KAPTAN COUSTEAU

KAPTAN COUSTEAU

ALPERENGÜRBÜZER

Kaptan Cousteu Cebel-i Tarık boğazının güney ve kuzey yakasının deniz dibinde tatlı suların fışkırdığını, bu kaynayan suların birbirlerine karşılıklı bir tarağın dişleri gibi bir baraj misali bent (set) yaptıklarını gördü.. Bu sebeple; ne Akdeniz Atlas okyanusuna ne de okyanusun suları denize karışmamaktadır. Cebel-i Tarıkın güneyinde Fas, kuzeyinde ise İspanya var. Kuzey ve Güney kıyının dibinden doğan 45 derecelik açılar halinde fışkıran devasa su kanalları kaptan Cousteu’yu hayrete düşürüyor ve Kur’anda geçen ;‘’ İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir.Aralarında bir engel vardır, kavuşmuyorlar’’ (Rahman suresi, ayet 19-20) ayeti Kur’an’a hayranlığını artırıyor. Çünkü Kur’an; Mucizü’l Beyandır.

KAPTAN COUSTEAU
SELİM GÜRBÜZER
Kendisi 1910 Fransa doğumludur. Suya olan merakı daha 4 yaşında yüzmekle başlar. Sadece yüzmek mi, hiç kuşkusuz makinelere de çok büyük merak salar. Nitekim 11 yaşına geldiğinde bir bakıyorsun ilk iş kendince bir model vinç yapmak olur. Ne diyelim merak bu ya, 13 yaşındayken yine bir bakıyorsun pille çalışan araba yapacak kadar kendi kabına sığmayacağının ilk işaretlerini çocuk yaşta verebiliyor. Aslında kendisine çocuk mu desek yoksa mucid mi, doğrusu bir anda karar vermekte zorlansak bile, şu bir gerçek çocuk yaşta boyundan büyük işlere merak sardığı her halinden besbellidir.
Düşünsenize babası çoluk çocuğuyla ailece iki yıllığına Amerika’ya gittiğinde orda da kabına sığmayacağının ilk işaretlerini verir. Öyle ki Velmont’da göl kıyısında bir yaz kampında ilk iş olarak nefesini tutarak suya dalmayı öğrenmek olur. Ailesiyle birlikte tekrar doğup büyüdüğü Fransa’ya döndüğünde ise biriktirmiş oldukları harçlıklarıyla küçük bir film kamerası almayı da ihmal etmez. Ne ilginçtir ki yine 13 yaşlarında iken ilk filmini çekmesine çeker ama film çekmenin ilk öncesinde ilk işi kamerayı söküp parçalara ayırmadan da yerinde duramaz. Hiç kuşkusuz böyle yapmakta ki asıl maksadı kameranın nasıl çalıştığını anlamaya çalışmaktır. Zaten işi anlayıp kavradıktan sonrada tekrar sil baştan ayırdığı parçaları toplayıp ancak o zaman film çekme derdine düşecektir. Böylece o artık evde arkadaşlarına filmler çekerekten hem yönetmen hem de yapımcı olduğunu çocuk yaşta ispatlar da. Ancak bu yaştan sonra kala kala tek açmazı kalmıştır, o da mucitliğe aşırı merak sarmasından olsa gerek okul eğitimine son derece alakasız ve ilgisiz kala kalışıdır. Bu yüzden ailesi onu disipline etmek maksadıyla Alsace’da yatılı bir okula göndermekte çareyi bulur. Buradan mezun olduğunda da Brest’teki Deniz Akademisine kayıt olur. Okuduğu akademide de her zaman ki gibi yine boş durmaz, illaki bir şeylerle uğraşması gerekiyordu, nitekim eğitim için dünya turuna katıldığı sıralarda yanında kamerasını alıp beraberinde götürmeden de duramaz. Öyle ki yönetmenliğini ve yapımcılığını turnuva boyunca da konuşturup kendince gittiği yerlerde ilginç bulduğu manzaraları yüzlerce makara film çekmeyi de ihmal etmez. Ve tarihler 1933 yılını gösterdiğinde akademiden genç bir deniz subayı olarak mezun olduğunda onda ki doymak bilmeyen öğrenme aşkı meslek hayatında son bulmaz. Bu kez uçmaya merak sarıp, Fransız Donanması Havacılık Okulu’nda uçuş kurslarına katılacaktır. Tabii uçmayı öğrenmesine öğrenir ama tam pilotluk sınavına girmeden birkaç hafta önce babasının spor arabasıyla sisli havada dağ yollarına koyulduğunda talihsiz bir şekilde kaza geçirip hastanede gözünü açtığında iki kolunu birden kırılmış halde kendini yatmış görür. Böylece pilotluk hayali başlamadan kendiliğinden sona ermiş olur.
Tarihler 1933’ü gösterdiğinde ise bundan böyle güçten takatten düşmüş bir halde Fransız Donanmasının topçu subayıdır o. Hatta 1935’e kadar görevde bulunduğu sürece, yani Primauguet Kruvazöün’de vazifeli, Uzak Doğu hizmetinde de bulunur. Döndüğünde malum Toulon’daki askeri liman deniz üssünde topçuluk eğitmenliği vazifesini de yürütür. Hatta bu arada arkadaşının tavsiyesine uyaraktan kollarını güçlendirmek içinde hemen her gün Akdeniz’de yüzmeye koyulur. Derken ta çocuk yaştan beri içinde saklı tuttuğu denizlere açılma tutkusunun bir hayal değil gerçeğe dönüştürmek için kol kırılır yen içinde kalır misali geçirdiği tüm talihsiz travmaların ruhsal çöküntüsüyle hayatını idame ettirmek yerine yeniden kendince güç tazeleyerekten yüzücü gözlüklerini takıp denizaltı dalış denemelerine de girişir. İşte çocuk yaştan beri ölesiye sevdalandığı denizlere açılma tutku heyecanı bu ya, kollarını güçlendirme süresince yaptığı yüzüş ve dalışlar nihayetinde doping etkisi yaparaktan netice verip güç kaybına uğramış kollar iyileşiverir de. İyi ki de yılmadan usanmadan yüzmekten hiç ara vermeksizin bir an olsun geri durmamış, onun güç tazelemesiyle birlikte denizcilikte üstün hizmetler verip böylece bu sayede ardından neredeyse denizin altını üstünü adeta didik didik edecek derecede miras bıraktığı o uçsuz bucaksız engin tecrübe birikimlerinden tüm insanlık mahrum kalmamış oldu.
Sene 1936 yılına gelindiğinde bu kez gözlüklerini takaraktan yaptığı ilk dalış denemesini denizin dibine dalmak suretiyle gösterecektir. Aynı zamanda bu dalış deniz altındaki manzarayı yakından gözlemleme fırsatı doğuran bir dalış olur. Ve daldığı deniz dibinde karşılaştığı o müthiş deniz manzaranın etkisinde kalır da. Öyle ki elinden gelse o müthiş manzarayı denizin altında saatlerce seyretmekten geri durmayacaktır. Ancak ne var ki o günkü şartlarda icat edilen aletler deniz altında uzun süre kalmaya izin vermiyordu. Olsun yine de o günün imkânlarının elverdiği ölçüler çerçevesinde kendi takım aletleriyle ilk dalış denemesini gerçekleştirivermesi gelecek kuşaklara hem ufuk açması bakımdan hem de nesiller boyu örnek teşkil edecek bir dalış hikâyesi miras bırakmak açısından gayet yerinde bir dalış olmuştur. Kendisi açısından ise bu ilk deneme dalışıyla deniz altında çok daha nasıl uzun süre kalabilmeyi sağlayacak daha yüksek donanımlı aletlerin yapılmasının gerekliliğini kafasında uyandıracak bir gelişme olur. Nitekim kafasında oluşan bu düşünceler eşliğinde arkadaşlarıyla birlikte büyük bir kararlılık ve azim içerisinde hava sıkıştırılmış tüplerle yaptıkları taşınabilir solunum cihazları ve dalış takımlarını oluştururlar da. Yetmedi II. Dünya savaşının koptuğu yıllarda bir başka dalış hikâyeleri yazmak iştiyakı ve düşünceleri kafasında oluşmaya başladığında bu uğurda İtalyan işgal kuvvetleri arasında askeri casusluk görevinde bile bulunmayı göze almaktan imtina etmeyecektir. Bu bir anlamda Almanların çok kısa bir sürede Fransa’yı işgal etmeleri karşısında bile pes etmeyeceğinin, yani kendisinin iki eli kanda da olsa asla su altı araştırmalarından vazgeçmeyeceğinin göstergesi bir kafa yormadır bu. Derken böylesi bir riskli görevi göze almakla hem Akdeniz’de bir yandan bilimsel dalışlar altında Alman donanmasını izleme imkânı bulacaktı, hem de bir yandan denizin altında uzun süre kalmasını sağlayacak oksijen tüpleri üzerinde çalışma fırsatı yakalamış olacaktı. Nitekim öyle de olup savaş sonrasında Legion d’Honneur nişanıyla ödüle layık görülürde. Her ne kadar savaş esnasında etraftan bir kısım Almanlar ona aptal gözüyle baksalar da aslında zeki bir insan olduğunu er geç onlarda anlayacaklardır ama iş işten geçmiş olacaktı. Onlar zeki insan olduğunu geç anlaya dursunlar gelinen noktada değil sadece zekiliği, ismiyle cismiyle yediden yetmişe hemen herkes tarafından bilinen kaptan-ı deryadır o artık.
İşte yukarıda konunun başından beri böylesi deha çapında üstün meziyetlere haiz böylesi bir adam acaba kimdir denildiğinde, hiç kuşkusuz günümüz denizciliğinde hiç düşünmeden ezberinde çok kolayca ismini cevaplayacağı o kaptan-ı derya Kaptan Cousteau (Kusto)’dan başkası değildir elbet. Hem kaldı ki onun böylesine meşhur bir isim olmasında en başta kendi kabına sığmaz deniz tutku heyecanının kendi benliğinde zirve yapmasının yanı sıra gittiği yerlerde ona desteklerini esirgemeyen arkadaşlarının da inkâr edilemez derecede katkı payı çok büyüktür elbet. Nitekim casusluk adına bulunduğu Akdeniz sularında hem kendi gayretlerinin semere vermesiyle hem de arkadaşı Emile Gagnan’ın bizatihi kendisine destek çıkmasının neticesinde çocukluk tutku hedefi bir hayal değil gerçek oluverir de. Zira Paris yakınlarında Marne nehrinin kuytu bir yerine gidip sırtına yüklediği oksijen tüpüyle nehrin soğuk sularına dalıverip sonrasında nehirden çıktığında tıpkı çocuklar gibi şen şakrak halinin yüz ifadesine yansıması her şeyi ortaya koymaya ziyadesiyle yetiyordu. Kaptan Cousteau’nun yerinde hem kim olsa sevinmez ki, baksanıza ilk tüple dalış denemesinde su altında bir müddet kalabilmeyi başarıyla gerçekleştirebilmiş bir isimdir o. Dolayısıyla bu durumda onun sevinmesi en tabii hakkıdır. Dile kolay çocukluk tutkusunu tüplü dalışla başarıp hedefine ulaşmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Derken kendi ilk tüplü dalış deneyimini başkalarıyla da paylaşıp ekip çalışması içerisine girerekten grubunu kurar da. Tabii grup kuracak kadar seviye artırıp bu noktalara gelebilmek hemen bir anda oluvermedi elbet, şöyle geriye dönüp baktığımızda öncelikle kendisinin Deniz kuvvetlerine girmişliği söz konusudur. Sonrasında ise malum Denizaltı Araştırma ve Çalışma Grubu’nu subayken kurmuşluğu vardır, derken 1943’tede bugün adından SCUBA olarak söz edilen ve sualtı araştırmalarını kolay hale getiren, dalış sistemini geliştiren bir isim olarak tarihe not düşecektir. Kelimenin tam anlamıyla gelinen noktada o grup kurmakla kalmaz su altı fotoğraf aletlerin gelişiminde de öncülük eder. Hatta bu arada 1950 yılı itibariyle zengin arkadaşlarının desteğiyle son derece yüksek donanımlı cihazlarla donatılmış 42 metre boyunda 8 metre genişliğinde Calipso gemisine de sahip olur. Böylece bu noktadan sonra kabinleri gözlem odalarına ve laboratuvarlara dönüşebilen gemi tertibat mürettebatıyla birlikte 46 yıl dünyanın her tarafında dolaşaraktan deniz altı dehası olarak adından söz ettirir konuma gelmiş olur. Onun deniz tutkusu tabii burada bitmez, dahası var. Öyle ki; o denizin dibinde bile yaşanabileceğini 1963 yılı itibariyle arkadaşlarıyla birlikte Kızıldeniz’in altında adeta deniz altında kasaba kurarcasına orada oturabileceğini insanlara adeta film izler gibi izlettirir de.
Aslında onun en dikkat çeken buluşu deniz altında adeta kasaba hayatı yaşarcasına su altında yaşanabileceğinin şartlarını oluşturmasından daha çok Kur’an’da iki deniz suyunun birbirine karışmaması hadisesiyle alakalı ayet mealinin esrar perdesini bizatihi yerinde açığa çıkarması çok daha kayda değer önemli buluş olmuştur. Nitekim Kaptan Cousteau Cebel-i Tarık boğazının güney ve kuzey yakasının deniz dibindeki tatlı suların yan yana karışmadan fışkırdığını, bu kaynayan suların adeta birbirlerine karşılıklı tarağın dişlerini andırır bir şekilde baraj kapağı misali bent (set) oluşturduklarını gözlemledi. Bu sebepledir ki bu durumda ne Akdeniz’in Atlas okyanusa karışmaktaydı ne de okyanusun suları denize karışır olmaktaydı. Yani her iki halde de birbirlerini karışmadığı gözlemlenmiştir. Hatta balıkların bile birinden ötekine geçmediği gözlemlenmiştir.
Malum olduğu üzere Cebel-i Tarık’ın güneyinde Fas, kuzeyinde ise İspanya vardır. Dolayısıyla buralarda gerçekleşen incelemeler esnasında kuzey ve güney kıyının dibinden doğan 45 derecelik açılar halinde fışkıran devasa su kanalları bir anda Kaptan Cousteau’nun hayretler içerisinde kalmasına ziyadesiyle yetmiştir. İşte merak bu ya, en nihayetinde Yüce Allah’ın Kur’an’da “O birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıvermiştir. (Ama) Aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar” (Rahman suresi, ayet 19 - 20) diye beyan buyurulan ayette geçen iki denizin buluştuğu yer manasına gelen ‘Merace’l-Bahreyn” ifadesinin mana ve ruhuyla buluşmasına vesile olacaktır. Kelimenin tam anlamıyla Kur’an hakikatleriyle yüzleşmek denizde yüzleştiği olağan üstü esrarengiz hadiseden kat be kat daha hayranlığının artmasına vesile olacaktır. Hem nasıl kat be kat hayranlığı artmasın ki, bikere her şeyden önce Kur’an başlı başına Mucizü’l Beyandır zaten.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kaptan-cousteau-5515-kose-yazisi