KÜLTÜR DEĞERLERİMİZ

KÜLTÜR DEĞERLERİMİZ
ALPEREN GÜRBÜZER

Sanayi toplumlarında ilişkiler son derece mekanik ve rasyonel tarzdadır. Hislerin donuklaştığı kalplerin merhametten yoksun olduğu toplumlarda gelenekler kör, adeta ölü gibidir. Oysa mekanik ve rasyonel ilişkilere çimento görevi yapacak kültür harcını da katmak gerekli. Aksi takdirde manevi sefalet dediğimiz bunalıma sürüklenmek an meselesi. O halde bir hiç uğruna boşlukta yuvarlanan nesil görmemek için kültüre önem vermemiz lazım.
İnsan yapı itibarıyla iki kutuplu yaratılmış. Dış yapısıyla maddeye, içyapısıyla da sübjektif âleme meyillidir. İnsan maddi cephesiyle teknolojik gelişmeler üretir, manevi cihetiyle de kültür ortamı oluşturur.
Deri üstü iştihalarımıza önem verdiğimiz gibi, deri içi hayata da yönelmeli. Duygusal bağlarımızı ileri teknoloji seviyeye geleceğimiz noktada yaşatmak istiyorsak, her şeyden önce kültür seferberliği başlatmak ihtiyacı var. Çünkü medeniyetimizin kökleri kültür harcıyla yoğrulmuştur. Medeniyetler para (madde) ile değil inançla kurulur sözü çok yerinde bir tespit. Yani medeniyetler bir gönül yanması sonucunda doğarlar pare pare.
Bir toplum sadece madde ile ayakta duramaz, bunun yanı sıra örf ve adetler, destanlar, masallar vs. gibi mukaddes gelenekleriyle de varlığını sürdürür. O halde kültür seferberliğini başlatmak birinci vazifemiz olmalı.
Değişimin hızla gerçekleştiği çağımızda tek değişmeyen köklü örf adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimizdir. Değişmeyen köklü yapımızın nesilden nesile aktarmak için kültürel değerlerimize sahip çıkmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumsal değişimde törelerimizin canlılığını koruyabilmek ancak kültür politikalarımızın tutarlılığına bağlı. Zira yerel değerlerimizi baş tacı yapmadan atılacak her adım fiyaskoyla neticelenmeye mahkûmdur. Sosyal münasebetlerimizin devamı, duygularımızın tercümanı olan kültür değerlerimizin idamesiyle mümkün. Nitekim mukaddes bildiğimiz değerler, toplumun ayakta dimdik kalabilmesinin reçeteleridirler.
Can duygularımızdır kültür değerlerimiz. Bu yüzden canımız, her şeyimiz olan kültür bağlarımıza gözümüz gibi itina ile bakmalı. Dolayısıyla canımız feda olsun kültür uğruna olan her çabaya diyensimiz geliyor içimizden. Kültürel kodlarımız damarlarımızda dolaşan kanımız gibidir çünkü. Aynı zamanda kültürümüz tutku gözlerle akan damlalarımızdır. O halde bir damla da olsa gözümüzden süzülerek yanağımız da izini bulacağımız kültürümüz olmalı. Kültürel romantizmimizi yitirmediğimiz müddetçe gelecek bizimdir, bu böyle biline. Bakınız, Yahudiler senelerce vatansız yaşamalarına rağmen örf ve adetlerinden taviz vermedikleri için dünyanın her tarafında kimliklerini koruyabildiler. Arz-ı Mevut’u kaybettikleri halde, yılmadan usanmadan geleneklerini yaşayarak ülkülerini yitirmediler hala. Geleneksel günleri olan cumartesi günlerinde ateş yakmazlar, toplum olarak merasimlerinde başlarına takke geçirerek günlerini yâd ederler. Bu yönleriyle dünyanın en kuvvetli gelenekli hüviyete sahip topluluklarından oldular. Hatta bin yıllık İbranice dilini canlandırarak milli dil haline getirmeyi başarmaları bakımından da dikkati çekmişlerdir.
Biz ise gerek İslamiyet öncesi, gerekse İslamiyet sonrası birikmiş kültür hazinelerimizin bilincine varamadığımız gibi hor görmüşüz de. O eski, o muhteşem günler gidiverdi hem de gelmemek üzere. Artık hayalimizde, her bir değerimiz bir kuş misali uçuverdi elimizden. Oysa hayat denilen kavgada kültürel değerlerimiz yerle bir olmamalıydı, sanki bir tufana yakalandık, her şeyimiz kaybettik, içten kuşatıldık, bir tek umudumuz kaldı sadece. Kala kala genlerimizde mevcut olan kültürel dokularımız kaldı. İşte o arta kalan maya yeniden canlanırsa Türkiye’nin ayağa kalkması her an gerçekleşebilir. İşte o zaman Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in ‘Türkiye bir ayağa kalkarsa insanlık ayağa kalkar’ sözleri gönüllerde yankı bulur elbet.
Sözlü veya yazılı mukaddes manzumelerimizin kıymetini bilemedik maalesef. Hakeza töreler ve geleneklerin bir nevi anayasamız hükmünde olduğunu bir türlü kavrayamadık. Oysa bizleri tarihle buluşturan, bir o kadarda kaynaştıran sözlü ve yazılı edebiyatımızdı. Benliğimizi hatırlatan, toplum bağlarını güçlendiren kültürümüzün kıymetini bilmeliydik. O halde ne duruyoruz, Bilge kağan misali ‘Ey Türk titre ve kendine dön’ misali silkinip yeniden kültürel değerlerimizi inşa yoluna koyulmalı. Kimlik krizinin yol açtığı girdaptan kurtularak toplumu oluşturan fertlere kimlik belirleme bakımından en etkin rol oynayan kültürel değerlerimizi hatırlamalı. Genç nesillerle ihtiyacı olan kültürümüzü sunmak hem devletin hem de toplumun biricik vazifesi olmalıdır.
Tarihi çizgimizde kimlik bunalımına düşmemek için örf ve adetler gibi mukaddes değerler etrafında kenetlenmeye mecburuz. Çünkü toplumlar ancak ve ancak gelenekleriyle köklü ilişkiler kurabiliyor. Fiziki bakımdan benzer toplumlar birbirlerinden uzak diyarlarda yaşalar bile eğer geleneklerine sadıksalar hiçbir şartta kimlik krizine kolay kolay düşmezler. Orta Asya Türklüğünün Türkiye’ye bakışı; Anayurt duygusallığı çerçevesinde olup bağlılığı da gözünde süzülen kültürel tutku damlası mesabesindedir. Türkiye’de milli duygularına derin duygularla bağlı olan insanlarımız da aynı hislerle Türkî cumhuriyetlere can yürektirler. Hâsılı Anayurt ve Türkiye karşılıklı duygularla bir ömre değişmezler aşkın nefesini. Demek ki dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan Türk topluluklarının nerde olurlarsa olsunlar birbirlerine karşı sıcak hisler beslemelerinin perde arkasındaki sır güçlü geleneklerimizin insicamında gizli. Gelenekler yaşayan toplumun canlı abideleriymiş meğer.
Şu bir gerçek ki töreler ve geleneklere sadece folklorik açıdan yaklaşıldığında sembolik olmaktan öte bir mana ifade içermiyor. Önemli olan kültür değerlerimizi anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır. Ne yazık ki kültür hazinelerimizin birçoğu sembolik gösterilerden öteye geçemedi, geçemezde. Ya bir tiyatro sahnesinde, ya da bayram kutlamalarında müzelik halde seyrediyoruz sadece. Oysa kültürümüz müzelik durumdan çıkarıp topluma şamil olacak tarzda hayata yansıtmalı. Zira kültür yaşandıkça bir kıymet ifade eder.
Demek ki; kültür değerlerimiz yaşandığı sürece medeniyetle tanışabiliyormuşuz. Bayramlara mahsus bir kültür anlayışıyla bırakın medeniyet olmayı millet bile olunamaz. Ne yapıp edip bu çelişkiden kurtulmamız gerekiyor. Yeniden Türk-İslam medeniyetinin doğmasını istiyorsak genlerimizde mevcut olan kültürel değerlerimizle kucaklaşmak mecburiyetindeyiz.
Toplumun iki dünyası mevcut: Maddi alan ile kutsal dediğimiz saha. İkisi bir arada ayna vazifesi olarak bütünlük arz ettiğinde aksiyon doğar. Törelerimiz, örf ve adetlerimiz kutsal dışı sahalara kutsilik kazandırıyor. Nitekim sanayi toplumlarının içine düştüğü mekanik ve rasyonelcik girdabına düşmelerinin nedeni müspet manada ki kutsal dışı kalmalarından ötürüdür. Mekanikleşmiş topluma acilen bir nefes bir soluk gereklidir. O soluk da ancak kültür değerleri olarak tanımlanan mukaddes sembollerin toplumun içine sinmesiyle gerçekleşebilir.
Bugün batı dünyası kaybolan ruhunu arıyor. Şuan ki varlığı bilmece sanki. Yani yitirdiği kutsal değerleri yeniden kazanma hesapları yapıyor. Anlaşılan odur ki töreler ve gelenekler kutsal olmayan sahalara can verecek çimentolardır. Kutsal dışı nesneler ancak kutsi değerlerle yeşerebilir. Onun için mekanik ve rasyonel ilişkilerin kutsi sembollere ihtiyacı var diyoruz. İngiltere de kutsi değerlerine önem vermiş devletlerdendir. Bu ülkenin endüstriyel tecrübesine ilave olarak geleneklerini yaşatmaları önemli bir olgudur. Öyle ki Magna Carta Libertatum (Büyük özgürlük fermanı) İngiltere’nin Anayasası hükmündedir. Hakeza Japonya da öyle, Japonya kültüründen taviz vermeden süper güçlerle yarış eden ülke konumuna gelmesi son derece mühim bir hadisedir.
Eğer bir gelenek, bir töre toplumun tabanından tavanına kadar bütün kademelerinde tarihi canlılığını yaşıyorsa, o toplum sıhhatlidir. Bu yüzden kültür değerleri toplumun nefesi mesabesindedir. Örf ve adetlere kayıtsız toplumlar dinamizmden yoksundurlar. Bir toplumun uzun süre ayakta durabilmesi için kültürünü her alanda yaşatması ve yaşaması lazımdır. Aksi takdirde tarihin harabelerine gömülmekten kurtaramazlar kendilerini.
Modern dünyada insanlar adeta soluk soluğa nefesini tutamaz haldeler. Şaşkın bakışlar, stres ve vurdumduymazlık hali modern dünyanın en can alıcı problemi. Şehrin merkezlerinde benzi sararmış insanların yüzlerindeki bu ifade kültürsüzlüğün yansıması olsa gerektir. Modern dünya kültürsüzlük üretiyor adeta. Her şeyi maddeye irca eden anlayış insanı bu duruma itiyor maalesef. Belki de insanlık kaybettiği değerlere yeniden kavuşunca kendine gelecek. Aksi takdirde kültürsüzlük ruhsuz insan protipi türetip, sıhhatsiz toplum oluşmasına yol açacaktır. O halde kurtuluşumuzu kültürde arayacağız. Değerlerimize sımsıkı sarılarak sanayi ve sanayi ötesi hamlelerle yönelmek her geçiş sürecinde yaşayan sancıları geçirmek istemiyorsak, kültürümüze sahip çıkmamız şart gibi.
Milletler sadece ekonomiyle hayatlarını idame ettiremezler. Ekonomiye ruh veren kültürde milletin yaşamasında kayda değer faktördür. Ekonomi her devirde değişkenlik göstermesine rağmen, kültür öyle değil. Kültür nesilden nesile aktarılan, tabir caizse milletin ötelere uzanan soyağacıdır. Binlerce yıl öncesinden günümüze ve yarınlarımıza taşınan canlı bir mirastır kültür. Medeniyet olmanın birinci ön şartı kültürdür. Kültür olmadan medeniyet doğmuyor. Kelimenin tam anlamıyla medeniyetlerin temelinde kültür olgusu gerçeği yatar.
Sağlıklı bir kuşak, sağlıklı bir toplum ve sağlıklı bir millet olarak ilerlemek istiyorsak evvela kültürden başlamalı. Nasıl ki tarihte kültür sayesinde birçok medeniyetler kurmuşsak, bugünde yeniden kültürümüzün kıymetini bilip kültüre yönelirsek önümüzdeki asır Özal’ın ifadesiyle ‘Türk’ün asrı’ olarak ilan edebiliriz şimdiden.
Yeter ki özümüzde var olan kültürümüzü keşfedelim, bak gör o zaman Müslüman Türk’ün dirilişini…