PROVOKASYON
PROVOKASYON
ALPEREN GÜRBÜZER
Provokasyon Fransızca bir kelime olup, Türkçe de tahrik ya da kışkırtma anlamında kullanılmaktadır. Yine Fransızca sözcük olan komplo ise gizlice yürütülen plan anlamına gelir. Geçmişten bugünümüze baktığımızda coğrafyamız tam bir kışkırtma cenneti olduğunu söyliyebilirizde.
31 Mart vakası
31 Mart vakası olarak tarihe geçen olayı değerlendirilirken; 31 Mart vakası irtica harekâtıdır deyip kestirip atanlar var. Oysa bu olayın gizli yönü, bir grup insana öncelikle şeriat şeriat diye bağırttırıp şeriatı berhava etmek, sonra da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi olarak gösterdikleri Padişahı devirmek amacı güdüldüğünü pekâlâ anlayabiliriz. 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamid’in uygulamalarına bakaraktan veya Padişahın Meşrutiyeti ilan edip Meclisi Mebusanı açtıktan sonra ülke içindeki problemleri Allah’a ve halkın iradesine havale ederek izlediği politikayla açıklamaya çalışalım. Şöyle bir fotoğraf karesine baktığımızda; ortada sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığını görürüz. Bunun yanısıra, Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği ile kendisini İlahi kadere kendisini teslim etmişliğini görüyoruz. Bu olayda belli ki iki kişi maşa olarak kullanılmış; biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonrada pişmanlığını ortaya koyarak tarihe not düşerde. Hatta 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçılar ve Selim Sırrı ile beraber bu işe kendisininde karıştığını itiraf etme erdemliğini gösterebilmiştir. Rıza Tevfik itiraf etmekle kalmamış Abdülhamit Han’a yaptıklarından pişmanlık duygusuyla ruhaniyetinden yardım dileyerekten birde şiir yazıyor ve dilinden:
“ Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek Ey Koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…”
mısraları dökülüyor. Üstelik bu şiiri yayınladığından dolayı Necip Fazıl yirmi gün hapse mahkûm edilmişte.
Görüldüğü gibi, İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu isteseydi tek talimatla Hassa ordusunun tek tümenine Harekât ordusunu bir darbede bastırabilme imkânı varken, o bunu yapmayıp, sadece sarayda yalnız veya birkaç akraba, ya da harem halkından iki üç kişiyle birlikte kalmayı yeğleyen bir Padişah var karşımızda. Belli ki komplo teori gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılarak bu işin bedeli Padişaha biçilecek ve bu ayaklanan insanlara şeriat isteriz diye nara attırılıp, böylece parti mensupları safdışı edilmesi sağlanacaktır. Gerçektende sahneye konulan planla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkarılan İttihat ve Terakki yanlısı ordu İstanbul’a gelir gelmez ilk evvela havaya kurşun sıkarak olayları bastırır görünümü verir güya. Olayların bastırılması ardından padişah suçlu bulunup tahttan inmesi sağlanır nihayet. Oysa objektif olarak olayları mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok, ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ın başsız askerleri örgütleyip Hassa Birlikleri ile takviye ederek üstesinden geleceği olayı büyük bir soğukkanlılıkla tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertipini başarılı kılmıştır. Bundan dolayı 31 Mart irtica vakası dedikleri ne idiğü belirsiz ucubenin, gerçekte dünyada böylesine az örneği olacak cinsten gülünç, bir o kadar da topluma yutturulmaya çalışılan planlı provakatif hareket diye tanımlayabiliriz. İttihat ve Terakki bununla da yetinmeyip Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den birde fetva kopararak yaptıkları harekete meşruiyet kazandırdıkları gibi oynadıkları oyunu ört bas edecek fetva ile kendilerini garantiye almışlardır. Fetvada geçen iddialara göz gezdirdiğimizde; Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi birdizi ipe sapa gelmez suçlamalar yer alır. Nitekim koparılan fetva ile Ulu Hakan tahttan indirilmiştir. Hatta Harekât ordusu iktidara hâkim olunca ilk iş olarak örfi idare ilan edilir ve olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri her kim varsa kendilerince elebaşı gördükleri masum kişileri darağacında sallandırırlarda.
Ahmet Altan, ‘İsyan günlerinde Aşk’ romanında 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri postmodern darbe olduğunu akıcı uslubuyla gözler önüne seriyor zaten. Dolayısıyla bildik ezberleri bozma adına mükemmel bir eser ortaya çıkarıyor. 33 yıl Hasta adam diye nitelendirilen Osmanlı imparatorluğunu izlediği akıl dolusu diplomatik uluslar arası denge siyaseti ile ayakta durmasını sağlayan Abdülhamit’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu koskoca imparatorluğu kısa süre içerisinde küçülterek Birinci Cihan Harbinin eşiğine getirmişlerdir.
Hâsılı, irtica vakası diye yutturulan olayın bedelini Osmanlı’nın düşüşünü önlemeye cansiparene çalışan padişahı devirmekle, dahası ona isnat etmekle bu sayfayı kapatıyorlar.
Menemen olayları
Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider. Şeyh Paşayı görünce;
—Sizi tanıyamadım der.
Fevzi Çakmak;
—Fevzi kulunuz efendim, duanıza muhtacız der
Erbilli Şeyh;
—İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yar ve yardımcınız olsun der.
Şeyh, Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte inzivaya çekilmiş, sade bir hayatla günlerini etrafındaki dostlarına telkin ve sohbetle geçirmiş.
Yıl 1930. İlk çok partili denemesinin yapıldığı dönem. Bu dönemde Menemen halkı partisini tanıtımı için gelen Serbest Fırka’yı bağrına basarak büyük bir teveccüh göstermiş. Aynı teveccühü Halk fırkasına göstermedikleri gibi ilgi göstermemişler, üstelik yuh çekilerek protesto edilmişler de. Tabiî ki bu duruma fena bozulmuşlardı, ama o sıralar yapacak bir şeyleri yoktu. Çünkü bu bir gönül işiydi, işin ucunda halk vardı. Fakat o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken otellerini önünde dikkat çekici görünümleriyle araçlardan ve otobüslerden inen insanları şaşkın bakışlarla seyrediyorlar. Merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğreniyorlar. Fırsat bu fırsat deyip akıllarına bir hinlik düşüyor o an. Öyle ki Menemende bir olay çıkartılarak yuh çekmenin hem bedelini ödetme hem de Serbes Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi için komplo sahneye koyulur. Daha sonraları bu komplonun kararını bizatihi hadisenin şahitleri olarak ilk meclis üyelerinden Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle bu bilgiyi sızdırdıklarını anlatmışlarda. Plan şu; Menemen de Jandarma Karakoluna karşı mekân olarak cami kullanılacak, kurye olarak da daha öncedende ruh yapısında mehdilik özentisi olduğu bilinen esrarkeş Mehmede bu iş havele edilecek. Nitekim kendisine; camii içindeki minberden yeşil bayrağı eline alarak herkesi bayrağı altında toplayıp; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir” diye nara atarak cihad ilan etmesini ve halk ya da Jandarmadan itiraz edenlere karşı koyan olduğunda kan akıtması talimatıyla yola uğurlanıyor. Bu iş içinde yaptığın işin gereği mükâfat olarak ödüllendireleceği vaadini alarak tam beş kişi ile birlikte yola seferber oluyorlar. Yolculuk esnasında kellesini kurtarmak pahasına bir yolunu bulup sıvışan Çoban Ramazan yol boyunca konakladıkları birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerini de itiraf ederek tarihe not düşmüştür. Hâsılı Çoban Ramazan sıvışeversede diğerleri Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uygulamaya koyuldular bile. Etrafta birşeylerin döndüğünü sezen bir Askeri Şube Reisi, olup biteni anlamak için yaklaştığında esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanlarının; ‘Üzerimize kuvvet gönderin, aksi takdirde Menemen’i kuşatıyoruz’ sözlerine muhatap kalıyor ve adam korku belası oracıktan uzaklaşıyor. Bu arada eylemciler var güçleriyle bağırıp etrafa korku salıyorlardı, hatta nümayiş sesleri çoğalınca olay kışlaya kadar yansırda. Kışlasında bu durumu izleyen Kubilay yanına bir manga askeri alarak olay yerine geliyor ve askere süngü tak emrini veriyor. Sözde Mehdi Mehmed ve arkadaşları o arbede esnasında Kubilay’ın ayağına kurşun sıkınca yere yığılıveriyor. Nitekim Kubilay yerde yaklaşık yirmibeş dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkisilisinden ses seda yok, sırra kadem basmışlardı adeta.
Gerçektende Merkezi hükümetin yetkisini kullanıp da devriye kuvvetini çıkarmaması düşündürücü, belli ki olayın daha da kıvam alması bekleniliyor. Derken sahte derviş kılıklı esrarkeş Mehdi Mehmed elinde ki bıçakla hunharca acımasızca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırıyor. Herşey bitmiş, olanlar olmuş nihayet Alaydan bir bölük olay yerine gelerek etrafı çembere alır, makinalı tüfeklerle ilk kurban iki masum bekçi, ardından esrarkeş Mehdi Mehmed ile arkadaşları taranarak can verirler oracıkta. Sonrası malum; Menemendeki olay Türkiye çapında büyütülerek irtica avına dönüşür. Nasıl mı? İlk başta seksen yaşına girmiş Erbilli Şeyh Esad Efendi’den başlanılır işe. Bursa Adapalas Otelinde başlayan kurgu gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemen’e sevk edilerek hapsedeliyor. Hastalığı nüksettiğinde ise Askeri Hastahane’ye kaldırılıyor. Artık yaş doksanın üzerindedir, yaşlı adamın kanunen idamı sözkonusu olamayacağına göre, ansızın hastahanede ölmesi akıllarda hep acaba oldubitti ile zehirli enjeksiyonla mı öldürüldüğü kuşkusuna yol açar da.
Bu arada meşhur Muğlalı Mustafa Paşa da boş durmuyor, o da Menemen olayları ile irtibatlandırdıklarından sadece 37 kişiden 28’ini idam cezasına çarptırarak darağacında sallandırıyordu. Tarihe Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek bilinmez, ama şu bir gerçek ki ilk çok partili denemesine son vermek için girişilen bir provakatif eylem olduğu besbelli. Ki, etraf süt liman olduktan sonra tek parti ile yola devam etmenin kararı alınması bu durumu teyid ediyor zaten. Derken amaçlarına bu yolla ulaşmışlardır. Böylece çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak muhtemel tehlikeden kendilerince arınmış oldular nihayet.
Kürt İsyanı
Tarihçiler Meşhur Şeyh Said isyanının Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bu meseleyle oyalanarak bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri adamları Şeyh Said’den istemeleri üzerine başladığını ileri sürerler. Hakeza akl-ı selim tarihçiler Şeyh’in gelenlere kibarca; ‘Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı neticesinde, bir dizi olaylar ta Diyarbakır’a kadar kontrolden çıkarak hızla ülke gündemine oturtulan provokatif eylem olduğunda hemfikirlerdir. Türkiye kendi halkına bu olayın Kürt isyanı olarak ima ederken dışarıya karşıda irtica eylemi olduğunu açıklamaya çalışırken bu arada petrol bakımdan iki önemli Musul ve Kerkük’ün de kontrolü elimizden kaçırıyoruz. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt isyanı diye sahneye konulan olayın perde arkasında gizli amaç aslında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileridir. Türkiye’de bugünde Türk-Kürt çatışması çörüklenerek yeni bir provakasyon devreye sokulmuş durumda. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar istihbaratta çalıştığı söylentisi ister istemez akıllara kuşku veriyor, olayların daha çok asker ile örgüt arasında cerayan etmesi, ülkemizin ömründen 25 yılı aşkın süre çaldığını ve otuzbin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin hala devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belkide bir özeti sayılır. Objektif olarak düşündüğümüzde PKK’nin Kürt devleti kurması mümkün görünmüyor, kurmaya kalkışsada Barzani ve Talabani mani olur, hatta Sam amca izin vermez, dahası İran ve Suriye geçit vermez.
Bir zamanlar ana dilde konuşmanın ve Kürtçe şarkı söylenmenin yasak olduğu dönemden, yasakların kalktığı dönemine girdiğimiz sancılı süreç içerisinde Ahmet Kaya’da andıçlanarak doğup büyüdüğü topraklardan sürgün ediliyor. Fakat o; ‘Beni ölürken değil, yaşarken anlayın’ diyerek yabancı topraklarda ölmesi düşündürücüdür. Gerçekten o bir zamanlar sağcısından solcusuna kadar her kesimden müziğini dinletmeyi başararak farklılıkları aynı müzik platformunda bir araya getirdiği halde etkin güç tarafından Kürtçü ve bölücü yaftasından kurtulamadan bu dünyadan uzak diyarlarda ülkesine küserek kelebek misali veda ederek bu dünyadan göçeder.
Türkçüler-Nurcular
Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetleri suç kapsamına alınarak aralarında genç bir subay olan Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 milliyetçilik olayları zorlu geçmiş ve genç Türkçülerin tabutluk denen hücrelerde hapsolunmalarına neden olmuş, ama mahkemelerde uzun süren sorgulamalar sonucunda ergeç adalet yerini bulup beraatlerine karar verilmek zorunda kalınmıştır.
Yine Risale Nur önderlerinden Said-i Nursi’nin iman hakikatleri üzerindeki faaliyetleri mercek altına alınarak uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda nurcu avına dönüştürülmüştür. Öyleki, 27 Mayısın ardından Said Nursi’nin mezarı bilinmeyecek şekilde ölüsünden bile endişe edilerek gizli gizli defnedilmiştir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçüsü ile ne de Nurcusu ile barışık kalmayı beceremiyorlar, aksine düşman ilan ediliyor her kesim. Oysa hasım ilan ettikleri davalarına daha da sıkı sarılarak çemberlerinin genişlemesine yardımcı olmuş oluyorlar. Nitekim geldiğimiz nokta itibarıyla gerek Türkçülük damarından gelen ülkücü kesimle Risale-i nur çizgisinden gelen bir nur cemaat tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye gelebilmişlerdir.
Darbeler
Türkiye’de her on yıl içerisinde darbe yapılması da provakatif eylemlerin sonucu ortaya çıkmıştır. Tek parti iktidarının milli şef uygulamaları milleti canından bezdirmişti. Hatta ezanı bile orjinal halinden uzaklaştırıp Türkçe okunmasını sağlayan CHP’yi seçimlerde sandığa gömerek tek başına iktidara gelen Menderes vardır karşımızda. O ülke içinde rahatlama getirdiği gibi tekrar ezanı iade-i itibar kazandırmışta. İşte bu durumu hazmedemeyenler değişik entrikalarla 27 Mayıs ihtilalin eşiğini getirerek Necip Fazılın ifadesiyle pamuktan örülü hükümete darbe yaptırılarak devrin Başbakanını idama kadar götürecek gelişmelere sebep olmuşlardır.
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi kişileri kovalarcasına soğuk savaş döneminin o ürkütücü psikolojik ortamından istifadeyle vatan hain ilan edip ülke genelinde gerilim yaratılarak 12 Mart gerçekleştirilir. Hakeza 12 Eylül 1980 darbesi de Kenan Evren’in NATO kontrolünde şartların tam olgunlaşmasıyla sahneye konulmuş bir ihtilaldir.12 Eylül öncesinde gizli bir el ülkücülerle solcu grupları karşı karşıya getirerek her iki tarafı da temizleme yoluna gidilmiş. Zira ortalık süt liman olduktan sonra bir mermiden yola çıkılarak kriminal incelemeler neticesinde aynı silahın hem ülkücülerden hemde solcu gruplardan birçok insanı öldürdüğü ispatlandı da.
Aman Allah’ım! Neydi o günler. O günlere şöyle göz gezdirdiğimizde ilginç anekdotlarla karşılışırız. Malatya Bağımsız Belediye Başkanının bombalı suikasta kurban gitmesi, o günün iktidar sahiplerinin peşin yargılarla olayın MHP taraftarlarının işlediği yalanını ortaya atarak olayları önlemede ki zafiyetine kılıf olarak ortaya atması, ardından Türkeş’in suçlamalar karşısında; ‘Bu iddialarını ispat edemeyenlerin dünyanın en alçak ve şerefsizidirler’ şeklindeki karşı tavrı kulislerde yankı bulmuştu. Yine Kahramanmaraş olayları öncesinde ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı ülkücü görüşlü filim sahne alırken, bir anda sinemada patlak veren bomba ile saman alevi misali dalga dalga büyüyen olayların başlamasına şahit oluruz. Dahası zamanın İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in bu olayları daha araştırmadan, incelemeden peşin hükümle aralarında Ökkeş Şendiller’in de bulunduğunu iddia ederek faturayı ülkücülere kesmesi MHP’nin sabrının sınanmasına neden olmuştu. Fakat 12 Eylülden sonrası Ökkeş Şendiller ‘Kahramanmaraş olayları’ isimli eseri ile olayların gerçek yüzünü aydınlatarak tarihe not düşmüştür. Ki; MHP o yıllarda yirmi bini aşkın ülkücünün olayların üstlenmesi için işkence gördüklerini ispatlayan işkence dosyasını hükümete vererek parti binasının önüne siyah çelenk koyarak protesto etmişlerdi. Ecevit’in ikide bir her olayın ardında televizyonlarda kendi tabiriyle faşist dediği ülkücüleri hedef alması ortamı daha da işinden içinden çıkamaz hale getiriyordu. Türkeş’in Ecevit’in tam aksine ülke üzerinde oyanan oyunları bozmak adına birlik beraberliğe çağrı anlamında gönül seferberliği mitingleri düzenlemesi yüreklere su serpiyordu, ama gönül seferberliği çağrısı devletin derin koridorlarında pekte inandırıcı bulunmadı. Çünkü hükümet iktidar olmanın avantajı ile üzerindeki suçlu psikolojisini birtakım manevralarla manüpüle ederek şalvoyu atlatmanın hesabını yapıyordu habire.
Bilindiği gibi, MC hükümeti zamanında Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ve genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek ile birlikte kaçakçılığa karşı yürüttükleri başarılı icraatleri göz doldurmuştu, ama pahalıya mal olmuştu. Hakeza Gün Sazak hayatına mal olacak başarılı icraatların neticesinde menfur bir şekilde hunharca katledilmiştir. Ki; Gün Sazak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez kaçakçılığın canına ot tıkayarak adeta sınırda kuş uçurtmayacak kadar mücadele örneği vermiş dürüst bir şahsiyetti. Gün Sazak’ın öldürülmesi ardından Türkeş’in soğukkanlılığı devreye giriyor ve yine o bildik sükûnete davet çağrısıyla çıkması muhtemel olayların önüne set çekmiştir. Ancak Gün Sazak’ın ölümünden sonra gerek otel odalarında gerekse motel odalarında pazarlıklar sonucu milletvekili transfer edilerek MC hükümeti düşürülmüştür. Kelimenin tam anlamıyla hükümet kaçakçılara aman vermeyen Gün Sazak ve ekibi yüzünden düşürülerek tekrar Ecevit’e teslim edilmiştir. Ecevit Hükümeti kabinesinde Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı gibi yolsuzlukları ile tescillenmiş milletvekillerine yer vermesi ta baştan hükümetin ne maksatla kurulduğunu belli etmesine yetti bile. Kurulan hükümette bakanlık görevinde yer alarak, görevini suistimal ederek çıkar sağlayan bu iki bakan iktidarın devrilmesiyle mahkûm edilerek tarihe kara leke olarak geçmiştirler. 12 Eylül öncesi bitmek bilmeyen olayların ardından gelen darbe ise işin tuzu biberi oldu. 11 Eylül öncesine kadar devam eden olayların 12 Eylül’le birlikte bıçaktan kesilir gibi biranda durmasının izahı hala bugün hafızalarımızda silinmedi. Ne oldu da sihirli bir el marifetiyle olaylar hız kesti. Beşyılı aşkın süren meşhur MHP davası ve devrimci fraksiyonları aynı terazinin kefesine koyarak mahkemelerde yargılandılar. O davalardan yargılanıp da daha sonra tekrar milletvekili ve idareci konumuna gelen bir sürü insan var. 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’in Türkeşin beş yıl hapis yattıktan sonra çıktığında hiç birşey olmamış gibi el sıkışmaları düşündürcüdür. Her nedense Türkeş’in kendi tabanını göz ardı ederek laiklik mitingine önderlik etmesi, Abdullah Çatlı ve arkadaşlarına sahip çıkmaması gibi tavır değişiklikleri ülkücü camiada hayal kırıklığına yol açan kırılmalara neden oldu. Demek ki suçlu addettikleri insanlar bugün memleketin kaderi için tehlike teşkil etmiyormuş. Peki, bu durumu bunca can kıyıldıktan sonra anlaşılmış olsa da akan kanların vebali nasıl ödenecek, hiç düşünüldü mü acaba?
12 Eylül sonrası iktidara gelen Özal’la birlikte Türkiye yeni birdöneme girerek dışa açılmayı başarabilmiştir. Bu dönemde dindar insanların çoğalmasından rahatsızlık duyan zinde güçler gerek Özal’ın parti kongresinde konuşurken ansızın kurşuna hedef olması, gerekse 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu’nun arabasına konan bombanın patlamasıyla Ankara caddelerine dökülen kitlelerin; ‘Mollalar İran’a, Türkiye Laiktir Laik kalacak’ sloganlarına sahne olması, bilerek ya da bilmeyerek Türkiyenin huzuruna kurşun attıklarını farkında bile değillerdi. DGM savcısına bombayı kimler attığını sorduklarında; ‘Onlar bilinmez’ diye cevap vermesi manidardır. Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu ısrarla cinayetin gizli bir el tarafından işlendiğini defalarca söylemesine rağmen dikkate alınmadı. Olaylardan ibret almamanın bedelini Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok gibi insanlarımıza yönelen bombalar ve susmayan silahlardan anlıyoruz. Belli ki Türkiye’nin laiklikten ödün verip aşırı sağ çizgiye kaymasını önlemeye yönelik batılı gizli istihbarat kaynaklı provakatif eylemdi. Tıpkı birzamanlar Atatürk heykellerine saldırılar düzenlenerek Laik Kemalist kesimin bir tehlike karşısında kenetlenip toparlanmasına yönelik büstleri çekiçle kırdırarak ‘Yobazlar harekete geçti’ lafını zihinlere kazımaktaki çabalarda gözüktüğü gibidir durum. Bütün bu filimi tekrar tekrar Türkiye’ye sık sık seyretmemize rağmen oyuna düşmekten kurtulamıyoruz. İtalya’daki gibi temiz eller operasyonuna benzer harekete benzer bir güç devreye giripde bağırsaklarımızı bir türlü temizliyemiyoruz. 28 Şubat’ın diğerlerinden tek farkı Batı Çalışma grubu, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Aczimendi, andıçlama vs. gibi unsurları oldukça zengin vitrini ile tasarlanmış postmodern darbe niteliği taşımasıdır. Hep biz bu filmi seyrettik dedittirecek türden olan bu senaryoyu çizenler kadar aktörleri ve kullananları da toplumca tanınmış meşhurlar üzerine kurulu sürecin adıdır 28 Şubat. Topluma yönelik mühendislik planını bağrında taşımasıyla, hatta hala günümüze kadar izleri devam eden en ağır darbe diyebiliriz. Çünkü 28 Şubata direnenleri silindir gibi ezdiler, yalakalığını yapanlarıda rezil rüsvay eden bir toplumsal sancı doğuran özelliği ile siviller üzerinden gerçekleşmiş bir darbedir. Olay öncesi birtakım kültürel etkinlikler bahane edilerek daha önceden pişirilip boza haline getirilerek Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak can vermesi, Susurluk’ta kamyon kazasıyla ortaya çıkan, birbirinden farklı fikre sahip aralarında Abdullah Çatlı ve bir milletvekilinin de bulunduğu arabada çıkan silahların varlığını görmezden gelip faso fiso diyen hükümetin bariz hatalarını da eklersek, Laiklik -gericilik eksenli provokasyonların sonucunda İmam Hatiplerin önünün kesilmesi, iktidarın düşürülmesi gerçekleşebilmiştir. Bunca kıyıma rağmen 28 Şubat’ın mazlumları bugün ülke yönetimin başında. Bu ne perhiz bu ne lahana demezler mi adama, nasıl izah edilebilir ki bu olay.
Türkiye ekonomik krizin ardından işbaşına gelen Tayyip Erdoğan hükümetiyle krizin yaralarını sarmış, Avrupa Birliğine giden yolda önemli adımlar atılmışken, tam rahat nefes almayı gerçekleştirme noktasında iken Danıştaya yönelik girişilen eylemle yeniden birilerinin düğmeye bastığını bizlere hatırlattı. Danıştay eylemini ters yüz gösterip irtica hareketi olarak takdim etmeye başladılar, ama hevesleri kursaklarında kalacak gelişmelerin aydınlattığı ilk gelen bilgilerden devlet içinde ya da dışında çöreklenmiş Ergenekoncu çetelerin varlığının tespiti, yeniden provokasyonların bitmeyeceğini gösterdi bizlere. Bu arada Şemdinli olayının örtbas edilerek savcının askerle bağlantılı noktalara değinmesinin ardından görevinden açığı alınması ümidimizi söndüren gelişmeler olarak kayda geçti. Kendini devlet yerine koyarak fütursuzca gözünü kırpmadan eylem yapma yetkisi görenler maalesef yarınlarımızı karartıyorlar. Enson Danıştaya girişilen hunharca saldırının asıl amacı cumhurbaşkanının mevcut hükümet tarafından seçilmesine önlemeye yönelik aynı zamanda hükümeti düşürmeye yönelik bir eylem olduğu gayet açık. Tarih bunu olayla ilgi elde edilen bilgilerle böyle yazacak, bu böyle biline. Aklın yolu bir çünkü. Maalesef Türkiye’de her şey normal seyrinde devam etmiyor, hep birileri aydınlığa taşıyor, birileride takoz görevi yaparak yolumuza devam ediyoruz. Bakalım böyle giderse nereye varacağız.
Velhasıl; kominist, ülkücü ve milli görüşçü diye suçladıkları insanlar Türkiye’yi yönetiyor, o halde ülkeyi yönetmek için illada düşman ilan edilmek mi gerek.
Vesselam.
dedekorkut1
13 Ağustos, 2016 - 12:08
Kalıcı bağlantı
PROVOKASYON
PROVOKASYON
ALPEREN GÜRBÜZER
Provokasyon Fransızca bir kavram olup, dilimizde tahrik etmek ya da kışkırtma anlamında kullanılmaktadır. Fransızca komplo kavramı ise gizlice yürütülen plan anlamına gelir. Her neyse provokasyon ya da komplo farketmez dünden bugüne baktığımızda bu topraklarda provokatif kaynaklı hadiselerin hiçte eksik olmadığı görülür.
31 Mart vakası
Bakın, birtakım aklı evveller tarihte yaşanan şu meşhur 31 Mart vakasını incelemeden hemen irtica harekâtı olarak kestirip atabiliyorlar. Oysa bu olayın perde arkasına baktığımızda, bir grup insana öncelikle 'şeriat, şeriat' diye slogan attırıp sonrasında şeriatı berhava etmek gayesi güdüldüğü, en nihayette yine şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi padişahmış gibi gösterilip tahtından indirilme amacı güdüldüğü anlaşılıyor. Madem öyle, 31 Mart vakasının bir irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdulhamid’in uygulamalarına bakaraktan ve padişahın Meşrutiyeti ilanının akabinde Meclisi Mebusan'ı açıp ülke içindeki problemleri Allah’a ve halkın iradesine havale ederek izlediği politikayla açıklamaya çalışalım. Gerçektende fotoğraf karesine baktığımızda; ortada sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığını görürüz. Bunun yanı sıra, Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak adına ilahi kadere kendisini teslim etmişliğini görürüz. Bu olayda besbelli ki iki kişi maşa olarak kullanılmış; biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonradan pişmanlığını dile getirip tarihe not düşmüşte. Hatta 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçılar olduğunu ve Selim Sırrı ile beraber bu işi yürüttüklerini itiraf etme erdemliğini de göstermiştir. Hatta Rıza Tevfik itiraf etmekle kalmamış Abdülhamit Han’a karşı yaptıklarından pişmanlık duyaraktan ruhaniyetinden himmet dileyip şöyle bir şiir döktürmüştür:
“ Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek Ey Koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…”
İşte bu mısralar her şeyi anlatmaya yeter artar da. İlginçtir bir de bu işin bir başka tuhaf yanı var ki, cumhuriyet döneminin ileriki yıllarında Necip Fazıl’ın bu şiiri yayınlamasından dolayı yirmi gün hapse mahkûm edilmiş olmasıdır.
Herneyse şu bir gerçek Abdulhamit Han isteseydi İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu bu komployu Hassa ordusunun tek bir tümenine vereceği talimatla üstesinden gelebilirdi, ama o böyle yapmayıp sadece sarayda aile efradından birkaç akraba, harem halkından iki üç kişiyle birlikte kaderiyle baş başa kalmayı tercih etmiştir. Böylece Harekât ordusuna gün doğup komplo saati işlemeye başlar da. Öyle ki; İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılarak sanki bu işi padişahın tertiplediği izlenimi verilecektir. Sonrası malum, provoke edilmiş bir kısım insanlara 'şeriat isteriz' diye nara attırılıp parti mensuplarının saf dışı edilmesi sağlanacaktır. Gerçekten de sahneye konulan sinsi plan gereği 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkarılan İttihat ve Terakki yanlısı Harekât ordusu İstanbul’a geldiğinde ilk iş olarak havaya kurşun sıkıp güya olayları bastırır görünümü vermek olmuştur. Böylece bu görünümle maksat yerini bulduktan sonra padişah suçlu ilan edilip tahttan inmesi sağlanır. Oysa ortada ne ayaklanan ne ayaklandırılmış grup vardır, tamamen sinsi planlanmış bir hadise olduğu fark edilir. Kaldı ki, Ulu Hakan’ın başsız askerleri Hassa Birlikleriyle takviye ederekten örgütleyip üstesinden geleceği olayı büyük bir soğukkanlılıkla tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertibini başarılı kılmıştır. İşte bu yüzden 31 Mart irtica vakası dedikleri olayın, aslında dünyada böylesine ender rastlanan cinsten topluma yutturulmaya çalışılan planlı provakatif bir hareket olarak görürüz biz. Nasıl provakatif hadise olarak görmeyelim ki, baksanıza İttihat ve Terakki güruhu bunlada yetinmez Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den fetva koparır da. Böylece oynadıkları oyunu örtbas edecek fetvayla kendilerini garantiye almış olurlar. İlginçtir fetva mı, ültimatom mu doğrusu şaşmamak elde değil, işte o malum fetvada Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını tahrif etmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi bir dizi ipe sapa gelmez suçlamaların yer aldığını görürüz. Değim yerindeyse ismarlama yazılmış bu fetvayla Ulu Hakan tahttan indirilir. Artık iktidarda Harekât ordusu vardır. Tabii ilk icraatları örfi idare ilan etmek olur, sonrası malum olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri her kim varsa veya kendilerince elebaşı gördükleri masum kişileri darağacında sallandırmak olacaktır. İşte bu noktada ister istemez Ahmet Altan'ın, ‘İsyan günlerinde Aşk’ romanını hatırlarız. Yazar bu romanında 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri post modern darbe olduğunu akıcı üslubuyla dile getirdiği gibi bildik ezberleri bir şekilde bozmuş olur. Ancak ne var ki Ahmet Altan'ı 17-25 Aralık Paralel Çete İhanet örgütünün yaptıkları karşısında aynı duyarlılığını göremiyoruz, adeta sırra kadem basar bir hale bürünür.
Her şey post modern darbeyle sınırlı kalsa yine gam yemeyiz, İttihat Terakki güruhu iktidarında Osmanlı imparatorluğu I. Cihan Harbinin eşiğine sürüklenir. Tabii bu noktada hasta yatağında can çekişen Osmanlıyı izlediği akıl dolusu denge siyasetiyle 33 yıl ayakta kalmasını sağlayan Abdülhamit Han farkı ile Osmanlıyı I. Cihan Harbin eşiğine sürükleyip imparatorluğun yıkılmasına vesile olan İttihat Terakki arasındaki farkı görmek gerekir. Görelim ki, tarihte irtica vakası diye yutturulmaya çalışılan bu olayın sorumlusu ilan ettikleri padişahı devirmekle Osmanlının hızla çöküşünün zeminini hazırlandığı fark edilmiş olsun.
Menemen olayları
Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider. Şeyh Paşayı görünce;
— Hayrola, sizi tanıyamadım der.
Fevzi Çakmak;
—Efendim Fevzi kulunuz (hizmetkârınız), duanıza muhtacız.
Erbilli Şeyh;
—İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yar ve yardımcınız olsun deyip öyle uğurlar.
Bilindiği üzere Şeyh, Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte kendi kabına çekilerek mütevazı bir hayatı kendine düstur edinip günlerini etrafındaki dostlarına hoş sohbetle ederek geçirmiş bir zattır.
Tarihler 1930'u gösterdiğinde önemli bir gelişme yaşanır ve geçte olsa çok partili sistem denemesi dönemine şahit oluruz, işte bu ilk deneme girişimi toplumda heyecan uyandırmaya yetmiştir. Nitekim Menemen halkı partinin tanıtımı için gelen Serbest Fırka’yı bağrına basıp büyük bir teveccüh gösterir de. Fakat aynı teveccüh Halk fırkasına gösterilmez, üstelik yuh çekilip protesto edilirler de. Tabiî ki bu duruma fena bozulmuşlardı, sonuçta bu gönül işi halkla karşı karşıya gelmek doğru olmazdı. Fakat ne ilginçtir o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konakladıklarında otellerinin önünde kalabalık kitle halde araç ve otobüslerden inen insanlara dikkat kesilirler. Merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerinin cevabını alırlar. İşte fırsat bu fırsat deyip o an akıllarına bir hinlik düşer. Öyle ya siz misiniz bizi yuhalayan; Menemende kendilerine hem yuh çekmenin bedelini ödetme, hem de Serbest Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi noktasında komplo sahneye koyulur. Peki, bunun bir komplo olduğuna deliliniz nedir denildiğinde cevaben deriz ki; bir zaman sonra bu komplo kararının ilk meclis üyelerinden Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil'in o toplantıda hazır bulunup edindikleri bilgileri dile getirmelerinden biliriz elbet. İyi ki de o toplantıda hazır bulunmuşlar, böylece hadisenin ilk şahitleri olarak tarihe önemli bir ayrıntıyı not düşmüş oldular.
İşte o malum sinsi plan şu;
Yer; Menemen,
Mekân; Jandarma Karakolu karşısında ki cami,
Kurye ise daha önceden ruh yapısında mehdilik özentisi olduğu bilinen esrarkeş Mehmet. Evet, yanlış duymadınız esrarkeş bir adamdan söz ediyoruz, asla dini bütün bir adam değil, maalesef bu iş esrarkeşe havale edilir. Ve bu iş ona havale edildiğinde bilhassa kendisine cami içindeki minberden yeşil bayrağı eline al talimatı verilmesinin yanı sıra “sancağın altına girmeyen kâfirdir” sloganı eşliğinde cihad ilan etmesini, halktan ya da Jandarmadan birileri karşı koyan olduğunda ise derhal gözünün yaşına bakmaksızın kan akıtması öğütlenir. Derken bu işin karşılığında verilecek taahhüt her neyse onun da garantisi alınıp beş kişiyle birlikte yola koyulurlar. Ancak yolculuk esnasında çoban Ramazan o an ne düşünüyorsa kellesini kurtarmak pahasına bir yolunu bulup işin içinden sıyrılmasını bilecektir. İyi ki de sıyrılmış, çünkü yol boyunca konakladıklarında o'nun birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerine dair itirafları tarihe not düşmek bakımdan önemli delil oluşturacaktır. Tabii Çoban Ramazan işin içinden sıyrılsa da diğer arkadaşları yola devam edeceklerdir. Nitekim arkadaşları Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planları harfi harfine uygulamaya koyulurlar da. Şöyle ki;
Bir Askeri Şube Reisi etrafta bir şeylerin döndüğünü sezdiğinde, olup biteni anlamak için esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanının yanlarına geldiğinde; ‘üzerimize kuvvet gönderin, aksi takdirde Menemen’i kuşatıyoruz’ sözlerine muhatap kalır. Tabii adam şube reisi de olsa korku belası oracıktan derhal uzaklaşır. Adam oradan uzaklaşa dursun provakatörler var güçleriyle bağırmayı ihmal etmeyeceklerdir. Sadece bağırmak mı, bu arada etrafa korku ve dehşette salarlar. Zaten bağırmalar, korku ve dehşet salmalar derken bunun yankısı şehrin hemen ötesinde kışlada duyulur da. Elbette ki; asker bu bağrışmalara sessiz kalamazdı. Derhal, Kubilay kışlasında bir manga askeri birlikle olay yerine gelip askere süngü tak emri verir. Artık nefesler tutulmuş şartlar oluşmuştu, derken o arbedede sözde Mehdi Mehmed ve arkadaşları Kubilay’ın ayağına kurşun sıktıklarında yere yığılacaktır. Evet, yere yığılmıştı ama bir Allah’ın kulu çıkıpta mudahale etmez, hadi bu neyse de Kubilay yerde yaklaşık yirmi beş dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkilisinden görünürde bir adamın olmamasına ne demeli, sırra kadem basmışlardı sanki. Besbelli ki olayın kıvam alması beklenmekte. Ve bu arada sahte derviş kılıklı esrarkeş Mehdi Mehmet elinde ki bıçakla hunharca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırır da. Ne de olsa her şey bitmişti, madem öyle artık alaydan bir bölük olay yerine gelebilirdi, nihayet zahmet buyurup geldiklerinde güya olaya müdahale eder görünümü bir hava vererek önce etrafı çembere alınır, sonrasında ise malum makineli tüfeklerle iki masum bekçi, akabinde esrarkeş Mehdi Mehmed ve arkadaşları taranıp oracıkta can verirler. Tabii Menemen hadisesi Menemenle sınırlı kalmaz Türkiye çapında irtica avına dönüşen bir boyut kazanır. Nasıl mı? İlk başta 80 yaşına girmiş Erbilli Şeyh Esad Efendi’den işe başlanılır. Nitekim Bursa Adapalas Otelinde start verilen kurgu gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemen’e sevk edilip hapsedilir. Hastalığı nüksettiğinde ise Askeri Hastane’ye kaldırılır. Artık yaşı doksan üzerindedir, dolayısıyla yaşlı adamın kanunen idamı söz konusu olamazdı. İlginçtir idamı mümkün olmasa da ansızın hastanede ölmesi acaba oldubittiye getirilip zehirli enjeksiyonla mı öldürüldü kuşkusu akla düşürmüyor da değil, üstelik bu kuşku hala hafızalardan giderilmişte değildir.
Bu arada meşhur Muğlalı Mustafa Paşa'da boş durmaz, o da kendince Menemen olaylarıyla irtibatlı gördüğü 37 kişiden 28’ini idam cezasına mahkûm ettirip darağacında sallandıracaktır. İşte tarihte yaşanan bu hadisenin bir irtica olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu diye herkes tartışa dursun bizim açımızdan şüphe götürmeyecek derecede; çok partili denemesine geçişe son vermek için girişilen bir provakatif harekettir. Nitekim Menemen hadisesi durulup etraf süt liman olduktan sonra tek partili hayatla yola devam etmenin kararı alınması bizim gibi düşünenlerin tezini teyit ediyor. Meğer bunca kan, bunca uğraş amaçlarına ulaşmak içinmiş. Böylece halkın desteğiyle çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak kendilerince muhtemel tehlike addettikleri engelden arınmış olurlar.
Kürt İsyanı
Akl-ı selim sahibi tarihçiler, ikide bir bize Şeyh Said isyanı diye lanse edilmeye çalışılan hadisenin aslında Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin etki gücünü kırmaya yönelik tezgâhlanmış bir hareket olduğunda hem fikirdirler.
Evet, Türkiye'yi petrolden uzak tutmak için bir şekilde oyalamak gerekirdi, ama nasıl? İşte jandarmanın izini sürdüğü adamları bir köyde düğün esnasında Şeyh Said’den istemeleri üzerine başlayacak plan zinde güçlerin imdadına yetişir de. Öyle ki; Şeyh’in gelenlere kibarca ‘Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ istirhamına karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı neticesinde Diyarbakır’a uzanacak kadar bir dizi provokatif olaylar kontrolden çıkıp hızla ülke gündemine oturur da. Oturdu da ne oldu derseniz, Türkiye olarak kendi halkına bu olayın Kürt isyanı olarak lanse ederken dışarıya karşıda bir irtica hareketi diye açıklamaya çalışır. İşte içe başka dışa başka verilen mesajlar eşliğinde petrol bakımdan iki önemli ilimiz Musul ve Kerkük’ün kontrolü elimizden çıkmış olur. Meğer 1925 yılında patlak veren Kürt isyanı olarak nitelendirilen olayın perde arkasında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileri yatmaktaymış. Hatta bu olayın üzerinden çokca zaman geçmesine rağmen şimdi daha iyi anlıyoruz ki Türkiye’de Türk-Kürt ayırımı oluşturularak otuz yılı aşkındır sabah akşam yatıp kalkıp güneydoğu meselesiyle uğraşıyoruz hala. Hele PKK elebaşçısı Abdullah Öcalan’ın eşinin Milli İstihbarat Teşkilatında çalışmışlığı ister istemez akıllara kuşku düşürüyor. Hadi kuşkulanmaktan vazgeçtik diyelim peki ya 28 Şubat sürecinde devam eden PKK eylemlerinin halkla örgüt arasında değil de, asker ve örgüt arasında cereyan etmiş olmasına ne demeli. Hele o günün kimin eli kimin cebinde belli olmayan olağanüstü şartlarda Ergenekon-kontr ya da Hizbi-kontr tartışmalarını bir kenara koyduğumuzda sonuçta kim kimle iş tutmuş ya da tutmamış fark etmez şurası muhakkak terörün ülkemizin ömründen otuz yılı aşkın bir süre çaldığı, bunca insanın ölümüne neden olan bir sürecin hala devam ediyor olması gerçeğini değiştiremeyecektir. Besbelli ki Türk-Kürt kardeştir ruhunu bu ülkede hâkim değer kılmadığımız sürece bu tür kuşkular giderilemeyecektir. Zaten meseleyi objektif kriterler açısından ele alıp kiritik ettiğimizde PKK’nın Kürt devleti kurması pek mümkün görünmüyor, kurmaya kalkışsa da buna Sam amca, Barzani ve Talabani izin vermez, bu arada İran ve Suriye'de geçit vermez, o halde durduk yere Kürt kardeşlerimizle papaz olmaya ne gerek var ki.
Türkiye'de kanayan bir yara haline gelen bu mesele halkımızdan tutunda, aydın, asker ve sanatçısına kadar hemen her kesimi yakından ilgilendiren bir süreç yaşıyoruz. Düşünsenize ana dilde konuşma ve Kürtçe şarkı söylemenin yasak olduğu dönemlerden yasaksız döneme geçiş sürecinde yine birileri boş durmayıp düğmeye basıp Ahmet Kaya, onuncu yıl marşı eşliğinde çatallar kaşıklar tabaklar havada uçuşur halde protesto edilerek doğup büyüdüğü topraklardan sürgün edilebiliyor. Evet, geçiş süreçleri hep böyle sancılı geçmiştir. Zaten Ahmet Kaya'nın; ‘Beni ölürken değil, yaşarken anlayın’ şarkı sözleri sürgün olduğu topraklarda öldüğünde daha da bir anlam kazanır. Nasıl anlam kazanmasın ki, o dillendirdiği müziğiyle sağcısından solcusuna farklılıkları aynı müzik platformunda bir araya toplayabilmiş bir sanatçımızdır. Ama ne var ki Türkiyede yaşadığı sırlarda karanlık zinde güçler tarafından Kürtçü ve bölücü yaftasıyla kanadı kırık bir kuş misali sürgün halde son nefesini uzak diyarlarda tamamlayıp öbür âleme göç edecektir.
Türkçüler-Nurcular
Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetleri suç kapsamına alındığında aralarında genç bir subay Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 milliyetçilik olayları sancılı geçip birçok Türkçü gencin tabutluk denen hücrelerde hapsolunmalarına neden olacaktır. Neyse ki, mahkemelerde sorgulamalar sonucu adalet yerini bulup beraatlarına karar verilir.
Peki ya Nurcular? Malum, Risaleyi Nur eserleriyle adından söz ettiren Said Nursi'nin iman hakikatlerine yönelik tüm faaliyetleri mercek altına alınıp uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda Nurcu avına dönüşür. Öyle ki, 27 Mayısın ardından Said Nursi’nin ölüsünden bile endişe edilip mezarının kimsenin bilemeyeceği bir yere defnedilir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçüsüyle ne de Nurcusuyla barışık kalmışlar. Kendileri dışında her kesim onlar için düşmandırlar. Oysa düşman ilan ettikleri insanların kökü kazınmıyor, bilakis davalarına daha da sımsıkı sarılıp çemberlerinin genişlemesine yardımcı olunmuş olunuyor. Nitekim geldiğimiz nokta itibarıyla gerek Türkçülük damarından gelen ülkücü kesimle, gerek Risaleyi Nur çizgisinden gelen FETÖ ihanet örgütü hariç tüm nur cemaatlerinin kolları tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye gelebilmişlerdir.
Darbeler
Türkiye’de her on yılda bir darbe yapılması içte ve dışta tezgâhlanarak ortaya konan provokatif eylemlerin bir neticesidir. Malum, tek parti iktidarının milli şef uygulamaları milleti canına tak dedirttirecek cinsten uygulamalardı. Halkımızı canından bezdirenleri tahmin etmişsinizdir, şüphesiz ki minarelerimizde tarih boyunca hoş seda okunan ezanı orijinal halinden uzaklaştırıp Türkçe okunmasını sağlayan CHP'den söz ediyoruz. İşte sözünü ettiğimiz böyle bir partiden milletimiz öyle bunalmıştı ki Menderesin “Yeter artık söz milletindir” çağrısına can simidi gibi sarılıp tek başına iktidara getirmişti. Milletimiz iyi ki de Menderes'i iktidara taşımış; Ezan-ı Muhammedi’ye tekrar minarelerimizde orijinal haline kavuşmuş olur. Sadece ezan mı, bunun yanı sıra ülkemiz ekonomik rahatlığa geçiş yapar da. Peki ya entrika peşinde koşanlar? Malum, 'elemtere fiş hain gözlere şiş' babında bu güzel gelişmeleri çekemeyip hazmedemeyenler değişik türden entrikalar peşinde koşup ülkemizi 27 Mayıs ihtilalin eşiğine getireceklerdir. Necip Fazıl'ın ifadesiyle karton mukavvadan bir hükümete askeri darbe yapıp devrin Başbakanını ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yu idama götürecek gelişmelere sebep olacaklardır.
İşte bu zihniyet 12 Martta'da aynısı yapmıştı. Her ne kadar Deniz Gezmiş, Mahir Çayan aşırı solcu insanlar olsada sonuçta bu ülkenin bağrından çıkmış insanlardı, maalesef onlarda başlarına gelecek olan acı akıbetten kurtulamayacaklardır. O yıllarda nice insanlar soğuk savaş döneminin o ürkütücü psikolojik ortamından istifadeyle amansız bir şekilde takibe alınıp vatan hain ilan edilmişlerdi. Aslında amaç Deniz Gezmiş, Mahir Çayanı yakalamak değildi, asıl amaç ülke genelinde gerilim oluşturup 12 Mart muhtırasını gerçekleştirmekti, gerçekleşir de. Hakeza 12 Eylül 1980 darbesi de öyle olup Kenan Evren’in şartların tam olgunlaşmasının beklenilmesiyle NATO kontrolünde sahneye konulmuş bir ihtilaldir. Evet, yanlış duymadınız, 12 Eylül darbesinin vuku bulması için şartların olgunlaşması beklenilmiş, bu ülkenin çocukları birbirlerini biraz daha kırsınlar sonra icabına bakarız denilmiş. Belli ki 12 Eylül öncesinde gizli bir el ülkücülerle solcu grupları karşı karşıya getirmiş, sırf Sovyet Rusya'nın komünizm ideolojik yayılmacı emellerine geçit vermemek için start verilmiş bir sağ sol çatışmasıdır, derken maksat yerini bulduktan sonra her iki gençlik kesimde tasfiye yoluna gidilmiştir. Hiç kuşkusuz tasfiye karar noktasında 12 Eylül devreye girecektir. Devreye girdide ne oldu, vatan-millet-bayrak diyen ülkücülerle beşinci kol faaliyeti yürüten Marksist Leninist ve Maocu akımlar terazinin aynı kefesine konuldular. Yani 12 Eylül zihniyeti bu ülkeye âşık insanlarla bu ülkenin temeline dinamit koyanları aynı terazide tartmıştır. Şu da bir gerçek; gerek ülkücüler olsun gerekse solcular 12 Eylül mahkemelerinde yargılandıklarında başlarına gelen bu musibetin bir tezgâh olduğunu mahpushaneye düştüklerinde anlayacaklardır. Zira 12 Eylül sonrası ortalık süt liman olduktan sonra bir mermiden yola çıkarak yapılan kriminal incelemeyle aynı silahın hem ülkücüleri hem de sol gruplardan birçok insanı öldürdüğü tespit edilmiştir.
Aman Allah’ım! Neydi o günler. O günlere şöyle bir baktığımızda ilginç senaryolarla karşılaşırız. Malatya Bağımsız Belediye Başkanının bombalı suikasta kurban gitmesi bunun en bariz örneği. O günleri yaşayanlar çok iyi bilir; Ecevit iktidarı daha olayın feri soğumadan hemen alelacele peşin hüküm verip bu olayı MHP taraftarlarının işlediği yalanını ortaya atmışlardı. Tabii bu mesnetsiz açıklamanın ardından Türkeş sessiz kalmaz ve der ki; ‘Şayet bu iddialarınızı ispat edemezsiniz dünyanın en alçak şerefsiz insanlarısınız.’ İşte bu çıkış sus pus olmalarına yetmiştir.
Peki ya şu Kahramanmaraş olayları öncesinde ülkücü dünya görüşü yansıtan ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı filim sahne aldığında patlak veren bombayla bir anda saman alevi gibi dalga dalga büyüyen olaylara ne demeli. Tabii burada da Ecevit hükümeti bildiğini yapacaktır. Nitekim İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş daha işin aslını araştırmadan hemen peşin hükümle aralarında Ökkeş Şendiller’inde bulunduğu bir grup ülkücünün üzerine yıkmaya çalışması MHP’nin sinir katsayısının sınanmasına yetmiştir. Gerçekten o yıllarda MHP tahrik edilmeye çalışılsa da MHP üzerine düşen görevi ziyadesiyle yerine getirip itidal ve soğukkanlılığını elden bırakmayacaktır. Bilhassa yirmi bini aşkın ülkücünün işkence gördüklerini gözler önüne seren işkence dosyasını hükümete sunmakla kalmamış CHP binası önüne siyah çelenk koyarak da tarihi sorumluğunu yerine getirmiştir. Hakeza yine 12 Eylül sonrası Ökkeş Şendiller ‘Kahramanmaraş olayları’ isimli eseriyle bu olayların perde arkasını aydınlatıp tarihe not düşmüştür. Dile kolay bu dönemde tam tamına yirmi bini aşkın ülkücü işkence görmüş, hatta artık takatı kalmayacak derecede dayanılmaz işkenceler karşısında suçu üstlenmek zorunda olanda olmuştur. Ecevit’in ikide bir her olayın ardından ülkücüleri faşist ithamıyla suçlayıp televizyonlarda hedef alması ortamı daha da germeye yetmiştir. Türkeş ise Ecevit’in tam aksine hem ülkemiz üzerinde oynanan oyunları bozmak hem de birlik beraberliği tesis etmek için Türkiye genelinde “Gönül seferberliği” mitingleri düzenlemekle yüreklere su serpmiştir. Ne var ki gönül seferberliği çağrısı devletin derin koridorlarında karşılık bulmamıştır. Çünkü hükümet suçlu psikolojisiyle üzerindeki salvoyu atlatma hesabı yapıyordu habire.
Malumunuz, Gün Sazak denilince MC hükümeti Gümrük ve Tekel Bakanı ve aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez kaçakçılığın canına ot tıkayıp adeta sınırda kuş uçurtmayacak derecede mücadele örneği vermiş şahsiyet akla gelir. İşte Gün Sazak ve genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek’le birlikte yürüttükleri bu mücadele bir takım zinde güçlerin uykusunu kaçırmış olsa gerek ki, Bakan'ın canına kıyacaklardır. Evet, hunharca katledilmiştir. Şehit haberi duyulduğunda kanı yerde kalmalıydı mı düşünceler eşliğinde tüm ülkü camianın nefesleri tutulmuştu o gün. Nasıl nefesler tutulmasın ki, o bir Bakan olmanın ötesinde ülkücü camianın can Gün Sazak ağabeysiydi. Allah'tan herhangi bir taşkınlığa kapı aralanmadan Alparslan Türkeş’in yine o soğukkanlılığı devreye girip “Gün birlik beraberlik günüdür, gün sabretmek günüdür” çağrısıyla ülkücülerin duygu seli teskin edilmiştir. Zaten bu itidal ve sükunet çağrısı yapılmasaydı ülkücülerin sokağa taşması kaçınılmaz hal alacaktı, hatta Allah korusun kitlesel çatışmalara dönüşebilirdi. İşte Türkeş farkı buyken, Ecevit zihniyeti ise habire tahrik edici üslubuyla Türkiye sathını yangına çevirirken, Türkeş tam aksine sükûnet çağrısı yapmakla bir başbuğda olması gereken yakışır tavır sergilemiştir. Tabii ülkücü camianın ona başbuğ duygu seliyle sadakat göstermesini bir insan idealist değilse anlayamaz. Hele o insan pragmatik bir tipse hiç anlayamaz. Nasıl anlasın ki; baksanıza adamlar Gün Sazak’ın ölümünün ardından otel ve motel odalarında milletvekilliği pazarlığı kurup transfer etmekten imtina etmeyecek kadar kirli işlerin içine girmiş tiplerdir. Gerçekten bu kirli pazarlıklar neticesinde MC hükümeti düşürülür de. Derken kaçakçılara göz açtırmayıp aman vermeyen Gün Sazak'ın şehit edilmesinin ardından hükümet düşürülüp ülke yönetimi tekrar Ecevit’e teslim edilir. Ne diyelim, evlere şenlik, Ecevit’in kurduğu hükümet kabinesine Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı gibi tiplerin yer aldığını gördüğümüzde daha ilk baştan hükümetin ne tür hükümet olduğunun ipuçlarını vermeye yetmiştir. Söz konusu tiplerin hükümet kabinesinde bakanlık görevi boyunca görevlerini suiistimal ettikleri o kadar net ortaya çarşaf çarşaf dökülür ki iktidar düştüğünde bu iki bakan yolsuzluklarıyla mahkûm edilip tarihe kara leke olarak geçer de.
Evet, 12 Eylül öncesi Türkiye açısından tam içler acısı kayıp yıllardı. Peki ya 12 Eylül sonrası Türkiye? Malum 12 Eylül sabahın ilk ışıklarıyla Kenan Evren'in sesinden sağ sol kavgasına son vermek için Türk Silahlı Kuvvetlerinin idareye el koyduğunun duyurusuyla uyandık. Tamam, sağ sol çatışmasını anladıkta, peki nasıl oluyor da 11 Eylül öncesi akşamına kadar devam eden olaylar 12 Eylül sabahı olduğunda bıçaktan kesilircesine tık duruvermesine ne demeli. Adama demezler mi 12 Eylül öncesi eliniz armut mu topluyordu, şimdi ne değişti de olaylar bir anda tak diye kesiliverdi. İşte bu tür sorular eşliğinde bugün olmuş hala hafızamızı kurcalayan bu sihirli değneğin esrarı izah edilememiştir. Her nasıl bir sihirli değnekse her gün 10-15 gencin ölümüne sebep teşkil eden olaylar bir anda tık şekilde sonlanabiliyormuş, doğrusu şaşmamak elde değil. Hele şu kamuoyunda yankı bulan MHP davasına ne demeli. Nasıl bir davaysa o davalardan yargılanıp daha sonrasında milletvekili ve idareci konumuna gelen bir sürü insan var aramızda. Gerçekten insan şaşa kalıyor. Hatta asıl bizi şaşırtan husus 12 Eylül mimarı Kenan Evren’in Türkeş'in beş yıl hapis yatıp beraat ettikten sonra dışarıya çıktığında sanki geçmişte aralarında hiç bir husumet olmamış gibi davranıp el sıkışmasıdır. Hadi bu düşüncemizden vazgeçtik diyelim, Türkeş’in kendi tabanını göz ardı edip sözde çağdaş geçinen çevrelerin düzenlediği laiklik mitingine önderlik etmesine ne demeli. Tabii bitmedi asıl bizi daha da şaşırtan en önemli husus Abdullah Çatlı ve arkadaşlarına sahip çıkmaması gibi tavır değişiklikleridir. Tabii bu durum ülkücü camia için hayal kırıklığına yol açan kırılmalardır. Evet, ülkücü camiada tam bir hayal kırıklıkları yaşanırken, malum bir dönem Türkeş ismi anıldığında öcü görmüşcesine dehşete kapılan çevreler gün gelip devir döndüğünde laiklik mitinginde baş tacı edebiliyorlar. Demek ki faşist dedikleri insan gerektiğinde tehlike teşkil etmiyormuş. Ne var ki tüm bu çifte yüzlülük tabloyu nice canları toprağa verip aradan epey bir zaman geçtikten sonra farkediyoruz. Nasıl fark etmeyelim ki, bakın Abdurrahim Karakoç ne diyor: “Elçibeyi biz satmadık, çok şükür sevenleri aldatmadık/Dansöz-mansöz oynatmadık, çok şükür sevenleri aldatmadık /Biz aynı yerdeyiz siz nerdesiniz/Laiklerle Taksimde mi birleştik/Sırtınızdan KİT'lere mi yerleştik/İslamda mı, iktidarda mı körleştik/Biz aynı yerdeyiz siz nerdesiniz” dizeleri meramımızı anlatmaya yeter artar da.
Neyse ki bunca yaşananlardan sonra 12 Eylül sonrası Özal tek başına iktidara geldide değişim ve dönüşüm hamleleri yüreklere su serpmesiyle birlikte yeniden diriliş muştumuz olur. Gerçektende Özal o dönemde diriliş muştumuz için tek teselli kaynağımız olmuştur. Bu öyle bir diriliş muştusuydu ki, derin güçlerin tekerine çomak sokacak türden bir muştuydu. Hani onların bir hesabı varsa, Allah'ın da mutlak bir hesabı var denir ya, işte o mutlak hesab tecelli ettiğinde Turgut Özal içine kapanık Türkiye’ye çağ atlatıp nizam-ı âlemce dış dünyaya açar da. Ancak kabımızdan çıkıp dünyaya açıldıkça zinde güçler yine boş durmayacaktır. Belli ki çilesiz değişim dönüşüm gerçekleşemiyor, gerektiğinde kefenini çantaya koyup yola çıkmak gerekti. Nitekim bu dönemde Anadolu kaplanların çoğalmasından rahatsızlık duyan zinde güçler 19 Mayıs Gençlik kapalı spor salonunda Özal’ın parti kongresinde yapacağı konuşma anına kilitlenip beklemeye koyulurlar. Dedik ya onların bir hesabı varsa Allah'ında değişmez hükmü var, her ne kadar tetikçi Kartal Demirağ o kalabalık kongre salonun ortasında kovboy filmlerine aratmayacak derecede profesyonelce tam isabet tetiğe dokunsa da kıl payı mikrofonun azizliğine uğrayıp kurşun ancak Özal'ın eline hafif sıyırarak geçecektir. Karanlık zinde güçler sıktıkları bu kör kurşunla kendilerince uyarı yapa dursun Özal’ın bu durum karşısında sanki hiç bir şey olmamışçasına “Allah'ın verdiği canı ancak Allah alır” sözü tüm mazlumlar için umut ışığı olurken zalimleri içinse yaşasın cehennem olur.
Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler ya, bu kez tarihler 24 Ocak 1993 günü gösterdiğinde Uğur Mumcu’nun Çankaya Güniz sokakta arabasına konan bombanın patlamasıyla hunhanca katledilip can vermesiyle Türkiye üzerinde bir başka ayar çekme niteliğinde hadise vuku bulur. Zaten olay vuku bulur bulmaz daha ne oldu ne bitti kimin parmağı var sorgulanmadan hemen Ankara caddelerine dökülen kitlelerin; ‘Mollalar İran’a, Türkiye laiktir laik kalacak’ sloganlarla yankılanması karanlık güçlerin beklentisini karşılayan bir tablo olurda. Bu arada gazeteciler DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’e bombayı kimler attı diye sorduğunda; ilginçtir bilerek ya da bilmeyerek ‘Onlar bilinmez’ diye karşılık vermesi gayet manidar cevaptır. Hatta o sıralar Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu da ısrarla cinayetin gizli bir el tarafından işlendiğini defalarca söylemekten çekinmemiştir. Ancak ne var ki bu iki açıklama Cumhuriyet gazetesinin sayfalarına haber konusu olarak geçememiştir. Şimdi ne diyelim, el insaf “kendi yazarına kurşun sıkanın derdiyle dertlenmeyen bir gazete, gazetecilik yapacağına dağa çıkıp eşkıyalık yapsa daha doğru tutum olmaz mı? Bilhassa o yıllarda medyada isim yapmış ya da gündem oluşturan her kim varsa onlar üzerinde ülkemize ayar çekilmek istenmiştir. Bunu Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok gibi kişileri önce televizyonlara çıkararak laiklikten dem vurduraraktan meşhur edip, sonrada icabına bakıp kıydıklarından biliriz. Muhafazakârların yükselişini durdurmak için bunu yapmaya mecburdular zaten. Üstelik bu tür oyunlar bir değil, iki değil, üç değil, birçok defalar tekrarlanmakta. Bu yüzden pek garipsemiyoruz, alışığız. Kaldı ki biz onları muhafazakârlığın yükselişi karşısında Kemalist kesim toparlansın diye birilerine Atatürk büstlerini çekiçle kırdırmalarından biliriz. Temel amaç belli ‘yobazlar harekete geçti’ düşüncesini zihinlere kazımaktır.
Maalesef birileri birbiriyle ilişik hep aynı film senaryolarını bize izletmekten geri durmayacaklar gibi. Ancak bu arada hep aynı filimleri seyrede seyrede artık bizede gına geldi diyebiliriz. Ne yapsak baş belası bu kirli oyunlardan bir türlü kurtulamıyoruz. İtalya’daki gibi temiz eller operasyonuna benzer tam bir bağırsak temizliği gerçekleştiremiyoruz. Düşünsenize içimize sızan bir takım hainler 28 Şubatın bin yıl devam edeceğinden pişkince dem vurabilmişlerdir. Gerçektende o yılları yaşayanlar çok iyi bilir 28 Şubat belasıyla ciddi anlamda başımız dertteydi. Öyle başa bela bir derttiyki bize ait değerlerle bizi vurup hizaya getirmek istiyorlardı. Bu işin servisi içinde Batı Çalışma Grubu (BÇG) devredeydi, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Aczimendi gibi sahne aktörler gırla gidiyordu. İşte bu yüzden adından post modern darbe olarak söz ettirmiştir. Dahası “biz bu filmi daha önce seyrettik” dedirttirecek cinsten toplum mühendisliği üzerine kurulu sürecin adıdır 28 Şubat. Evet, Türkiye 28 Şubatla birlikte ağır yara almıştır. Öyle bir ağır yaraydı ki karşı koyup direnenleri silindir gibi ezen, yalakalığını yapanları da rezil rüsva eden bir darbeydi.
Hatırlayın hani şu dillere destan meşhur Sivas Madımak oteli olayı vardı ya, malum olay öncesi birtakım mahfiller kültürel etkinlikleri bahane ederek yola koyulmuşlardı. Hani şu ateistliği ile övünen Aziz Nesin yazarı vardı ya, sanki Aleviliğin ateizmle akrabalığı varmışçasına haftalar öncesinden hazırlıklarını yapıp bir hevesle Sivas yollarına düşer de. Adama demezler mi senin neyine Alevilik, hem de dini motifli kültürel etkinlikte işin ne? Aslında tüm bu hazırlıklar fırtınadan önce sessizliğin birer habercisi hazırlıklardı. Zaten otele gelip konakladıklarında haftalar öncesinden geliyorum diyen fırtına vuku bulur da. Derken alev alan otelde mahsur kalan canlar derin güçlerin tezgâhladığı provokasyonun kurbanı olurlar. Bunu bilmek için illa uzman olmak şart değil elbet, mesele gayet açık; birileri düğmeye basıp ülkemizde yeniden alevi-sünni ve laik-anti laik çatışmasının eşiğine getirmeyi hedeflemiş oldukları besbelli. Dedik ya bunu bilmek için illa ki uzman olmaya gerek yoktur, Madımak üzerinde bir bardak suda fırtına koparanlar aynı hassasiyeti Erzincan Başbağlar köyü katliamında göstermeyip sırra kadem basmışlardır. İşte Başbağlar hadisesine teğet geçmeleri milletimizin nezdinde maskelerini düşürmeye yetmiştir. Nasıl olsa burada Alevi yoktu, kıyılan sadece Sünni halktı, kimin umurunda ki.
Peki, ya şu Susurluk’a ne demeli. Allah’tan kamyon kaza yaptı da böyle bir gerçekle yüzleşebildik. Hatırlayın o yıllarda yıllık dönüşümlü üzere anlaşmış bir başbakanımız vardı ya, işte o başbakan dünya görüşleri birbirinden farklı aralarında Abdullah Çatlı ve bir milletvekilinin de bulunduğu Susurluk kazasının ortaya koyduğu tablo için faso fiso demiştir. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, derin yapıların varlığını ele veren bir hadisedir. Nasıl faso fisoysa dünya görüşleri birbirinden farklı insanlar aynı arabada silah ve mühimmatlarıyla birlikte bir arada bulunabiliyor. Maalesef kendi tabanında mücahit gözüyle bakılan böyle bir liderin ağzından böyle bir sözün sadır olması doğrusu bize Necip Fazıl'ın 'Sahte Kahramanlar' kitabını hatırlatmakta. Nasıl hatırlatmasın ki, sadece mesele Susurlukla sınırlı olsa gam yemeyiz, söz konusu mücahit lider 28 Şubatta da öyleydi, önüne koyulan 18 maddelik Milli Güvenlik Kurulu kararlarına imza atmak neyin nesiydi? Şayet o imzayı atmasaydı işte o zaman gerçek mücahitliğinden söz edebilirdik. Demek ki, her şey faso fiso değilmiş, faso fiso denildi de ne oldu, işte bir başçavuştan fırça yiyen başbakan olarak tarihe geçmesine yettiği gibi, laik-anti laik eksenli provokatif eylemlerle İmam Hatiplerin önü tık diye kesilmesi de, iktidarın post modern yöntemlerle alaşağı edilmesi de bu tür boş vermezlikler yüzünden çok kolay olmuştur. Belki bu süreçte bir başbakan için sadece tek kayıp başbakanlık makamıdır, şayet buna da kayıp sayılırsa. Oysa asıl kaybı yaşayan halkımız olmuştur, yani mağdur olan askeri şura kararlarıyla atılan subaylarımız ve üniversite kapılarından kovulan başörtülü kızlarımızdır. Derken bu sürecin akabinde adam sandıklarımız odun çıkınca artık iktidara 28 Şubat ürünü ANASOL-M tahta oturur da.
Evet, 28 Şubat ürünü ANASOL-M hükümetinin ülkemiz üzerine kara kâbus gibi çökmesiyle birlikte Türkiye büyük bir ekonomik krizin eşiğine sürüklenmiştir. Neyse ki o ekonomik krizin yol açtığı bunalımın akabinde seçime gitmek zorunda kalındı da Tayyip Erdoğan Hükümeti kısa zamanda krizin yaralarını sarmış oldu. Nasıl sarmasın ki; artık 28 Şubat mazlumları ülke yönetiminin başındadır. Ancak bu dönemde de zinde ve karanlık güçler boş durmayacaktır. Nitekim Avrupa Birliğine giden yolda önemli adımlar atılmaya tam başlanılmışken hatta ülke tam rahat nefes alma aşamasına geçmişken Türkiye bir anda Danıştay saldırısıyla sarsılır. Bu saldırının sıradan bir saldırı olmadığı yine birilerinin düğmeye bastığının bir göstergesi saldırı olduğu anlaşılır. Öyle ki daha soruşturulmaya mahal bırakmaksızın sanki yangından mal kaçırırcasına derhal irtica hareketi olarak takdim edilir. Oysa bu olay görev süresi dolan Necdet Sezer'in yerine geçecek Cumhurbaşkanının iktidar kanadından seçilmesini önlemek amaçlı ve aynı zamanda hükümeti düşürmeye yönelik bir saldırıdır. Hatta soruşturmalar ilerledikçe devlet içinde ya da dışında palazlanmış birtakım çetelerin varlığını doğrular nitelikte gelişmeler yaşanır. Hakeza Şemdinli olayının askerle bağlantılı noktalara değinen savcının açığa alınması hadisesi de devlet içinde devlet yapılanmaları ortaya koyacak verilerdir.
Şurası muhakkak; ister derin devlet, ister paralel devlet olsun fark etmez sonuçta kendini devlet yerine koyan hangi akım olursa olsun fütursuzca gözünü kırpmadan eylem yapma yetkisini kendinde görebiliyor. Böylece yarınlarımızı karatmaktalar. Belli ki Türkiye’de bir yandan Anadolu kaplanları ve memleket sevdalıları bu ülkeyi aydınlığa taşımaya çalışırken, birileri de habire Haziran 2013'te Taksimde olduğu gibi Gezi parkı bahanesiyle tencere tava çaldırtarak takoz görevi yapmakta, ya da 17-25 Aralıkta olduğu gibi MİT Tırlarını durdurarak sırtımızdan hançerlemekteler.
Velhasıl; bir zaman komünist, ülkücü ve milli görüşçü diye suçladıkları insanlar artık Türkiye’yi yönetiyor, o halde ülkeyi yönetmek için illa da düşman ilan edilmek mi gerek.
Vesselam.