DÜNDEN BUGÜNE İRAN
DÜNDEN BUGÜNE İRAN
ALPEREN GÜRBÜZER
Etkisi gücünden fazla olan bir ihtilaldir. Onu önemli kılan dini olmasıdır. Anlaşıldığı üzere 1979 yılı tüm dünyada ve özellikle Türkiye’de yankı bulan Humeyni öncülüğünde gerçekleştirilen bir devrimden söz ediyoruz.
Elbette ki 1979’lardan bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Üstelik gelinen nokta itibarıyla İran Devriminin coğrafyamızda mevcut olan değişik İslami gruplar üzerinde tesiri azalmış ve normal seyrine dönüşmüşte diyebiliriz. Sadece işin demogoji faslı sürüyor. Yani kala kala Türkiye de irtica yaygaraları gündeme geldiğinde İran dosyası arada bir laikçi kesimler tarafından diline dolanılan propaganda niteliğinde kullanılan argüman olarak devam etmesi kaldı. İran’a kızdıklarından değil elbet, dini duyarlı insanları potansiyel tehlike göstermek için kullanılan malzeme olduğundan dolayıdır.
Bir zamanlar Şah Rıza Pehlevi’nin izlediği modernleşme politikaları meyvelerini vermiş, fakat Şah’ın Müslümanların taleplerine kayıtsız kalıp demokrasi yollarına set çekmesiyle birlikte ülke içinde birtakım sancılara neden olmuş ve hızla artan tepkiler karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştı. Ancak bu geri adım tam hürriyet sayılmazdı, olsa olsa taviz anlamında özgürlüğün biraz ucunu göstermek kabilinde bir şeydi. Nitekim artan tepkiler karşısında Şah’ın parlamentarizme izin vermesi kısmi özgürlük sayılsa da bu taviz daha çok karşı grupların cesaretini artırmaya yaramış, hatta Şahın yıkılabileceği fikrini akıllara düşürüverdi biranda. Öyle ki bir yandan Liberal Cumhuriyetçiler, bir yandan Sosyal demokratlar, biryandan Meşrutiyetçiler, diğer yandan da Komünist Tudehçi’ler cirit atıyorlardı her tarafta. Tabiî ki tüm bu gruplar içerisinde en şanslı mollaların temsil ettiği gruptu. Humeyni’yi karizmatik yapan da eski Fars ve Aramı kültürünün derinliklerinde var olan yarı- tanrı kültün bir değişik versiyonu babında onun güya on iki İmam’ı temsil ettiği iddiasıdır. İşte Humeyni’ye bu gözle bakılmıştır hep. Zira Şia akımı yarı -tanrı kült diye isnat edilen önder bir insana ulûhiyet gömleği giydirmenin adıdır.
Humeyni’yi ortaya çıkaran gizem, İslamiyet öncesi Güney Arabistan’da var olan insanüstü lider formatının, ‘İmam masum’, ‘Mehdi Muhtazar’, ‘12 İmam’, ‘Ayetullah’, ‘Velayet-i Fakih’ gibi tanımlarlarla yeni bir veçheye bürünüp çağımıza meydan okuma tezahürüdür. Demek ki onu kitleler nezdinde popüler kılan eski Arami-Fars geleneğinin yansıması olan yarı-tanrı kültün, İslamiyet sonrası İmamı Allah tayin görüşüyle birleşmesinden başka bir şey değilmiş. İşte bu akım böyle doğmaya başladı. Tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa’ya ulûhiyet yükledikleri gibi bir durumdur. Oysa Sünni ekol da bırakın herhangi bir ulemayı Peygamber bile Allah’a gidilen yolda vasıta olup asla gaye değildir. Ehlisünnet çizgisinde âlimlere bakış ise Peygamberin oynadığı elçilik rolüne varis gözüyle değerlendirilir. Kelimenin tam anlamıyla Sünni âlemde din âlimleri hukuki konudur sadece. Mesela Osmanlı’da Şeyhül İslam makamı tıpkı bugünkü anayasal kuruluş gibi kanunların uygun olup olmadığı hususunda rol üstlenmiş bir pozisyona sahiptir, siyaset ise yalnız hanedana dayandırılmıştır. Şia’da tam tersi âlim dedikleri Ayetullahlar (mollalara) Allah’ın hücceti (delili), aynı zamanda masum ve günah işlemezler kültü yüklenmenin yanı sıra birazda hududu aşıp iman konusu haline getirmişlerdir.
Haricilik nasıl ki başsızlık ve kabile asabiyetin sonucu doğmuşsa, Şia da eski Fars -Arami insanüstü kültünün devamı olarak ortaya çıkmıştır. Birinde başsızlık diğerin de liderlik esastır. İran ihtilalin eşiğine geldiğinde sosyal patlamalar diz boyuna ulaşmıştı ki bu durum bir şekilde teokratik imam etrafında toplanılmasını daha da kolaylaştırmıştır.
1979 yılı İran için bir milattır. Bu yıla kadar İran, pasif bir konumda görünürken bu yeni miatla birlikte biranda küresel güç izlenimine bürünür. Özellikle küresel hamleleriyle hem dünyanın gündemine girdi, hem de Amerika’nın sinirini bozacak uygulamalarıyla yediden yetmişe herkesi şoke etti. Amerika’nın bazı olaylara seyirci kalması bile işe yaramadığı gibi, üstelik İran devrimin temellerini daha da güçlenmesini sağladı. Son zamanlarda nükleer santraller konusunda koparılan yaygaralardan amaç, İran’ı hizaya sokma planı yatsa da bu sefer işlerinin hiç de kolay olmadığı gayet açık. Çünkü bu kez karşılarında ne bir Afganistan ne de Irak var. Sahnede bambaşka bir İran söz konusudur. Bunun diğerlerinden farkı çetin ceviz olmasıdır. İran’ın bu denli kafa tutması sahip olduğu enerji ve askeri alanda epey yol kat etmesinden kaynaklanıyor. Oğul Bush bu meydan okuma karşısında öyle bir zor durumdaki, İran’ın nükleer arayışından vazgeçmesi için rüşvet vermeye bile razı görünümü gözlerden kaçmadı. İran’ın küresel pazarlıklarda ciddi bir rol üstlenmişliği ABD’yi tedirgin ediyor hala. Geçmişte Amerika’nın Afganistan ve Saddam’la oyalanması İran’a alan genişletmesi sağlamış, böylece İran’ın öteden beri düşman bildiği Afganistan ve Irak’ın hedef tahtası olmaktan bir nebzede olsa kurtulmasına neden olmuştur. Amerika’nın her iki ülke ile uğraşması en çok İran’ın işine yaradı, en azından bu zaman diliminde güç toparlanması sağlayarak ABD’ye kafa tutar hale geldi. Bütün bu gerçeklere ilave olarak küresel güçlerin kendilerine özgü hesaplarını da göz ardı etmemek gerekir. Zira ülkelerin çıkar ilişkilerinin ayrı ayrı olması bir kez daha İran’ı bu hesap denkleminde avantajlı konuma getirdi. Hatta ABD’nin Orta Asya projelerinin fiyaskoyla neticelenmesi, Kırgızistan ve Özbekistan’da arzu ettiği kontrolü sağlayamaması bunun en iyi göstergesi olsa gerektir. Üstelik Rusya, Çin, Hindistan ve Kazakistan Şanghay işbirliği çerçevesinde büyük enerji projelerine imza atıp İran’ın da davet edilmesi, aralarına Pakistan ve Moğolistan’ın da katılmasıyla bir anlamda ABD’yi devre dışı bırakmış oldular. Bu gün dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi birinci sırada Rusya ve ikinci olarak da İran’ın başrolde oynaması önemli bir husustur. Bu arada Iraktaki Şii çoğunluğun üzerindeki İran’ın nüfuzunu da hesaba kattığımız da Washington’un işi bir hayli zor olduğu gerçeği ortaya çıkar. Sam amca ister adına Büyük orta doğu projesi desin isterse arınma desin bunlara ilave olarak epey daha proje üretmesi gerektiğini anlamış oluruz.
Çiçeği burnunda yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın ülkesini Nükleer kulüp ilan etmesi ortalığı fena halde kızışmasına yol açtı. Diplomasi trafiğinin yoğunlaştığı hengâme de İngiltere, Almanya ve Fransa devreye girerek İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini askıya alma konusunda ikna ederek Saadapat anlaşmasını imzaladılar. Bu üç ülke ve ABD İran’ın askıya aldığını deklare etmesini yeterli bulmayıp, nükleer programını da (nükleer araştırma çalışmaları) durdurma yönünde karar alması gerektiğini bildirmesi, İran’ı çileden çıkarmaya yetti de. Nitekim İran’ın bu öfkesi 3 ağustos 2005’te İsfahan’da UCF tesislerini faaliyete geçireceklerini açıklamasına neden oldular. Bu açıklamanın Paris anlaşmasının ihlali olarak değerlendirilip İran’ı BM Güvenlik Konseyi ile tehdit ettiler. Konunun BM Güvenlik konseyine taşınması ile uluslararası krize dönüştürülmüş gözükse de İran’ın tüm ülkelere ortak yatırım teklifinde göz kırpması bir sır değil artık. Türkiye bile duruş itibariyle nükleer rektör tesis kurmak için batıya yönünü çevirmiş gözükse de, geleceği açısından yakıt çevrim teknoloji konusunda İran’la dirsek teması içerisinde bulunmayı zorunluluk hissediyor içten içe. Tüm bu gerçekler İran’ı uluslararası pazarlık arenasında popüler duruma getiriyor ve konumuna konum katıyor da. Dolayısıyla Türkiye’de bir kısım medyanın aksine Tahran’ın elindeki kozlar Washington’dan daha güçlü gibi.
Tarihe şöyle bir göz attığımızda İslamiyet’ten önce üç kıtada iki devlet hâkimdi biri Sasaniler, diğeri de Bizanslılardı. Türkler Bizans coğrafyasında, İran ise Sasanilerin bulunduğu alanda neşvünema bulmuştur. Bizim Fars dünyası ile ilişkilerimiz İslamiyet öncesi Hun’larla başlayıp, ipek yolunun ele geçirebilmek uğruna Göktürkler dönemine kadar uzanır. Göktürkler Sasani’lerle ipek yolu için işbirliğine girmiş ancak paylaşım konusunda anlaşmazlık üzerine yollarını ayırmışlardır. Bunun doğal sonucu olarak Türkler Bizanslılarla işbirliğine giderek Sasanileri zayıflatmışlarda. Böylece güçten takatten düşen Acem’in Müslümanlarca fethi daha kolay olmasını sağlamışlar. Bu durum Fars’lıların Araplarca Müslüman olmasını ve ileriki yıllarda da Farslılar Türklerin Müslüman olmasına neden olacak bir hareketin çıkmasına yarayacaktır. Demek ki başlangıçta Sünni olan İran’ın Şiileşmesi biraz Safevi Devletinin yanlış uygulamaları birazda Türklerin baskı kurmasıyla gerçekleşmiştir. Yani Farsları bir derece Şiileştiren Türkler olmuştur.
Emevi ve Abbasilerden sonra İslam’ın bayraktarlığı Türk’lere geçmiş ve ardından Tuğrul Bey’in Dandanakan zaferi ile hâkimiyet perçinlenmiştir. Tuğrul Bey bürokrasisini Acemle donatmış ta. Öyle ki; Nizamülmülk resmi yazışmaları bile Farsça yapmaya başlamıştır. Böylece resmi dil Farsça olmuştu. Farsçanın halka yansıması kısmi de olsa dergâhlarda Mesnevi yoluyla sirayet etmiştir. Yinede günlük konuşma dili ağırlıklı olarak Türkçedir. Padişahların Keykubad, Keyhüsrev, Keykavus gibi unvanları kullanmaları Fars kültürü ile ne kadar iç içe olduğumuzun delili zaten.
Selçuklu döneminde uyumlu olan ilişkiler Osmanlı da yerini sancılı döneme terk eder. Şöyle ki; Timur, Yıldırım Beyazid’i yenip elde ettiği esirleri Erdebil’e götürerek Erdebil Şeyhi Ali’ye teslim eder. Erdebil Şeyhinin etrafında biriken bu Türkmen dervişler önceleri kasrı arifane, fakr ve kalender meşrepliği ile başlayıp, bu dini zevk intisaba dönüşerek cem halkası oluşturdular.
Erdebil Şeyhi Ali’nin asıl amacı Şeyhlikten Şahlığa geçmekti, ancak bu emeline kavuşamadan bu dünyadan göç eder, derken yerine şeyh Cüneyd geçer. Şeyh Cüneyd’de aynı düşünceleri gerçekleştirmek ister ama o’nun bu niyetini sezen İran hükümdarı Cihan Bey tez elden onu sürgün eder. Sürgün edilen Şeyh Cüneyd soluğu Anadolu’da alır ve bu seferde buralarda dal budak salmaya başlar. Şeyh Cüneyd aynı zamanda Şah İsmail’in dedesidir. Derken bu yol Şeyh Cüneyd’den Şeyh Haydar’a devr olunur. O’da şahlık hedefine erişemeden vefatıyla bayrağı İsmail’e aktarır. Şeyh İsmail on üç yaşında iken İran’da egemen olan bir Türk Devleti olan Akkoyunlu’ları mağlup ederek Safevi Devletini kurup şahlığa geçmeyi başarır nihayet. O bundan böyle artık Şah İsmail’dir.
Akkoyunlular, Karahanlılar ve Safeviler üçü de İran coğrafyasında kurulu Türk devletleri olup bunların içerisinde sadece Safeviler mezhebi reflekslerle ve siyasi hareket ettiğinden dolayı yıllarca Osmanlıyı uğraştırmışta.
Şah İsmail Ehl-i Beyt sevgisiyle kurduğu devleti Şiiliğe dönüştürerek, mezhebini resmiyete dökmüş ve bu kapsamda fırsatı bulduğunda Osmanlı padişahlarını başını ağrıtmıştır adeta. Belli ki Beyazıt Han meseleyi savaş yoluyla halletmeye pek niyetli değildi. Neyse ki o sıralarda Şehzade, aynı zamanda Trabzon valisi olan Yavuz durumun vahametini önceden kavrayabilmiş. Zaten hükümdar olur olmazda ilk işi, 1514’te Şah İsmail’i Çaldıranda hezimete uğratarak gereken cevabı vermek olmuştur. Böylece Şah İsmail’in Şahlık ve Şeyhlik imajı zedelenmiş ve Çaldıran zaferiyle İran’la Osmanlı arasında kesin sınırlar belirlenir nihayet. Fakat sınırın Anadolu yakasında kalan bu tarikatın müritleri Osmanlı coğrafyasındaki Sünni âlemin Ehl-i Beyte soğuk baktığı zannına kapılarak medreselerden uzak bir hayat yaşadılar. Hayatların hep kulaktan dolma bilgilerle idame ederek yollarına devam ettiler. Böylece kitabi bilgilerden yoksunluk onları alevi meşrebin yılmaz savunucuları şeklinde günümüze kadar gelmiştir. Şayet Şah İsmail kendi mezhebi ve meşrebi ile meşgul olsaydı, ya da ‘Dünyanın hükümdarı benim’ iddiasına soyunmasaydı hiçbir şekilde Osmanlı o’ndan rahatsızlık duymayacaktı. Çünkü Osmanlının Ehl-i Beyt’le problemi yoktu, olamazda. Bilakis Seyyidlerin Reis’inin önünde diz çökerek kılıç kuşanan padişahlarımız söz konusudur. Zira onların hayır dualarına mazhar olmak için çalışırlardı. Hatta Peygamber nesline hürmeten Ehli Beyit’e hazineden maaş bile bağlanmıştı.
Sosyolojik anlamda en arı, en saf ve en duru İslami kültürün örneği Osmanlı’da fazlasıyla mevcuttu. Diyebiliriz ki insanlığın en son gördüğü medeniyette Osmanlı idi.
İranlılarla her ne kadar mezhep farklılığı olsa da tarihi süreç içerisinde kültür yönünden hem almışız hem de vermişiz. Yani kültürlerimiz kaynaşmış, bu yüzden bizi çok severler. İran halkı televizyon antenlerini hep Türkiye’ye doğru çevirerek programlarımızı izliyorlar da. Çünkü bizi ayrı gayrı görmüyorlar, kendilerine yakın buluyorlar. Zaten tarihi kodlarımızla bütünleşmiş Muhammed Kirmanı gibi Acem âlimi 1071’de Anadolu’ya yerleşmiş, Siirt’te Ulu Cami’yi yaptıran Şeyh Muhammed Isfahanı’da hakeza öyle. Acem diyarlarından göç ederek nice kasrı Arifan, Horasan’a gelerek evliyalar halkasına dâhil olup hemhal olmuşuz da.
O kadar iç içeyiz ki, biz Türkler vuzuh yerine Farsçası olan abdest deriz. Yine Arapça salât yerine Kisra’nın perestiş, yani eğilme anlamında pehlevice kökenli namaz deriz. Hakeza Nebi demeyiz, genelde Peygamber ifadesini tercih etmişiz. Peyam Farsçada haber getiren anlamında çünkü. Fars kültürüne Osmanlı padişahları hep sıcak bakmışlar da. Bakın Yavuz iki bin beyitten oluşan Farsça divan yazmış, bununla yetinmemiş Çaldıran savaşından sonra birçok İranlı yazar ve şairi kendi kontrolünde İstanbul’a getirmiştir. Şah İsmail de Türkçe divan yazmıştır. Her ikisi de iki rakipler ama kültür düşmanlığı olmayan ikili olarak tarihçileri hayrete düşürüyorlar adeta.
Yavuz’dan sonra Kanuni sert politikaları yumuşatmış fakat bu iyi niyet maksadından saptırılınca Irakeyn seferi kaçınılmaz olmuş, ardından Amasya anlaşması imzalanmak zorunda kalınmıştı.
III. Murat zamanın da karşılıklı suçlamalarla Amasya anlaşması bozulmuşta. Neyse ki Sokullu bu kısır döngünün açtığı zararı Sultan Murat’ın İran’a açtığı savaşta fark ederek vazgeçirmeye çalışmış ve Iranla meşgul olmanın asıl hedeften uzaklaşıp Batıdaki fütuhatları engellemeye yönelik ayak bağı olduğunu idrak eden bir veziri azam olarak akılda kalacaktır.
İşte IV. Murat bu sayede İran seferlerinin hazineye ne kadar yük olduğunu görmüş o’nun dirayeti ile Kasr-i Şirin anlaşması gerçekleşerek bundan böyle Türk- İran ilişkileri doğru rayına oturacaktır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Arap ülkelerine bakılan ön yargılardan İran da hissesine düşen payını almış ve o’na da öteki gözle bakılmıştır. Ancak, Ortadoğu da Faşist İtalyan’ın tehditleri sonucu gerek İran’ın öncülüğü gerekse İngilizlerin teşvikiyle Türkiye, İran ve Irak’tan oluşan üçlü ülke Saadabad paktı için bir araya gelecek, hatta 1937’de Afganistan’ın da katılımıyla bu anlaşma imzalanabilmiştir. Derken Türk-İran ilişkileri yeni bir boyut kazanacaktır. Fakat 1979 İran devrimi ile İmam Humeyni’nin etkisi Türkiye’de değişik bakışı doğurdu. Şimdilerde ise o etkiden eser kalmadı diyebiliriz.
Velhasıl; her iki taraf da tarih boyunca karşılıklı net bir kazanç elde edememiş, bilakis birbirlerinden zarar görmüşlerde. Bakalım önümüzdeki günler ne gösterecek. Şimdilik Mevla’m neylerse güzel eyler demekten öte ne diyebiliriz ki.
Vesselam.