KÜLTÜREL VARLIKLAR VE MİRASIMIZ
KÜLTÜREL VARLIKLAR VE MİRASIMIZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Kültürel mirasımıza ne kadar saygılıyız bu tartışılır elbette ki. Oysaki kültürel varlıkların bir maddi boyutu bir de manevi boyutu var.
Tarihi eserlere kimi zaman taş yığınları olarak baksak da, onların ruh ikliminde süzülen bir yığın anlam yüklü kaynaklar olduğu gerçeğini örtemez. Kütürel dokulara sadece turizm yönünden yaklaşamayız, can-u gönülden eşyanın tabiatını iyi okumakla kiymetine varabiliriz.
Kültürel varlıklara sırtımızı dönsek bile bir şekilde; ‘Yıkılmadan ayaktayım’ meydan okumasıyla günümüze kadar kolu kanatları kırılmış olarak varlıklarını devam ettirebiliyorlar hala. Kültürel mirasımızın daha çok turizm yönüne önem verilip soyut dokusunu eşelemiyoruz maalesef.
Değişik uygarlıkları bağrında taşıyan Türkiye kültürel miras yönünden Yunanistan, Mısır, Irak, İran ve İtalya içinde en üst seviyede olmasına rağmen önem verme noktasında garabet içerisindeyiz. Bir zamanlar varlıklarına bile tahammül edemeyen bir zihniyet yüz binlerce belgenin vagonlara doldurularak yurtdışına gitmesini öngördü çünkü.
Beş yıllık kalkınma planlarında kültüre yer verilmemesi içinde bulunduğumuz manzarayı özetliyor zaten. Kültürel mirasda antik eserler özenti adına mevzu bahis konusu olabilirken, sıra Osmanlı ve Selçuklu’ya gelindiğinde suspususuz. Oysa Osmanlı eseri bizim için neyse Bizans eseri de onlar için odur.
Geçmişin kültürel varlığını müze yoluyla sergilemek Fransız ihtilal sonrası gerçekleşmiş ve ordan müzeleşerek dünyaya yayılmıştır. Müzeciliğin dünyaya açılmasıyla 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de kazılar kazılmaya başlayınca kazılardan çıkan eserler İstanbul’daki kurulan müzelere taşınmış, ama kaygıları da beraberinde getirmiştir. Acaba tarihin müzeleştirilmesiyle tekrar saltanat dönemine dönüş olur mu endişesi zihinlere yer etmiş ve bu durum müzelerimizi öksüz bırakılmasına sebep olmuştur. Eğer müzelere ‘Kökü mazide olan ati’ gözüyle bakabilseydik geldiğimiz nokta çok daha farklı olurdu. Toplum mühendisliği çerçevesinde nasıl ki insanımızın kılığı kıyafeti değiştirilmiş ve hatta bir zamanlar günlük kullanmış olduğumuz lisana müdahale edildiyse, müzeler de resmi tarih anlayışı çerçevesinde redd-i miras ile yüzbinleri bulan belgelerin yurtdışına sürülmesi akibetine uğramaktan kurtulamamıştır.
Sürülen sadece tarih değil vesikalar ve insanımızın geçmişi. Tabii bu belgeler tarih şuurundan yoksun insanlar için kâğıt parçası. Tüm bu gerçeklere rağmen, zaman zaman ekranların karşısına çıkıp; ‘Tarihi yapıtlar belgeler yurtdışına kaçırılıyor, peşkeş çekiliyor’ söylemlerden de geri durulmuyor. Peki demezler mi önce zihninizdeki çelişkiyi çözün, sonra gelin kültürel varlıklardan dem vurun. Bu durum maalesef içine düştüğümüz çelişkiyi ortaya koyuyor. Kültürel varlıklardan bahsettiklerinde zaten kendi öz tarihi eserleri kast etmiyorlar, asıl amaçları antik dönemleri ön plana alarak yapılan bir propogandadan ibaret. Marazi kafalar sürekli ayırımcılık üretiyor. Tarihi ayırımcılık, antik eserlerle köklerimiz arasında, o yüzden tarihi müzeleştirmekten amaçları millete hafızasını hatırlatmak değil, bilakis tarihi bağlarını koparıp maddeye indirmektir. Her şeyin maddeye indirgendiği günümüzde müzeler artık halk için değil, yabancı turistlerin hizmetine sunulmuş bir nevi döviz büfeleri konumunda zaten.
Her yeni doğru, her eskide yanlıştır anlayışından kurtulmadığımız sürece bu ülkede daha çok kültürel varlıklarımızın birer birer eridiğine şahit olacağız demektir. Zenginlerin koleksiyon seviyesinde ve show niteliğindeki sunumları müzecilik sanan zihniyet berteraf edilmedikçe tarihi kodlarımızla buluşmamız gecikeceğe benziyor. Kayıp nesil birazda kayıp tarihden kaynaklanıyor.
Müzelerimizin kıyısından köşesinden kesitler sunmakla iş bitmiyor, müzelerimiz bu noktada taş galerine çevrildi adeta. Bu yüzden müzeler öksüz, müzeler sessizdir. Bize ait olmayan resimleri sırça köşklerde yaşayan insanların albümüne koymakla kendi tarihi kıymetlerimizi bypass edince kendisini küçük gören bir nesil türettik. Zira resmi tarih anlayışı köksüz, ideolojik zihniyet besliyor. Reddi miras zihniyetinin Osmanlı’yı anlamama tahammülsüzlüğü yüz binlerce belgenin sürgüne gönderilmesi müteakip ayyuka çıkmasıyla birlikte bu durum teyit edildi de.
O halde kültür varlıkları deyip geçmeyelim. Halen Mısır piramitlerinin yapılış tekniğini çözemeyen 21. asrın insanıyız oysaki. Eskiye eski demekle iş bitmiyor, birde tarihi gerçekler var. Bu gerçeklere rağmen Paris’teki Louvre müzesini yılda sekiz milyon insan ziyaret ederken İstanbulda arkeoloji müzesini ikiyüzbin kişinin ziyaret etmesi elem verici olsa gerektir. Yoksa bu istatistik rakamlar, tarihi bağlardan koparıldığımızın canlı şahidi değil mi?