir takım hadiselere karşı çevrenin merkeze karşı uyarı niteliğinde bir tepki hareketleriydi. Hadi diyelim Celali türü ayaklanmaları devlete yönelik bir başkaldırış olduğunu varsaysak bile Sipahi teşkilatımız ne güne duruyordu, bir kere bu teşkilat nizamın tesisi için var olup devlet-i ebed-müddet ülküsünün teminatıydı. Bu da yetmez hemen hemen tüm fetih hareketlerin arka planında bize zafer kazandıran asıl itici güç sipahidir. Hatta Sipahilik askeri bir güç olmanın ötesinde üretime yönelikte bir teşkilattı. Yani, mülk sahibi olmayan (mülkü çiftçiye ait) ancak dirlik sahibi ve gelirin %10-12’sini alan üreticilerdi. Anlaşılan o ki, Osmanlıda ordu bile üretici bir rol üstlenmiş, yani tüketici konumda değildi. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’da sipahi hem dışa karşı cenk eden, hem içe karşı nizam sağlayan, hem de üreticilik vasfı olan bir teşkilattır. Maalesef günümüze geldiğimizde Paralel İhanet Çetesi bu milletin vergileriyle savunma sistemimizi kullanarak millete karşı kullanabilmekte. Pensilvanya’dan talimat alarak Haşhaşiliğe soyunabiliyorlar.
Peki ya Yeniçeri? Yeniçeri’de başlangıçta ruh köküne sadık, sonrasında çığrından çıkmış nevi şahsına münhasır bir ocaktı. Şimdilik Yeniçeri hakkında ünü hizmetinden daha büyük ocak dersek yeridir. En iyisi mi biz, yakın tarihimizde ne oldu ne bitti birazda bu dönemi sorgulamaya çalışalım.
Maalesef yakın döneme baktığımızda manzara pekte iç açıcı görünmüyor. Değim yerindeyse yedi iklime hükmetmiş Osmanlı adaleti gitmiş, onun yerini haramilerin cirit attığı bir kirli hesapların sergilendiği bir ortam baskın hale gelmiştir. Bu kirli hesaplar çarşısının başını ise;
“—Mafya babaları ve baronlar,
—Siyasi bezirgânlar,
—Anarşistler ve Paralel İhanet Çetesi’’ çekmiştir.
Malum; mafya, paralel ihanet çetesi hukuk falan dinlemez, kendi kurallarını kendi belirleyen bir yer altı gizemli tedhiş çarşısıdır. Baronlarsa sermayelerinin çıkarı uğruna tedhişçileri kullanan simsarladır.
Siyasi bezirgânlarda söylemleriyle, kendilerini sahaya süren zinde güçlerin taşeronluğunu üstlenen aynı zamanda kendi kişisel egolarını tatmin için var olan güruhtur. Düşünsenize Kandilden talimat almadan iradesini ortaya koyamayan bir siyasetçi meclise gelse ne gelmese ne, bu yüzden bizim gözümüzde onların hiçbir değeri yoktur.
Anarşistler ise ismiyle müsemma, yani kaostan yana tavır sergileyip mevcut otoriteye karşı sürekli isyan içinde olan potansiyel tedhişçilerdir. Bu yüzden varsa yoksa onlar için vurup yıkmak ya da kan dökmek esastır.
Aslında bu üç aktörün gücü görünüşte bir güç, özünde içi boş ve kofturlar. Hepsi uluslararası aktörlerce dizayn edilmiş şişirilmiş balonlardır. Tabii tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi topluma geçişte yaşanan sancıları fırsata çevirmelerinden kaynaklanan bir şişirilmişliktir bu. İşte görüyorsunuz bu şişirilmiş balonların ‘devlet-millet-asker-polis’ el ele gönül gönüle verdiğinde kazdıkları hendeklere gömüldüklerini, saklandıkları inlerinde tarumar olduklarını hele şükür görebildik. Hele bu kararlılık ve dayanışma devam ettiği sürece içi boş kof hallaç pamuğu halde savrulacakları malum. Artık İsrail yapımı heronlar yok, yazılımı bize ait Türk heronları var, bu sayede nokta vuruşlar yapabiliyoruz. Bu yüzden ASELSAN ve ROKETSAN bizim uzun menzilli hava ve savunma sistemimizin yüz akı olup, mühendisiyle, tüm teknik personeliyle gizli kahramanlarımızdır. Hakeza yerli Göktürk-1 ve 2 uyduları, yerli insansız hava aracı ANKA, milli lazer silahı gemisi ve milli Altay tankı üreten yerli savunma sanayimiz kök söktürmekte ve bu nedenle uluslararası baronlar ve yerli uzantılarının daha şimdiden uykusu kaçmakta.
Evet, şişirilmiş balonların sürekli gündemde yer almaları, tamamen konjonktürel kaynaklıdır. Baksanıza adamlar ortada gerilim varsa varlar, yoksa sırra kadem basmaktalar. Madem öyle, bize düşen bir sosyolojik evreden diğer bir sosyolojik evreye geçişimizi hamasetten uzak akılcı politikalarla ‘durmak yok yola devam’ azmiyle ülkemizi 2023 Yeni Türkiye’sine sancısız taşımaktır. Zaten her geçiş evresini sancısız atlattığımızda biliniz ki tüm şişirilmiş balonların esamesi okunmaz da. Mesele gayet açık ve net, sanayileşmiş bilgi evresi tüm tedhişçi eğilimleri potasında eritip ortam daha da bir yumuşak hal alabiliyor. Tabii sadece sanayileşmiş bilgi evresiyle yetinmekte olmaz, bu evreyi kültürel donanımlarla taçlandırmakta gerekir. Malum sosyal ve kültürel dayanışmanın olmadığı evrelerde başıboşluk, huzursuzluk ve cinayetler diz boyudur. Sosyologlar bu durumu ‘anomi’ yani toplumsal çözülme diye tanımlar. Dolayısıyla çözülme deyip geçmemek gerekir, bilakis üzerinde durulması gereken çağın en önemli hassas konusudur. Bilhassa bu meselede tedhiş hareketleri toplumdaki anomi halini fırsata çevirmekte mahir olup ortalığı bir anda kan gölüne çevirebiliyorlar.
Şu bir gerçek tedhişçilik vahşi batının ithal ettiği maraz bir hastalıktır. Peki, vahşi batıyı anladıkta, ya şu içimizdeki yerli mankurt batıcı kafalara ne demeli. Baksanıza adamlarda hiçte utanma arlanma yoktur, görünüşte seçkin gözüken, oysa özde batıya endekslenmiş mankurt beyinlerdir. İşte beynini batıya endekslemiş bir avuç sözde seçkinci güruh habire efendilerine taş çıkartırcasına söz konusu tedhiş karnavalının değirmenine su taşımaktalar. Öyle ki teröre karşı canla başla mücadele eden güvenlik kuvvetlerimizin hevesini kıracak bildirilere imza atmakta beis görmemekteler. Dahası terör odaklarına yamanıp tedhişçileri yüreklendirmekteler. Yetmedi ülkemizin yararına her ne hamle, her ne inşa faaliyeti varsa şom ağız ve kalemleriyle hepsini sabote etmeye çalışırlar. Onlar için sabote etmek bir kazanç kapısıdır adeta. Derken tedhişçilik bu aklı evveller açısından yükselen değer olur da. Tedhişçinin canına minnet, tamda istediği bu zaten, böyle bir konjonktürde kendince şanına şan katıp eylemlerine hız verir de.
Peki ya bizler ne yapmalı? Hiç kuşkusuz balkondan seyretmek bize yaraşmaz, madem kurt puslu havalardan fayda sağlamakta, bize düşen iyice gemi azıya almadan sanayileşmiş bilgi ve bilgi ötesi çağına sıçrayacağımız süreçte kültürel donanıma yönelik tedbirleri almak gerektir.
Besbelli ki, tedhişçilik her devirde gerilimden beslenmekte... Hakeza gergin ortamlar, iç ve dış baronlarında işine gelmekte, çünkü biliyorlar ki insanlar sükûn ortamlarda daha çok düşünme fırsatı bulacağından kullandıkları tedhişçiler kolay kolay at oynatamayacaktır. İşte kurt puslu havayı sever sözünden maksat budur. Fakat şu iyi bilinsin ki, 2023 Yeni Türkiye hedefi gerçekleştiğinde iç ve dış baronların dünyası kararacaktır, buna inancımız tamdır.
Her tedhişçinin ana hedefi devleti yutmaya yöneliktir. Oysa devlete başkaldırmakla bir yere varılamaz. Kaldı ki iç ve dış baronların sahneye koydukları kanlı pazar oyunu nereye kadar devam edebilir ki, mutlaka bir yerde tökezleyecektir. Her şeyin bir sonu olduğu gibi kanlı pazar oyunlarında bir sonu var elbet. Ah bir akıl erdirseler de bu işin çıkmaz sokak olduğunu, bak o zaman sırtlarında kambur yük bu öfke selinden kurtulmuş olacaklardır. Gel gör ki, sorgusuz sualsiz şartlanmışlık bir takım gerçekleri görmelerine perde olabiliyor. Öyle gözlerini kan bürümüş ki sevgiden hiç söz etmezler. Onlar söz etmemeye dursun biz tam aksine Yunusça ‘Yaradılanı Sev Yaradandan Ötürü’ demekten asla vazgeçmeyiz. Zaten şimdiye kadar sevgiyi ön plana alıp bu doğrultuda projeler yürürlüğe girseydi tedhişçiler etrafa korku salıp kanlı oyunlarını sahneye koyamazlardı. Maalesef yanlış strateji ve yanlış polisiye tedbirler çoğu kez tedhiş hareketlerinin başarılı olmasına yaramıştır. Malum polisiye tedbirler kısa vadede işi yarar, asıl uzun vadeli çözüm sevgi iksirinde gizlidir. Kaldı ki otoriter rejimler bile bir yere kadar baskı kurabiliyor, yani yeri geldiğinde sırf silah zoruyla ayakta kalacak mecali kalmaz da, bu yüzden asayişi ve güveni temin edecek kültürel politikalara ihtiyaç duyabiliyor. Madem baskıcı rejimler bile sıkıştıklarında kültürel politikalara ihtiyaç duyuyor, o halde bizim ihtiyaçtan öte hayat tarzımız olmalı. Evet, bu iş ‘Kahrolsun PKK’ türü afakî hamasi nutuklarla çözülmez, hamasetle yol kat edilseydi tüm kuşlar papağanın etrafına toplanırdı. Şu bir gerçek 'kazımak' ifadesi bile tek başına tedhişçileri yüreklendirmeye yetip yapacakları eylemlere güç katabiliyor. Zaten kök kazımak çözüm olsaydı kanayan yarayı daha da azdıran bir kezzap olmazdı. Artık şunu anlamakta fayda var: kalıcı çözüm milletimizin derin ferasetinde gizli. Zira feraset yüklü sevginin fethedemeyeceği kale yoktur. Ferasetin tılsım etkisi öyle büyüktür ki; bunu Peygamberimiz (s.a.v)’in “Müminin ferasetinden sakının” beyanında çok daha iyi anlıyoruz. Hem madem feraset peygamber müjdesi, o halde ne duruyoruz, gün feraset kodlarımızı harekete geçirme günüdür, gün akıl dolu politikaları bir an evvel hayata geçirme günüdür.
Bakın, Osmanlı, ‘Sultan -Medrese-Sipahi’ üçlü teşkilatıyla anarşi ve tedhişçiliğe meydan vermeyip yedi iklimde huzur ve adaleti tesis etmiş bir Devlet-i Âlimizdi. Pekâlâ, bugünde Osmanlı stratejisine ve denge siyasetine benzer politikalar geliştirebiliriz. Tedhişçiliğe fırsat vermemek için, buna mecburuz da. Gerek bürokratik mekanizma, gerek tüm eğitim kurumları ve gerekse güvenlik birimleri birbirleriyle tam bir ahenk içerisinde çalışması şartta. Aksi takdirde ortalık tedhişçilerden geçilmeyecektir. Bir kere felaket gelirim demez, geldi mi ansızın gelir. Dolayısıyla felaket kapımızı çalmadan devletin gece gündüz demeden her an uyanık üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek zorunda. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) “Hepiniz çobansınız, hepiniz sürüsünden mesuldür” buyurmakta. Her ahval ve şartta çobanlığın gereği güçlü bir eğitim sistemi, güçlü bir idari yapı ve güçlü bir güvenlik teşkilatı kurmak elzemdir, asla güvenlik ihmale gelmez. Kurulan teşkilatlar iri ve diri olmalı ki tedhiş hareketlerinin önüne geçilebilsin. Kuru sıkı laflarla etrafa ‘Haydi! hurra..’ şeklinde kışkırtıcı nutuklarla asla tedhiş önlenemez.
Dedik ya, Osmanlı’da devletin güvenlik ve asayişini temin etmekte birinci derecede sorumlu makam Sultanlık makamıdır. Tabii en üst birim olduğu için birinci derece makamdır diyoruz. Fakat unutmamak gerekir ki yeri geldiğinde başlar baş olmayınca balık baştan kokabiliyor da. Diğer ikinci derece sorumluluk medresenindir. Adı üzerinde medrese, bugünkü anlam da üniversite, zaten eğitim deyince akan sular durulup toplumsal huzura verdiği katkı asayişin sağlanmasında ikinci derece birim olmasına yetiyor. Bir diğer güvenlik açısından öneme haiz üçüncü birim hiç kuşkusuz sipahidir. Su uyur düşman uyumaz misali her an nizamı sekteye uğratacak durumlarda fiili olarak müdahaleye gerek duyulur ki, bunun için sipahi teşkilatı en ideal bir birim olarak çoktan siper alır da. İşte bu derecelendirmelerden anlaşılan o ki; ‘Ulul'emr, eğitim kurumu ve güvenlik birimi’ üçlüsünün kendi içinde uyumuyla birlikte her türden tedhiş hareketinin önüne geçmek mümkündür. Yeter ki, bu üç sacayağı uyum içerisinde olsun, bak o zaman tedhişçiler cirit atabiliyor mu? Allah korusun otorite boşluğunda tedhişçilerin fırsat kollayıp intihar eylemlerine yöneldikleri artık bir sır değil, öyle ki her bir eylem manyağının canlı birer bomba halde hem kendi canını hem de masum insanların canına kıydıkları manzaralar herkesin malumu. Belli ki terazi denge ayarını yitirdiğinde Mısır’ın o korku sembolü terazisi günümüzde intihar ve cinnet tablosu şeklinde karşımıza çıkabiliyor.
Bu güne kadar totaliter ideolojiler insanlığa hep kan, gözyaşı ve korku salmışlardır. İdeolojilerinin yemişi kandır, ilimden bihaber olduklarından stratejilerini eylem üzerine kurgulamışlardır. Bu öyle bir kurgudur ki, örgütün kucağına düşen bir daha iflah olmaz, hele bir insan düşmeye görsün istesen de örgütten çıkamazsın, ağa düşen asla geri dönemez, o artık örgütün talimatlarını uygulamaya adamış canlı bir intihar eylem manyağıdır. Bu yüzden ‘Devrim kanla yazılır’ sloganı sadece kendi dışındakilere değil, örgütten firar edenler içinde ihanetin bedeli olarak kullanılan bir slogandır hale gelir.
Bolşevik ihtilaline baktığımızda o yıllarda ihtilal hasımlarını alt ettikten sonra, bu kez kendi içinde aykırı fikir beyanında bulunanlara gözünü dikip evlatlarını bir bir yer de. Zaten totaliter ideolojilerin huyudur bu, kendi içinde öz eleştiride bulunmak bile örgüte ihanet etmeye yeterli sebep olabiliyor. Gerek Lenin olsun, gerekse Stalin olsun fark etmez pek çok totaliter şeflerin tedhiş psikolojisiyle evlatlarını ihanetlikle suçlayıp kıydıklarını görürüz. Hani her şeyin bir bedeli var denilir ya, aynen öyle de güya kendilerince ihanet gördükleri her ne varsa ona bir bedel ödetebiliyorlar. Hani dedik ya, işte Stalin’in Buharin’e ölümlerden ölüm seç dercesine kendince bedel ödetmesi bunun tipik bir misalidir.
Evet, “ihtilallar evlatlarını yer” sözü yerinde bir tespit. Hatta tespitten öte ihtilallerin cibilliyetinden kaynaklanan ortak mayadır. Bu öyle mayadır ki her tür tedhiş örgütlenmesi evlatlarını bile intihar cinnetine sürükleyebiliyor, adeta artık son vazifeni yap dercesine kimi zaman Alamut kalesinden, kimi zaman Kandilden, kimi zaman okyanus ötesi Pensilvadan uzaktan kumandalı bir şekilde pim çekilebiliyor. Gerçekten bir insan aklını başkalarına teslim etmeye dursun torna tesviye görevi ifa edebiliyor. Tornadan geçebildiysen ne ala, geçemediysen ölümlerden ölüm beğen mantığı devreye girmede gecikmez de. Bakın Stalin kendisi için ihanet gördüğü her ne varsa bedelini kurşuna dizdirmekle ödettireceği Buharin’i son yolculuğuna uğurlarken şöyle der: “Bütün suçlarını itiraf etmeni istiyorum. Hala partiye katkıda bulunmak istiyorsan partiye muhalefet etmenin akıbetini kendi hayatınla gösterirsin.’’ Hakeza PKK tedhiş örgütünün gerçekleştirdiği intihar eylemlerin birinde örgütten çıkmak isteyen bombacı kızın sevgilisine yazdığı mektupta geçen şu ifadelerde manidardır: “Yapamayacağımı anladım… PKK’yı bırakıyorum, sana tavsiyem, sende PKK’yı bırak ve buralarda arama beni.” Aslında her iki itirafta dikkat çeken husus örgütün işine yarayacak ifadelerin söylenilmiş ya da söylenilmeye zorlanılmış olmasıdır. Böylece bu tür itiraflarla tedhiş hareketi kuvvet kazanır da.
Demek ki; tedhişçinin insafı yokmuş. Aman dileyene aman verilmez de. Hele yukarıda anekdot olarak verdiğimiz itiraflar bir yana kendi örgüt elemanının ölümü üzerinden bile örgüte güç kazandırılma hesabı yapılmakta. Her ne kadar örgüt bu durumu dava uğruna yapılan bir eylem olarak nitelese de, gerçekte bunda iç hesaplaşma veya ihanetin bedelini canıyla ödettirme temel amaçtır. Yani örgüte güç kazandırma amacı güdülür.
Velhasıl; Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde efsunladığı gençleri yalancı cennet vaadiyle oluşturduğu ölüm timi intihar hareketlerinden günümüze kadar uzanan paralel tedhiş zinciri, şimdilerde canlı bomba eylemlerine ve sibernetik kumpas intiharlarına dönüşmüş durumda. Ne var ki, şu an bu zavallı sapkın beyinler için Allah ıslah etsin demekten başka elimizden bir şey gelmez.
Vesselam.