HAYVANLAR ÂLEMİ-8

HAYVANLAR ÂLEMİ-8
ALPEREN GÜRBÜZER

LEMMİNGLER
Adı: Yumuşacık kürklü fare.
Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav ülkeleri.
Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün yiyecekler.
Bu hayvanlar bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört yılda bir olağan üstü artmaktadır. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek adına göç etmek zorunda kalırlar. Kolay değil yaşadığı mekândan bir anda meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi gözükmüyor. Belli ki bu yolculukta her türlü engellerle karşılaşacakları malum, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerlemekteler. Özellikle bu arada ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmıştır. Tüm donatılara rağmen ilahi bir güç tarafından göç esnasında bir şekilde popülasyon dengesi sağlanmaktadır. Zira karşılarına deniz bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri bulan topluluk halinde göç ettikleri için martı, atmaca, tilki, gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payını alırlar. Hakeza Ren geyikleri de onları yutup böylece açlığını giderirler. İyi ki de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle murad etmektedir.
KÖSTEBEK
Gözleri görmemesine rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen bir memeli hayvan olarak dikkat çekmektedir. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilememektedir. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle donatılmıştır. Bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı tüneller yüzünden pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak yığınlarından geçilmez hale gelebilmektedir. Hele bir yağmur yağmaya dursun, fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler iştahını kabartacak avı olmaktadır.
KOKARCA(mephitis)
Adı üzerinde kokarca. Belli ki onunda savunma yöntemi gizlenmeye gerek kalmadan etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Fakat tehlike sezdiği an önce homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı göndermekte, sonrada sırtını dönüp ateşleme pozisyonu almaktadır. Şayet “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer geniş kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını uzaklaştırmış olur. Öyle ki saldığı koku 800 metre uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece boynuzlu baykuştur. Yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi püskürtüp düşmanını şaşkına çevirmektedir. İlginçtir koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor.
Genellikle yaşadığı yerler Orta Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda, çalılıklarda görmekte mümkündür. Aynı zamanda kendisi etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve 10’dan fazla türü olup, sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan gibi hayvanlardır.
Üremeleri ise erkek kokarcaların evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için yola koyulmakla başlamaktadır. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında kavga bile çıkmaktadır. Kavganın ötesinde dişi kokarcanın dikkatini çekmek adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmamaktadır. Derken en nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir. Doğum sonrasında kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlamaktadır. Ekseriyetle gündüzün dinlenerek geçirip geceleri ise mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış uykusu diye bir derdi de yoktur. Evi ise içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten ibaret bir sığınak olmaktadır.
TAVŞAN
Tavşanlar bir doğumda 4–12 yavru doğurmakta olup, doğan yavrular gözü kapalı ve tüysüz olarak dünyaya gelmektedir. Ancak zaman içerisinde tüyler kısa, kuyrukları uzun kıllı hale gelir. Tavşanlar aynı zamanda doğurgan olup yavrusunu ancak bir hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir hayvandır. Fakat aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle beslenenler de var. Bir kısım tavşanlar var ki toprak altında açtığı tüneller veya yuvalarda yaşamakta, bir kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirmekteler. Yeryüzünde birçok tavşan türü var, ama onları birbirinden küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının yapısına göre ayırt edebilmekteyiz. Tavşanların belki de en ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat çekmektedir. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkmektedir. Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar da mevcuttur. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte önemli bir sektör oluşturmaktadır. Türkiye’dekilerin ise Ankara keçisi gibi beyaz olanı çok makbuldür.
Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna yatmazlar. Ömürleri 5–12 yıl arasında değişmektedir. Hemen hepsinde diş olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki defa sindirme yoluyla hazmetmektedirler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile tekrar yutmaktan imtina etmezler. Böylece yedikleri otçul besinler kalın bağırsakta bakterilerce sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilmektedir. Dışkılarının yemesine engel olunduğunda ise hastalanıp bitap düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızık uğruna ilerledikleri yol güzergâhı yokuş bile olsa çok iyi sıçrayarak 33 kilometrelik bir hızla cambaz misali iyi koşabiliyorlar.
Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere de çare olduğu gibi çocukların diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı sağlamaktadır. Hatta tavşan eti sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici durumu bile söz konusudur.
KAR KUNDURALI TAVŞAN
Adı: Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan.
Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır.
Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir.
Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır.
Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini değiştiği gibi o da mevsime uygun bir tarzda kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin değişmediği bir ortama götürülse de yine rengi sanki saat gibi ayarlanmış bir vaziyette kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan o ki renk değiştirme genetik bir durumla alakalı bir husus. Hatta kürklerinin rengi gezegenlerin ve bir takım gök seyyarelerinin hareketleriyle uyumlu seyretmektedir. Dolayısıyla kışın karlar içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark etmek hiçte kolay olmayacaktır. Neslini devam ettirebilmek adına yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Ya yürümesine ne dersiniz, yürüyüp hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine doğru ilerleyebilmektedir. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile.
KANGURU
Bunlar sıçan kangurusugilleri ile karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar olabileceği gibi dağlık alanlarda olabilmekte, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemektedirler.
Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır. Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya konuk edilir. Öyle ki yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler. Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabilmektedir. Dolayısıyla bundan sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt pompalamak zorunda kalmaktadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son derece şefkatlidir ki mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor.
Kanguruların ömrü takriben 15 yıl sürmektedir.
SLOTH (Tembel hayvanlar)
Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile meşhur bir memeli hayvan. Tembel insanlar olduğu gibi tembel hayvanlarda varmış meğer. Zaten tembellerin özelliğidir yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak. Nitekim Sloth gibi tembel hayvanlar günde 15–18 saat uyumakla gününü gün etmekte. Hatta bu tip hayvanlar sanki çiğneme zahmetine katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri ne de su içtikleri görülmüştür. Zira Sloth tembel tembel tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak yaşamaktadır. Zemine ise ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp insanlar tembel hayvan demişlerdir. Her ne kadar Slothların vücut ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan gel Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek tembelliğini adeta ilan etmektedir. Tembel hayvanlar aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiklerinden hepçil olup, yanı başlarında ne bulursa onu yemeye razı bir halleri vardır.

DEVE
Adı: Deve
Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.
Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.
Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi yiyecek hususunda titiz davranmayıp Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yediklerini yağa çevirip “Yolcu yolunda gerek” diyebilen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf noktanın nedeni hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanmaktadır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çekmektedir. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.
Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktadır. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlarda vardır. Bundan da öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.
İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki;
Allah Resulü ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmiş olsa gerek ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:
—Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.
Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koydu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.
Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile İşte Allah’ın Habibi geldi! Diye heyecan varı haykırıyorlardı.
Hakeza genç kızlar:
“—Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişcesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı.
Ensar söz birliği yapmışcasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.
Habib-i Kibriya Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi.
Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değil, bütün Medine halkı idi.
O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü bile oluyordu.
LAMA
Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden insanların hizmetine amade olmuş binek taşı hayvan olarak dikkat çekmektedir. Güney Amerika’da yaşayan bu iri cüsseli hayvan yaklaşık 100 kilogram ağırlığında yük taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan bir hayvan olarak insanların gözdesi olmuşlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya kızdırıldıklarında homurdanarak tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende bir canım, bu kadarı da pes doğrusu” dercesine kendince mesaj vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da Yavuzca davranmaktadır.
İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır.
SIĞIRLAR
Sığırın hem sütünden, hem derisinden, hem de etinden faydalanırız. Yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz bezinin salgıladığı hormon) denilen hormonun ürettiği sütle beslenmektedir. Sığırlar bilindiği üzere geviş getirerek sindirim yapmaktadırlar. Bunu yaparken de aşama aşama gerçekleştirirler. Öyle ki yediği otlar ilk evvela doğrudan işkembeye gönderilir. Gerçekten mideye gönderilmesine gönderilir de selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan kolay kolay sindirememekte, o halde inek nasıl sindirir bunu düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır. Şöyle ki; otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler ve birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır hale gelebiliyor. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konumuna gelmektedir. Zira otlar işkembenin kasılma hareketleriyle ağza gönderilmektedir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir meyvenin şirazeden sıkma işlemine benzer yöntemle suyu çıkarılmaktadır. Derken en nihayet üçüncü bölüm olan mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ olur karbon hidrat vs. olur. Anlaşılan o ki ot yiyen hayvanlar yırtıcı hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Belli ki böyle yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne avlanılıyorlar ne de et yemekteler. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınmış gözde hayvanlar olarak anılacaktır. Zira sütü besleyicidir. Malum olduğu üzere süt içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade olabilmektedir. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği davranışında gizlidir.
Ayrıca dünyamızda yabani sığırlarda vardır. Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat bulmaksızın hayata veda etmekteler. Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulmaktadır. Yine hakeza dağda yaşayan Tibet sığırlar var ki adından yak diye söz ettirmektedir. Öyle ki kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmezler. Postlarının tüylü olması onları soğuktan koruduğu gibi dağların tepeleri karla kaplı olsa da bir şekilde toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor. Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun, önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır.
Birde yabani öküzler var ki görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser sesleri dersin. Bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk eden yenilmiş sayılmaktadır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan da korumaktadır. Bu arada kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabilmektedir. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır.