FRANSIZ İHTİLALİ

FRANSIZ İHTİLALİ
ALPEREN GÜRBÜZER

XIX. yüzyıl çalkantılar ve ihtilaller yılıdır. Tahmin etmişsinizdir, her şeyin ilk nüvesi diyebileceğimiz çağdan söz ediyoruz. Malum olduğu üzere XVIII. yüzyılın sanayi inkılâbı XIX. yüzyılda sarsıntıya dönüşmüştü. Bununla da kalmamış kapitalist sanayi toplumuna geçiş yapılmış ve bunun neticesi olarak sanayileşme ile birlikte sosyal çatışmaları da beraberinde getirmişti. Çünkü ortada tarım toplumunun köylüsü ve asilleri yoktu. Varsa yoksa sahnede işçi ve işveren vardı. Artık ücretli ve ücretsizlerin arasında derin uçurumların yaşanacağı gerçekler söz konusuydu. Hatta esnafın bile sanayileşme karşısında tutunması mümkün gözükmüyordu. Üstelik işçi olmak mecburiyetinden başka çareleri yoktu da. Dahası köylülük yerini sanayileşmeye terk etmişti. Dolayısıyla proleterleşme hız kazanıyordu. Esnafı, tüccarı proleter olmaya iten de kapitalizmdi zaten. Bu durumda elbette ki proleterleşen esnafın bu sisteme düşman olması tabiidir.
XIX. asır bu temel gerçeklerden hareketle göz önüne alınarak değerlendirilmesi gereken bir çağ. Hatta terör de bu çağın ürünü. Nitekim terör bu derin uçurumlardan beslenip siyaseti alevliyor ve akabinde de ihtilallere zemin hazırlıyordu. Bu yüzden yürüyüş, grev, lokavt gibi kavramlar bu çağla birlikte vitrine girmiştir.
İdeologlar da bu asrın pirleri... Şöyle ki; kökünden kopmuş kitleleri ayağa kaldıran sebep; Karl Marks, Saint Simon, Bakunin, Kropotkin ve Engels gibi ideologların öğretileridir. Nefretle özlemin, ya da ümitle ümitsizliğin bir arada yaşandığı bariz bir şekilde görülen bu çağda bu saydığımız isimlerin katkı payları çok büyük. Onların öğretileri sayesinde kitleler kavgayı meşru hak olarak görmüşlerdir.
Gelişen kapitalizm, hem dünya da hemde Fransa da zenginliği artırmaya başlamıştı bile. Hakeza parasını değerlendirenler hızla zenginleşiyor ve bu sayede yeni burjuvazi sınıfı doğuyordu. Öyle ki Fransa’da servetin çoğu kral’a, asillere ve kiliseye değil burjuvaziye akıyordu.
Konjonktürel şartlar gereği biryandan asiller ve kilise zayıflarken, diğer yandan da ister istemez sırtını dayadıkları kurulu saltanatları ve devleti de güç kaybediyordu. Elbette ki bu durumda ister istemez çareler aramak gerekti. İşte bu hengâmede ne yapalım, ne gibi çözümler bulmalı gibi arayışlar başladı ve derken yeni vergiler getirilerek ekonomik yükü zenginler ile halkın sırtına bindirilmesi gündeme geldi biranda. Oysaki ağır vergiler daha da işi çıkmaza sürüklüyordu. Dolayısıyla ekonomik sıkıntılara paralel olarak Fransa içten içe kıpırdamaya başlıyor ve her alanda gün be gün tartışmalar koyulaşıp hız kazanıyordu. Üstüne üstük bütün bunlara ilaveten laik düşünce; kiliseye karşı açtığı mücadele ile adından söz ettirmeye başlarda. Bu arada burjuvazi ise ezilen, hor görülen büyük bir kitle ile birlikte tek değer olarak eşitliği vurgulayarak hâkimiyetin kilisenin ve asillerin değil, tüm halkındır sloganlarını seslendirip dikkatleri bir anda üzerine çekiverdi
1789 Fransız ihtilali bildirisi incelendiğinde Amerikan yurttaşlık bildirisinin hemen hemen aynısı olduğunu görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; Robespierre Fransa’nın tepeden inmeci akımının temsilcisi, Jefferson da Amerikan McCarthy anlayışın öncüsü olarak tarihe geçecektir. Aslında Amerika ve İngiltere’nin Fransa’dan tek farkı bu değişimi şiddetsiz gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Başlangıçta Yeni Fransa’yı oluşturmak adına İngiltere örnek alındı alınmasına ama karşısında dik duran ‘Kral- kilise- asiller’ üçlüsüne dayanan koyu despot bir rejimin varlığı onları içten içe ürkütüyordu. Bu üçlü, değişimin önünde adeta etten duvar örmüşlerdi. Fakat bir anda halkın zihnine acaba bu barikatı aşabilecek miyiz sorusu takılıverdi. Bu duygulara tercüman olacak ses nihayet Robespierre’den geldi.
Robespierre evvela yerleşik düzeni aşağılayıp Cumhuriyetin meyvelerini birlikte paylaşacağız vaadini heryerde haykırmaya başlayarak işe koyuldu. Öyle ki; artık kılıç kınından çıkmak üzereydi. Bu yüzden her gittiği yerde kralcı rejimi yerden yere vurarak halkın gözünde bir numara olur adeta. Her geçen gün ününe ün katıp gözde oldukça Fransız halkın vazgeçilmez evladı oluyordu. Başka bir ifadeyle kabına sığmayan başkaldıran evladı sayılırdı bundan böyle. Onun üçlü sultaya bayrak açmış olması onu halkın gözünde popüler kılıyordu. Dahası her geçen gün yıldızı parladıkça şımarıklığınında doruğuna erişiyordu. İşte bu noktadan sonra Robesspierre gözü dönmüş zulmün önderi rolüne bürünecektir.
Robespierre ve ekibi en sonunda patlayan volkan misali kitleleri peşine takıp cumhuriyet, özgürlük, eşitlik gibi insana cazip gelen kavramlarla halkı harekete geçirmeyi başaracaklardır. Bu veciz sloganlar uğruna gerekirse her türlü cinayet işlemeyi görev telakki edilecekti. Fransa değişime adım atmaya karar vermişti bir kere. Asla ülkülerinden vazgeçemezlerdi. Ne var ki toplum değişime geçiş yaparken yumuşak, ya da demokratik yoldan geçemedi, ihtilal yoluyla dönüşümünü gerçekleştirebildi ancak.
Artık eski Fransa tarihin sayfalarına gömülürken, sahnede Yeni Fransa yer alacaktır.
Yeni Fransa’nın değerlerinde sınıf hukuku yerine vatandaşlık hukuku, hatta bir zamanlar kutsal addedilen kral veya kilise sultaları değil bütün coğrafya da yaşayan insanlar diye tabir edilen tüm vatan kutsal sayılıyordu.
Danton, Fransız ihtilalinin ılımlı kanadının öncüsü bir o kadar da Robespierre’nin can arkadaşı ve yoldaşıydı. İhtilal sonrası her yer süt liman olduktan sonra her ne oluyorsa o ara on dört ay sonra candan addettiği Danton’u ve arkadaşlarını bir sürpriz bekliyordu. Nitekim hepsi bir anda hain ilan edilirler. Zira Danton ve arkadaşları önce tutuklanırlar, ardından başları giyotine verilir de.
İlginçtir, Danton başını giyotine uzatırken; ‘Benim ölümüm Robespierre’yi giyotine sürükleyecektir’ sözleri eşliğinde son nefesini tamamlarken, bu arada gözü dönmüş kitlelerde kendinden geçmişcesine; ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ diye haykıracaklardır. Demek ki; kan birey meselesi değilmiş, toplumsal çılgınlık veya ideolojik sarhoşluk, ya da bir nevi kan dökme töreniymiş meğer.
İhtilaller hep kanla sonuçlanır. Devrim uğruna kader arkadaşları bile bir noktadan sonra düşman gözüyle bakılır. İhtilal kanununda yeni kurulu düzenin selameti için en yakın arkadaşında olsa ortadan kaldırılması gerektiğine bile inanılır. Şöyle ki; Robespierre Danton’u, Hitler SS. Şefi Roehm’i, Stalin kızıl ordu şefi Troçki’yi hain ilan ederek bir zamanlar yoldaş oldukları arkadaşlarını bir bir yutmuşlardır. En ufak görüş ayrılığı ya da pürüz başlarının giyotinine verilmesine yeterli bir sebep veya hayatına mal olmasına kılıf olabiliyordu. İhtilallerin doğası gereği hem karşıtını, hemde evladını yiyen birer kıyma makinesi görevi üstlenir.
Robespierre sadece rakiplerini değil, jakoben olmayan tüm unsurları hain ilan ettikçe kendisine olan ilgi ve alaka da kesilmeye başlar. O böyle yaptıkça düşman sayısı daha da artmaya başlıyordu, üstelik bu sayının artmasına neden olan da; farkında olsa da olmasa da bizatihi kendisidir. Derler ya kendi düşen ağlamaz. Öyle de oldu zaten. Danton’un ahı yavaş yavaş yüz tutmuştu bile. Çünkü A‘dan Z’ye toplumda sıranın kendilerine geleceği kanaati oluştu. Belli ki Robespierre’nin kana doyacağı hiç yoktu. Adam kan akıttıkça içesi geliyordu. Bu arada toplumda endişe zirve yapmıştı. Çünkü kader arkadaşları bile kara kara düşünmeye başlamışlardı. Bu düşüncelerin etkisi tez zamanda kendisini gösterir de. Derken Robespierre’nin etrafı zamanla boşalmaya başladı ve git gide yanlış uygulamaları yüzünden yanlızlaşıyordu.
Neyse ki bu endişeleri dindirecek toplumun içerisinde gizli bir el, yani Fouche devreye girer ve kafasına koyduğu senaryoyu uygulamaya koyulur. Sonunda sinsice düzenlediği tertibi başarır da. Nasıl mı?
Robespierre kendi başına kalınca ara sırada olsa derin düşüncelere dalar gibi oluyor, bir şeyler sezer gibiydi sanki. Zamanla sezgileri şüpheye dönüşünce daha fazla dayanamaz ve kuşkularını giderme ihtiyacını duyar. İlk iş olarak İhtilal meclisine gelir, kürsüye çıkar ve bildik o ateşli konuşmasını yapmaya başlar. Konuşmasının satır aralarında geçen; ‘Hainler cezalandırılmalı, hizipler ezilmeli’ cümleleri dilinden tane tane dökülünce meclis sıralarında; İsim ver! diye bağrışmalarına muhatap kalır. Robespierre tabi isim veremez, vermemekte israr edince Fouchet’in ustaca planı ile sesler daha da çoğalır, dili tutulur adeta. Tekrar meclis sıralarında; ‘Hadi isim ver!’ tepkileri ile karşılaşır. İşte bu gürültüler arasında Robespierre’nin rengi sararır. O’nun rengi sarardıkça meclisin içindeki herkese cesaret gelir ve hep bir ağızdan nokta atışı diyebileceğimiz; ‘Danton’un kanı tuttu!’ cümleleri Robespierre’yi can evinden vurmaya yetecektir. Oysa isim verse bağrışmalara son verecekti, ama hala dili kekelemeye devam ediyordu. O an basireti kapanır da. Nihayet meclis cesaretle onu ve arkadaşlarını suçlu olduğu kararını alır. Böylece kendisiyle birlikte 21 arkadaşı giyotine verilir. Bu noktadan sonra tüm Fransa halkı derin bir nefes alır.
Etme yapma dünyası derler ya, aynen onun gibi bir şey yaşanır ve bir anda evlatlarını yiyen ihtilalinde kalbide duracaktır nihayet. Fakat Robespierre’in ardından sivil güçler birbirine kıymaya başlar. Artık, dizginleri bu sefer General Napolyon eline alır. Hatta Napolyon ordunun gücüne dayanarak Cumhuriyete son verip imparatorluğunu ilan edecektir.
Böylece Cumhuriyet için yeni ümitler bir başka bahara kalır.
Velhasıl; Fransa serüveni burada bitmeyecek gibi. Kim bilir tarihin sayfaları işledikçe bakalım Fransa için daha nelere şahit olacağız. O halde bekleyelim görelim.
Vesselam.