MASONLUK VE BİR GİZ’İN SERÜVENİ

BİR GİZ’İN SERÜVENİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Ülkemizde son zamanlara kadar kapalı kutu olma özelliğini muhafaza eden, ama artık her ne hikmetse bu anlayışını değiştiren bir ketumlar topluluğu olan bir “GİZ’’den, yani masonluktan söz edeceğiz bu yazımızda.
Evet, her ne kadar gizli bir teşkilat olarak gündemi işgal etse de Ali Kami Akyüz’ün Sebat locasında; “Masonluk ve Ahlak” adlı konferansındaki konuşmaları masonluğun ipliğini ele vermeye yetiyor. Hatta daha sonraki günlerde bu konferansta beyan edilen sözler, mason biraderlerin hizmetine sunulacak tarzda kitap haline getirilmiştir.
Konferansta dile getirilen mevzulardan hareketle masonluğun gizliliği, ahlaki, tarihi dayanağını ve birçok unsurlarını öğrenmek mümkün. Bakın gizlilik prensiplerini nasıl izah ediyorlar:
“Mesleğimizin en göze çarpan özelliklerinden biri de gizliliktir. Hatta aramızda bile kat kat, derece derece gizlilikler vardır. Bundan başka herhangi bir dereceye çıkmış olmak, o derecenin bütün mahiyetine vukuf için kâfi gelmiyor. O derecenin sırrını içeriğini de perde perde gizlilikler arasından seçmek icap ediyor.”
Görüldüğü gibi kendi ağızlarından biraderlerine itiraf ettikleri gizlilik ilkesi dikkat çekici olarak göze çarpıyor. İbadet ve zikir hususunda gizlilik söz konusu olsa, elbette ki bir şey söyleme hakkımız olmaz, olamazda. Çünkü Allah’a olan nafile ibadetlerde gizlilik esas olup, bu tür gizli yapılan ameller insanı riya ve gösterişten korur da. Fakat bizim burada anlayamadığımız husus, madem mason biraderlerin bir araya geldiklerinde amaçlarının Allah’ı anmak olmadığına göre bu hummalı faaliyet içerisinde gizlilik neyin nesi acaba?
Tüm bu gizliliğe rağmen 1951 yılında dönemin Dâhiliye vekili tarafından her ne hikmetse Meclis kürsüsünden Mason derneğinin cemiyetler kanununa göre kurulduğunu söyleyecek kadar da şeffaf olabilmişlerdir. Demek ki hem gizlilik, hem de kanunlar çerçevesinde kurulma gibi çelişik ifadeler duruma göre şekil alabiliyor.
Gerçekten, gerek masonluk adı altında masumane tavırlar, gerek biraderler arasındaki derecelendirmeler, gerekse gizlilik faaliyeti halinde yürütülmesi gibi bir dizi prensipler ister istemez akıllara kuşku bırakmaktadır.
Hatta masonların bazen faaliyetlerini masumane göstermek adına ahlak gibi etik değerleri yayınladıkları kitapların satır aralarında görmek mümkün, izleyelim bakalım ne diyorlar:
“Masonluğun ahlaki kıymetini hariciler anlayamazlar (Mason dışı olanlar)… Bizi tanımayanlar ne derlerse desinler biz Sami azam kâinatın şanı celiline istinat ederek masonluğun yüksek ideallerine ve derin felsefi ahlakiyyesine iman ile iftihar ederiz.
Cemiyetimizin müessisi; Fenikeli Mimar Hiram’dır. Süleyman mabedi miladın takriben bin sene evvel inşa edilmiş olduğuna göre, masonluğun üç bin senelik bir mazisi olması lazım gelir. Onu kaybettikten sonra miladın onuncu asrında, fakat bu sefer Avrupa’nın göbeğinde tekrar buluyoruz.’’
Meclisimize mebus olarak gelen mason Ali Kami Akyüz, yukarıdaki ifadelerini daha da ileri götürüp Ortaçağda Gotik mimarlık tarzını masonların eseri olarak takdim ederek:
“Bunlar Avrupa’daki ilk mason ecdadımızın vücuda getirdikleri mümtaz eserlerdir” demekten de geri kalmıyor ve üstelik sıkılmadan ecdadımız diyebiliyor da. Gazetelere çarşaf çarşaf verdikleri ilanlara baktığımızda masonluğun kaynağı Gotik tarzında bina yapan usta ve kalfalar olduğu varsayımı işlenmektedir. İşte, bu atıfta bulundukları usta ve kalfalar masonların ecdatları oluyor. Bütün bu yazılıp çizilenlere doğrusu şaşmamak elde değil.
Mason mebusumuz hızını alamıyor, bu seferde masonluğun uluslar arası boyutunu ve gelişme sürecini izah etmeye çalışıyor. Bakın ne diyor, bu hususta. Diyor ki:
“1502 de İngiltere Kralı 8. Henry cemiyete dâhil oldu ve kendi sarayında bir loca açtı. Masonluk 1725 de Fransa’ya girdi. İlk Alman locası 1735 de açıldı.”
Bir zaman sonra Ali Kemal Akyüz bu beyanlarının akabinde masonluğun bir tarikat olduğunu da vurgular:
“Bazen hükümetlerin tatbikatına maruz kalan masonluk bütün tazyiklere rağmen ayakta kalmış, fakat muhtelif tarikatlara ayrılmıştır. Bizim mensup olduğumuz İskoçya tarikatıdır. Buna eski tarikat denir. Elyevm İskoçya’da, İngiltere’de, Almanya’da ve Amerikanın bir kısmında yürürlüktedir, yeni tarikat veya Fransız tarikatı hemen Fransa’ya münhasırdır. Bir de Mısır tarikatı vardır.
Muhterem Biraderlerim! Bizim mensup olduğumuz İskoçya Tarikatı Sami-azam kâinatın şanı celiline istinat ettiği için ahlaki umdeleri de dinden ilham alır.”
Düşünebiliyor musunuz hem İngiliz masonluğu üzerinde etkisi olan Anglikan kilisesinden bahsedip ahlakını benimseyeceksin, hem de İskoçya locasına mensubiyetinden bahisle din gibi mukaddes kavramları referans alıp ilahi bir kılıf imajına bürünen masonluk tanımı sergileyeceksin. Bu ne perhiz, bu ne lahana demezler mi insana. Fakat bu çabalar boşuna. Çünkü satır aralarında geçen şu sözler ipliklerini pazara çıkarmaya yetiyor:
“Ne din, ne ırk, ne dil, ne milliyet farkı masonluktaki dayanışma (tesanüt) hissini akamete uğratamaz!”
Demek ki, mason kardeşliği ve biraderliği her şeyin üstünde. Din, milliyet ve ahlak gibi mukaddes kavramlar bir anda mason kardeşliği uğruna feda edilebilineceğinin nihayetinde ifadelerinde görebiliyoruz. Onlar için varsa yoksa mason kardeşliği esastır. Yani onlara göre hiçbir kavram ve mukaddes değer masonluğun önüne geçemez.
Masonlukla ilgili hiçbir araştırma yapmadan bile sadece kendi ifadelerini kurcalamakla da masonluk denen ucubenin ardındaki gizli sis perdesini aralayabiliyoruz sanki. Gerçekler, ne kadar sır olarak saklanmaya çalışılsa da eninde sonunda asıl perdenin arkasındaki şifreyi çözmek hiçte zor değilmiş meğer. Çünkü satır araları iyi analiz edildiğinde masonluğun gerçek maskesi kolayca ortaya çıkabiliyor.
Sebat locasında verilen konferans konuşmalarını içeren kitapta Ali Kami Akyüz’ün söylemleri iyice analiz edildiğinde masonluk hakkında fikir yürütmenin o kadar zor olmadığı anlaşılıyor.
Asıl bizim garibimize giden masonluk değil, asıl olan bazı çevrelerin senelerdir tarikat kelimesi zikredildiği zaman, tasavvufun öcü gibi algılanıp, fakat söz konusu kelime mason biraderlerce telaffuz edildiği zaman sütliman kesilmeleridir. Hani tarikat demek irtica, geriye dönüş ve yobazlık demekti. Her nedense Mason tarikatı denildiğinde hiç kimse mason locaları hakkında bu tür suçlamalarda bulunamıyor. Her şeyde olduğu gibi, bu konuda da çifte standart had safhada maalesef.
Masonluğun ülkemize girişi tabiî ki Cumhuriyet döneminde gerçekleşmedi. Bütün dünyada locaları ve örgütleri olan bu akımın Osmanlıya sirayeti Sultan III. Ahmet devrine rastlar. Humbaracı ismiyle de anılan, Humbaracı Ahmet paşa Fransız masonlarına bağlı ilk locayı Galata da açarak coğrafyamıza taşımış, nitekim pek çok gayri Müslim ve sözde Müslimlerin de locaya üye olmalarına vesile olmuştur. Hatta aralarında İbrahim Müteferrika ile Yirmi sekiz zade Mehmet Sait Paşada mevcuttur. Zira Lale devrinde tohum olan masonluk, Tanzimat’la filizlenmiş ve II. Meşrutiyetlede meyve vermeye başlamıştır. Kont do Bonval (daha sonra Humbaracı Ahmet ismini alır) sefihin sayesinde masonluk “Kumbaracılar Kuvveti” adı altında ruhumuza giriyor. Anlaşılan odur ki bu adam humbaracılık rolü üstlenmemiş, adeta ajan rolü ifa etmiştir.
Lale devri Osmanlının dünya masonluğu ile ilk tanıştığı yıllar olarak değerlendirilebilir. Öyle ki o yıllarda rehavet ve sefahat hayatı gözümüzü kapamış, masonluğun öyle veya böyle girmesine göz yumulmuştur. Ki; bunlar arasında sonraları sadaret makamına kadar yükselebilen yirmisekizzade Mehmet Sait paşa dahi vardır. Batı tekniğine heves ettiğimiz o hengâmede Kont dö Bonval sefihin batı endeksli humbaracılar teşkilatı kurdurması da işin tuzu biberi olmuştur.
İyi bir inceleme yapıldığı zaman gerek Tanzimat ve gerekse Tanzimat’ı takip eden seyirde teşekkül eden yeni Osmanlılar ve ittihatçıların hemen hemen hepsinin mason oldukları görülecektir. Osmanlının düşüş devresinde kapitülasyonlar daha da aleyhimize nüksederek masonluğun nüfuzunun artmasına zemin hazırlamıştır.
Sultan Abdülaziz Han’ın hal’i ve aynı zamanda katli gibi birtakım karanlık oyunların ardından oluşan yeni Osmanlıların bu devredeki faaliyetleri bu sürece hız kazandırmıştır. Fakat Ulu Hakan’ın tahta gelişi bütün bu fesat ocaklarının uykularını kaçırmış, hatta masonların birçoğunun soluğu Makedonya’da almasına neden olmuştur. Ancak buraya kaçan masonlar Makedonya’da da boş durmamışlar, böylece İttihat ve Terakki komitesini kurarak faaliyetlerine sinsice devam ettirmişlerdir. Bu kurulan cemiyetin temelinde İtalyan masonlarının telkinlerine kapılan İbrahim Temo adlı tıbbiyeli bir gençte vardır. Bu kurulan örgütün İstanbul’da da teşkilatlanmaya başlayacağı sırada sarayca müsaade verilmeyerek dağıtılmıştır. Batıya kaçan bu güruhun dağıtılan örgüt üyeleri hızını alamayıp bu sefer de meşrutiyetçilik davası gütmeye başlamışlardır. Batılının Jön-Türk diye zikrettiği bu taifenin akıl hocası Emanuel Karasu’dur. Akıl hocasına şeksiz şüphesiz biat eden ittihatçılarımız mason yüksek şurası kurarak, Talat Paşayı önce umumi büyük müfettişi daha sonraları da Üstadı Azam yaparak payelendirmişlerdir. Bilerek veya bilmeyerek söz konusu zevat bu oyuna gelmişlerdir.
Devleti âliye içte ve dışta gailelerle uğraşırken, birkaç genç hükümet darbesi peşinde ve sevdasında idiler hala. Sultan Abdülhamit’in kurduğu mekteplerden mezun olan bu insanlar ne yazık ki ahde vefa örneği göstermeyip dış mihraklarla işbirliği içinde meşrutiyetin ilanını sağladılar. Fakat sonradan Osmanlıyı batıranların bizatihi kendilerinin olduğunu da gördüler, ama ne yarar ki. Çünkü artık ortada gerçek manada Osmanlı kalmamıştı.
Bu dönemde İttihatçıların idari mekanizmayı ele geçirmeleriyle birlikte Şeyhülislamlık makamının bile dejenere olduğuna şahit oluyoruz. Şöyle ki Şeyhülislam Musa Kazım Efendi kendisi hakkında ileri sürülen masonluk iddialarına cevaben; ‘Ben mason değilim’ diyememiştir. Sadece şu ifadelerde bulunmuştur:
“İslam dinine muhalif olup bana isnat olunan mezhep veya mesleği kemal-i şiddetle reddederim.”
Aslında Şeyhülislamın beyanına dikkat edildiğinde, İslam’a karşı olan hangi mezhebin veya hangi mesleği kastettiğini açıkça söyleyemiyor. Kaldı ki, pek çok kimsenin şahitliği ile Şeyhülislam’ın masonluğu tescillidir de. Zira Ali Fuat Türkgeldi’nin; “Sultan Vahdeddin bu Şeyhülislamı affetmemiştir. Padişah Şeyhülislam makamı gibi yüce bir mevkiinin önemine binaen Onu Edirne’ye sürmüştür” sözleri bu iddiaları doğrular gibi.
İbrahim Temo, Abdullah Cevdet’e de tesir etmiştir. Hani şu Avrupa’dan damızlık erkek getirme sevdasında olan şu meşhur Abdullah Cevdet var ya, işte ondan söz ediyoruz. O damızlık erkek getirme girişimiyle yetinmeyip şapka Latin harfleri ve tartı ölçülerin değiştirilmesi gibi reformların öncülüğünü yapıp; ‘Bu reformların önderi de benim’ diyecek kadar kendini ön plana itmiştir hep. Dahası var, onun hakkında Samed Ağaoğlu; “Kendisine dinsiz sıfatını vermekten çekinmediğini” yazar. Anlaşılan Abdullah Cevdet İbrahim Temo’dan etkilenmiş, belli ki o da birilerini etkilemiş. İşte o etkilenen birilerden biri de ünlü Türkçümüz Ziya Gökalp’tır.
Ziya Gökalp iyi bir sosyolog olmasına rağmen maalesef birçok konuda o da hata yapmıştır.
Diyarbakır’da Abdullah Cevdet’in etkisi altında kalan Ziya Gökalp İçtihad mecmuasında: “O eline balta almış yıkılması gerekli kanatları yıkıyor, bu bir hizmettir” diye ona methiyede bulunur.
Maalesef, Samed Ağaoğlu’nun da belirttiği Abdullah Cevdet’in dinsizliğini Ziya Gökalp hizmet olarak değerlendirebiliyor. Oysa hizmetkar diye sunduğu bu adam milli mücadele yıllarında adına “İjtihad Evi” verdiği evin bir odasına çekilmiş, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte inzivaya çekildiği kafes’inden çıkarak vaktiyle savunduğu fikirlerin inkılaplara kaynaklık yaptığı iddiasını ortaya atarak; “Bütün yapılanlar ve yapılacak olanlar benden kopya!” demeyi de ihmal etmemiş birisidir o..
Meşrutiyet masonlarından bir kısmı da Cumhuriyet döneminde idealleri uğruna çok uğraş vermişlerdir. Fakat Türkiye’de mason localarının kapatılması gerektiğinin Mustafa Kemal Atatürk’e yakınlığı ile bilinen Mahmut Esat (Bozkurt) telkinleri sayesinde bu çabaları sonuç vermemiştir. Nitekim Mahmut Esat o dönemde çıkardığı dergide masonluk aleyhinde neşriyatta bulunulunca, o dönemin meşhur iki üstadı azamı olan Servet Yaseri ve Mim Kemal Öke’nin tepkisine maruz kalmıştır. Öyle ki Mahmut Esat hiç çekinmeden; masonluğun dinlerin aleyhinde olduğunu söyleyecek kadar yürekli davranmış, böylece bu teşebbüsleri sayesinde 1935 yılında mason localarının kapatılmasına vesile olmuştur. Ne yazık ki 1948’de Milli Şef İnönü’nün tavizi ile yeniden mason locaları faaliyetlerine başlamışlardır.
Bir iddiaya göre de ne derece doğru bilemiyoruz, ama şöyle denilir: Menemen olayı Mahmut Esat’ın tertibi imiş. Eğer bu iddia doğru ise Mahmut Esat’ın mason aleyhtarı tutumu bir sır perdesi, bundan da öte esrarlı bir muammaya dönüşüyor demektir. Fakat yine de şu bir gerçek, neticeyi itibarıyla mason locaları Mustafa Kemal Atatürk döneminde kapatılmış, İsmet İnönü ile tekrar su yüzüne çıkan bir süreçtir. Kelimenin tam anlamıyla Lale devri, Abdülaziz’in hal ve katli müteakiben mason olan veliaht Muradın getirilmesiyle başlayan süreç, yine Tanzimat’ın mimarlarından büyük Britanya locasının ileri derecedeki masonlarından Mustafa Reşit Paşa dönemi dâhil olmak üzere İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemi derken günümüze kadar uzanan bir dizi yaşanan serüvenlerin odağının adıdır masonluk.
Bir başka meselede İtalya’da bomba etkisi yapan Gladio örgütünün isminden çok P–2 Mason adlı örgütünün maşası olarak işlev üstlenmesiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Eğer o, İtalyan ülküsünün idealleri uğrunda görev ifa etseydi bu konu o kadar önem arz etmeyecekti. İşte amacının dışında birtakım karanlık oyunların aleti olmak İtalya’yı ayağa kaldırmıştır.
İtalya’da, Belçika’da hatta İspanya’da buna benzer örgütlerin yankısı, bizde değişik ifadeyle kontrgerilla olarak telaffuz ediliyor. Bugünlerde ise Ergenekon olarak niteleniyor. Komünizmin tehdit unsuru olduğu dönemlerde NATO ülkeleri bu çerçevede Gladio benzeri ağ kurması bilinen bir gerçek. Bizimde NATO üyesi olmamız dolayısıyla ister istemez bu tür yapılanmalara tevessül etmişiz, bundan uzak kalınamazdı da. Başka ülkelerde görülen ve bizde böyle bir örgütün varlığı olup olmaması ispat edilmese bile var olmadığını inkâr etmek de hiçte kolay bir yol olmasa gerektir.
Masonluk için çok daha söylenecek söz var ama son dönemlerde aleni verdikleri ilanlarla artık eskisi gibi gizli kalmayı değil, topluma açılımı yeğledikleri gözlemlenmektedir. Demek ki; her insanın bu dünyadan bir gün fani olduğu gibi, gizlilikte bir noktaya kadar faniymiş meğer. Baki olan Allah’tır çünkü.
Vesselam.