KİTLE KÜLTÜRÜ VE HAYIRHAH KİTLELER

KİTLE KÜLTÜRÜ VE HAYIRHAH KİTLELER
ALPEREN GÜRBÜZER

Yerli kültürün faili bireydir. Kitle kültürünün ise topluluktur.
Kitle kültürü suni, ruhsuz kaba görünüm arz eder. Bu kültür topluluk hayatının maddi bir aracıdır. 1800–1900 yılları sanayileşme ve teknoloji çağıdır. Dolayısıyla kitle kültürü bu çağın çocuğudur. Sanayileşmenin getiresi olduğu gibi götüresi de çok. Teknolojik gelişmeler adeta yerli kültürleri kurutup yerini kitle kültürüne terk etti. Şehir hayatının stresi ferdi yalnızlığa itmiş, ruhsuz yığınlar türetmeye başlamıştır. Bunalımın eşiğine gelmiş kitleler ruhunun susuzluğunu telafi edecek her sese kulak vermek zorunda kalmışlardır. Amerikan sağının kültür meseleleri ve bilhassa kürtaj politikalarıyla güç kazanması bu yüzdendir.
Bir medeniyetin yapısı bozulmaya başlayınca, ister istemez kültür hayatı da düzensiz bir hale girmekte ve kitleler bozulan medeniyetin yıkılmasını daha da çabuklaştırmaktadırlar. Ferdin şahsiyetini yitirmesi sonucu sağlıklı toplum yerine kargaşalıklar içinde yüzen kitleler belirmeye başlar. Bu kitleler göçebe yapısını andıran totaliterleşme eğilim gösterirler. Faziletten mahrum, maneviyattan nasibini almamış kitleler bu çağın problemidir maalesef. Azda olsa fazilet ve maneviyat içeren kalabalıklarda vardır ve bunlar maddi ve manevi dengeyi sağlamış kitleler olarak telakki edilirler. O halde iki tip kalabalıklardan söz edebiliriz:
“ —Kaba ve zevksiz suni kitleler,
—Hayırhah ve fazileti içeren kitleler” diye.
Faziletli şehirler kurmak istiyorsak, tarihi misyonumuza uygun bilge insan tipi ile ‘alperen’ tipi insan yetiştirmemiz gerekiyor. Türk-İslam medeniyeti bu iki insan tipi sayesinde üç kıtada damgasını vurabilmiştir. Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesinin sebeplerinden biri de gazi insan tipinin yerine tüccar, sanayici ve üretici insan tipine dönüştüremediğimizden dolayıdır. Alpliği tarif ederken yiğitlik kahramanlık ve cesaret özelliklerine sahip bir tip insan olarak tarif ederiz hep. Fakat bugünün sanayi toplumun da bu tarifle bir yere varamayız. Bugün, Alpliği at üzerinde kılıç sallayıp üç kıtada hüküm süren kahraman yerine atın üzerinden inip bilgisayarın başına geçmiş kahraman olarak tanımlarsak daha bir gerçekçi ve inandırıcı oluruz. Hala Ergenekon’dan çıkarken demir dövmekle kendimizi avutuyorsak sanayileşmiş bilgi toplumuna elimizde avucumuzda verebileceğimiz herhangi bir şey yok demektir. Asıl maharet, eren’lik vasfımızı yitirmeden çağın gerçeklerine damga vuracak; bir elde bilgisayar diğer elde Kur’an tutan’ alperen tipi yetiştirebilmekte. Böyle tip oluşturduğumuzda hayırhah kitlelerin doğmasına şahit olacağız demektir.
Bir Müslüman âlimi; ‘Türkler idare ve hukuku, İranlılar edebiyat ve sanatı, Araplarda ilmi temsil etmek suretiyle üçü bir arada millet oluşturur’ der. Gönül ister ki bu gün millet olarak idare ve hukukun yanında edebiyat, sanat, ilim ve batının teknolojisini de kucaklayan, aynı zamanda bütünü temsil eden toplum oluşturalım ki, işte o zaman modern çağın üst seviyesine sıçramaktan söz edilebilsin.
Çağdaş toplum, dayanışma ile rekabet ikilemi arasında bocalamaktadır. Hayatla boğuşmak insanların işbirliği duygusunu rekabete dönüştürmüştür çünkü. Kitleler işbirliği ile rekabet arasında çatışma sergilemektedir. Herkes yığın yığın, öbek öbek bir halde çözülmenin eşiğinde. Kuru kalabalıklar bir topluluk gibi görünse de aslında koyun sürüsünden hiçbir farkı yoktur. Kalabalıklar sayıca üstünlük ifade etmesine rağmen, toplum imajı daha ağır basar. Kitleler arasında dayanışma ve işbirliği ruhu gelişmediği için fert toplum içinde yalnızdır. Bu yüzden Hasan Sağındık ‘Zindan Şehirler’ klibi ile bu durumu dile getirmiştir. Gerçektende şehirler faziletlikten çıkmış, suni bir yapıya dönüşerek zindanlaşmıştır.
Hani o kerem, keramet ve selamet sahibi Medine nerede?
Hani nerde cesaret, şecaat ve kuvvet örneği olan Şam?
Hani nerde ilim ve fikir ve hikmet dolu olan Bağdat?
Hani nerde hürriyet ve adalet şehri olan İstanbul?
Hani nerde mucizeler diyarı Mekke?
Bütün bu adını zikrettiğimiz şehirler de yaşayan insanların yeniden dünyaya gelmeleri mümkün olsa, bize emanet olarak bıraktıkları erdemli şehirleri tanımaz halde göreceklerdir elbette ki. Bütün değerlerin alt üst olduğuna üzüleceklerdir.
Bir zamanlar İslam medeniyetinin şehirciliği ve sitelerine ‘Erdemlilik’ hâkimdi. Hakeza Roma sitesinde bile ‘Estetik’ söz konusu idi. Savaş yerine ilim, aşk, üretim ve sanat gibi değerleri yücelten atalarımız erdemli şehirlerin kurulmasına vesile olmuşlardır. Ben siftahı yaptım, diğer alış verişi de yandaki dükkândan yap tarzında erdemliliği gösterecek insanlarla dolu şehirler kurmuşuz. Türk-İslam medeniyeti geliştikçe ve şehirleştikçe cehalet, bilgisizlik ve göçebe değerlerle yok olmuş, erdemli topluluklar zuhur etmişti.
Geldiğimiz noktada insanlar yığın halde yaşamaktan bir türlü kurtulamadı. Yığınlar fazilet toplulukları haline gelemedi. Teknoloji insanı mutlu edemediği gibi bireyi kitle içinde yalnız bırakmıştır. Bir gün insanlık yeniden kaybettiği değerlere döner mi, dönmez mi bilemiyoruz, ama bu konuda kutsala dönüş olacak mı sualine Daniell Bell:
“—Hiç şüphem yoktur” diye cevap vermiştir.
Avrupalılar, manevi boşluk içinde yüzdüklerinin fark etmiş olsalar gerek ki, medeniyetlerine çok defa Hıristiyan medeniyeti adını verirler. Ve dimağımız Yunanistan, kalbimiz Suriye’dir derler. Bizde tekrar yeniden dirilişe geçmek istiyorsak, hiç çekinmeden kalbimiz Kâbe’dir diye cüretini göstermeli. Hayırhah kitlelerin kalbi her daim Kâbe de atar çünkü.
Avrupa iki manzara arz eder:
—Yarı Asya,
—Yarı Amerika.
Amerika denilince daha çok madde, Asya denilince de maneviyat akla gelir. Zira din konusunda Asya daima insanlığa rehber olmuş, bütün dünyaya sürekli bir şeyler vermiş. Bu yüzden Dostyoveski; “Bizim geleceğimiz Asya’dadır. Nankör Avrupa’yı bırakalım. Ruslar Avrupalı olduğu kadar Asyalıdır” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Batı, beynin iki yarım küresi misali bir yanı maddi zenginliğin vermiş olduğu bolluk, diğer yanı ise manevi sefaletin adıdır. Batının boş yarımküresini dolduracak tek kaynak: doğudur. Manevi sefalete paydos, ancak doğu ile mümkün. Teknolojik keşifleri doruğuna ulaşan batı, vücut tekniklerini keşfetmekten bihaberdirler. Vücudun iç âlemine ait keşiflere dair bilgiler sadece doğuda mevcut. Zira Cemil Meriç’in bu konuda “Işık doğudan doğar” sözü çok yerinde bir tespit olsa gerektir.
Batı eski Yunanı bile Müslümanlardan öğrenmiş. Nitekim kültürlerinin köklerinde doğunun izleri var hala. Aristo mantığı ve Eflatun incelendiğinde Hint kültürünün vedaları görülür. Anlaşılan Sokrates’i Eflatunu, Aristo’yu ve Eski Yunanı bizden öğrenmişler, milattan sonra 9. asırda İbni Sina ve Farabi ve 14 ve 15 asırlarda ise İbn-i Rüşt’ün çabaları olmasaydı eski Yunan gerçeği su yüzüne çıkamazdı. Batılılar bize ait bilgileri Arapçadan kendi dillerine tercüme etmeselerdi hala karanlıkta yüzüyor olacaklardı. Mesela, Osmanlıda Molla Fenari’nin Aristo mantığının kritik edecek şekilde eserler vermesi bunun bariz bir delili sayılır.
Demek ki; Batıyı ayağa kaldıran bizim eserlerin tercümeleri ile Haçlı seferlerinde yüzleşmemizdir. Çünkü Haçlı seferleri batının doğuyu tanımasına vesile olmuştur. Hümanistler ilk Yunan metinlerini tercüme ederek Roma ile Yunan’a ulaştırıcı vesikaları batıya kazandırmışlar ve böylece ileride Rönesans hareketine ivme kazandıracak orijinal metinlerin asıllarına kavuşmuşlar. İşte Batının büyümesindeki sır budur. Tabii bu arada deniz aşırı soygunların Avrupa’ya büyük bir sermaye kazandırarak sanayi inkılâbını hazırladığını da unutmamak gerekir.
Velhasıl; dünyamızda teknolojik atılımlara şahit olduğumuz halde, kitlelerin gerçek manada mutluluğu ancak manevi huzur ikliminde yaşayabilecekleri gerçeğini her nedense ıskalıyoruz hep. Oysa Doğunun ve batının da asıl ihtiyacı maddi ve manevi dengeyi yakalayabilmiş hayırhah kitlelerin mevcudiyetinde gizli.
Vesselam.