GELENEK VE MODERNLEŞME
GELENEK VE MODERNLEŞME
ALPEREN GÜRBÜZER
Gelenekçi düşünce modernleşmeye giden bir yolda köprüdür. Geleneği hiçe sayan, sırf kuru modernleşme havarisi kesilmek gerçeklerle hiç bağdaşmaz. Gelenekle bağları kurup modernliğe yol almak en doğrusu.
Yarı aydınlarımız geleneğin olmadığı vasatta modernleşme hareketlerinden dem vurmaktalar. Oysa modernleşme denilen olgu geleneksel değerler üzerine inşa edilebilir. Bugüne kadar geleneği dışlayarak modernitenin kurulacağını sandık. Hatta ne kadar dini olan ve kültürel değerlerden mahrum kalınırsa o kadar modern olacağımızı düşledik. Anlaşılan yüzeysel değişimlerin cazibesine kapılmışız hep. Koro halde simgesel değişim şarkıları ile kendimizden geçmişiz adeta, ama sonuçta kendimizi kandırdık, üstelik iç dünyamızı karartarak.
Şahsiyetimizin oluşmasında etkileyici yol olarak geleneklerimizi baş tacı yaparaktan modernleşebilirdik pekâlâ. Dahası modernleştikçe geleneklerimize sahip çıkabileceğimiz gibi hayatı da yeniden keşfetmiş olacağımızı akıl edebilirdik.
Yinede henüz vakit kaybetmiş sayılmayız. Şayet yaşadığımız hayatı cehenneme çevirmek istemiyorsak hem geleneğimizi oluşturmalı hem de modernleşmeyi sağlamalı. Sadece geleneği savunup modernleşmeyi dışlamak yahut tam tersi modernleşme adına geleneğe karşı savaşmakta yanlış. Modernliğin dili ile konuşurken geleneğimizi mutlaka hesaba katmalı.
Gelenek ve modernleşme kavramlarını bir meyvenin içi ve dışı gibi algılamalı. Tıpkı şeriat ile tasavvufun ayrılmaz bir bütün oldukları gerçeği gibi. Kim ki her ikisini birleştirdi marifete erişip hakikate ulaştı ise gelenek modernleşmede öyledir. O halde şimdi geleneğimizi diri tutup modern hayata renk katmak zamanı.
Aydınlarımızın bir kısmı tutucu, bir kısmı da sosyetik tavır takınmaktalar hala. Oysa aklın gereği ne tek başına tutuculuk ne de tek başına ilericilik, marifet olanı her ikisini birleştirmektir. Her nedense karşılaştığımız olayların ya içinde ya da dışında kaldık, hem iç hem de dış olamadık bir türlü. Gerektiğin de Yunus, sırası geldiğinde de Yavuz olamadık. Başkalarının yerine kendimizi koyup da empati bir tavır sergileyemedik. Ya sadece sempatik, ya da antipatik kalmayı yeğledik. Pekâlâ, kadife eldiven içinde demir yumruk da olabilirdik. Zira kadife eldivenden amaç hoşgörümüz (geleneğimiz), demir yumruktan kastımız ise teknolojik (modernitemiz) gelişmelerdir. Ya tarihe bakışımız nasıl derseniz, maalesef geçmişe bakışımız tek boyutludur. Ya birilerini kahramanlaştırmayı ya da cüceleştirmeyi meziyet sayıyoruz. Tek düzlemde gidip gelmeye çalışıyoruz habire. Modernleşme ve gelenek konusunda da aynı yolu izlemeyi yeğliyoruz. Kimimiz modernleşmeyi tek meşale, kimimizde geleneği simgeleştiriyoruz. Oysaki sağduyunun gereği ne köksüz modernlik ne de modernlikten mahrum bir gelenek, bilakis ikisinin de ortak paydada buluşabileceği modernite ile geleneğin ele ele gönül gönüle vermesidir. Dolayısıyla en doğru tavrın bu olması icap eder.
Çoğulcu anlayışlar geliştikçe empati (kendimizi başkasının yerine koyma) yaklaşım topluma sirayet edeceği muhakkak. Hatırlarsanız 12 Eylül öncesi toplum kamplara bölünmüştü. Neyse ki 12 Eylül sonrası kutuplaşmalar artık eskisi kadar koyu değil. Nitekim solculuk ve sağcılık sadece kelimelerde kaldı. Bu yüzden fikir ayrılıkları eskisi kadar bölücülük olarak algılanmıyor. Tam tersi farklı düşüncelerin bir arada fikir zenginliği getireceği konuşuluyor. Bu durumu Türkiye açısından sevindirici bir gelişme olarak düşünüyoruz böylece.
Unutmayalım ki Japonya’yı ayağa kaldıran ülkü, modernliği savunan kesimlerle muhafazakârlığı savunanların bir arada Japon ideali etrafında birleşmeleridir. Japonya örneği modernite ile geleneğin bir arada bulunabileceğinin en bariz ispatı.
Elin adamı ay’a çıkıyor, her geçen gün yeniliklerine yenilik katıyor, bizim ise uğraştığımız şeylere bakın, hala giyim kuşama karışıyoruz. Başörtüsü gibi insan haklarına aykırı baskıcı uygulamalarla oyalanıyoruz üstelik. Japon’un kimonosu ülkesinde problem teşkil etmezken Türk’ün eşarbı, başörtüsü, ya da kimilerince türban diye tanımlanan örtüyü dışlıyoruz. Bugüne kadar dışladıkları ne ninemin yemeni başörtüsü, ne dedemin Yemen çölünde bıraktığı asası, ne sakalı ne de şalvarı ay’a çıkmamıza mani oldu. Kaldı ki hor gördükleri türbanlılar mezun oldukları okulları birincilikle bitirmelerine rağmen bu menfi propaganda gündeme gelebiliyor. Dahası rüştünü aşmış genç kızlarımız diploma törenlerinde tartaklanmanın ötesinde ikna odalarına alınarak aptal yerine konup beyin terapisi uygulanmaktadır. Demek ki moderniteden anladıkları insanın beynindeki düşüncesi değilmiş, dış görünüme takılmakmış meğer. Bırakınız insanlar nasıl giyiniyorsa giyinsin, ister kapalı isterse açık giyinsin, üniversiteye gelen insan çocuk değil ki sen şöyle yap veya böyle yapma diye telkinde bulunabilesin. Yoksa üniversite hür düşüncenin yaşandığı alan demek değil mi? Okudukları Fakültelerini başarıyla tamamlayan genç kızlarımızı alkışlamamız gerekirken sırf inançlarının gereğini yerine getirme duygusuyla başörtü örtenleri kendi öz yurdunda parya durumuna düşürmekten hiçbir vicdan azabı duymadan onları modernleşmeye aykırı bulup ‘öteki’ ilan ediyorlar yana yana.
Modernlik ve gelenekçilik iyi etüt edilmeli ve kavram kargaşalığına meydan vermeden doğru tarif edilmeli. Batı kilisenin tutuculuğuna karşı mücadelesinde haklı idi, nitekim bu uğurda Rönesanssını gerçekleştirdi de. Biz ise sapla samanı birbirine karıştırıp kilise ile camiyi terazinin aynı kefesine koymaya çalışıyoruz. Bizim medeniyetimizde camii ilmi teşvik etmiş ve beşikten mezara kadar oku demiş, bununla da kalmayıp ilim Çin’de dahi olsa arayınız diye uyarmış.
Engizisyon mahkemelerinin giyotini batıya has olgudur. İlmi giyotine veren süreç batı da yaşanmıştır. Bizde ilim adamı hep baş tacıdır. Yükselişimiz ilim sayesinde gerçekleşmişti. Ne zamanki azamet döneminden çöküşe geçtik, o zaman kendi ellerimizle altın çağımızı adeta ortaçağlaştırdık. Batı ise ortaçağında aydınlanmaya yakalayıverdi. Biz biliyoruz ki 19.yüzyıl Osmanlı aydınlarının modernleşme çabaları dünyada gelişen modernleşme gelişmeleri ile ilgilidir. Bugün bir kısım aydınlarımızın modernleşmeden anladığı ise sanayi devriminin gerçekleştiği yıllara has modernitedir. Oysa her ülkenin kendine has modernite anlayışları mevcut. Yani Japon tipi, Çin tipi, Türk tipi modernitesi gibi. Ne köksüz bir gelecek, ne de gelecekten yoksun kök bizim kabulümüz olamaz. Şairin; ‘Kökü mazide olan atiyiz’ sözü gerçek kriterimizdir. Gelenekçi anlayışla modernize karşı tavır alıyorsak bunun anlamı gettolaşmaktır. Yahut tam tersi modernite adına geleneğe ilgisiz kalıyorsak marjinalleşiyoruz demektir. Her iki durumda kalmakta kayıptı, şayet kayıp ülke konumuna düşmek istemiyorsak.
Tarihimizin o haşmetli dönemine (15. ve 17. yüzyıl) alakadar olduğumuz gibi, 19. yüzyıl modernleşme çabalarına da kayıtsız kalamayız. Nasıl ki tarihimizin o muhteşem büyüleyici dönemini tabii karşılıyorsak, dünyanın geldiği noktaya da duyarsız kalmamalı.
Farklılıklarla bir arada yaşayabileceğimizi fark edip birbirimizin kuyusunu kazmayı terk etmekte sayısız yararlar var. Olaylar karşısında kendi zaviyemizden baktığımız gibi başkalarının gözlüğü ile de görmeye çalışalım. Modernistlerimizin de gelenekçilerimizin de aşamadığı nokta bu, yani empati tavır takınamamalıdır. Fakat zamanla bu handikapı da aşacağız, ümitvarız, biraz sabır diyelim şimdilik.
Birlikte yaşadığımız toplum bizim toplum çünkü. Onu iyi tercüme edip kendimizi keşfedebiliriz. Topluma yabancılaşmadan modernite hamlesinde bulunabiliriz. Toplumla özdeşleşmeyen modernleşme anlayışları çoğu kere sloganik olmaktan öteye geçemedi. Yenilik güzel bir olay, fakat toplumla barışık değilsen neye yarar ki. Bu yüzden Mehmet Aydın; ‘Geleneğin olmadığı yerde modernleşmede olmaz. Gelenek modernliğin zeminidir. Zemini olmayan yerde yükselme olmaz…’ diyerek gelenekle modernliğin buluşma köprülerine vurgu yapar.
O halde modernleşme ile geleneği barışık kılmak nizamı âlem ülkümüzün gereğidir.
Batının modernleşme hareketleri 18.yüzyılla başlar. Yani sanayi devrimiyle modernlik doğmuştur. Modernitelerinin temel dayanağı bilim, teknoloji ve akıldır. Kilise sükût bulunca egemen kültür olarak akıl zirveye oturmuştur. Böylece teknolojinin ve bilimin öngördüğü her şey modernist kültür addedildi. Fakat aradan yıllar geçtikçe salt aklında tek başına batı insanının ruhunu doyurmadığı görüldü. Derken yeniden gelenekçiliğin gücü fark edilmeye başladı. Sonradan anlaşıldı ki ne tek başına mekanikleşme ne de ruhlaşma derde devaymış. Bu yüzden ikisinin buluştuğu noktayı arar oldu insanoğlu. Yani ben-i âdem gelenekle modernleşmenin kucaklaşacağı günleri sabırla bekliyor hala.
Velhasıl; ‘Onlar ticaretle meşgul olsalar dahi Allahın zikri alıkoymaz’ ilahi hüküm bizi hem gelenekçiliğe hem de modernizeye götürür. Makinenin ve maddiyatın esiri olmamak için ruhun gıdasını vermekte şart gibi. Böylece akla değerlerimizi de katarak gerçek hürriyeti elde edebiliriz. O halde eskiye eski deyip yeninin de her şey olduğu zehabına kapılmamalı. Hem iç hem de dışımızı süsleyip ötelere kanatlanmalı, bundan gayrisi bize yaraşmaz zaten.
Vesselam.