MOLLA YAHYA HZLERİNİN RUHU ŞAD OLSUN(2008-OCAK)

MOLLA YAHYA HAZRETLERİ: “KİM SEYDA HAZRETLERİNİ SEVİYORSA, ONUN YOLUNA DEVAM ETSİN.”

DERLEYEN:ALPEREN GÜRBÜZER

Molla Yahya Hz.leri hane-i saadetten biri olmamasına rağmen, 1957-1958’den beri bu aileden uzak kalmayan zattır. Gavs Hazretleri (k.s.) zamanında Kasrik’te medresede ders okuttu. Gavs Hazretleriyle beraber çok yolculuk yapma şerefine nail olmuştur. Bu vesileyle 1955’de Seyda Hazretleriyle tanışma fırsatını Kasrik’te elde etmiş. O sıralarda Seyda Hazretleri (k.s.)’de okuyordu.

Molla Yahya Hazretleri , Gavs’ın yanına gide-gele Seyda Hazretleriyle tanışma daha da ileri boyutlara ulaşır. En sonunda Seyda Hazretleri ile beraber vazife yaparlar. Tabii ki imam Seyda Hazretleri (k.s.), müezzin ise Molla Yahya Hazretleridir. Mubarek dogu illerinde el-fatin lakabıyla meşhurdur.

Allah yolunda çalışmanın heyecanıyla yola çıkmanın adımını attıktan sonra, bu yolculuk Seyda Hazretlerinin vefatına kadar devam etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Seyda Hazretlerinin altı halifesinden biri olma şerefinede eren Molla Yahya Hazretleri, tâ Gavs Hazretleri zamanından bu yana Menzil dergahına hizmet etmiş bir büyük âlim zat. Şu anda İstanbul’da ikamet edip,orada irşat görevini devam ettiriyorlardı. O üç gün önce vefat etti(2008-Ocak). O Allaha kavuştu,RUHU ŞAD OLSUN.

Bakın Molla Yahya Seyda Hz.leri ile ilgili neler söylüyor, kendi anlatım üslubundan dinleyelim:

Malum bir söz var. Bir kişinin hali bin kişiye tesir ediyor. Bir kişinin kal’i (sözü) bir kişiye tesir etmiyor. Âcizane kendi üzerimde anlatmak istiyorum.

Benim rahmetli pederim âlim idi, dolayısıyla küçük yaşta (6 yaşında) ilme başladım. Askerden evvel de iyi bir âlimdim. Doğu ve güneydoğuda medreselerde okudum. Çok şükür iyi bir âlim olarak yetiştim. Fakat tatbikine gelince, millete vaaz veriyoruz, maalesef kendimiz dahi tatmin olamıyoruz. Ucubdan, kendimizi görmekten, haset gibi hastalıklardan kendimizi muhafaza edemiyoruz.

Bilahare 1957 senesinde bu yola girmek nasip oldu. Merhum peder daha evvel girmişti, yani o sene. Derken daha sonra Gavs (k.s.)’ın yanına okumaya gittim. Tabii ki, büyüklerin meclisinde oturmak dahi insana büyük feyiz veriyor. Ve buna tasavvuf dilinde tasarruf deniliyor. Malum tasarruf ve manevi himmet Resulüllah (S.A.V.)’in zamanında, nasıl ki katı kalpli Arabî gelip önüne varmakla ve şehadet kelimesi söylemekle aynen bütün ahlakı değişiyor idiyse, böylece Resulüllah (S.A.V.)’in hakiki varisleri olan bu zatların önüne varan da yine bu şekilde değişerek kalplerinde tasarruf meydana gelmektedir. Bu kalpteki tasarruf mürşidden müritlerin haline akis yoluyla geliyor.

Bunu o zaman anladım ki, hakikaten zahiri ilim tek başına fayda vermez. İnsanı Allah’a (C.C.) yaklaştıramaz ve kimseye de faydası olamaz. Bu büyük zatlar gerek topluma gerekse insanlığa çok büyük faydaları olmuştur.

Zira günahların zararları çok büyüktür. Yani zehirin vücuda zararı olduğu gibi, günahların da ruha o kadar zararı çoktur. İstanbul’da yanıma gelen çok kişiler oluyor. Bütün bunların sıkıntılarını biz de takip ettiğimizden her taraftan geliyor. Yani günah insanlara sıkıntı veriyor, insanların rızklarının azalmasına sebep oluyor ve insanların yüzünün siyah olmasına vesile oluyor. Resulüllah (S.A.V.)’in de buyurduğu gibi:

“Günahlar küfrün elçisi” hadis-i şerifinin mana ve ruhu ortaya çıkıyor. Bir insan nasıl ki , Müslüman kardeşini ateşte görüp onu kurtarması ve Müslüman kardeşini suda boğulurken görüp onu kurtarması lazım iken, böylece bir Müslüman’ı içki ve alkolik aleminden tutup kurtarması lazımdır. Fakat bunlardan kurtuluş yolu evvela kalbin tasfiyesi ile olur. Malum, tasavvufun en büyük faydası kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyedir.

İbn-i Hacer, Kitabül Kebair günah diye bir kitap yazmış. O kitabın başında ilkin kalbi günahlardan bahsediyor. Kitapta haset, kibir, hırs, şehvet, gibi 67’ye ulaşan bir dizi kötü hallerden bahisle diyor ki; neden bunları ilk evvela sıraladım derseniz, zira bunlar çok daha tesiri fazla ve diğer günahlara da sebep olacak da onun için. Sonradan yeryüzünde ilk işlenen günahlara önderlik eden şeytandır. Bunun sebebi kibirden dolayıdır. Resulüllah (S.A.V.); “Gönlünde zerre miskal kibir olan kişi Cennet’e giremez” buyuruyor. Bunu tabii Resulüllah (S.A.V.)’den soruluyor:

“- Ya Resulüllah, bir insan güzel elbise giymek, güzel ayakkabı giymek istiyor. Bu kibir midir?” ve buyuruyorlar ki:

“- Hayır, bu kibir değil. Kibir insanları hor görmek ve hakikati kabullenmemektir.”

Şeytan, nasıl ki Allah’tan gelen emri kabullenmedi ve gurura kapıldı, hor görmek de kibire yol açmaktadır.

İkinci günah Habil-Kabil kavgasında gizli. Sebebi de hasetten gelmektedir. Haset hakkında Peygamber (S.A.V.): “Ateşin odunu yok ettiği gibi haset de hasenatı mahveder.” Buyuruyor. Şimdi bunlarla beraber daha çok günah çeşitleri vardır. Bunların izale yolu, yalnız tasavvuf yolu ile muhakkaktır.

Gavs Hz.leri benim ilk mürşidim ve ilk üstadımdır. Seyda Hz.leri ile de bir çıkmışım, okumuşum ve ders almışım. Ben bir âlim olarak ilk gittiğim zaman aynı haset, ucub, kibir gibi söylenen mevzular vardı ama bir türlü de içimi temizleyemiyordum.

Bir gün mübarek zat bana buyurdu; işte kibir böyledir, haset böyledir, şu böyledir falan diye. Ben de o arada dedim ki:

“Kurban, eğer ben kendi nefsimi ıslah edebilseydim, size gelmeye ne gerek var.” O zaman bana Arapça tabir ettiler (Gavs Hz.leri hem Arapça’yı hem de Farsça’yı çok mükemmel bilirdi.):

“İşaretül tasarruf il mürşidi fil müridi et-teslim.” Yani : “Bir mürşidin müride tasarruf olmanın şartı teslim olmaktır” diye buyurdular.

Birisi Seyda Hz.lerine gittiyse, merkatı ziyaret ettiyse, ben fayda görmedim dediyse, o hâşâ kapıdan değil, o adamın kendisinden olup, demek ki tamamıyla teslim olmadığından ötürüdür. O arada Cenab-ı Allah (C.C.) lütfetti, O himmet etti, sanki kalbim elinde bir vaziyette dedim ki:

“Kurban buyur kalbim sana teslim.”

Tamamıyla hakikaten, elhamdülillah o günden bu yana kalbi hastalık nedir bilmiyorum. Yani haset, kin ve kibir bilmiyorum. İşte tasavvufun en büyük faydası budur. Tasavvuf Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in manevi medresesidir. Tasavvufun müessesesi ilahi vahiy’dir. Tasavvuf; Mecusilerden, bu feylesoflardan ve sonradan gelen bir müessese değildir.

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetler ameli konulardan, bir çok konular imandan, birçok konular da nefsin tezkiyesinden (ahlaktan) bahseder. Tasavvufun tek gayesi ahlaktır. Tasavvufun hepsi ahlaktır. Kim ahlakta senden üstünse o tasavvufi senden fazladır.

Tasavvufun ikinci anlamı ise, Cenabı Mevla’m (C.C.) demiş ki:

İbadet etmek, kulluk etmek ve devamlı Cenabı Allah (C.C.) beni görür, beni kontrol eder, beni müşahede eder düşüncesiyle amel etmektir. Bu ecirler Allah (C.C.)’ın bütün mahlûkatına şefkat gözüyle bakmak, hiç kimseye kin beslemeden, hiç ayırım yapmamak ve hiçbir tefrika etmemek tasavvufi ahlaktır.

Resulüllah (S.A.V.)’in meclisi şerifine gelen Cebrail (A.S.)bir insan kisvesine bürünerek, Resulüllah (S.A.V.)’in yanına sokulup soru-cevap şeklinde soruyor ve cevabı alıyor:

Birinci soru:

— İslam nedir? Ve Rasulüllah (S.A.V.) İslam’ın beş şartını beyan ediyor.

İkinci soru:

— İman (akaid) nedir? Resulüllah (S.A.V.)imanı beyan ediyor.

Üçüncü soru:

— İhsan nedir? Resulüllah (S.A.V.) buyuruyor ki:

“İhsan, huşu üzerine Allah’ın huzurundayken, bir şey tasavvur etmeden Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.” Ki, tasavvufta buna murakabe hali denir. Ve en son Hz. Resulüllah (S.A.V.):

“Bu Cebrail’di, dinimizi öğretmek için geldi.” (Bu hadisi Hz. Ömer (R.A.) rivayet ediyor. Hadis meşhurdur ve bütün hadis kitaplarında var.) Burada dikkat etmemiz gereken konu budur.

Hz. Cebrail hem İslam’ı, hem imanı, hem de ihsanı sordu. Malum İslam, zahiri amel, namaz, oruç, zekât, Hac, ukubet ve muamelat. İmanda akait, insanın kalbindeki Allah’ın tevhidi, Resulüllah’ın (S.A.V.)kabulü ve imanın temelleridir. İhsan ise tasavvufta murakabedir. İşte ad olarak ilk defa Hicret’in150. Senesinde Ebu Haşim Sofiye nispetle verilerek tasavvuf denilmiştir. Fakat ad değildi, hakikatine baktığımızda ilahi vahye dayanıyor ve O’nun müessiri ilahi vahiydir. Allah-ü Teala İslam ve imanı beyan ettiği gibi, bizatihi tasavvufi beyan eden de O’dur.

Seyda’mız (K.S.) âlimdi. Hem anne hem baba tarafından Seyyid yani evladı resuldür. Seyda’mızın ahlakı ise, ahlakı tarif ettiğimizde iki unsura dayanır. Malum ahlak iki kısımdır:

1- Fıtri ahlak (doğuştan ahlak)

2- İhtiyari ahlak (sonradan kazanılmış ahlak)

Seydamız (K.S.)’ın fıtri ahlakı da kâmildi ve hatta Resulüllah (S.A.V.)’e sima bakımından çok benziyordu. Gavs (K.S.) hayatta iken , müritlerden birisi geldi , bir Hacı Efendi:

“- Kurban ben rüyamda Resulüllah (S.A.V.)’i gördüm ve şu senin büyük oğluna çok benziyordu.” diye beyan ederek teyit etmiştir.

Zaten Gavs (K.S.) gibi büyük bir zatın terbiyesi altında, ilim, ahlak ve faziletin merkezi bir âlimin yanında yetişen zat mutlaka ahlaklı demektir. Seyda’mızın babası hayatta olduğu müddetçe, bütün hizmet ona aitti, yani her çeşit misafirlerin hizmetini yapıyordu. Âlimliği şüphesiz deniz gibiydi.

Seyda Hz.leri bütün hüzünlerini ve üzüntülerini içinde tutup, dışarıya güzel ahlak verirdi. Ne kadar sıkıntı varsa, ne kadar hizmet varsa, bütün herkesin derdini içinde saklayıp, bütün herkese karşı merhametli, şefkatli idi. Yani toprak gibiydi. Her çeşit kirli madde toprağa atılır, fakat topraktan her bir reha güzel ürünler çıkar. Hiçbir şeye bağlılığı yoktu. Mesela kendisi zengin bir aileden olduğu halde yemeği hazırlardı veya ne hazırsa onu yerdi. Evinde günde bir sefer çay yapılıyor, haftada bir sefer çay içer, hiçbir şeye bağlılığının olmadığını müşahede ederdik. Yani şu yemek, bu yemek demez, aynı Resulüllah (S.A.V.)’in fıtri ahlakı mevcuttu. Şefkati da zaten bütün insanlara şamildi.

Gavs (K.S.) hayatta idi. Seyda Hz.leri ile birlikte beraber Nurşin’e taziyeye gittik. Dönüşte (o zaman ev Gadir’de idi, Gavs (k.s.) daha menzile yerleşmemişti) bir arabadan indik, akşam namazını kıldıktan sonra yayan köye doğru yürürken, tabii yolda konuşuyoruz. O arada Gavs (k.s.) zamanında çok sağlam bir sofi ve seyr-i süluku bitirmiş, fakat daha sonra ondan sadır alan bazı hareketlerden dolayı Gavs (k.s.)’ın tard ettiği bir Hacı Efendi vardı. Ben de bunu Seyda Hz.lerine yolda hatırlattım ve dedim ki:

“Kurban, biz size devamlı geliyoruz, nereye gitsem Gavs, beni seninle gönderiyor, senden ayrılamıyorum. Fakat sorumuz şu: İşte bu adam seyri sülukunu bitirmiş, senelerce amel etmiş, yaşı da ilerlemiş, aynı şey sonra bizim de başımıza gelmesin.” Bunun üzerine Seyda Hz.leri dedi ki:

“- Yahya, insanın yapmış olduğu hata iki kısımdır. Zaten kimse hatadan masum değildir. Peygamberlerden başka kimse masum değildir ama, hata eğer nefisten değilse insan bir yanlış davranışta bulunduğu zaman, sonra hatanın farkına varıyor, tövbe ediyor, pişman oluyorsa Allah affediyor ve bir şey olmuyor. Fakat eğer yaptığı hata kibirden ve nefisten gelirse farkına varırsa da o kimse pişman olmaz ve sadat da affetmez. Tabii bu dediğin adama, ben bizzat babamdan habersiz yanına gittim. Ona acıdım, haline acıdım.

Ayağına giderek, hatır ziyada bulundum. Çünkü haline acımıştım. Üzülerek söylüyorum ki, hiç pişmanlık ve nedamet duymadığı gibi, pes etmedi de. Eğer pişman olsaydı, babama gelip ricada bulunacaktım. Onun hatasından dönüşüne vesile olacaktım. Demek ki o adamın Gavs’a kabahati olmuş ki Gavs (k.s.) tart etmiş.”

İkinci şefkat, vefatından 15 gün evvel Afyon’da beraber idik. Seyda Hz.lerine bir gün sordum:

“- Kurban buranın havası size iyi geliyor mu, hoş mu ?” dedi ki:

“- Tabii, çok hoş. Burası yaz, Menzil’de yazın çok yakıcı, çok sıcak havası var. Fakat şunu ifade edeyim ki, ben üzgünüm, çok üzülüyorum.”

Bu cevabın üzerine:

“- Neden Kurban hayırdır?” dedim. Buyurdular ki:

“- Gelen misafirlere bir şey ikramda bulunamıyoruz. Gelen insanlara ne çorba, ne yemek, hiç bir şey ikramda bulunamıyoruz. İkramda bulunamadığımız için çok üzülüyorum. Uzaktan geliyorlar, aç gelip, aç gidiyorlar. Fakat inşallah bura yapıldı, inşallah önümüzdeki seneye gelen misafirleri yemeksiz bırakmayız.” İşte, bu da şefkatine en güzel örneklerden biridir.

Seydamız (k.s.), ayrıca bütün işlerde mutedildi. Yani ifrat ve tefritten çok kaçıyordu. Herşeyde mutedildi. Mutabaat ve ibadetinde mutedil ve Resulüllah (S.A.V.)’in sünnetine uygun davranıyordu. Hatta ayakkabı giyerken, camiye girerken, camiden çıkarken, hiçbir hal ve davranışında Resulüllah (S.A.V.) neyse, Seyda’mızın (k.s.) da mutabaatı da fıtri olmuştur. Seyda’mız (k.s.) Çanakkale’ye gidişi Resulüllah (S.A.V.)’e mutabaattır. Yani hicret istemediği halde memleketinden ayrıldı. Hatta memleketimizin büyük bir âlimine sofinin birisi gidip; Seyda’mız gitti biz başsız kaldık falan diyor. İlginçtir o âlim şu cevabı veriyor:

“Sofi sen ne diyorsun. Zaten Seydamız da bu eksik idi, bu da tamamlandı”. Yani Resulüllah’a mutabaatı bu eksik kalmıştı, bu da tamamlandı diyor.

Seydamız (k.s.)’ın en önemli bir yönü de hiç kimsenin hakkında şikayet ve hüküm vermemesi. Bu çok önemliydi. Tahkik etmeden, araştırmadan hüküm vermezdi. Hatta bir seferinde:

“Kurban, korkuyoruz, bazı yanlış şeyler söyleriz” diye. Cevaben buyurdular ki:

“- Endişelenmeyiniz, inşallah böyle bir şey olmaz.” Diyerek bizlere teselli verdiler.

Seydamız (k.s.)’ın ibadeti daimi idi. Resulüllah (S.A.V.)’in ibadeti gibi. Her mevsimde sadatımızın gece 11 rekât namazı vardır ki, bu teheccüd namazıdır. Ayrıca günde bir cüz Kur’an-ı Kerim okumak, sünnet-i müekked ve kuşluk namazı vardır. İşrak, tan doğuşuyla güneşin doğuşu arasında ibadetle geçirmek de daimi ibadeti idi. Her gece teheccüd namazı kılmak ve tabii onlara özel olarak bazı evratları vardır. Malum, devamlı insanlarla meşgul olduğu için ibadeti daimi sayılır. İbadeti daimi olduğu için de “Onlar her halükârda Allah’ı zikrederler.” Bu zikir dil ile değil kalbi zikirdir. Kalbi zikir devamlı zakir olduğundan, o da ibadeti daimi oluyor. Gerek Gavs (k.s.), gerekse Seydamız (k.s.) zaman zaman insan kalplerini test ederdi. Yani kalplerin böyle zikir yaptığını, ses duyduğunu, hatta bazılarının kalbine Seyda’mızın elini koyarak test eder, hatta biraz ağrıları olanları gördük. Bu zikri daimidir.

Onlar kuşluk namazını kıldıktan sonra, işte o zaman istirahat ederler. Diğer vakitler taat ve daimi ibadettir.

Menzil’de ibadetin yanısıra, Allah (C.C.) için hizmet de esastır. Allah’a (C.C.) muhabbet, Allah’ın (C.C.) mahlukuna şefkat bu bakımdan geliyor. Bizlere bir gün misafir geliyor, ikinci gün geliyor ve üçüncü gün de misafir geldiğinde huzursuz oluyoruz. Fakat bu Allah dostlarına günlerce devamlı gelen misafirlere şefkat göstermeleri ve her türlü ikramda bulunmaları vazife olmuş. Bunu ta Gavs (k.s.) zamanında gördüm. Hatta misafirleri az olduğu zaman, Gavs (k.s.); aman başım ağrıyor diye şikâyette bulunurdu. Seyda’mız da aynı titizliği devam ettirdi. Bu kadar gelen misafire ikramda bulunmak da aslında kolay da değil, hakikaten burada büyük bir keramet de var. Çünkü gelen mahsulâtı, bu giden mahsulâtla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük hikmetler var. Yani, bu kadar misafire yemek vermek ve hele hele yemekle beraber her bir misafirin cebine birkaç ekmek koyarak memlekete götürmelerini hesaplarsanız, akıl sır erdiremezsiniz. Şahsen ben gittiğim zaman 10 ekmekten aşağı getirmiyorum. Hatta bir miktar çantamızda getiriyoruz ki Müslümanlara faydamız olsun. Cenabı Mevla’m (C.C.)’ın büyük bir bereketi ve lütufu olmazsa bu kadar ekmek yetiştirmek mümkün değildir. Bütün bu hizmetler bir aşkın semeresi, aşkla, muhabbetle, canla ve başla o âlemin efradı en fazla hizmet onlardan geliyor. Ondan sonra oradaki hizmetçiler devreye giriyor. Seyda Hz.lerinin bizzat Gavs (k.s.) zamanında defalarca çorba taşıdığını gördük, müşahede ettik ve Gadir’deki değirmen de akşama kadar çalıştığını gördük. Rıza-ı Bari insanlara, Müslümanlara hizmet etmek demektir. Bu meanda aile efradı da öyle idi. Nitekim annelerimiz de öyle . Herhalde Seyda Hz.lerinin ailesi ve annemiz şimdi yaşlanmış daha yapamaz, fakat zamanında büyük bir hizmette idi. Gavs Hz.leri hayatta iken en fazla hizmet Seyda’mız ve ailesi üzerinde idi. Ve Gavs (k.s.)’ın şeyhliği de onların yardımıyla idi. Tabii bunların hepsi ilahi aşk, ilahi muhabbet ve Allah için çalışmak. Allah’ın muhabbeti olmazsa, insan bu kadar hizmeti mümkün değil yapamaz. Yani gelemez o kadar hizmete. Seydamız (k.s.) hem kâmil, hem mükemmil. Bunu halifeliği zamanında da alması önemli bir husustur.

Malum Allah’ın (C.C.) nimetleri namütenahidir, sayı ile bitmez ve mahlûklara olan nimeti çok fazladır. Bizatihi Cenabı Allah (C.C.); “Allah’ın nimetlerini saymak isterseniz, bil ki fert fert birincisini dahi sayamazsınız” buyuruyor. Bu nimetleri iki kısımda mülahaza edebiliriz:

Birincisi dünyevi nimet, ikincisi uhrevi nimet.

Dünyevi nimette Allah (C.C.), dostuna da, düşmanlara da, Müslüman’a da ve kâfire de verilir. Mesela bu zahirde bulduğumuz göz, kulak, insan olmak gibi nimetler herkese vardır. Fakat uhrevi nimet ise Cenabı Allah (C.C.) dostlarına vermiş, düşmanlarına vermemiştir. Dünyevi nimeti hem dostlarına hem de düşmanlara vermiş. Hatta dünyevi nimetlerden belki düşmanlara daha fazla vermiştir. Nitekim Cenabı Mevla’m (C.C.); “Kâfirlerin zengin zengin dolaşmaları lüks hayat yaşamaları ise aldatmasın. Onlar geçici bir hayattır. Sonra onların yeri de Cehennem’dir ve en kötü yer de burasıdır” buyuruyor. Seyda’mız (k.s.)’ın maksadını hakiki manada Allah bilir. Vefatına yakın “nimetler” konusunu veda mesajında ifade etmesi çok büyük önem taşıyor. Müslüman olmak, insanın ebedi hayatını kurtardığı için İslam’ca yaşamak çok önemlidir. Tefrikadan da kesinlikle kaçın diye de tavsiye etmiştir.

Malumumuz İslam iki anlamdadır. Allah-ü Teala’ya tamamıyla inkiyad ve itaat anlamında, bir diğeri de barış ve sulh içinde olmaktır. Peygamber (S.A.V.) bu ikinci konuda “Müslüman kime denilir” sorusuna “Müslüman onun elinin ve dilinin eziyetine selim olan kişiye denir” cevabını vermiştir. Yani herkesle barışmak, hatta Resulüllah (S.A.V.) gayri Müslimlere dahi barış içinde bulunmamızı tavsiye etmişlerdir. Ve : “Kim bir ecnebiye eziyet ederse (içinizdeki bir Hıristiyan, bir Yahudiye eziyet ederse) kıyamet gününde bu hususta tek davacı benim.”

İkinci nimet malum, Peygamberimiz bütün kâinatın efendisi. Bizzat Cenabı Mevla’m (C.C.) buyurmuş: “Yeryüzüne gelen ümmetin en sevgilisi sizsiniz.” Yine Allah (C.C.); “Sizi en hayırlı ümmet kıldık, bütün insanlara kıyamet günü şahadet ederseniz” diye buyurmaktadır. Hasan (R.A.): “Bizim başka ümmetlere faziletimiz bakımından kâfiliği Resulüllah istemiştir.” O Resulüllah’ın söylemesidir, o bize kâfidir. Yani başka ümmetlere fazileti kâfidir. Resulüllah (S.A.V.)’in ümmeti olmak daha fazla değer kazandığımızdan dolayı, en büyük nimet oluyor ve bunu da Seyda’mız (k.s.) bütün insanlara, bütün Müslümanlara hususi bütün sofilerine tavsiye bırakmıştır ki:

Mademki bizim şerefimiz Resulüllah’ın (S.A.V.) ümmeti olmaktadır, o halde Resulüllah’ın yolunu bırakmayalım.”

Resulüllah (S.A.V.) değil kendi dostlarına, kendi düşmanına dahi beddua etmez, dua ederdi. Malumunuz Resulüllah (S.A.V.), Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza şehit olmuş, yine de : “Allah’ım o kavme hidayet ver. Onlar bilmiyorlar” diye duada bulunmuştur.

Seyda’mız (k.s.) yine hepimize bir mesaj bırakmış ve vefatına yakın olarak da:

“Eğer gerçekten siz kurtuluş yolu arıyorsanız Resulüllah’ın yolunda olun. Çünkü biz onunla müşerref olduk, şerefimizi ondan aldık” beyan buyurarak bu şekilde ikinci nimetin önemini ortaya koymuştur.

Üçüncü nimeti Seyda’mız (k.s.), ahir zamanda az amelle çok kazanç elde edilebileceğini vurgulayarak çok kârlı ticareti ortaya koymuştur. Resulüllah (S.A.V.) demiş ki: “Ümmetim mezara gittiği zaman benim sünnetimi yapan, benim yolumu takip eden senin şehidin sayıldılar.” Yani az amelle, çok büyük kazanç olduğunu, Seyda’mız (k.s.) o bakımdan demiş. Bu zamana gelmemiz az bir amelle çok fazla kazanç yapıyoruz ve malumunuz kıtlık anında ne kadar ekmek kıymetli ise, şu zamandaki taat da o kadar kıymetlidir. O yüzden Seyda Hz.leri buna işaret etmiştir.

Seyda (k.s.)’ın icazeti zamanında, Gavs’a (k.s.) hem vefa borcu hem de onun oğlu olarak ameli bitirmiş, seyr-i sülukunu tamamlamış ve sadatların işaretleri gelmiş, fakat Gavs’ın mürşidi olan Şah-ı Hazne’nin oğlu Şehabeddin’den birinci isteği, onun istişaresiyle oğluna halifelik vermekti. Sene 1968’de Şehabeddin köye gelmişti, biz de onun ziyaretine gittik. Gavs (k.s.) durumu Şehabeddin’e anlattı, böyle bir durum var diye. Şehabeddin oğlunu çağır gelsin görelim, öyle konuşalım. Gavs (k.s.) adam gönderdi. Seydamız geldi. Bir ikinci gün Seydamız kaldıktan sonra, Şehabettin şöyle buyurdu:

“Bunun hakkı çoktan gelmiş. Bunu sen tehir etmişsin ve elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah ben Raşit’i gördüm. Meğer gözüm amcamda değil. Şu ana kadar ben amcamı çok düşünüyordum. Dedim ki, amcam yaşlıdır, eninde sonunda irtihal edecek. Acaba onun cemaati çok, müritleri çok, onun yerine bakacak birisi olacak mı? Sonra Raşit’i görünce, artık bilirim ki, sizden sonra da o işi devam edecek” dedi.

Âlimlerin bir sözü var, kendinden sonra halife bırakan kişi ölmemiştir ve ümidimiz inşallah o kapı kıyamete kadar devam edecek.

Gavs (k.s.)’ın vefatından sonra hem Gavs’ı elimde yıkadım hem de Seyda’mız (k.s.)’yi yıkadım. Fakat Gavs (k.s.) benim ilk mürşidim olduğu için, ağladım, üzüldüm, derken kendimi kaybetmiş oldum. O arada Seyda’mız geldi ve ben onu görünce toparlandım. Dedi ki:

“Yahya, Cenabı Mevla (C.C.) hadisi kutside demiş: “Benim kazama rıza göstermeyen yerini talep etsin” onun için bizim yapacağımız bir şey yok.”

Ondan sonra da Gavs (k.s.)’ın vefatında mezarı üzerinde herkes dehşetli bir halde, tabii bana Seydamız:

“Bu benim babam değil, herkesin babasıydı. Fakat bu Allah’a kavuştu. Eğer siz bunun yaşamasını istiyorsanız, onun gittiği yolda devam edin, o yola girin.”

Benim de tavsiyem, kim Seyda (k.s.)’yı seviyorsa onun yoluna devam etsin. Ve onun tuttuğu yola devam etmekle onu yaşatmış oluruz.”

Zehirli şırınga suikasti
SELİM GÜRBÜZER
12 Eylül darbesi sonrası Seyda Hz.lerinin 2 yıl Gökçeada’da mecburi ikamete tabi tutulduğu süreçte bir yandan o Gönül Sultanının ferdi hastalıkları ilerlerken, diğer taraftan da bir sevindirici gelişme yaşanacaktır. Yani o dönemde halkın büyük teveccühüyle iktidara gelen Turgut Özal’ın ilk icraatı Türkiye’de büyük bir ekonomik değişim gerçekleştirmenin yansıra aynı zamanda sürgün edilen Gönül Sultanının şahsi hastalıklarıyla da yakından alakadar olup Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayenesinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Hatta bu sayede hastalığı heyet raporuyla tescillenip mecburi ikameti Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta bir eve nakledilir. Tâ ki tarihler 6 Şubat 1986 yılını gösterdiğinde ancak o zaman mecburi ikamet ve gözetimi kaldırılır. Derken uzun bir aradan sonra milyonlarca seveninin hasretle beklediği o büyük buluşma Menzile peyderpey akın akın sofilerin gelmesiyle birlikte bu hasretlik son bulmuş olur. Aslında o hasret buluşması sünnetin icrası bir buluşmaydı. Düşünsenize, sevenleriyle buluştuğunda bile yaşadığı çilelerle ilgili ne her hangi ispat ihtiyacı bir söz, ne bir şikâyet, ne bir bıkkınlık hali, ne de herhangi makam sahibi hakkında en ufak kınayıcı ve incitici bir söz lisanından sadır olmamıştır. Nasıl sadır olsun ki, tüm yaşanılan çileler hicret sünnetinin icrasıydı zaten, anlatmasına gerekte yoktu.

Peki ya sürgün hayatı sonrasında yaşadığı süreç nasıl işler derseniz, malumunuz Seyda (k.s.)’ın sofileriyle o büyük hasret buluşması sonrasında tarihler 1991 yılını gösterdiğinde bu kez Menzil'den bir süreliğine göz ameliyatı için ayrıldığına şahit oluruz. İlginçtir bu kısa süren ayrılık sürecinde Ankara Çankaya Hastanesi'nde katarakt ameliyatı yapan doktor ameliyat esnasında ne görüyorsa ”Hiçbir zaman o aydınlık yüzü gözümün önünden bir türlü gitmiyor” demekten kendini alamaz da. Ve ameliyat sonrası o anısını şöyle dile getirir de: “Muayenehaneme bir gün daha önceden bir hastanın tanıdığı geldi. Bana Muhammed Raşid Efendi’nin kataraktının olduğunu ve kendisine birkaç doktor ismi söylendiğini ve doktorlar arasında da benim ismimin geçtiğini, ameliyatı yapmamız için uygun olduğunu söylediğini bana ilettiler. Ameliyatının hangi ilde yapılacağını bana söylediler ve ameliyat ücretini ödemek konusunda ordaki insanlar yarış içerisindeydiler. Bu benim için önce çok enteresan geldi. Daha sonra da kataraktını ameliyat ettikten sonra, kataraktla gözün içindeki merceğini alırız. O merceğe sahip olabilmek için bir sürü insan peşime düştü. Bütün yaptığımız ameliyatlarda gözümde oluyor, batma oluyor, şöyle oluyor, böyle görüyorum diye hastalar mutlaka ameliyattan sonra ve ameliyat sonu şikayetlerini bize bildirirlerdi. Ama Seyda Hz.lerinin en küçük bir şikayeti, en küçük bir yakınması olmadı. Birkaç hafta sonra da ikinci gözünün de ameliyat edinmesini istediler. Tekrar Ankara’ya gidip ameliyatlarını yaptım ve kendisiyle kısa birkaç sohbetimiz oldu. Hakikaten insanlara yol gösterici bir tavrı, gülümsemesi, yüzündeki o hoşgörü, o aydınlık yüzü hiç bir zaman gözümün önünden gitmemektedir.“

Göz ameliyatı sonra tekrar dönüş Menzil’edir elbet. Dönüşü aynı zamanda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için yarıştıkları yıllar bakımdan da ilginçlik arz eder. Bu yüzden bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; dönüşüyle birlikte Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin akabinde yaşanan hadiseyle benzer bir sünnet icrası yaşanacaktır. Bir başka ifadeyle Hayber’in fethinde nasıl ki bir sinsi el ziyafet sofrasında Allah Resulüne zehirli et sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında bir başka gizli elde kalabalıktan istifade Seyda (k.s)’ın eline şırıngayla zehir enjekte edecektir. Daha da ilginç olanı bu suikastın tıpkı Allah Resulünün vefatından 2 yıl öncesindeki zehir hadisesine denk düşmüş olmasıdır. Nitekim Seyda (k.s) 2 yıl sonra, yani Allah Resulünün vefat ettiği yaşta (63 yaşında) vefat edecektir. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin icrasını dileyip, böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofilerin vefat öncesi döneme fetih yılları gözüyle bakması gayet tabiidir. Kaldı ki o yıllarda Allah Resulünün ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli bağışlamasına benzer tavrı Seyda Hz.lerinin de bağışladığı gözlerden kaçmaz da. İşte bu kadar da uyumluluk dedirtecek böyle bir hadisenin yaşanması onun bariz bir şekilde sünneti seniyye üzere hemhal olmanın bir göstergesidir.

Her neyse, şimdi gelelim Seyda Hz.lerinin bu zehri nasıl atlatacağı hususuna. Ve bu husus merak konusu olur da. Malumunuz bir televizyon kanalında Seyda Hz.lerinin vefatının ardından hakkında anma programını izlerken bu işin uzmanlarından Dr. Ali Okur’da katılımcılar arasındaydı. Tabii bu ara da bizim payımızı da bu programda söylenenleri teybe kayd etmek suretiyle bu merak konusu meseleyi derleyip kâğıda aktarıp makale haline getirmek düştü. Böylece Seyda Hz.lerinin suikast sonrası yaşadığı o tedavi sürecinde karanlıkta kalan pek çok Tıbbi konular kafamda bir bir aydınlanmış oldu. Madem merak konusu bir husus gelin bunu da işin uzmanından dinleyelim. Bakın Dr. Ali Okur ne diyor, bir izleyip görelim:

SEYDA HZ.LERİ’NİN HANGİ HASTALIĞI OLURSA OLSUN, MUTLAKA MUAYENE OLURLARDI

Kendilerini ziyaret ettiğimizde üniversitede öğrenci idik. Tıp Fakültesinde de gücümüzün yettiği kadarıyla, beş vakit namaza devam ediyordum. Toplum içerisinde ibadet yapan biri olarak gösteriliyor ve bir insan olarak ortadaydım. Yaşım kırk altı ve o yıllarda aşağı yukarı cuma namazı kılana “hoca” derlerdi. Cuma namazına gittiğim için bana da “hoca” diyorlardı. Fakat kendi yaptığım ibadete bakıyordum, bir de diğer büyüklerin namazlarından misallere baktığımda durumum iç açıcı görünmüyordu. Hz. Ali (k.v.)’in ayağına veya vücuduna saplanan okun çıkarılabilmesi için: “Namaza durayım da oku o zaman çıkarın” demesi vardı. Bütün bunlara baktığım zaman benim namazımla onların namazı birbirine benzemiyordu. Böyle bir çarpıklık hissettim. Ya onlarınki çok efsanevi veya benimki gerçek değildi. Büyük fark vardı arada.

Bunun sebeplerini araştırdım, kitaplara baktım. Zaten namazın farz, vacip, sünnet ve usul ve kaideleri besbelli... Yani ilim olarak okunacaklar ortada. Bunlara ne kadar da riayet etsen de bu namaz yine olmuyor. Bir türlü huzuru yakalayamıyordum. Cenab-ı Allah’ın huzurunda olma duygusu gönlümü doldurmuyordu. Ve bu arayış içerisindeyken, mübarek zatın ziyaretine gittik. Orada herkes kendi elinde olmadan büyük bir huzur içindeydi. Gönlü sanki birisi tarafından dolduruluvermiş ama bunun nasıl olduğunu da kimse bilmediği gibi farkında bile değil. Sadece bir ziyaret esnasında herşey olup bitiveriyordu. Mübarek zatın huzuruna varıyorsun, şu tarafa geçtiğinde herşey değişmiş oluyordu. Yani iç aleminde aradığını bulmuş olmanın sevinciyle huzura çıkmış oluyordu. Dolduran nasıl dolduruyor, dolan nasıl doluyor, ben bilmiyorum, halen de bunu çözebilmiş değilim ama herkesten görebildiğim herkesin yüzü ışımaya başladığıdır. Hatta bazen oluyordu ki, insanların yüzüne bakamıyordunuz. Böyle nurani bir çehre meydana geliyordu insanların yüzlerine ve namaza insanda büyük bir şevk meydana geliyor, ibadetin gerçek değerini insan idrak ediyor, aynı zamanda insan kendi ilmi eksikliğini tamamlamayı bilmek için de gayrete düşüyordu. Etrafımızda gördüğümüz aşağı yukarı hep bu idi. Ben o zamana kadar bir ilmihal kitabına sahip değildim. Seyda Hz.lerini gördükten sonra beş tane ilmihal kitabı koydum kütüphaneme. Evvela dini eksik yönlerimi tamamlama iştiyakı ile bir yumuşama, sevgi ve merhamet meydana geliyor. Bu sevgiyle bazan da görüyordum, yeni gelmiş bir kişi hiç durmadan sıraya giriyor.

Diyorlar; aman kardeşim çok kalabalık var, aman bir defa ziyaret edin. Fakat zaptetmek mümkün değildi. İnsanlar böyle bir sevgi, böyle bir hal ile dolaşıyorlardı. Dolayısıyla içimizdeki bu eksikliğin bir Allah dostunu tanımakla ortadan kalkabileceğini ziyaret etmekle anlamış olduk. Ve ondan sonra da hayatımız bu ziyaretlerin devamı ile devam etmiş oldu.

Kendileri malum şeker hastasıydı. Yaklaşık 30 yıllık bir şeker hastalığı vardı. Şeker hastalığı tahrip edicidir. Ve bunun vücudu üzerinde eserleri ortaya çıkıyordu. Mesela katarakt ameliyatı olmuşlardı. Ayaklarında sıkıntıları vardı, sürekli romatizma şikayetleri olarak değerlendiriliyordu. Ama gerçekte şeker hastalığının komplikasyonlarıydı, damar komplikasyonları vs. Böbreklerinde zaman zaman iltihaplanmalar oluyordu. Şiddetli rahatsızlıklar geçiriyordu ve bu arada tedavi görüyordu ama buna rağmen bir yaz gününde yine geç saatlere kadar camiide kaldıklarını çok iyi olarak hatırlıyorum. Zaten on yedi saati irşadla geçiriyor, geriye kalan yedi saatte uyunur mu, kitap mı okunur, yoksa evlad-ı iyalle mi ilgilenilir ve vakit geçirilir, buna siz karar verin. Şunu da söylemek gerekir, bu noktada gece namazına da kalkacaklar. Çünkü sünnet-i Resulullah var. Şafii mezhebinden olması dolayısıyla ilk vakitte sabah namazını kılacaklar ve güneş doğana kadar da tekrar uyumayacaklar. Buyurun zamanı bulun burada. Bu kadar yoğunluğa rağmen, bazen camiide ayak basacak kadar yer olmadığı da oluyordu. Kalabalık o kadar fazla ve bunların hepsine de güleryüzle muamele ediyorlar. Hiç kimseye “üf yeter artık, sokmayın yanıma yeter” dediğini görmedim. Zaman zaman etrafındakiler durun yeter artık dedikleri halde “bırakın kalsın” diyerek yanlarına çağırıyordu. Büyük şefkat hali herkese sirayet ediyordu. Her gelenle ilgileniyorlar, kendilerinin bu hali diğer insanlara da örnek oluyordu. Diyelim ki on bin kişi geldi, on bin kişi dönerken hilafsız derdinin çözüldüğünü ihlaslı olarak söylerler.

İkinci bir husus da orada hizmet yapılıyor, yediriyorlar, içiriyorlar, yatırıyorlar, kaldırıyorlar ve sadece Allah rızası için Peygamber ahlakının ne olduğunu anlamış oluyor herkes. Birisinin ayağına bassam ben özür dilemeden öbürü hemen: “Allah senden razı olsun, bana hakkını helal et” diyordu .Yani daha bana fırsat vermeden o özür diliyor. Üç kelime var gelen ve gidenlerin arasında:

- Hakkını helal et.

- Bana dua et.

- Kusuruma bakma.

Büyük bir muhabbet haliyle herkesin lisanından dökülen bu. Ve bu hal perde perde gittikleri memleketlere de yayılıyor. Bu insanlar annelerinin, babalarının yanlarına gidiyorlar, eşinin dostunun yanına giderek böylece onların üzerindeki gönül hoşluğu herkese sirayeti gerçekleşmiş oluyordu. Diyelim ki ailesi ateisttir. Çocuk gelmiş müslüman olmuş ve annesinden babasından kopmuştur. O’na diyordu ki : “Anne ve babanla irtibatını devam ettireceksin. Annene ve babana asi olmayacaksın.” Ana baba haklarından ona sohbet ediyorlardı. Hiçbir zaman ailesiyle kopardıklarını ben görmedim.

Çok sosyete bir halde evlenmiş iki kişi düşünelim. Sonra kader erkeği bir şekilde Menzil deryasına getirtmiştir. Artık dört dörtlük insanca hayata adım atmak için yola çıkmış, dönüşte bu sefer hanımıyla ihtilaf başlıyor ve ayrılık düşüncelerine kadar yol açıyor. Seyda Hz.lerinin bu durumda olanların hepsine tavsiyeleri: “Sabredin, sonu güzel olacaktır.” Hiçbir zaman biz bundan dolayı ayrılmalarına müsade ettiklerini duymadık. Nitekim hayatlarında çok mutlu olduklarını, beraber düzenli hayat yaşadıklarını, o hanımın da bu şekilde döndüğünü müşahade ettik.

Birgün kendilerini ziyaret ettiğimizde o zaman öğrenci olduğumuzu ifade etmiştim. O zaman bazı derslerimiz iyi gitmemişti. Kendilerine: “Efendim derslerim pek iyi değildir” diye bir soru yönelttim. Verdikleri cevap müthiş: “Muhabbetiniz mi kesiliyor” şeklinde oldu. Biz o güne kadar muhabbetin sevgi, aşk-meşk olduğunu zannediyorduk. Seyda Hz.leri az sözle çok şeyi ifade ederlerdi. Ve bu sözün peşine takıldığımız zaman öyle bir manzara çıktı ki: Eğer sen bir sevmiş olsaydın bizim gibi yapardın, bizim gibi yatardın, bizim gibi çalışırdın. Üç sayfa kitabı okumaktan acizsin de sen nasıl bizi sevdiğini iddia edersin. Madem ki bizi seviyorsun, bizden bazı eserler üzerinizde olmalıydı.

Bir konuşmalarının peşinden şöyle buyurdular. Yani vefatından önce yapmış oldukları veda niteliğindeki bir konuşmasıydı. Kendileri malum ayakları kırılmıştı, o zaman hastaydı ve ayakta zor duruyor, yardımla duruyorlardı. Veda niteliğinde konuştular. Son cümleleri şuydu: “Sizi ayakta tuttum. Yoruldunuz. Hakkınızı helal ediniz.” İşte bunu gördükten sonra bir Allah dostunun, merhamet ve şefkatı insanların kalbine bir sel gibi akıyordu. Bu merhamet ve şefkat o kalplerden bütün topluma yayılıyordu. Toplumun aramış olduğu gerçek sevgi, muhabbet ve kardeşlik işte burada gizliydi.

Bunun arkasından fakülteyi bitirdim, ihtisas konusunu sordum kendilerine. Derhal ihtisas yapmamı emir buyurdular. Yani hiç ara vermeyin dediler. Hatta ben istedim ki biraz çalışayım, ailemin bir maddi varlığı yoktu. Biraz para biriktireyim, düğün yapayım, kendime göre bazı planlarım vardı. Buyurdular ki:

“- Siz acemisiniz bir süre hastahane çalışması (ihtisas) yapınız.”

Ve hiç beni bekletmediler ve onun üzerine ihtisasımızı tamamladık. Daha sonra hastalık konuları. Buna bağlı olarak kendilerinin hangi hastalığı olursa olsun mutlaka bir doktora muayene olurlardı. Bu konuda şu sözü söylerlerdi:

“-Hastalığı da Allah yaratmıştır, onun şifasını da Allah yaratmıştır. Kulun vazifesi onu aramaktır. Biz vazifemizi yaparız.”

Mesleğimiz dolayısıyla birçok hastayla muhatap oluyorduk. Oraya gelen insanlardan dertlerini anlatanlardan haberdar oluyorduk. O gelen insanlara ilk söylediği söz: “Doktora gittiniz mi?” oluyordu. Onları doktora teşvik ediyorlardı. Belki akıllarında başka türlü düşünceleri vardı, ama onları doğrudan doğruya doktora yönlendiriyordu.

Seyda Hz.lerinin ellerinde o suikast olayından sonra bir yara meydana gelmişti. Ve o verilen zehirli maddenin dokuyu tahrip eden bir olaydı, parmakları büzecek bir vaziyete gelmişti. Zehirin etkisiyle elde bağ dokusu meydana geliyor. Yani fonksiyonel doku değil de dolgu doku. Tabiri caizse çimento gibi dolgu meydana geliyor ve elin hareketlerini engelliyordu. Biz bu durum için dedik ki:

“Efendim, elinizin manyetik rezonans incelemesi uygun olur.”

Halbuki Türkiye’de o zaman bu inceleme için alet sadece ‘GATA’ da var. Mübarekler iki bir etmediler, Ankara’ya gittiler ve bu tedkiki yaptırdılar. Kendi hastalıkları hakkında bir doktor olarak söylediğim:

“Efendim, elinizi sürekli hareket ettiriniz, bu doku yapışıklık meydana getirebilir. Yapışıklık meydana gelirse açılması zor olur, hareket ettirirseniz bunun önüne geçeriz” diye bu şekilde hareketleri tavsiye ediyorduk.

İkinci gün gittiğimiz zaman ellerini sürekli hareket ettirirken gördüm. Ben unutmuşum 24 saat önce söylediğim sözü ama kendileri devam ediyorlardı.

Seyda Hz.lerinin Tıp konusundaki hassasiyetini Molla Yahya Hz.lerine sordum, bize bu konuda İmam-ı Şafii’nin sözünü hatırlattı. İmam-ı Şafii diyor ki: “Nereye gidersen vücudunla ilgili bakacak hastalıklara bir doktor bulunmalı, bir de dinle ilgili alim bulunmalı, ikisi olmayan yere gitme.”

Seyda’mız (k.s.)’ın tatbik etmesi o bakımdandır. Zaten amcası Seyyid Molla Abdülcelil de sürekli olarak: ”Nefsinizi tehlikeye atmayın” derdi ve Seyda’mız da bu bakımdan titiz davranıyor, kendi hayatında uyguluyordu.

Seyda Hz.leri ahirete intikal etmekle yok olmadılar. Altı tane halife (mürşit) bırakmışlardır. Böylece altı yerde mektep açarak mekân değiştirmişlerdir. Madem öyle tasavvuf konusunda kardeşlerimizin her biri hiçbir art niyete bağlı kalmadan bu Allah dostlarından herhangi bir tanesinin ziyaretlerine gitmelerini tavsiye ediyorum. Zira biz onları ziyaret yapmakla ilmin gerçek manasını idrak etmiş oluyoruz. Dahası dünyada gerçek değerlerin ne olduğunu, hakiki manada nelere değer vermek gerektiğini anlamış oluruz. Bakınız, Almanya’dan bir bağlısı, kendisi aynı zamanda bir Alman sofi yürüyerek Menzil’e geliyor. Mübareklerin verdikleri cevap şu idi: “Sofi sen ne yaptın böyle? Şimdi kendi milletinden bunu bir duysa, acaba senin hakkında ne düşünür, bunu hiç aklettin mi? Kaldı ki teknolojik nimet var, niye kullanmıyorsun ki? Hem hangi devirde yaşıyoruz? Senin hakkında ne düşünecekler? İslam hakkında ne düşünecekler? Böyle yapmakla iyi yaptığını mı zannediyorsun” diye uyarıyor.

Yine bir bağlısı hacca gidecekleri zaman soruyorlar:

“Efendim, hangi yolla gideyim, karayolla mı hava yoluyla mı?”

Buyuruyorlar ki:

“Hava yoluyla gidiniz. Oradaki ibadetlerinizi güzel yapınız.”

Velhasıl, talebe kardeşlerime en son olarak şunu ifade edebilirim. Ahirete intikal etmekle Seyda Hz.leri kaybolmamıştır. Bilakis güçlü bir enerji olarak ışık vermeye devam etmektedirler. Bu ışıktan yararlanmadan kaçmasınlar.”

İşte görüyorsunuz Dr. Ali Okur’un Tıbbi tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalıp bu dünyadan yapa yalnız göç ederlerken, halkın gönlünde taht kurmuş Başbakan Turgut Özal ve Gönül Sultanı Seyda Hz.leri de zehir suikastına maruz kalmak suretiyle, yani Yüce Peygambere mutabaat etmekle şahadete ermişlerdir.

Ruhları şad olsun.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2527/zehirli-siringa-suikasti.html