RESMİ SÖYLEM DIŞI KIBRIS POLİTİKASI
RESMİ SÖYLEM DIŞI KIBRIS POLİTİKASI
ALPEREN GÜRBÜZER
Kıbrıs konusu yıllardır ‘çözümsüzlük en iyi çözümdür’ şeklinde günümüze kadar devam eden politikanın ortaya koyduğu sorundur. Geçmiş diplomatlarımız kolay olanı seçmişlerdi hep. Bürokratlarımıza masabaşında terlemektense, iç arenada uzaktan kumanda ile vaziyeti idare etmek daha cazip geliyordu galiba. Suya sabuna dokunmamak meziyet addedilmiş çünkü.
Tayyip Erdoğan iktidara gelir gelmez tıpkı Menderes ve Fatih Rüştü Zorlu’nun Londra konferasında Türkiye’nin tezlerinin kabul ettirmesindeki azmi ve ruhu kendine rehber edinip, bir liman ile bir hava alanının Rum kesimine açılması, bunun karşılığında ise Türk tarafına uygulanan izolasyonların kaldırılması teklifini ileri sürdü. Ak Partinin daha öncede Annan planının yanında tavır alıp Rum kesimini köşeye sıkıştırdığını hatırladığımızda bir limanın Rumlara açılması, hatta Ercan havalanında uluslararası sivil uçakların kullanımına açılması şeklindeki çözüm paketinin ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlamış oluyoruz. Zira Rum tarafının Annan planına itiraz etmesi sonucunda uluslararası platformda sorun üreten Türkiye olmadığı kanaati hâkim kılındı.
Şimdiye kadar Rumların propogandaları sayesinde çözümden yana olmayan hep Türkiye gösteriliyordu. Artık rüzgâr tersine dönmüş durumda. Referandumda Annan planına Rumların red oyu vermesiyle başlayan süreç şu anda Türkiye’nin lehine işliyor. Fakat hükümetin sürpriz bir çıkışla hep o alışık bildik politikaların dışında diplomatik yol izlemesi Ankara’nın derin koridorlarında şaşkınlıkla karşılandı. Hatta bu durum atanmış birtakım askeri ve sivil bürokrat cenahında kendilerine danışılmadan alınan bir karar olarak değerlendirilip hükümeti yıpratmaya yönelik kampanyaya dönüştürülmek istendi üstelik. Hükümet tüm bu olumsuz yaklaşımlara rağmen Kıbrıs meselesinin omuzlarında taşıdığı ilave yükün getireceği riskin yanı sıra oy kaybına yol açma ihtimalini de göz önünde bulundurarak sorumluluk üstlenmekten çekinmedi. Bu yüzden Başbakan ve ekibinin zekice atağını hazmedeyenler devlette devamlılık esastır bahanesine sığınarak tepkilerini dile getirmede gecikmediler. Bu arada hükümetin bu tutumunun resmi görüşe ihanet olarak nitelendirmeyi de ihmal etmediler.
O zaman sormazlar mı 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın altında imzası bulunan Gümrük Birliği görüşmeleri sürecinde AB ile Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı onay vermeleri ihanet değil miydi? Bu ne perhiz bu ne lahana demezlermi adama. O gün için devlette süreklilik esastır ilkesi her ne hikmetse sözkonusu olmadı. Belli ki; devlet geleneği kavramı iktidarın şekli şemaline göre değişiklik gösteren göreceli kavrammış meğer.
Ankara’nın derin koridorlarında talihsiz açıklamalar yüzünden hükümetin bu akıl dolusu dış politik manevrası törpülendi maalesef. Elbette ki Rum tarafı ile Genel Kurmay Başkanlığının aynı söylemde buluşup çözüm paketine reddiye döşemesi düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durum. Nitekim bu açıklamaların olumsuz yansıması olarak dağ fare doğurmasa da Türkiyeyi Avrupa Birliği sürecinde yara almasına neden oldu. Avrupa ister istemez Türkiye’de sivillerin değil, askerlerin söz sahibi olduğundan şüphe etmeye başladı. Yine de hükümet getirdiği öneri ile en azından Avrupa ile olan kopma noktasına gelen ilişkilerini bir nebze olsun kurtarabilmiştir. İç mekanizmalar zaten dört gözle bekliyorlar ki bu bağlar kopsun. Onlar biliyorlar ki bağlar koparsa halkın iradesi ile işbaşına gelen hükümeti devirmek kolay olacaktır. Neyse ki hükümet bu oyuna gelmediği gibi Avrupa Birliği yolunda kararlığı ve azminden vazgeçmedi de. Her ne kadar iktidar bir ara; adına Ankara kriterleri deyip yolumuza devam ederiz dediyse de kazın ayağı hiçde öyle değilmiş. Görünen şu ki, dış destek olmadan kendi ayaklarımız üzerine yürümemize izin vermeyen içimizdeki haramzade zinde güçler hala ayaktalar, üstelik onların harekât alanları tamamen silinmişte değil. Ne çabuk unuttuk, daha düne kadar seçilmiş bir Başbakan, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın 1960 ihtilali sonrası idam sehpasına gittiklerini. Aradan yıllar geçtikten sonra ancak bir üst rütbeli generalin 1960’ın değerlendirmesini yaparken; bunun bir amaca yönelik örgütlenme olduğunu ve Özel Harp Dairesi tarafından gerçekleştirildiğinin itirafıyla anlayabildik meseleyi. Tabii bu itirafları milletimiz ancak sular durulduktan sonra öğrenebilecektir. Anlaşılan o ki ülkemiz iki kuvvet arasında sıkışmış durumda. Biri tavanda köreklenmiş kuvvet, diğeri tabandan gelen kuvvet. Tabandan gelen ağır bastığında rahat nefes alabiliyoruz, fakat tepeden gelen kuvvet ipleri eline aldığında on yılda bir demokratik kesintiye uğruyoruz, arasıra da olsa ülkemizin ufuklarında ışık kararıyor. Hükümet Kıbrıs konusunda resmi politikanın dışında izlediği yolla aslında gerçek Kıbrıs Fatih’inin kim olduğu şimdilik milletin vicdanında saklı tutuluyor. Görünen şu ki; şişirilmiş içi boş Fatih’ler Kıbrıs’ı 2000’li yıllara kadar sorunlar yumağı eşliğinde bu noktaya taşıdı. O eski bildik ön yargıları yıkabilmek için Tayyip Erdoğan ve ekibi adeta sarp kayalıkları aşmakla kalmadılar, üstelik yeni bir güzergâh açarak ilk defa KKTC Cumhurbaşkanının uluslararası görüşmelerde kabul görmeye başlamasını sağladılar.
Kalbimizin ve beynimizin Fatihleri ve onu izleyenler mevcut oldukça ülkemizin aşamayıcağı hiçbir engel yok. Yeter ki o ön yargılara teslim olmayan idarecilerimizi Allah başımızdan eksik etmesin gerisi kolay.
Doğduk dört tarafımız düşmanla çevrili dediler. Gençliğimiz geçti yine öyle. Derken ihtiyarlık basamaklarına adım adım ilerliyoruz hakeza yine aynı. Dahası ahirete göç edeceğiz aynı korku imparatorluğu söylemi bir kez daha tekrarlanıyor habire. Belli ki; soğuk savaş söyleminin sona erdiğini görmeden bu dünyadan gözlerimizi kapayıp gideceğiz gibi. Aslında bu durum en az ölüm kadar elem verici olsa gerektir. Ardımızdan gelen yeni nesli güvenlik paranoyasına itmek bu çağda hangi akıl ve mantıkla izah edilebilir ki? Çok şükür Tayyip Erdoğan döneminde Kıbrıs konusunda alışılmışın dışında bir politikanın devreye girmesiyle hem adadaki halkın Türkiye’ye bakışı, hem de dışarıda sürekli bize işgalci gözüyle bakılmasının önüne geçildi, bir nebzede olsa önyargılar kırıldı da. İktidarın AB platformuna çekilmek istenen Kıbrıs sorununu BM zemininde tutmayı başarması bile tamamen olmasa da insiyatif aldığımızın en bariz delilidir. Kolay değil 1974 Kıbrıs çıkarmasından sonra yaraya neşter vurulmamış, mesele sumen altı edilmiş hep. Yeni hükümet yapılabileceğinin en iyisini ilk beş yıllık icraatında sığdırmaya çalıştı ve meyvelerini toplamaya başladı bile. Yine aynı kararlı adımlarla yoluna devam eden ve ikinci beş yıllık dönemde de Kıbrıs kartlarını uluslar arası arenada iyi kullanabilen bir iktidar var karşımızda.
Kim ne derse desin AB’de yer almalıyız. Müslümanların geleceği için, Balkanların yeniden kaynayan kazan olmaması için, hatta yaşlanmış ve yıpranmış Avrupaya derde deva olmak için bu uzun soluklu koşuda bizde varız demeli. Değil Avrupa, tüm âlem bizsiz tarihin sayfalarını çeviremiyor. O halde geçmişte acı ve tatlı birlikte yaşadığımız gibi, bugün de yarın da içiçe olmanın yollarını aralamalı, korkuya ve gereksiz endişeye fırsat vermemeli. Zira her iki tarafta birbirine gebe, biz onlarsız onlarda bizsiz olamaz. Zaten beynin iki yarım küresi gibiyiz. Suni tehdit savurmaları arasında kıstırılmadan hedefe yürümeli. Ön yargıları her iki taraf bir kenara atarsa işi kolay kılarız, ama ülke çıkarlarımızı bozacak en ufak kirli oyunlara alet olmadan, yönlendirilerek değil uluslar arası platformu yönlendirerek ağırlığımızı koyup lider konumda rol oynamanın heyecanıyla emin adımlarla ilerlemeli. Türkiye gibi farklı bir ülkeyi kabullenmek Avrupa’nın bir sınavıdır. Bu sınavdan başarılı çıkarlarsa batının yararınadır, aksi takdirde bu tarihi fırsatı hem onlar hem de biz elimizden kaçırmış olacağız demektir.
Vesselam.