HAYVANLAR ÂLEMİ-7
HAYVANLAR ÂLEMİ-7
ALPEREN GÜRBÜZER
YILANLAR
Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermektedir. Onların görünüşü avını korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o görünüşünden ziyade avlarının üzerine yıldırımca atlayıp zehirlerini şırınga etmekle avlamaktadır. Öyle ki zehri avını felce uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olmaktadır. Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, bu arada zehir kaslarının otomatik olarak harekete geçmesiyle birlikte küçük bir kanal yoluyla zehir dişe akmakta, oradan da avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir. Şurası bir gerçek zehirli yılanların tek silahı bezlerinde taşıdığı zehir olsa gerektir. Neyse ki insanoğlu yılan zehirlenmelerine karşı özel serumları imal etmeyi başarabilmişlerdir.
Bazı yılanlarda avının bir çember misali etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka altına alıp boğabilmektedir. Bazıları avını sıkıp bir bütün olarak yutmaktadır. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton birkaç saat içerisinde domuzu yutabilmektedir. Böyle bir büyük lokmanın sindirimi kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Yılanların üremesi ise yumurta yoluyla olmaktadır. Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu kadarı yılan hakkında fikir vermesi yeter diye düşünüyorum.
SOLUCAN
Onları bazen bir bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her an görmek mümkündür. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de büyük bir şefkatle yanına sokulabiliyoruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak solucana karşı da tavrımız değişebilmektedir. Şayet onu tehlikeli bir yaratık algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan vücut donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini gidermektedir. Bu durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı vermekteler. Bundan da öte sakın ola ki statükonun kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapmaktalar. Onlar aynı zamanda toprak altı faaliyetleriyle toprağın havalandırmasını sağlamaktalar. Böylece havalanan toprak tüm canlı âlemine gıda olmaktadır.
KERTENKELE (İGUANA)
Adı: Kertenkele.
Cinsi: İguana
Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile birtakım böcekler.
Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak bölgeleri.
Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona Cin ejderi demeyeceklerdi. Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeden güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan kimse onları alıkoyamamaktır. Çünkü güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır. İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri de söz konusudur. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki;
Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız:
Hak ve hakikat yolunu bilip, sevmek olacaktır.
Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki?
Kertenkeleler ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek yerine bir yenisi eklenmektedir.
SÜLÜK
Adı: Sülük
Konakladığı mekân: Kendi tabiî sulak ortamı.
İnsanoğlu belki de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş durumda. Yine de kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde hissederiz. Fakat sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlamaktadır. Ayrıca kanın pıhtılaşmaması içinde hirudun denilen maddeyi üretmeyi bir vazife bilmektedir. Derken konakladığı canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik işlem sonucunda elde ettiği kan gıdası onun altı ay kadar bir süre beslenmesine yeter artar bile. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmaması için bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri sayesinde gıdasını muhafaza etmeyi de ihmal etmez. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp her şeye rağmen yine ayakta kalabilmektedir. Bugün sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda; “ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim” (Sahih-i Buhari;12.cilt, S. 79) diye beyan buyurarak kan almanın sıhhat açısından iyi geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kan aldırmakla hem kanımız tazelenir hem de kan akışı hızlanmaktadır. Dolayısıyla akışkan hale gelen kan beyne daha rahat ulaşıp, bu sayede beyin en kısa zamanda kendisine gerekli olan oksijenle buluşması gerçekleşmiş olacaktır.
SALYANGOZ
Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak dikkat çekmektedir. Üstelik onun helezonik olması zikir halkalarını hatırlatır hep bize. İlginçtir karın kısmı kaslarla kaplı olması hasebiyle ona hareket manevrası sağlamaktadır. Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan başlayan dalga manevrası son kısımda tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Karın bir noktada ona ayak olmaktadır. Dahası var; ayağının ön kısmında bulunan bezlerden salgılanan mukus denilen sümüksü madde her ortama yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlamaktadır. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde, gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabilmektedir. Hatta yolunun üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus salgısı onu her halükarda incitmeden seyahatini huzur içerisinde geçirmesine vesile olmaktadır. Gerektiğinde yapışkan bu maddeyi kurutulmuş halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangozu çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun artık o hayvanda yaşama ümidinden eser kalmayacak demektir. Dolayısıyla mermer sağlamlığında diyebileceğimiz kabuk onun için bir koruyucu zırh olmaktadır.
MARMOTLAR
Marmotlar yerde ve kayaların arasında yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denmektedir. Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyumaktalar. Onları ilginç kılan hem düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları hem de kendi aralarında son derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüleri misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmaktadır. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının hücumuna uğrama riski de var, dolayısıyla böyle bir tedbiri almayı ihmal etmezler. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir sesle alarm vererek arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece bu haber sayesinde önceden kazmış oldukları yuvalara sığınarak ta ki ikinci alarm sesi gelene kadar yuvalarından çıkmayıp tehlikeden kendilerini korumuş olurlar. Zaten ikinci alarm kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası değildir elbet. Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeyecek şekilde tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak, mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat inşa edilen şehirleri bizler ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olup herhangi bir tehlike anında bir başka emniyet sübabı görevi yapmaktadır. Anlaşılan Allah’ın marmotlara ve dağ sıçanlarına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı.
PORCUPİNE
Çok nadirde olsa mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine oklu kirpiden başkası değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilmekte. Tabiî bu arada kurt başına neler geleceğini bilmeden kolayca besleneceğini sandığı bu hayvanın dikenleri ağız ve boğazına batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde sonunu hazırlamaktadır. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki öldürücü mikropların istilasına uğrayarak sonu ölümle sonuçlanmaktadır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında onlar da aynı akıbete uğramaktadır.
BUKALEMUN
Kertenkeleye benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden ayırmaktadır. Keza vücudunun basık olması da ayırıcı özellik katmaktadır. Bu arada dili boyundan 1–1,5 kat uzun olup, avını yakalayacak kabiliyette hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki insanın gözlerinden katbe kat üstün maharete sahiptir. Nitekim insanoğlu sadece gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakmaktadır. Yani bakarken her tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurmaktadır. Derileri deseniz, zaten dillere destan, yani herkesin dilinde. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi bu hayvanda derilerinin birkaç tabakadan meydana gelmesi dolayısıyla tabakalar içerisinde ki boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela sarı, yeşil, kırmızı tonlarında mevcut renkler usul usul kestane veya siyah renge çevirebilmektedir. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ansızın kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin kontrolü otomatik olarak sinirler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Hatta onun böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olmaktadır. Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak olmaktadır. Neslin devamı içinde dişi bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakmaktadır.
KAPLUMBAĞA
Kaplumbağa halk arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi kabuklu bir sürüngen hayvandır. Dikkat edin sürüngen dedik. Çünkü aheste aheste yürümektedir. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat bir hayvan sanır. Belki de böyle değerlendirenler haklıdır. Zira 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında herhangi bir değişiklikten eser bile görülmemektedir. Bu yüzden nesli tükenmeden bugüne kadar gelmeyi başarabilmişlerdir. Hatta rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir.
Kaplumbağaların karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genelde bataklıkları tercih edip ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçmektedir. Hakeza dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyor. Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmekteler. Yani parmaklar karada yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malum olduğu üzere karadakiler 250 kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulmaktadır. Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır. Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır.
KESELİ FARE(Jerboa)
Adı gibi kendisi de ilginç bir hayvan. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal etmez. Hele kendi aralarında kavgaları var ki görülmeye değer. Sanki iki boksör gibi dövüşen bir sporcu havası vermekteler. En önemli özelliği ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalları veya köklerin neminden temin etmektedir. Zaten suya yüksek derecede ihtiyaç hissetseydiler çöllerde yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden yaşayabilme rekoru ona ait bir simge olmuştur. Onların en çok iştiyak duyduğu şey cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır. Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde bulunurlar.
OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller)
Hem etçil hem de otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak bilinmektedir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi olup, herhangi bir tehlike karşısında hemen panikleyip akıllıca tavır sergileyememektedir. Bu yüzden hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler. Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama kabiliyetine sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk kümeslerinde parçaladığı hayvanın kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada bırakmasıdır. Kan kokusu mu onu sersem hale getiriyor bilinmez amma tembel olduğu her halinden belli zaten. Yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya getirmektedir. Hatta yavruları öylesine minicik ki hepsini toplasan bir opossum yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığına tekabül etmektedir. Gelişme çağında büyüklüğü ise ancak bir kedi kadar kalmaktadır.
CÜCE SİVRİ FARE
Bakmayın siz onun öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu tonlarda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla da dikkat çekip aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışları yavaşlamakta ve solunumu durmaktadır. Üstelik tükürüğü zehirli olduğundan etkisini anında göstermektedir. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da. Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda zararlı haşereleri öldürmeseler pekte çekilecek cinsten hayvan sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmektedirler.
KIR FARELERİ
Kahve renkli bu fareler Norveç fareleri ile yakın akraba olup genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan hayvanlar olarak dikkat çekmektedir. Belli başlı geçim kaynağı ot ve yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce etrafa üşüşmesine neden olmaktadır. Hatta açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayatı son bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan olarak adından söz ettirecektir.