İNANÇ TURİZMİ Mİ YOKSA MİSYONERLİK Mİ?
İNANÇ TURİZMİ Mİ YOKSA MİSYONERLİK Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER
Ömür biter ama yol bitmez derler ya, sanki bu söz seyahat tarihini şekillendiren tüccarlar, seyyahlar, misyonerler ve turistler için söylenmiş adeta. Yani tüccar ekmek parası uğruna uzak diyarlara uzanmış, seyyahlar bilgilenmek için yol kat etmişler, misyonerler de inançlarını misyon edinerek tebliğ için yola koyulmuşlar.
Hz. Hatice iki kez evlenmiş, ama her iki eşinden de dul kalmıştı. Evlenme yönünden talihi bir türlü yaver gitmiyordu, fakat ticarette talihi biranda açılıverdi. Nasıl mı? Malum olduğu üzere her yıl Mekke dışında uzak ülkelere ticari seferler düzenlenirdi. Heryıl olduğu gibi bu defada Hz. Hatice yola çıkacak ticari kervan için kafile reisi seçimi için ön araştırma yaptırıverdi, bu seferki araştırma sonuçlarından en uygun isim olarak kendisine Ebu Talip’in yeğeni Muhammed önerilir. Kafile yola çıkmadan Hz Hatice kölesi Meysere’den yol boyunca not tutmasını ve sonunda rapor olarak sunmasını sıkı sıkıya tenbihler. Meysere daha önce kafile reislerden hiç görmediği ilgiyi daha çiçeği burnunda genç yaşta kafile reisi olan Hz. Muhammed (s.a.v )’den büyük alaka görür, hatta onu köle ayırımına tabi tutmadan sofrasına davet etmesine hayret eder. Böylece Servi Kâinat Efendimizle yemek yemenin şerefini yaşadı böylece.
Meysere, yine yol boyunca bir şemsiye gibi bulutun O’nu takip ettiğini, ayağı aksayan bir devenin ayaklarını sıvazlamasıyla biranda harekete geçtiğini ve ticari malların satımında mübalağaya kaçmadan ticari ahlak çerçevesinde ürünleri pazarlayıp büyük ölçüde kazançlar elde ettiğini gözlemledi. Dönüşte annemize gözlemlerini rapor olarak sunduğunda Hatice annemizin içi sevinçle doldu. Bu ticari seyahat aynı zamanda Habib-i Kibriye Efendimizin Hz. Hatice ile evlenmesine vesile de olur. Derken Hz. Hatice validemiz bir anda hem evlenme hem de ticari hayatta talihli konuma geçti.
Sahabeden Ebuzer el Gıfari (r.a), insanların dünya metasına daldıklarına kanat getirerek
yollara düşer. Bir gün bir köşede otururken ondaki ince tabiatı sezen Rasulullah (s.a.v) şöyle dedi: “O yalnız yaşar ve yanlız ölür.’’ Gerçekten de Ebuzer el Gıfari (r.a) Hz. Ebubekir(r.a)’ın vefatından sonra Şam’a hicret etti ve orada Hz. Osman’nın Halifeliğine kadar kaldı. Fakat züht ve takvada aşırı derecede ifrata kaçtığı için bir günlük nafakadan fazla mal biriktirmezdi. Kendisindeki bu durumun herkes de olmasını ve uymasını isteyince kıyamet koptu. Derken zenginler homurdanmaya başladılar ve onu Şam valisine şikâyet ettiler. Netice malum; sonunda Medine’ye gönderildi. Medine’ye varınca süslü püslü yüksek binalar gözüne ilişti ve gördükleri huzurunu kaçırdı, dayanamayıp derhal Hz. Osman’ın huzuruna çıkıverdi. Huzurda şöyle dedi:
—Zenginler ellerindekini dağıtmadıkça burada kalmam.
Bunun üzerine Halife Hz Osman (r.a) ;
—Ben ancak Allah’ın verdiği ölçülerle hareket etmek zorundayım dedi. Tabii bu sözlerden Ebuzer el Gıfarı ikna olmayınca Hz. Osman’da civar köylere gitmesini söyledi. Öyle de oldu, derken tekrar yollara revan olur.
Ebuzer el Gıfari’nin son demleriydi artık, bir ara kızına;
—Çık bakalım gelen var mı?
Kızı etrafa baktı;
—Üç beş kişi var dedi.
Bunun üzerine Ebuzer el Gıfari;
—Beni kıbleye çevir demesi üzerine kızı çeviriverdi ve ruhunu oracıkta teslim eder. Gelenlerden Abdullah b. Mesut onu o halde görünce arkadaşlarına bir zamanlar Rasulüllah (s.a.v)’den işittiği:
—Ebuzer yalnız yaşar, yalnız ölür, yalnız haşr olunur hadisi şerifini aktardı. Ebuzer El Gıfarinin hayatında yalnız başına seyahat etmenin izlerini en iyi özetleyen Allah Rasulünün sözlerinde gizliydi zaten.
Demek ki seyahat deyip geçmemek gerekir. Her medeniyet bile bir göçün ardından doğmuştur. Mekke’den Medine’ye göçün ardından İslam bir güneş gibi dünyayı aydınlatmaya başladı bile. Özellikle Türkler Orta Asya steplerinden göçerek Anadoluyu yurt edindikten sonra İlay-ı Kelimatullah adına Viyana kapılarına kadar yayılabilmişlerdi. Hakeza Piri Reisi meşhur edende yaptığı seyahatlerdir. Seyahatleri sayesinde dünya haritasını çizebilmiştir. Kâtip Çelebinin adından söz ettirende ünlü seyahatnamesidir. Yunus’u Yunus yapan asası ile birlikte kat ettiği yollardır. Onun için Yunus; “Bu yol bir gönüle girmektir” demiş. Mecnun’u Kays yapan Leyla uğruna çöllere ve sahralara düşüren ruhdur.
Her seyahat ferahlık getirmeyebilir de. Moğol kasırgasına sebep olan Cengiz Han’ın zulmüne ortak olmaması için kim bilir kaç asker dilek dilemiştir. Türkler’in anavatanları Orta Asya’dır. Orta Asya’nın o bozkır ve kuraklık yaylaları olmasaydı belki de Türkler anayurtlarından çıkamazdı.
Misyonerlerde tarihi süreç içerisinde hiç boş durmadılar, Hz. İsa göğe yükseldikten sonra kırk yıl sonra Romalılar Kudüs Şehrini yağma ettiler ve İsrailoğullarını Kudüs’ten çıkarıverdiler. Havariler Hz. İsa’nın vasiyeti üzerine etrafa dağılmıştılar. Hz İsa’dan öğrendiklerini insanlara tebliğ ettiler ama her taraf küfür ve şirkle kaplı olduğu için dinlerini açıktan yaşayamadılar, sadece mahzen türü yerlerde gizlice ibadet ettiler ve yakalananlar ise işkenceye tabi tutuldular. Misyonerlerin takip etmesi gereken güzergâhın krokisini çizen Pavlus Hıristiyanlığı yaymak için Anadolu, Yunanistan ve Mekadonya’ya yönelik seyahatler gerçekleştirmiştir. Pavlus’la başlayan çabalar meyvesini vermeye başlar da. Nitekim Roma’nın resmi din olarak kabul etmesiyle ilk zafer elde edilmiş oldu. Nihayet Roma İmparatoru Konstantin M.S. 330 yıl sonra Hıristiyanlığın açıktan yaşanmasına izin verdi, hatta kendiside bu dini kabul ederek Hiristiyanlığın yayılmasını sağladı. Fakat Hz. İsa’nın öğretileri güzelce derlenip toplanamadığından bu iş Piskoposların elinde kaldı. Fakat bu arada ihtilaflar çoğaldı, derken Roma Devleti; Doğu Roma İmparatorluğu ile Batı Roma İmparatoruğu şeklinde ikiye bölündü. Zaman içerisinde İstanbul ve Roma başkentleri birbirlerini çekemediler, sonunda Roma Piskoposu (Katolik) ve İstanbul Patriği (Ortodoks) diye ikiyol ayrımına girerek Hiristiyanlık rayından çıkarmış oldular.
Günümüzde de Hz. İsa’nın dört havarisinden biri olan Saint Paul’ün Hiristiyanlığı yaymak adına seferber olduğu yolları takip ederek Anadolu içlerine kadar turnuvalar düzenliyorlar. Nevşehir civarında kendi kültürlerini yaymak içinde Kapadokya ve Lidya gibi isimlerle Anadolu’yu karış karış tarıyorlar. Pavlus’la başlayan misyonerlik faaliyetlerinden bir başka mekân olarak Karadenizde Trabzon’a bağlı olan Sürmene Manastırı’da bundan nasibini alanlardan. Peki, Karadeniz misyonerlere mesken olurda Güneyde faaliyet olmaz mı? Bakın Tarsus da Ashab-ı Kehfin sığındığı mağaraları bahane edilip güya Saint Paulus’un kenti olarak takdim edilmeye çalışılıyor ve ardından bu amaçla oradaki tarihi evler turistlerin kalabileceği otel, kafelere çevriliyor. Zira Ashab-ı Kehf Kuran’da zikredilir. Yedi arkadaşın inançları uğruna Kralın sarayından kaçarak yanlarında Kıtmir adlı köpekle mağaraya sığınmasıyla bu kutlu hicret tamamlanır. Bir rivayete göre Allah tarafından üç yüzyıl uykuya daldırılıp, uyandıklarından ekmek almak için yedi arkadaştan birinin pazara indiğinde cebinden çıkardığı paranın üçyüzyıl öncesine ait olduğu anlaşılması üzerine yedi uyurlar günümüzde de Tarsus’ta akın akın ziyaret edilen bir yer olarak önem kazanır. Yedi uyurlar Mağarasının Tarsus’ta bulunması bir noktada misyonerleri avantajlı kılıyor. Hâsılı misyonerler şu veya bu şekilde değişik kimliklerle faaliyet içinde bulunan gönüllü görevliler diyebiliriz.
Yine Güneydoğuda Şanlı Urfa bütün Peygamberlerin uğradığı, hatta yaşadığı kent olarak semavi dinlerce paylaşılamayan özellik kazanan bir konumda şehrimiz. İlahi anlamla yüklenmiş olan bu tür kentlerimiz maalesef inanç turizmi adı altında iç ve dıştan gelen insanlara ev sahipliği yapıyor. Urfa’yı önemli kılan husus Hz. İsa’nın burayı övmesi, Yahudilerce de kutsal addedilmesi ve Hz. Yakup (a.s)’ın Harran’da yaşamasıdır. Müslümanlar ise hiçbir Peygamber ayırımı yapmaksızın Peygamberlerin adının zikredilmesi bile Urfa’nın Mekke, Medine, Kudüs’ten sonra mukaddes olduğunu fark etmelerine yetiyor. Konya denilince de Mevlana akla geliyor. O’nun evrensel mesajlarının insanlığı kapsaması iç ve dış turizmi ister istemez çekiyor. Ancak Mevlana’yı sadece sembolik semazanlarla tanıtmak yetmez. Malum olduğu üzere tarihte birtakım paşaların dünya fuarına Mevlevi dervişi gönderme isteği Ulu Hakan Abdülhamit Han tarafından reddedilir. Abdülhamit Han bu tekliflerin tam aksine oralara ne kadar sanayi mamülümüz varsa onları götürün demesi manidardır. Çünkü Batılının görmek istediği değil, görmek istemediğini göstermek için söylenilen sözdü bu. Aynı zamanda sözün ötesinde anlam yüklü dâhiyane bir mesajdı, tabi anlıyabilene. Ulu Hakanın bu tutumu Mevleviliğe karşı tavır olarak yorumlanmamalı. Burdan çıkarılacak ders, sembolik ve simgesel gösterilerle Türkiye’yi tanıtmak yetmeyeceği gibi, aynı zamanda modern çağın en üst seviyesine hitap edecek teknolojik açılımlarımızla da gündeme gelmek mecburiyetimizdir.
Türkiye’de son zamanlarda çeşitlilikte hız kazanan av turizmi, kış turizmi, gençlik turizmi, kongre turizmi, yayla turizmi, inanç turizmi derken galiba içlerinden en çok tartışılanı inanç turizmi olsa gerektir. Çünkü Türkiye’ye gelen turistlerin yüzde doksanının Hiristiyan olması kaygılarıda beraberinde getiriyor ve bir o kadarda düşündürücü tablo ortaya koyuyor. Turizm ve Kültür Bakanı Güldal Akşit’in dikkatini çekmiş olsa gerek ki, sadece batıdan değil uzak doğudan hatta ortadoğudan da turist gelmesi noktasında proje çalışmaları başlatıldı, fakat bakanlığının kısa sürmesi bu yöndeki olumlu heveslerimizi söndürdü. Ümit ederiz ki önümüzdeki günlerde bu konu tekrar masaya yatırılıp Turizmin doğru bir mecrada yürümesi sağlanır.
Vesselam.