HANGİ ÜLKELERİ MODEL ALDIK?
HANGİ ÜLKELERİ MODEL ALDIK?
ALPEREN GÜRBÜZER
Bizim durumumuz en çok Kara Avrupa ülkelerine daha çok benziyor. Çünkü onları örnek almışız. Madem modernlik adına batıyı kendimize klavuz seçmişiz, hiç olmazsa bari Anglosakson kökenli ülkeleri kopya etseymişiz daha isabetli olurdu.
Kara Avrupa ülkeleri ile Anglosakson kökenli ülkeleri arasında en bariz fark; birincisinin hukuk devletinden diğerinin ise hukukun üstünlüğüne vurgu yapmasıdır. Hatta biri tepeden inmeci, dayatmacı, devlet eksenli cumhuriyet ve kamu öncelikli hikmet-i hükümeti esas alan modeli, diğeri ise tabandan tavana yansıyan toplum eksenli modeli savunur. Her nedense bu ikisi arasında ince nüansı farkedemedik, ya da farketsek de görmezlikten gelmişiz.
Aslında Cumhuriyet toplumsal mutabakatı değer kabul eden, bireyi baş tacı yapan, toplumca üretilen hukuk anlayışı üzerine kurulan bir yoldur. Şayet maksadımız Demokratik Cumhuriyetten bahsetmekse.
Model olarak Fransa’ya daha çok yakınız. Bilindiği üzere 1789 Fransız ihtilalinden sonra Fransa üç kez krallığa son verip tekrar iki kez krallığa rücu etmiş, dört defada cumhuriyeti devirip en son beşincisini kurmuş, dokuz kez de darbe girişimine yeltenmiş bir ülke konumunda. Tüm bu gerçeklere rağmen Fransa’yı rehber aldık. Elbette ki Fransa’nın kültür hayatına renk katan Descartes’e, Montesguieu’ye, Voltair’e, Balzac’a ve Sartre’ye vs. sözümüz olamaz. Çünkü onlar hür düşüncenin kaleleriydi zaten. Engin düşünce adamlarının Fransa’sını örnek alsaydık o zaman ufkumuz açılıp demokrasi limanına demirleyebilirdik pekâlâ.
Fransa’da devlet her yerde, yani her alanda varlığını hissettirdiği için bir türlü gerçek anlamda demokratik cumhuriyete terfi edemediler. Onlar Ruhban sınıfına açtığı savaşı kazanarak kiliseyi dışladıklarını övüne dursunlar, bu seferde akla din rolü vererek aklı karaya oturttular. Özellikle Napolyon döneminde dine ait olan herşeye saldırmak meziyet addedilmiş, üstelik gelinen noktada dahi Napolyon’un izleri devam etmektedir hala. Fakat Hollanda ve İrlanda Fransa gibi yapmadı, bilakis demokrasiye yumuşak bir geçiş yaparak laikçilikten laikliğe çıkmayı başarabildiler de.
Dahası model aldığımız Fransa’nın düşünce suçluları bile sayıca bizden çok az. Nitekim Baudelaire’leri, Garaudy’leri gibi düşünürler beş parmağın beşini geçmez diyebiliriz. Bizde ise evlere şenlik gerçek düşünür sayımız yok gibi. Dahası dünya ölçeğinde nerdeyse düşünce suçlusu bakımdan birinciyiz. Türkiye Fransa’yı bu konuda kopya ederken bu arada Belçika’yı atlamışız. Çünkü Belçika çoğulcu anlayışına hâkim düşünce yapısına sahip bir ülke. Türkiye’de manzara daha vahim durum da... Ülkemizde olmayan laikliğin korunmasından bahsediliyor habire. Zira bir bardak suda fırtınalar koparılıyor olmayan bir şey için. Oysaki laiklikle laikçilik aynı şeyler değil. Bize laiklik adı altında aba gösterircesine laikçiliği yutturmaya çalışıyorlar. Yediden yetmişe herkes bilir ki laikçi zihniyette dinlere eşit mesafede durulmadığı gibi devlet dini üstlenerek adeta teokratik kimliğe bürünür. Laiklik de ise tam tersidir. Gerçek anlamda laik devlet yapısında din ve devlet işleri birbirine karşılıklı eşit mesafede bağımsız olup, dine ait olan her şey topluma ya da bununla alakadar cemaatlere bırakılır. Bu yüzden laik devlet demokratiktir, cemaatleri öcü ilan etmez ve dine olan hizmet yarışının gereği kabul eder.
Devlete bağlı din ayarı Diyanet eliyle dini takip altına almak en kolay yol olsa gerek ki bu uygulamayı tercih etmişiz. Tercih etmekle acaba teokratik devlet kategorisine girdiğimizin bilmem farkında mıyız? Toplum mühendisliği devletin işi olmamalıydı. Şayet üstüne vazife olmayanı iş edinirseniz bunun adı laik devlet değil laikçi devlet adını alır. Laikçi devlet anlayışında Fransa’yı bile sollayarak laikliği siyasallaştıran ve izm’leştiren ülke olarak dünyada bir numarayız. Fransa’daki laiklik uygulamaları bizdeki kadar katı değil. Oysa evrensel laiklik çizgisi dini kendine rakip görmez çoğulculuğun gereği baştacı yapar, üstelik zihinlere ipotek koymaz da. Hele bizim topraklarda Mevlanaca ve Yunusça tonların egemen olduğu Müslümanlık anlayışının varlığı, hakeza dinimizin öngördüğü meşveret, istişare (fikir alışverişi), şura (danışma), icma (ortak karar) ve içtihat (yorum) gibi kavramlara milletçe değer verildiğini bildiğiniz halde hala laikçilikte ısrar edilmesini anlamak mümkün değil. Aslında İslam’ın laiklikle meselesi yok olsa olsa laikçilikle problemi var, yani kast sistemiyle sıkıntısı var denilebilir. O halde bu feryat niye?
Düşünce olarak demokrasinin beşiği sayılan Fransa, okullarda semavi dini dışlayarak sırf akla dayalı dinsiz kuşak oluşturmaya çaba sarfettiler. Bu uygulamalar hız kazandıkça Fransa, bir türlü iki yakasını biraraya getiremeyecek gibi. Bu gidişle Anglosakson ülkelerin gerisinde kalacak gibi gözüküyorlar. Militan akılcı merkezli anlayışla nereye kadar yol alınabilirdi ki? Ülkemizde ise bu tutumun savunucuları demokrasi kavramın içini boşaltarak Vural Savaş tarzında militan demokrasi deyip, kitap kapağı konusu yapacak kadar ölçüyü aşanlarda oldu.
Anglo sakson ülkeler içi boş cumhuriyetten demokrasiye geçiş yaparak rahat soluk aldılar. Ya Fransa, ya Türkiye? Her ikisi de özürlü. Fransa bugün dahi demokratikleşme sürecini tamamlayamamış. Hala hukuk devleti olma mücadelesi içinde yol kat etmeye çalışıyorlar. Ülkemizde de benzeri jakoben damar köşeye sıkıştığında hukukun üstünlüğü, hikmeti hükümete kurban edildiği gözlerden kaçmıyor. Buda yetmez devletin yüksek âli menfeatleri bahane gösterilerek demokrasinin ırzına geçilmesi başka bir açmazımız. Şunu zihnimizde iyi bellemeli ki birey Kara Avrupa ülkelerinden olan hem Almanya, hem de Fransa da darboğazda sayılır, adeta soluk alamıyorlar. Biz ise oksijen tüpüne bağlı haldeyiz. Tabir caizse birey diyaliz makinesine bağlanarak yaşamasını sürdürmeye çalışıyor.
Yarı demokratik, ya da oligarşik totaliter ülkelerde birey hukuk üreten durumda olmadığı için özel hukuk ve kamu huku ikilemi doğmuştur. İhtiyaca binaen icad edilen ikili hukuk, vatandaşı değil devlet erkinin hizmetinde ya da elitist tabakanın menfeatlerini korumak için düzenlenmiştir. Kurulu sistem böyle olunca ikili hukukun bize yansıması her yıl Adli yıl açılışlarında yargının bağımsızlığından, siyasallaştığından yakınmamıza neden oluyor. Elbette yargı bağımsız değil, niye olsun ki. Evrensel hukuk koordinatları ile taban tabana zıt yapılanmada ısrar ettiğmiz müddetçe daha çok havanda su döveceğiz demektir. Bu ülkede kararnameler hala kanunmuş gibi lanse edilip tüm yargı mensuplarımız memur zihniyeti ile harekât ediyorsa vay halimize. Yavru vatan dediğimiz Kıbrıs dahi eşitlik, adalet gibi konuları çözerek bizden ileri noktadalar diyebiliriz.
Özgürlüğü esas olan ülkelerde gerek devlet gerekse birey hiçbir ayırıma tabi tutulmadan kanun önünde eşittirler. Ne birey devlete ne de devlet bireye feda edilir, aralarında güven tesis edilmesi esastır. Çünkü demokrasi hem ferde hemde devlete su, ekmek gibi lazım, aksi takdirde çöküş kaçınılmazdır. Devletsiz hukuk modeli daha çok Anglosakson ülkelerde yeşerip boy atmış başat. Dolayısıyla halkın tek tutunacak dalı hukuk, daha da ilerisi hukukun üstünlüğüdür. Bireyler önceden ellerine tutuşturulmuş dayatılan ilkelerle hayatlarına yön vermezler. Sürekli hayatlarını özgür iradeleriyle tanzim ederler. Böylece bireyler kendi aralarında uzlaşma kültürü geliştirirler, devletle değil birbirleriyle tatlı yarışarak gelişmelerini sağlarlar. Bütün bunlar demokrasinin yeşerdiği topraklarda geçerli olduğu gibi yeryüzü standartlarının da gereğidir.
Devlet eksenli hukuk Fransa modelinde egemen bir unsur olduğundan dolayı bu tür ülkelerde Jakoben devletin sığınacak dalı kutsal devlet sütunudur. Halk ise tutunacak dalı olmadığı için hukuktan hiçbir beklentisi olmaz, işi şansa kalmıştır. Hatta geleceği de ümitleri de bir başka bahara ertelenir. Bakın din-laiklik karşıtı kavga Fransa’nın 150 senesine mal oldu. Hatta gereksiz korkular yüzünden yarınlarını heba ettiler. İşte bu noktada Fransa için uzlaşı, dirlik, birlik gerekliydi. Neyse ki bu aşamada De Gaulle’nin beşinci cumhuriyeti devreye girer ve yüreklere su serper biranda. Bu durum bir nebze olsun Fransa halkının yüzünü güldürürde. De Gaulle problemin neden kaynaklandığını bildi, derhal kanayan yaraya neşter vurarak kutuplaşmaya son verip laikçilikten bir ölçüde laikliğe geçiş yapabilmiştir. İç barış, huzur ve istikrar Fransada katı laiklik uygulamaları ile sağlanmamıştı zaten. De Gaulle’nin akılcı ve yerinde kararıyla militan olmayan laiklikle huzur sağlanmış, iç düşman hobisi bu sayede bertaraf edilebilmiştir. Dahası o uzlaşma kültürünü hâkim kılmanın yanı sıra devletin militanlaşma hevesini kırarak dönüşüm gerçekleştiren biri olarak tarihe not düşmesini bilmişte.
Peki, Türkiye ne yaptı?
Türkiye Osmanlı’nın değişik devamı niteliğinde oyalanıp yerinde saydı. Malum olduğu üzere Osmanlı’nın resmi ideolojisi kanunnameleriydi. Fakat Osmanlı kanunlarının temelinde İslamiyet vardı. Bu yüzden kriz dönemlerinde işletilen o günün en meşhur sloganı ‘Şeriat elden gidiyor’ yaygarasıydı, tıpkı bugün sıkça kullanılan ‘Laiklik elden gidiyor’ naralarını andırır durum vardı ortada. Bu tür sloganlar sayesinde Osmanlı silahlı kuvvetleri Yeniçerilere darbe yaptırırdı. Bugün ise Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine sızmış cuntacılara ‘Laiklik elden gidiyor’ bahanesiyle göreve çağrılıyor ve darbe yaptırılıyor. Oysa ne şeriat elden gidiyordu ne de laiklik. Giden sadece kayıp yıllar, kazanan ise ulufecilerdi. Malum olduğu üzere 28 Şubatın ardından hortumlanan bankaların yönetim üst kurullarında darbeye destek verenlerle darbe aktörlerinin birlikte çıkması düşündürücü bir durum olsa gerektir. Demek ki; elden giden laiklik değilmiş, giden tüyü bitmemiş yetiminde içinde bulunduğu halkın alın teriymiş. Bir başka ifadeyle kazanan laiklik değil rantiyeymiş meğer.
Türkiye’de çağdaşlık adı altında bir takım insanlar batıdan ödünç aldığı kavramların içini boşaltarak ya da törpüleyerek anti-evrensel laikliğin donkişotluğuna soyundular. Dahası bu tip sözde aydınlar tarafından demokrasi öz itibarı ile cumhuriyete rehberi olması gerekirken, aksine demokrasi cumhuriyetten akıl alan, danışan ve köle muamelesine tabi tutuldu.. Üstelik halkı yok sayarak çoğulculuktan, özgürlükten, demokrasiden, laiklikten dem vurdular habire. Oysa halk olmazsa muhatabınız kendi kendiniz olacağı muhakkak. Nitekim halksız cumhuriyet asla ayakta duramaz, isteniz de mümkün değil. Eşyanın tabiatına aykırı çünkü... Hadi halka avam diyorsunuz bunu bir derece anlayabiliyoruz. Peki ya bir zamanlar aynı safta beraber yürüdüğünüz aydın insanlar eski ideolojik kalıpları terk etmesinden dolayı onlara dönek ve liboş ilan etmenize ne demeli. Bu ülkede değişimden söz etmek, değişime adapta olmakta suç sanki... Her nedense stabil kalmak geçerli akçeden sayılıyor, ama nereye kadar sürdürülebilir ki bu süreç. Kaldı ki toplum katmanlarında demokrasi rüzgârları estikçe işinizin zora gittiği bes belli. Yine de korkunun ecele faydası yok. Bakın Barbaros Hayreddin misali kalyonlar vira vira diye özgürlük limanında çoktan demirledi bile. Artık 28 Şubat senaryoları eskisi kadar yüz bulamıyor. Belki de içinize düşen bu kor ateş Avrupa Birliği yolunda mevcut hükümetin çabalarından içgillenmenizin bir neticesi olsa gerektir. Sırça köşklerinizde; ‘Ah nerde kaldı o eski günler’ diye hayıflana durun, özlemini duyduğunuz bir eliniz yağda bir eliniz balda yaşadığınız o maziye dönüş artık çok geç. Neyse ki halkımızın gözünde ışıldayan hukukun üstünlüğüne vurgu yapan, halkın sesine kulak veren 2002 sonrası iktidarın iş başında olması heveslerinizi kursağınızda koymaya yetiyor da.