İMPARATORLUKLARDAN KÜRESELLEŞMEYE
İMPARATORLUKLARDAN KÜRESELLEŞMEYE
ALPEREN GÜRBÜZER
İmparatorluklar çeşitli milletlerden oluşan topluluklar olup aynı hanedana sahip insanlarca yönetilen ve gücünü bağlı olduğu dinden alan yapılar diye tanımlayabiliriz. Bilindiği üzere aynı Hanedanın fertleri hem Avusturya da, hem Rusya da, hem İngiltere de hem de Yunanistan da imparator olabiliyordu.
Bizans imparatorluğu ilahi kaynağını Patrikhaneye, Roma Germen imparatorluğu da gücünü Roma kilisesine dayandırırdı. İngiltere’de ise Kraliçe, Anglikan mezhebin ve devletin baş tacıdır. Peki, Ya Osmanlı imparatorluğu! O da batıdan farklı olarak tüm Müslümanları halifelik konumuyla şemsiyesi altında yönetme biçimidir. Son gelinen nokta itibarıyla imparatorlukların ve hanedanlıkların dağılmasıyla ulus devlet yapılarına dönüştüğüne şahit oluruz. Hatta yaşadığımız dünyamızda uluslararası paktların oluşmasıyla da globelleşme çağına terfi edilen bir durum ortaya çıktı.
Sosyolojik süreç içerisinde batıda toprağa bağlı feodalitenin çözülmenin yanı sıra özellikle Ümit Burnunun keşfi ve oradaki zenginliğin biranda batıya transferi sayesinde sermayeye dayalı derebeylikle birlikte Krallık sahne aldı. Yani derebeylik topraktan şehre terfi eder. Bu arada sömürgecilikten gelen finansmanla burjuvazi sınıfı doğdu. Dahası 1869 yılında Süveyş kanalının açılmasıyla da doğu ve batı arasındaki ticari yolun biranda kısalması sağlanır. Böylece bu ticari yol sömürgeci ülkelerinin iştahını daha da açarak zenginliklerine zenginlik katmasına vesile olur. Birde buna Ortadoğunun zengin petrol yataklarını da ilave ettiğimizde birinci dünya savaşının neden çıktığını daha iyi anlamış oluruz. Bölgede söz sahibi olmak adına pastadan pay kapmak için göze alınan bir savaştı bu. Üstelik dünyadaki en verimli petrol yataklarının Osmanlı coğrafyasının sınırları içerisinde olması Devleti Aliye’nin yıkılması gerektiğinin düşüncesini beraberinde getirdi. İslam’ı ve Osmanlı’yı yıkmak serveti ele geçirmek için yeterli bir sebepti. Fakat bedeli ağır olan bir savaştı. Öyle ki batılı güçlerin bölgeyi istilası ve Müslüman ahaliyi İngilizlerin kışkırtması sonucunda şemsiyemiz altındaki devletler Osmanlıdan koptular. Bu kopuşa Ermenileri de dâhil edebiliriz. Nitekim Suriye’nin Lübnan civarına gönderilmesi sağlanarak emellerine kavuştular nihayet.
Gün geldi Krallıkta yetersiz kalınca J.J. Rousseau’nun otoriter yapılara karşı olan fikri anlayış ağır basıp, milli irade kavramı devreye girer. Derken Fransa Krallık idaresine son vererek Cumhuriyete geçmeyi bilecektir. Zira Rönesans, reform ve sanayi devrimi batıyı ayağa kaldırmaya yetti de. Sonunda batı aydınlanmasını gerçekleştiriverdi. Dahası biriken sermayeden de güç alan Avrupa 1877 Fransız ihtilalinin akabinde ulus devletler fikrini uzak olan ülkelere yaymayı başarır da. Buradan da anlaşıldığı üzere ulus devlet fikri batıya ait has bir kavramdır. Batıda tüm fikirlerin kaynağı aslında İngiltere’den dal budak salar. İslam âlemini yıkan fikirlerde İngiltere’ye ait zaten. Önce ticaret yoluyla yayıldılar, ardından kültürleri yerleştirdiler ve en sonunda ellerinde tüfeklerle girdiler bizim olan ülkelere. Ne hakla geldiler bu topraklara diye soran da yoktu zaten. Derken geriye kalan içi boş kilise ve bronz bir çan kaldı. Hakeza Hindistan’ı da öyle avlamaya çalışıp şirketlerini, ticaretini ve dilini yaydı. Hâsılı bunu Mahatma Ghandhi’nin verdiği mücadelesinde görmek mümkün. Ancak İngiltere Fransa’dan farklı olarak Osmanlı’nın altı asır nasıl ayakta kalabileceğini merak etti, enine boyuna inceledi ve Osmanlıdan esinlenerek yeni sistemini kurar da. Biz ise bize daha benzer Anglosakson tip demokrasi yerine Fransa’nın Napolyon kodlarına daldık. Eğer Napolyon kodlarını örnek almasaydık bugün Türkiye de bitmek tükenmek bilmeyen suni laiklik tartışmalarına sahne almayacaktık. Çünkü Anglosakson kültürde devlet birey için, aynı zamanda laiklik daha çok özgürlük içeren kavram olarak değerlendirilir. Fransa’da ise devlet ağırlıklı katı laiklik anlayışı mevcut hala. İşte Türkiye maalesef bu noktada Anglosakson modelinin aksine Fransız modelini esas aldı ve bu uğurda sırasıyla öncülüğünü yapan Jön Türkler, İttihat ve Terakki, Cumhuriyet kadroları başını çekmiştir, ama her şeye rağmen şunu iyi anlıyoruz ki Batı medeniyeti İslam medeniyetinden sonradır. Hatta bizim medeniyetimizin tecrübelerinden yararlanarak kendi açılımını başararak gücüne güç kattılar. İslam medeniyeti varken batı yekpare bize karşı tek kale mücadele verdiler. Neyse ki İslam medeniyeti yokken birbirlerine düştüler. Üstelik bu tespit Kur’ana ait. Yani ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer prensibi mealen Kur’an da mucizevî olarak beyan edilmiştir. Gerçekten de öyle olmuştur. Osmanlı yıkılınca birbirlerine girerek Birinci Cihan savaşının eşiğine geldiler. Dünya savaşı ise otomotikmen imparatorlukların sonu demekti. Derken uluslaşma süreci başladı.
Başlangıçta ulus devlet anlayışı çıkarlar doğrultusunda kabul görüyordu. Hatta insan hakları ve demokrasi söylemlerin dalga dalga etkisiyle küreselleşme ön plana girer, ama İsrail’i Ortadoğu’da bir çıban olarak içimize yerleştirdiler. Küreselleşmeden kast edilen asıl amaç Osmanlının âleme nizam vermek tarzında değil dünyanın dev şirketlerini dünyada egemen kılmakmış meğer. Hatta küreselleşmenin 1980 yıllardan sonra hız kazanmasıyla ulus temeline dayalı bağlar zayıflaması yönünde faaliyetler söz konusu oldu. Küresel sermayenin devrede olduğu göz önünde bulundurduğumuzda özellikle 1999 Helsinki Zirvesi ile gerçekleşen demokratik dalga Türkiye’nin önüne ev ödevini yapma gibi tasarımlarını beraberinde getirdi.
Yeni dönemde öyle gözüküyor ki, toplumun ritmini etnisiteye dayalı değerler değil demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar belirleyecek. Çünkü siyaseti artık sadece meydanlar tayin etmiyor. Dolayısıyla vesayetçi demokrasi denilen anlayışın hareket alanları dünyanın kabul ettiği değerler karşısında daraldığını müşahede ediyoruz. Şimdiye kadar siyaset problemlerin günah keçisi olarak görülmüş ve adeta şamar oğlanına dönüştürülmüş uygulamalarla vaziyet idare ediliyordu. Böyle giderse daha barışçıl anlayış doğacak gibi. Yinede bu yolda karşı tarafın direnmesi ve reaksiyoner davranması, hele hele Avrupa birliğine giden yolda daha çok mesafe kat etmemiz gerektiğini gözler önüne seriyor. Dünyada hamasetle hareket etmeyen ülkeler hislerine kapılmadan istediği gibi dünyayı şekillendirebiliyorlar. Türkiye sloganik söylemleri bir kenara bırakıp aklı ön plana alarak politika belirleyebilirsek sayılı ülkelerin arasına girebiliriz. Avrupa ile entegre olmaktan asimilasyon anlamamalı, aksine ortak noktalarda buluşup adapte olarak nitelenmelidir. Hiçbir ülke kendi başına diğer ülkelerden ayrı içine kapanık politika ile uzun süre ayakta duramaz. Çünkü küresel gerçekler bunu gösteriyor ve ilk defa dünyanın küçük bir köy konumuna geldiğini ve bu kadar ayağımıza kadar sokulmuşluğunu görmemiştik. Galiba bundan böyle görülecek çok şeyler var. Bakalım kim öle kim kala.
Vesselam.