DÜNYA YENİDEN ŞEKİLLENİYOR MU?
DÜNYA YENİDEN ŞEKİLLENİYOR MU?
ALPEREN GÜRBÜZER
Dünya yeniden şekilleniyor mu acaba? Üstelik olaylar soluduğumuz coğrafyamızın hemen yanı başında cereyan ediyor. Bu sefer sanki tehlike çanları ciddi bir şekilde çalınıyor kapımız. Artık komşumuz Irak yerine ABD desek daha doğru tespit yapmış oluruz. Saddam’ı devirme aşaması ile idamı arasındaki süre nerdeyse dördüncü senesini bulmuştur. Yeni komşumuzun muhasebesine şöyle göz attığımızda karnesi pekte parlak gözükmüyor. Öyle ki Atlantik ötesinden buralara demirleyen ABD’nin gelinen noktada durumdan hiçde memnun kalmadığı görülecektir.
Bu arada, Irak işgali ile birlikte Suriye belini doğrultamaz haldedir. Bu arada İsrail’in bombaları karşısında adeta sırra kadem basan Lübnan’ın da pılını pırtısını toplayıp çekildiğine şahit olduk. İran ise uluslararası baskılara rağmen elinde bulundurduğu nükleer proğramını koz olarak kullanıp, sonuna kadar direnerek İrak işgalinde hezimete uğrayan ABD karşısında en kazançlı çıkmayı başaran ülke olarak ortaya çıktı. ABD’nin Irak işgaliyle İran’ın iki büyük düşmanından kurtulmanın getirdiği avantajını iyi kullanması sonucu bu konuma geldi diyebiliriz. Yine de tüm bunlara rağmen ABD’nin İran’a saldırı ihtimali riski henüz daha ortadan kalkmış değil.
Peki ya Türkiye? Türkiye bilinçli ya da bilinçsiz netice itibariyle tezkereye red oyu vererek Irak işgaline ortak olmanın getireceği zararları geçte olsa fark edip, bölgede olması gereken pozisyonu korumayı bilmiştir. Hatta komşu ülkelerin sempatisini kazandığını da söyleyebiliriz. Bu olumlu manzaranın komşularımıza yansıması yeniden Osmanlı güneşi üzerimize doğuyor detittirecek türden sevgi selini andırıyor da.
Malum olduğu üzere Irak işgali öncesi gerek Türk medyasında, gerek siyasi arenada ve gerekse değişik platformalarda ta başından beri tezkere konusunda lehte ve aleyhte hararetli tartışmalara sahne olunmuştu. O sıralar ileri sürülen tezlerden biri ABD ile birlikte Irak’a girmeli ki bölgede inisiyatif üstlenmiş olabilelim görüşü, diğer bir görüşte tezkereye evet dersek piyon olacağımız ve kendimizi cehenneme atmak olacağı yönünde bir değerlendirmelerdi.
Tartışmalar üç aşağı beş yukarı bu şekilde cerayan ederken konusu gereği konuşması gereken askeri bürokrasinin yorum yapmaması dikkatlerden kaçmadı. Özellikle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in derin sessizliğe bürünmesi akıllara ister istemez kuşkular düşürdü. Bu durum ya taşın altına eline sokmayarak sorumluluktan kaçma, ya da topu hükümetin üzerine atarak onu yıpratmaya yönelik refleks olarak ancak değerlendirilebilirdi. Hükümet buna rağmen soğukkanlılığını koruyarak tezkereden yana gözüküp, ancak TBMM de tezkerenin geçmemesi sonucunda ileride kendisine getireceği avantajları bilmeden de olsa, Irakta işgalci pozisyona düşmeden aktif dış politika gütme avantajını yeniden yakalama şansı elde edebildi.
İster bu hükümetin bir manevrası deyin, ister bir şans olarak niteleyin Türkiye’nin ne kadar yerinde bir pozisyon hamlesi kazanmasına yol açtığı aşikâr. TBMM 1974 Kıbrıs Hareketinde ambargo uygulayan ABD’nin buna benzer bir tavrı yansıtma ihtimalini de göze alarak tezkerenin geçmemesi yönünde büyük bir irade örneği sergilemesini bildi üstelik.
Korkulan olmadıysa da ABD’nin Irakta askerlerimize çuval geçirmekten tutunda, zaman zaman Ortadoğu’daki çıkarları uğruna PKK kartını ve Ermeni gibi hassas meseleleri gibi konularda başımızı ağrıtmaktan geri durmadığı da bir vaka... Neyse ki Irak bataklığının ABD üzerindeki moral bozukluğunun getirmiş olduğu avantajla Türkiye’nin diplomaside masa dışına itilmeyip dikkate alınması gereken, hatta görüşüne başvurulması elzem ülke olduğunu, hem dış, hem de iç mekanizmalar meseleyi kavramakta gecikmedi. Hatta bunu Ankara’nın apoletli ve apoletsiz bürokrasinin bugüne kadar yürüttükleri Türkmenlere odaklı pasif bölgesel siyasetten vazgeçip yerine aktif ve çok boyutlu yolların açılması gerektiği çizgisine yaklaştıklarından da anlıyoruz. Geçte olsa bu tavır değişikliğini olumlu buluyoruz.
Öyle anlaşılıyorki; Türkiye aynı kararlılıkta Amerika’nın bize yansıtacağı kırmızı kartları arasında sıkışmadan bulabilecği boşlukları iyi değerlendirip Osmanlı’nın bıraktığı alanlarda söz sahibi olmaya devam etmeli. Çünkü ecdadımız Balkanlardan Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu kadar her alana damgasını vurmuştu. Niye şimdide mührümüzü vurmayalım ki. Zira bölge insanları şimdi Osmanlının bıraktığı boşluklar problemler yumağı ile iç içeler. Kurtarıcı arıyorlar adeta.
Oğul Bush’un açtığı yoğun diplomatik trafik gösteriyor ki; ABD Osmanlı’nın bıraktığı boşluk dolduramadığı gibi kendiside hergeçen gün kan kaybına uğruyor. Türkiye kendi potansiyel gücünü bilmesede, hatta redd-i miras tavrına rağmen hala bölgede Osmanlı gibi karşılanıyor. ABD dahi bunun farkında, tezkereye rağmen biz artık onun güney komşusuyuz. Dolayısıyla her zaman bizim tarihi tecrübemize bölgedeki imajımıza muhtaç.
Dış politikamız daha çok şeylere gebe. Irak işgali ile birlikte Türkiye tek boyutlu politikadan tekrar çok boyutlu politikaya rotasını ayarlaması ilerisi için ümitlerimizi tazeliyor, yeniden geçmişimizle yüzleştiğimizin muştusunu veriyor. Hem uluslararası konumda işgalci pozisyona düşmedik, hem de karar mekanizmalarının içinde yer aldık.
Dış politika uzun bir soluk gerektiriyor, hemen bir çırpıda meselerin çözüleceği alan değil. Ahmet Davutoğlu’nun kabinede yer almasıyla ile birlikte dış politikada yüzümüzü güldüren emarelerin belirmesi ve içe kapalı statükocu dış politika geleneğinin terkine giden sürecin hız kazanması geleceğe umutla bakmamıza yol açıyor. Vizyonumuz stratejik derinliği olan aktif dış politikayla oluşturulabilirdi zaten.
Türkiye birçok dezavantajlarının yanısıra, bölgesi alanında birçok avantajlarada sahip köprü ülke konumunda. Aynı zamanda Ortadoğu’da mevcut olan dağınıklığı toparlayacak dinamik potansiyel güç avantajı bizden yana gözüküyor.. İran’ın bu bölgede mezhep olarak Şii olması dolayısıyla bizim kadar avantaja sahip değil, olamazda. Bu yüzden Ortadoğu’da toparlayıcı önder rehber ülkeye ihtiyaç var, bu da tarihi birikimimiz sayesinde bizde fazlasıyla mevcut zaten Artık hele şükür Lübnan’a asker göndermekten imtina etmiyoruz. Neden derseniz, genlerimizde mevcut olan lider ülkesi havamız sayesinde tabiî ki. Elbette ki bazı kesimler bölgeye asker göndermemizi farklı değerlendirmelere tabii tutacaklar, hatta ABD’ye taviz olarak nitelendireceklerdir. Onlar öyle düşüne dursunlar stratejik derinliği olan aktif dış politikamızdan taviz vermeden, yola devam demeli.
Hakeza bugün Güneydoğu meselesi de öyle. Kürt olayı sanıldığın aksine büyük oranda psikolojik meseledir. Bu meselenin milletçe iç dinamiklerin soğukkanlı tavırlarıyla çözülebilir mesele olduğunu düşünüyoruz. O halde güneydoğu meselesini dış manevralarımıza engel mesele olarak yansıtmamalı. Tarihi miras bizi yeni manevra alanlarda politika yapmaya zorluyor. Artık topraklarımızın bitişiğinde yani başucumuzda bazı gerçekleri görmeliyiz. İdare-i maslahat bir yere kadardı, hızlı gelişmeler idare-i maslahat politikalarının devamını imkânsız kılıyor. Mecburuz Osmanlı gibi kabımızdan çıkıp etrafta ne olup bittiğine...
Vesselam.