Huzur Kaynağı Namaz, Namazın Bazı Sırları

Namaz o kadar büyük bir nimettir ki, insanlar namazın büyüklüğünü ve kıymetini ancak öldükten sonra anlayabilirler. Hadislerden anlaşılacağı üzere bir Müslüman ölür ölmez kabir hayatında ve diriltilip mahşer meydanında, önce namazdan sorguya çekilecektir. Namazın hesabını verenin diğer sorgulamalarının hafif geçeceği belirtilmektedir.
Namazın esprisi ise peygamberimizin şanını ve kadrini yücelten miraç gecesinde gizlidir. Şüphesiz her mümin peygamberimiz gibi bir miraç olayını yaşamak ister. Allah’la konuşmayı, O’nu görmeyi kim istemez ki?.. Bu hususta her mümin peygamberimize gıpta ile bakar. Allah (c.c.) ezeli bilgisi ile elbette kıyamete kadar gelecek ümmetinin bu konuda kalbinden geçenleri bilmekteydi. Bu nedenle beş vakit namaz miraç gecesinde bu ümmete farz oldu. Bu gecede farz olmasının pek çok hikmetlerinden sadece birisi de namazın müminin miracına işaret olmasıdır. Yani beş vakit namazını kılan birisi inşallah Allah’a doğru bir manevi miraç içerisindedir. Şu unutulmamalı ki, insanlar daha dünyada iken bile manevi olarak ya yukarıya yani cennete doğru uçmakta ya da aşağı doğru yani cehenneme doğru düşmektedirler. Miraç hadisesinden ve başka hadislerden de biliyoruz ki cennet de cehennem de yaratılmış durumdadır ve bizleri gözlemektedirler. Ölüm bu yerlerden birisine geçilen bir köprü gibidir. Bundan dolayı hadis-i şerifte kabrin ya cehennem çukurlarından bir çukur ya da cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu ifade edilmektedir. Kabir gidilecek yeri işaret eden bir istasyon gibidir. Beş vakit namaz müminin miracı olarak onu Allah’ın izni ile cennete ulaştırır. Zaten onlarca ayet-i kerime ve hadis-i şerif bizlere bu müjdeyi vermektedir.
İlahi dinlerin ve peygamberlerin olmadığını, insanların da bir araya gelerek şöyle bir karar aldığını farz edelim: ‘Allah (c.c.) bizleri yarattı. Elbette bizleri bir sanat eseri gibi mükemmel bir şekilde yaratan yüce Allah’a (c.c.) şükretmemiz gerekir. Bunu nasıl bir ibadetle gerçekleştirebiliriz? Herkes bu konuda düşüncelerini söylesin.’ Acaba hiçbir insan namazı bulabilir miydi? Namazı keşfedebilir miydi? Namaza ucundan kıyısından yaklaşabilir miydi? Emin olun, hiçbir insana namaz nasip olamazdı. Çünkü namaz için yapılması gereken bedeni ibadetler nefse ağır gelirdi. Hele rükû ve secde gibi nefsin belinin büküldüğü ibadetleri insan nefsinin düşünmesi, keşfetmesi, sonra da yerine getirmesi mümkün değildir. Tamam, bir padişahın, zalimin, zenginin önünde insanlar genellikle iki büklüm olup secde edebilirler ama imtihan gereği Kendisi görünmeyen ve Kendisini gizleyen yüce Allah’ın önünde kimse secde etmek istemeyecektir. Elbette burada kimse derken herkesin nefsini kastediyoruz. İnsanlar en fazla şöyle diyeceklerdi: ‘Bir binada toplanıp Allah’a dua edelim, O’nunla ilgili ilahiler dinleyelim, haftada bir günü O’na tahsis edelim.’ Zaten, diye düşüneceksiniz, önceleri dinlerinde namaz ibadeti bulunan Yahudilik ve Hıristiyanlık da şimdi böyle değiller mi? Evet, böyledir. Bu büyük dinlerin bu duruma düşmeleri de namaz ibadetinin nefse ne kadar ağır geldiğini ve nefsin namaz kılmak istemediğini ispatlamaktadır. İşte bu durum da namazın insan buluşu olmadığını, Allah (c.c.) tarafından insanlara ihsan edildiğini göstermektedir.
Namazın değerini anlamak için onu keşfetmek gerekir. Sanki namaz farz edilmiş değildir. Bizler bulacağımız bir ibadetle Allah’a yaklaşacağız. Namazın her rükünunu biz tek tek bulmuşuz gibi yaşarsak bir perde gözler önünden kalkar. O zaman namazın ne kadar büyük bir ibadet olduğu anlaşılır.
Namaz nefse ağır gelir ama ruha büyük bir ilaçtır. Nefis namazdan hiç hoşlanmaz. Ruh namazdan büyük bir haz alır. Ama diyeceksiniz insanlar pek ruhlarının seslerini dinlemezler. Nefislerine göre hareket ederler. Namazda ruhun duyacağı huzurdan önce nefsimizin bir sıkıntısı hemen hissedilmektedir. Evet, itiraf edeyim gençlik dönemimdeki namazlarımda hep bu tatsızlık vardı. Alelacele kıldığım o namazları şimdi kaza yapmak istiyorum. Bu epey zamandır da içimden geçiyor. İnşallah bir gün başlarım. Ama şimdi namazlarda nefsimin sıkıntısından ziyade ruhumun büyük bir huzur duyduğunu, ruhun gıdasının namazda olduğunu bizzat yaşıyorum. Şunu anladım ki, insanın özünün bir diğer yarımı da ruhtan oluşmakta, ama bizler eğilimimizi nefisten yana tercih ettiğimizden ruhumuzun büyük zevklerinden de mahrum bırakılmaktayız.
Nefis yeme içme, güzel giyinme, çiftleşme gibi edimlerden büyük zevk alır ve tatmin olur. Ama bunlar ruha hiç hoş gelmez. Ruh nurlarla ve feyizle beslenir. Bunlar da ancak kâmil manada namazda vardır. Namazdaki huzur aç ve susuz bir insanın içecek ve yiyeceğe kavuşması gibidir. Ruhun karnını doyurmak ve susuzluğunu gidermek en başta namazla mümkündür. Ruh Allah’tan ilahi bir nefha (soluk) olduğu için bunlara muhtaçtır. Bunlarsız zayıflar, erir, adeta donup kalır. Ruhu ibadet hayatından yoksun olan bir insan ölü gibidir. Her şeye nefis hesabı ile bakar. Onun için dünya hayatı nefis şeyleri yemek, güzel şeyleri giyinmek, karşı cinsten hoş kimselerle çiftleşmektir. Hayatın amaçları bunlardır. Bu tür bir yaşam tarzı bizleri hayvanlarla bir seviyede tutar. Hâlbuki ruhumuz aşkın bir anlama sahiptir. Bizler bu fani dünya için değil ebediyet için yaratıldık. Elbette bu dünyanın zevkleri de vardır. Ama bunlarla her şeyden önce imtihan edilmekteyiz. Yalnız bunlarla yetinmek doğru değildir. Dünyanın zevkleri nefse güzel görünse de ruha sıkıntı bırakırlar. Zira ruh bunların ebedi olmadığını bildiğinden rahatsız olur. Bunlarla tatmin olmaz. Dünya zevklerinin her birisi faniliği sebebi ile bir de kaygı taşırlar. Bu bakımdan verdikleri haz kadar da insanı sıkıntıya sokarlar. Dünyada gerçek huzur sadece ibadetlerden alınır. Bu bakımdan yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: ‘Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur (Rad suresi, ayet 28)’
Çocukken yediğimiz ilk meyveleri bir hayal edelim. Onların ağzımızdaki bıraktığı lezzetler ne kadar güzeldi… Şimdi de aynı meyveleri yiyoruz ama aynı tatları alamıyoruz. Bunun en başlıca sebebi ruhumuzun dünyaya bakış açısındaki değişimdir. Ruh meyvelerdeki faniliğin acısını almakta, bu yüzden eski lezzetleri alamamaktadır. Her şey bunun gibi. Yaş ilerledikçe çocuk ve gençlik dünyamızdaki şeyler faniliğini hissettirmekte ve bunlarla lezzetlerini kaybetmektedirler. Ama namaz böyle değildir. Çocuk ve gençlikte nefse ağır gelir. Olgun yaşlardan itibaren insana nasip olursa namaz onun en çok zevk aldığı bir ibadete dönüşür. Ruh namazdan sonsuz bir zevk almaya başlar. Bu yaş ilerledikçe daha bir artar ve pekişir. Namaz ruha fani dünyanın sıkıntılarını, kaygılarını unutturarak ebedi âlemin feyizlerini ve nurlarını bahşeder. Bu açıdan namaz bir psikoterapidir.
İnsan ruhunun en derin ızdırabı yaşamın ölümle sonlanmasıdır. Bu her insanı şu veya bu şekilde bir bunalıma sokar. Hiçbir nefis ölümü kabullenemez. Yaş ilerledikçe de bu bunalım artar ve belli bir yaşa gelindiğinde artık kişiyi de bunatır. Ama namaz kılan insanlar bundan müstesnadır. Ben namaz kılmayan yaşlıların yanında iken genellikle rahatsız olmuşumdur. O kadar çok ve gereksiz konuşurlar ki insanı bezdirirler. Kendimi onların evlatları yerine koyduğumda bir çaresizliği hisseder, bir insan olarak onların bu durumuna üzülür ve evlatlarının genellikle bunları neden öyle huzur evlerine koyduklarını veya koymayı düşündüklerini çok iyi anlarım. Ama namazında niyazında olan ihtiyarların yanında ise genellikle büyük bir huzur bulurum. Onların sohbetleri yüreğime işler. Bildiğim şeyleri anlattıkları halde dinlemekte büyük bir haz alırım. Yanlarından hiç ayrılmak istemem. Fakat işin tuhafı bu ihtiyarlar genellikle işlerini güçlerini bahane ederek benim yanımdan ayrılırlar. Testi içindekini sızdırır. İç dünyasında namazla huzura ermiş bir nefis insana huzur verir, namazdan uzak bir insan ise kaygı ve sıkıntı. Kimse bunları bilerek karşıdakine vermez. Ruh ruhlarla sözsüz iletişime geçer. Herkes ister istemez halini diğer insanlara yayar. Bu dünyada huzur kaynağı olan insanlara ne mutlu!
Namazın huzur kaynağı olmasının sırları üzerinde biraz duralım.
Namaz öncesi alınan abdest insanda bir arınmışlık duygusu uyandırır. Günahlara tövbe etmek de böyledir. Abdest de adeta bu tövbe halini simgelemektedir. Tabii abdest öncesinde birkaç kere geçmiş günahlara tövbe niyetiyle estağfurullah demek bu hali pekiştirir.
Su Allah’ın rahmetidir. Yağan yağmura ‘rahmet’ denmesi de bu nedenle manidardır. Abdest sırasında vücudun uç noktalarını temsil eden azaların yıkanması muhakkak ki insan ruhunda huzuru temin edecek manevi kirlerin de akıtılmasını sağlamaktadır. Bunlar strese neden olan negatif enerjiler olmalı. Abdestten sonra duyulan bir rahatlık hali de bunun kanıtıdır. Ayrıca su bulunmadığında teyemmümle abdest alınması da abdestte amacın görünen bedeni yıkamak olmayıp görünmeyen bedendeki kötü enerjileri atmak olduğuna daha kuvvetli işaret etmektedir.
Namazda yönün Kâbe’ye dönülmesi de manevi huzuru temine yöneliktir. Kâbe’nin üstünde olduğu sanılan Beyt-i Mamur da meleklerin tavaf ettiği bir mekândır. Hadislerden her iki mekân arasında bir ilgi olduğu anlaşılmaktadır. Kâbe insanların ibadet için yöneldikleri bir mescit olmanın ötesinde Allah’tan gelen bir feyz kaynağıdır. Feyz kalp ehlince somut olarak algılanır. Adeta göğüs kemiklerini çatlatırcasına dışarıdan gelen hoş bir baskıdır. Bir sevgilinin sarılması gibidir. Ruhun manevi organlarının adeta besin kaynağıdır. Kuşkusuz sıradan Müslümanlar, bu feyzi algılamadan namaz kılarlar. Ama bu durum feyzden nasipsiz olma anlamına gelmez. Onlar da elbette yararlanırlar. Nasipleri oranında feyzden bir şeyler alırlar. Ruhları bunlardan gıdalanır. Ama ne olup bittiğini bilmezler. Sadece yöneldikleri yerden bir güven duygusu duyarlar.
Akıllı kişi namazını evde değil Kâbe’de kılar. Bu sayede bu feyze ciddi bir şekilde sarılır. Namaz sırasında Kâbe’de olduğunuzu varsaydığınızda namaz Kâbe’de kılınmış gibi daha feyizli olur. Bunun için Kâbe’yi zihinde canlandırmak doğru değildir. Bu durum, şeytanların ve nefsin gelen feyzden rahatsız olduğu için yaptığı bir oyunu ve vesvesesidir. Zira biraz sonra da şöyle bir vesveseye başvururlar: ‘Bak sen bu işi yapamıyorsun. Kafanda canlandırdığın mekân Kâbe’ye benzemiyor. Namazın fasit oldu.’ Onun için kendinizi Kâbe’nin karşısında, huzurunda namaz kılıyor farz etmeniz yeterlidir. Tabii aynı durumu Allah karşısında ve huzurunda olduğumuzu da yaşamamız gerekir. Kısacası gözünüzün önünde Kâbe’yi canlandırmaya çalışmanız yanlıştır. Tabii ilahi bir iltifatla Kâbe’den sahneler bu vartayı aştıktan sonra hayal dünyanızda kendiliğinden canlanmaya başlar ki buna kimse bir şey diyemez.
Namazda okunan sureler ve ayetler ise okunur okunmaz nura dönüşürler. Nur ruhun temel besin kaynağıdır. Aç insan nasıl karnı doyunca rahatlarsa okunan ayet ve sureler de ruhu buna benzer biçimde rahatlatırlar.
Namazda rükû ve secde ise nefsin belini kırar. İnsana kulluğunu en güzel hatırlatan ibadetlerdir. İmam-ı Rabbani’ye göre namazda Allah’a (c.c.) yükselişi gerçekleştiren manevi miraç bunlardır. Özellikle imam değilsek bunları elden geldiğince uzatmakta fayda vardır. Peygamberimiz (s.a.s) yalnız kıldığı namazlarda bunları çok uzatırdı. Ruh manevi olarak yükseldikçe büyük bir neşe duyar, kabına sığmaz. Ruhun yükselişini pek kimse bilemez, anlamaz. Ruhun bir ucu bizdedir ama o başka bir ucuyla rükû ve secde sırasında Allah’a doğru süratle gök semalarını kat etmeye başlar. Bu sanki sündürülen bir lastik gibidir. Ruh mekândan bağımsızdır. Yükselişi de mekân kat etmek olarak anlamamak lazımdır. Mekân ruhun yükselişinde insanların anlayabilmesi için yapılan bir benzetme gibidir. Nefis de namazın bu rükünleri sırasında belinin bükülmesi ile ağlama sonrasında duyulana benzer bir hoşluk ve serinlik duygusuna gömülür. Duada da bu duyguyu devam ettirir.
Rükû ve secde sırasında söylenen tespihler ise ince sırlar içerir. Bunlar Allah’ı öven, yücelten, ululayan güzel isimlerinden oluşur. Bu tespihlerin dünyaya dönük hediyeleri de vardır. En başta namaz kılan insanları toplumda itibar sahibi kılar. Kalpler Allah’ın elindedir. Dilediği duyguyu kalplere Allah (c.c.) koyar. Namaz kılan bir kişi, Allah’ın izni ile kâfir, münafık, Müslüman olan her kalpte ulaşılmaz bir vakar duygusu ile karşılanır. Yani her insan ister istemez ona karşı bir saygı duygusu içerisine girer. Bu o Müslüman’ı sevmezse bile gerçekleşir. Namaz kılan kişi insanlara zulmetmedikçe bu itibarını korur. Ne zaman kötü bir iş yaparsa ve bu da etrafa yayılırsa o zaman kalplerdeki bu saygınlık kalkar. İşte rükû ve secde sırasında o ilahi isimleri zikrin dünyadaki küçük hediyesi budur. Bu da namaz kılan kişiye toplumsal sevgi ve saygı duygularını verir.
Son olarak şunu belirteyim ki her insan güzel görünmek, çevresince beğenilmek ister. Bunun için kendisini süsler, güzel elbiseler giyinir. Bunlar için avuç dolusu para da harcar. Ama dış görünüşten öte bir de ruhun görüntüsü vardır. Ruh her ibadetten ayrı bir gıda alır. Bunlar sadece ruhu beslemekle kalmaz ruha bir de tarif olunmaz güzellikler katar. Namaz kılan kimselerin yüzlerine ve ellerine vuran nurlardan söz etmiyorum. Namaz kılan kimselerin ruhlarındaki huzur duygusunun güzelliğinden bahsediyorum. İnsanlarda baş gözü gibi bir de kalp gözü vardır. Ama tabii bu genellikle insanlarda kapalıdır. Kapalı da olsa siyah beyaz kabilinden, daha doğrusu hakikatten gölgevari bir şeyler algılar. Bu ruhun gözüdür. Bu göz namaz kılan insanlardaki huzuru algılayınca buna hayran kalır. İnsanlar genellikle kitaplardaki sözlerden, hocaların vaazlarından etkilenerek namaza başlamazlar. Namaz kılan insanlardaki huzura imrenerek bu yüce ibadeti yapmak isterler.
Allah (c.c.) son nefese kadar bu büyük ibadetten bizleri mahrum etmesin. Amin.
MUHSİN İYİ

Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Putperestlik, Paganizm ve İslam
Kuran-ı Kerim’i mealden baştan sona okuyan bir kişi, peygamberlerin genellikle putperestlerle (müşriklerle: Allah’a ortak koşanlarla) mücadele ettiğine tanık olacaktır. Halkın yeni bir peygamberle hidayete geldikten sonra kısa bir zamanda tekrar putperestliğe yöneldiğini anlayacaktır.

Putperestliği insan için bu derece cazip kılan unsur nedir? Daha doğrusu insanlar, Allah’ın (c.c.) ve peygamberlerin (a.s.) gösterdiği hak yolu kısa zamanda unutarak veya hiçe sayarak doğalarındaki hangi güçle veya dürtü ile putperestliğe hemen dönebiliyorlar? Hâlbuki Allah (c.c.) ve peygamberleri putperestlikten sakındırmak için muhakkak ki insanları ahret günü ve cehennemle korkutmuştur. Ayrıca insanları hak yola girdiklerinde cennetle müjdelemişlerdir. Ama yine de insanlar kısa zaman sonra tekrar putperestliğe yönelmişlerdir. Bu yüzden, yani insanları putperestlikten men için, her bin yılda bir resul gelmiş (toplam 313 resul), bu resuller arsında da 124 bin (başka bir rivayette 224 bin) nebi gönderilmiştir.

Kuran-ı Kerim’deki surelerin büyük ekseriyetinin konusu, putperestlerle mücadeledir. Gerçi Medine’de inen surelerde bu mücadele alanına Yahudiler ve münafıklar da girer. Ama oran olarak putperestlerle mücadele daha büyüktür. Bu durum aynı zamanda bu ümmetin gelecekte kimlerle daha çok mücadele içerisinde olacağına da işaret etmektedir. Hıristiyanlardaki sapkın inanışa Kuran-ı Kerim değinse de onlarla pek mücadele etmemekte, hatta bir ayette inananlara en yakın olarak Hıristiyanlar gösterilmektedir: ‘İnsanların müminlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini, her halde Yahudilerle müşrikleri (putperestleri) bulacaksın. Müminlere sevgice en yakınlarını da herhalde ‘Biz Hıristiyanlarız.’ diyenleri bulacaksın. Çünkü bunların içinde âlim keşişler ve dünyadan yüz çevirmiş rahipler vardır. Bunlar kibirlenmezler.’

Tarih boyunca insanlığın putperestliğe olan yoğun eğilimini anlayabilmemiz için kendimizi onların yerine koymak gerekir. Putperestliğin temelleri insanın nefsindedir. Nefis kendisine tapmayı, tapılmasını çok sever. Kendine tapma ve tapılma ile anlatmak istediğimiz şey, narsist eğilimlerdir: ‘Övünme, yücelme, büyük görünme, herkesi etkisi altına alma, hakkında söz edilme isteği vs.’ Put, tıpkı bir ayna gibi işlev görür. Aynaya bakan kişi, dikkatini kendinde yoğunlaştırır. Aynaya bakma narsizmin pratiğidir. Kendi güzelliğine bakan, onunla ilgilenen kişi için başkaları bir hiçtir. Ölse de umurunda olmaz. Putlar da bir ayna gibi insanların enerjilerini kendilerinde toplanmalarını sağlamışlardır. Bu nefsin çok hoşuna gitmiştir. Çünkü nefis yaratılış itibari ile cimri ve bencildir. Egoisttir. O her şeyden önce kendisini sever ve kendisine âşıktır. Put, aynanın gelen ışığı tekrar kaynağına yansıtması gibi kişinin bütün enerjisini tekrar kişiye yansıtmakta ve böylece çevreye dağılmasını önlemektedir. Bundan putperest büyük bir doyum almaktadır.

Peygamberlerin getirdiği ‘Lâ-ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.)’ davası ise, toplumsal eşitlik ve kardeşlik duygusu üzerine kuruludur. Kişi, zümre, ırk üstünlüklerini kırmıştır. Allah’ın (c.c.) kendisinden başka ilah kabul etmemesi, her insanı birbiri ile kardeş yapmakta, kişiyi aynı hukuka ve eşit haklara uymaya zorunlu kılmaktadır. Çünkü tek ilah, bir babanın evlatları arasında ayrım yapamaması gibi bir toplumsal sonuç ortaya çıkarmaktadır. Allah’ın (c.c.) dinine, yani peygamberimizin (s.a.s) getirdiği inanca önce kölelerin, etnik kökeni itibari ile küçük görülen insanların, yoksulların hemen iman etmeleri de bu gerçekliğe dayanır. Çünkü onlar yaşadıkları toplumdan ilgili toplumsal kimlikleri nedeni ile zulüm ve eziyet görüyorlardı. Toplumun inancında Allah bir olduğunda hukuku da insanları temel eşit haklara aynı oranda sahip kılmaktadır. Allah’ın dinine ve peygamberlerine karşı çıkanlar ise, putlar aracılığı ile gelen ayrımcılıktan yararlanan kesimdi. Bunları elden çıkarmak işlerine gelmezdi. Onlar mevcut zulüm ve sömürü düzeninin devam etmesi için Allah’ın diniyle ve peygamberiyle bilerek savaşıyorlardı.

Putperest narsist (kendisini beğenen, kendisine âşık) iken, bir Müslüman toplumsaldır. Müslüman güneş gibidir. Enerjisini, nimetleri insanlara yararlı olmak için kullanır. Etrafa yayar.

Putperestlerin bir özelliği de Allah’ın varlığını inkâr etmemeleridir. “Yemin olsun ki o putperestlere (Mekkeli Müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf suresi, 87).”, “(Putperestlere hitaben) De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?’ Hemen, ‘Allah’ diyeceklerdir. Sen de ki: ‘O halde sakınmaz mısınız?’ (Yunus suresi,31)”. Putperestler Allah’ın varlığı, yokluğu konusunda peygamberimizle (s.a.s) tartışmıyorlardı. Onlar Allah’ın varlığına inandıkları gibi, Allah’ın rızık verici sıfatını da inkâr etmiyorlardı. Ayrıca canlılara hayat verenin de onları öldürenin de Allah (c.c.) olduğuna inanıyorlardı. Mekkeli putperestler, Allah’ın (c.c.) peygamberler (a.s.) aracılığı ile bir din ve kitap yollaması nedeniyle rahatsız idiler ve dolayısıyla insanların eşit ve tek bir hukuka uymaları onların işlerine gelmemekteydi. Çünkü onlar soyları sopları ile gurur duyan, kendileri dışında başkalarını küçük gören şımarık bir kavimdi. Putları onlara bu narsist doyumu sağladığı için onlardan kopamıyorlardı. Putlarına bağlılıklarını inatla sürdürüyorlardı. Bazıları peygamberimizin (s.a.s) yalan söylemediğini bildikleri halde yani bile bile kibirlerinden dolayı bu dini kabul etmek istemiyorlardı.

Şeytanların gücü sadece vesvesedir. Onlar bilinçaltımıza aynı cümleleri tekrar yolu ile (yani vesveselerle) çeşitli telkinlerde bulunurlar. Seslerini duymayız ama bilinçaltımız ilgili cümleleri sanki kendi düşüncelerimiz gibi algılar. Bu vesveselerde insanların putlara karşı olan zaaflarını çok iyi kullanırlar. Aslında onlar kimin ne günahı işleyip işlemeyeceğini çok iyi bilirler. Bu açıdan yanlarında her insanın bir raporu bulunur. Nabza göre şerbet verirler. Nefis bir günaha eğilim duyuyorsa onu sonuna kadar kullanırlar. Nefsin eğilim duymadığı günahta vesvese hususunda ısrarcı olmazlar. Hep nefsin gölgesinde hareket ederler. Onun için insanlar vesveselerin pek farkına varmazlar. Kendi düşünceleri olduğunu sanırlar. İnsanın putlara karşı olan eğilimindeki narsist karakterini çok iyi bildiklerinden buna uygun propagandaları insanlara vesvese yolu ile sürekli yinelerler. Şeytanlar putperestlere daima şu telkinde bulunmuştur: ‘Allah’a yakın ve seçkin birisi olmak için kendine bir put edin.’ Bu cümle her insanın nefsini okşayan bir anlama ve vizyona sahiptir. Tarih boyunca insanları birer put edinmesi için harekete geçirmiştir.

Putperestler, putlarının kendilerini Allah’a yaklaştırdıklarına inanmaktaydılar. Allah evreni ve içerisindekileri yaratmıştır ama sadece putlar gerçek anlamıyla Allah’la iletişime geçer gibi bir düşünce, şeytanların telkiniyle onlara kabul ettirilmişti. İnsanlar günah işlerler. Putlar hiç günah işlemedikleri için Allah (c.c.) onların dualarını kabul eder, diye düşünmekteydiler. Bu düşünce ile bir putperest her türlü suçu ve günahı kolayca işlerken putuna karşı olan nazik tavrı ve gönül almaları ile bunun affedileceğini sanmaktaydı. Elbette putlar günah işlemediği gibi iyilik de yapamazlar. Çünkü cansızdırlar. Böylece insanların putlar sayesinde Allah’a (c.c.) yaklaşabileceğine inanmaktaydılar. Onun için Mekke’deki putperestler kutsal olarak bildikleri Kâbe’nin içerisini şöyle bir niyetle putlarla doldurmuşlardır: ‘Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (Zümer suresi, 3).’

Putların bazılarının isimleri gerçekten de başlangıçta Allah’ın (c.c.) veli kullarına dayanıyordu. Hak din sağlamken insanlar o veli kulların isimleri ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunuyorlardı. Örneğin şöyle dua ediyorlardı: “Allah’ım senin indinde önemli bir kul olan şu zatın yüzü suyu hürmetine şu hacetimi, şu duamı kabul buyur.” Dikkat edilirse tevessülde dua, istek Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli kul duanın yapılmasında sadece bir vesile rolü oynamaktadır. Yoksa hacet, istek, dua veli kula yapılsaydı bu Allah’a şirk olurdu. Hak dinler batıl duruma dönüştüklerinde kendilerine tevessülde bulunulan bu veli kulların isimleri putlara verildi. Artık Allah’a (c.c.) dua, istek yerine bu putlara dualar ve istekler yöneltildi. Veli kullarla Allah’a (c.c.) tevessülde bulunma gibi çok güzel bir dua biçimi, batıl duruma dönüştü. Böylece putlar ilahlık makamına yükseltilmiş olundu. Putlarla Allah’a (c.c.) şirk koşuldu.

Bu durumda çağımızda bazı Müslümanlar, duada veli kullara tevessülde bulunma putperestliğe ve Allah’a (c.c.) şirk koşmaya zemin hazırlıyor, diyerek duaların kabulünde çok önemli bir rolü olan tevessüle olumsuz bir tavır almaktadırlar. Hâlbuki ehl-i sünnet itikadında tevessülün ayet ve hadislerle dinde yeri sabittir. Bu konuda ehl-i sünnet âlimleri arasında bir tartışma söz konusu değildir. Vahhabilik gibi 18. yüzyılda ortaya çıkan bir kısım itikadi cereyanların etkisi ile tevessüle itiraz bugünlerde çoğalmıştır. Oysa onların bu itirazlarındaki yanlışlık gayet açıktır. Bir insanın, bıçakla adam da öldürülüyor, diyerek bıçağı günlük yaşamında kullanmaması en çarpıcı örnek olarak düşünülebilir. Hâlbuki yemeğin pek çok malzemesi bu sayede doğranır. Bıçaksız bir mutfak düşünülemez. Onu yaşamdan uzaklaştırmak aç kalmakla özdeştir. Dua da ancak veli kulların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c.) katına yükselir. Kabul görür. Onların duaları olmasaydı kıyamet çoktan kopardı.

Kuşkusuz Allah (c.c.) kuluna şah damarından daha yakındır. Kul dua ettiğinde Allah (c.c.) duasına icabet eder. Ama insan Allah’tan (c.c.) çok uzaktır. Her zaman her çeşit duanın kabul olunması için gereken şartları (genellikle üzerindeki günahları nedeniyle) üzerinde taşımıyor olabilir. Böyle durumlarda iken Allah’ın (c.c.) veli kulları ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunulması yerinde bir davranıştır. Veli ölmüş de diri de olabilir. Tevessülde bu durum hiç fark etmez. Zaten dinin de, hususiyle ehl-i sünnet itikadının da bunu onayladığını yukarıda belirtmiştik.

Yine de bazılarının kafalarında sonuçta put da veli de Allah ile kişi arasında ‘birer aracı’ konumuna geliyor, diye bir düşünce vesveseye zemin olabilir. Put Allah’la hiçbir ilgisi olmayan, taştan veya başka nesnelerden yapılan cansız bir varlıktır. Velinin ismi ile uzaktan bir ilgisi olsa da bu unutulmuştur. Şayet unutulmasaydı, ilahi dinlerden hiç birisinin izin vermediği putu yapılmazdı. Ama veli zat Allah’tan (c.c.) nur sahibidir. Yaşantısı ile Allah resulünden (s.a.s) büyük izler taşır. Onu hatırlatır. Böyle bir insan canlı olmanın yanında gerçekten de Allah indinde de özel bir yere sahiptir. Hacetini putuna bildirip ondan medet uman kişi, yaşamında narsist karakterini muhafaza ederken hatta daha da pekiştirirken veliye tevessülde bulunan kişi ise, nefsini ezmekte ve dualarının kabul olması için yaşamını İslami açıdan gözden geçirmekte, Allahın emir ve yasakları hususunda tövbe etme gibi büyük nimetlere nail olmaktadır. Kısacası putlar insanları azdırırken veli zatlar insanları ıslah etmektedirler. Bu açıdan sapla samanı, arpa ile buğdayı birbirine karıştırmak, ancak cehaletle açıklanabilir. Putlar insanları her türlü kötülüğe ve zulme sürüklerken veli zatlar insanları kendilerine benzetip hayra ve faziletlere sevk ederler.

Hâlbuki put edinen kişi, Allah’a (c.c.) değil kendine yakın olmaktadır. Putuna gösterdiği saygı ve tazim aslında nefsinedir. Çünkü put kendisine aittir. Hele bu put eşi, çocukları ve akrabaları tarafından kabul gördüyse narsizmi daha da bir şişer. O putuna çeşitli faziletler ve yücelikler düzmeye başlar. Çünkü başına gelen her hayrı ve iyiliği putundan bilir. Putunu kabilesini temsil eden bir konuma getirme her yiğidin gönlünden geçer. Kabile üyeleri, savaşta bir yenilgiyle, bulaşıcı bir hastalıkla veya bir afatla… karşılaştığında önce bu konuda putlarını suçlarlar ve hemen yeni bir put edinirler. Eski putu atarlar veya parçalarlar. Bu yeni putun reklamı genellikle daha önce kabile üyelerinin bazılarınca yapılmıştır. Kişinin putuyla yaptığı konuşmalar, kendisine pek anlamlı görünür. Bu durum, oyuncağı ile konuşan bir çocuk gibi putpereste büyük bir doyum sağlar. Çünkü kendi kendine konuşma bir terapidir, insanın psikolojik sıkıntılarından boşalmasını sağlar. Onun için kabile putu dışında her evde mutlaka bir put veya çeşitli putlar eksik olmazdı. Seyahatlerde yenilen şeylerden put yapılıp da acıkınca onların yenilmesi de sahabelerden intikal eden hadislerde geçmektedir.

İslam dininde kitabı olan dinlere (Hıristiyanlık, Yahudilik) saygı gösterilmiştir. Onların dinlerini rahatça yaşamaları temin edilmiştir. Ama Mekke fethedilince Allah (c.c.), putperestlerin ya İslam dinine girmelerini ya da onlarla savaşılmasını emretmiştir. Kısacası putperestlik hoşgörü ile karşılanmamıştır. Bunun en başlıca nedeni putperestliğin bir hukuka bağlı olmayışıdır. Bir putperest işlediği her suçu meşru görebilir. Çünkü bu suçlarla putunu memnun etme düşüncesi her zaman rahatlıkla kurulabilir. Bu manevi bağlantı onu kendince temize çıkarmaya yetecektir. Bu durum da insanlıkla bağdaşmayacak çeşitli sorunlar ortaya çıkaracaktır. Bu sayede putperest kişinin vicdan rahatsızlığı duymasına bile gerek kalmayacaktır.

Putperest kendi hukukunu kendisi oluşturur. Bu hukuk, toplumsal değil bireyseldir. Son derece narsist bir karakter arz eder. Putuyla yaptığı narsist nitelikteki özel sohbetler, onun hukukunu meydana getirir. Nefis bütün kötülükleri barındırdığından putperestlik bunların gün yüzüne çıkarılması için zemin hazırlar. Putperest toplumlarda her türlü ahlaksızlık, kötülük, zulüm bu yüzden diğer toplumlara göre daha fazla olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s) peygamberlikle görevlendirilmeden önce Mekke toplumu putperestlik yüzünden içler acısı bir tablo çiziyordu. Orada güçlü olan insanlar, zayıflara her türlü zulmü reva görüyorlardı. Zulme uğrayan kişilerin başvuracağı bir mahkeme bile yoktu. Yoksul, zayıf, kimsesiz insanlar büyük bir çaresizlik içerisindeydi.

Allah (c.c.) peygamberlerine (a.s.) sadece tek ilah olduğunu bildirmemiş, herkesi indirdiği kitaptaki hükümlerde eşit tutmuştur. Bu sayede zengin fakir, köylü şehirli, farklı etnik kökenden gelen insanlar, herkes aynı hukuka tabi olmuşlardır.

Bugün putperestlik tarihe karışmıştır. İnsanlar açıkça bir puta tapmıyorlar. İlah olarak sadece Allah’a (c.c.) inanıyorlar. Peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerinde belirttiği üzere şeytanlar, insanların putperestliğe dönmesi konusunda artık umutlarını kaybetmişlerdir.

Nefis putperestlikle doyuma ulaştırdığı narsist eğilimlerini artık meşru yollara kanalize etmiştir. Yine de imtihan dünyasında Allah’a (c.c.) şirk koşma konusuna dikkat etmemiz gerekir. Zira bu ümmet şirkle imtihan edilmeyecek olsaydı onca Kuran-ı Kerim ayeti putperestleri (müşrikleri) konu almazdı.

Çağımızda narsist eğilimlerin yoğunlaştığı ve kardeşliğin zedelendiği en büyük olgu, ırkçılıktır. Ahalisi Müslüman olan ülke halkları en çok bu konuda imtihan edilmektedir. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.’ (Hucurat suresi, 13)’ Allah bizleri, evlatlarımızı bu büyük imtihandan ve fitneden korusun. Âmin.

Yine çağımızda narsist eğilimlerin yoğunlaştığı ve kardeşliğin zedelendiği diğer bir husus da paraya olan aşırı düşkünlüktür. Eski çağların putperesti putlarına ilahi bir anlam yüklese de o da aslında bunlardan büyük bir kuşku duyuyordu. Putların konuşmaktan bile aciz olduğunu biliyordu. Ama modern çağın insanı paranın gücünü görmekte ve bizzat yaşamaktadır. O yüzden her şeyin parayla döndüğüne inanmaktadır. Onun her kapıyı açacağını düşünmektedir. Bu nedenle para, ahalisi Müslüman olan yerlerde büyük bir imtihan konusu olmaktadır. Maalesef insanların çoğu zekât vermemek için çeşitli çarelere başvurdukları gibi açıkça Kuran-ı Kerim’in bu emrini de uygulamamaktadırlar. Müslümanların sadaka ve zekâtlarını toplayıp bunları ihtiyaç sahiplerine veren yardım kurumları toplumumuzda büyük bir boşluğu doldurmuşlardır. Yardım işlerinin kurumlar aracılığı ile yapılması hem yardım veren hem de alan için büyük kolaylıklar ve faziletler içerir. Çıkarılan kanunla bankaların arada komisyon almaması ise küçük ölçekteki yardımseverler lehine büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu güzel adımların yaygınlaşması, Müslümanları zekâtlarını ve sadakalarını vermeye teşvik edecektir.

Maalesef Müslümanların çoğu faize bulaşmakta bir beis görmemekte, onu bir ticaret işi gibi düşünmektedirler. Kafalarınca meşrulaştırmaktadırlar. Oysa faiz insanın ebedi hayatını ağır bir ceza ile geçirmesine neden olabilecek büyük günahlardandır.

Borç vermeyi Allah (c.c.) kendi üzerine aldığı ve teşvik ettiği halde Müslümanlar bu konuda bir türlü kurumsallaşamamışlardır. Bu güzel hayır, ne yazık ki, tarih boyunca hep ferdi boyutta kalmıştır. Kar amaçlı açılan İslami bankalar şimdiki halleri ile bunu karşılamaktan çok uzaktırlar. Allah (c.c.) böyle bir hayrı üzerine aldığına ve dolayısıyla rızasına işaret ettiğine göre bu vakıf yolu ile yapılmalıydı. Bu işte Allah rızası temel alınmalıydı. Sistem bir ibadet temelinde oluşturulmalıydı. Şu anda Müslümanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma kopma noktasına gelmiştir. Para bir put gibi Müslümanları birbirinden ayırmıştır. Hâlbuki para bir nimettir. İnananları birleştiren ve kaynaştıran bir bağ olmalıdır. Allah (c.c.) bizleri para ile fitneye düşürmesin. Âmin.

‘Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır (Tevbe suresi, 111).’ Bu ayet Müslümanları bütün varlıkları ile İslam dinine hizmet etmeye çağırmaktadır.

Allah putperestliği (müşrikliği) dosdoğru algılayıp ona düşmemeyi ihsan eylesin. Bizlerin Müslüman olarak yaşamamızı ve Müslüman olarak ölmemizi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

İlahi Aşk ve Cezbe, Şehvet, Allah’ın el-Vedûd Güzel İsmi
Tasavvufun temeli aşk ve cezbeye dayanır. Cezbe irade dışı olarak Allah’a (c.c.) doğru çekiliş demektir. Aşk da böyledir. Tasavvufun temeli aşk ve cezbe derken iki kavramı da, yani aşk ve cezbeyi birbirinin yerine kullanmıştık. Gerçekte ise aşk gizli iken cezbe açıktadır. Yani ilahi aşk kendisini bedende cezbe ile gösterir. Cezbe çeşitleri ise pek çoktur. Tasavvuf kitaplarında cezbenin iki yüzden fazla çeşidi olduğundan söz edilir. Ama ilahi aşkın kaynağı değişmez. Birdir. O da Allah’tır.

Aşk ve cezbe kuldan kaynaklanmaz. Allah’tan gelir. Yani ilahidirler. Zira Allah’ın bir güzel ismi de el-Vedûd’dur. El-Vedûd (Allah [c.c.] müminleri sever; Allah [c.c.] sevilecek asıl varlıktır) güzel ismi, Allah âşıklarında, ariflerinde ilahi aşk ve cezbe olarak tecelli eder.

Allah (c.c.) neslin devamını kadın ile erkek arasında koyduğu aşk ve sevgiye bağlamıştır. El-Vedûd güzel ismin en büyük ve dikkati çeken tecellisi burada görülür. Bu sayede eşler ailenin onca sıkıntısına göğüs gererler.

Kuşkusuz insanın Allah’ı (c.c.) sevmesi kadar O’ndan korkması da gerekir. Bazı insanların Allah’ın (c.c.) yasaklarından kaçınmadıkları ve emirlerini yerine getirmedikleri halde Allah’ı (c.c.) sevdiklerini iddia etmeleri kuru bir sözdür. Gerçek sevgi sevileni memnun etmekten geçer. Öyleleri nefislerine uymanın verdiği bir coşkuyla ve dünyada herhangi bir cezaya çarptırılmamış olmanın cüreti ve güven duygusu ile böyle bir iddiada bulunmaktadırlar. Hâlbuki dünya bir hikmet ve imtihan yurdudur, ceza ve ödül yeri ahirettir. Gerçi O’nun yüce hikmeti gereği daha ahirete intikal etmeden de bazı kimselere bu dünyada yaptıklarının bir kısmının cezası tattırılır.

Allah’ı (c.c.) sevmek kuru bir söz olmamalı, O’nun emir ve yasakları ve rızası istikametindeki bir yaşam biçimiyle kanıtlanmalıdır.

Allah’ın haram kıldığı şeyleri işleyen kişiler, Allah’ı (c.c.) değil nefislerini sevmektedirler. Nefis sevgisi ise zamanla insanları tapılacak putlara götürür. Çağımızda insanların en çok taptıkları put ise paradır.

Allah’ın (c.c.) insanı sevmesi ise ayrı bir konudur. Kuran-ı Kerim’de geçen el-Vedûd güzel ismi ile ilgili aşağıdaki ayet-i kerimeler, buna önemli bir ışık tutmaktadırlar. Büyük bir sırrı da barındırmaktadırlar: “O, çok bağışlayandır, sevendir (Burûç suresi, ayet 14).”, “Rabb’inizden af ve mağfiret dileyin. Sonra günahlarınıza tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Gerçekten benim Rabb’im esirgeyendir, sevendir (Hûd suresi, ayet 90).”

Dikkat edilirse her iki ayet-i kerimede de Allah’ın (c.c.) sevgisi, bağışlama (el-Gafûr) ve esirgeme (er-Rahîm) anlamına gelen güzel isimlerinden sonra geçmektedir. Bunlar da kulun Allah’a (c.c.) tövbe edip günahlarının affı için sığındığı durumları karşılamaktadır. Demek ki Allah (c.c.), kulun tövbe ile kendisine yönelmesine sevinmekte ve böyle birisini de sevmektedir. Allah’ın (c.c.) sevgisi ise evrendeki en güzel şeydir. Kul için bundan daha güzel bir şey yoktur.

Şu hadis-i şerif de tövbe eden birisine karşı Allah’ın (c.c.) sevincini ve sevgisini açıklaması bakımından değerlidir: “Herhangi biriniz, ıssız bir çölde yiyeceklerle yüklü devesi ile birlikte giderken devesi elinden yiyeceklerle birlikte kaçsa o durumda aç ve üzüntülü bir halde ölümü beklerken aniden devesinin geri geldiğini görse şaşkınlık ve sevinç içinde şöyle demez misiniz: ‘Allah’ım Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabb’inim.’ Yemin olsun ki, tövbe eden kimsenin tövbesinden dolayı yüce Allah’ın (c.c.) sevinci, işte bu kulun sevincinden daha üstündür.”

El-Vedûd güzel ismi ile kula düşen görev, günahlarına tövbe ederek Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları ve rızası istikametinde bir yaşam biçimiyle O’nun sevgisine talip olmaktır.

İlahi aşk ve cezbe daima tövbe ve istiğfar halinde olan müminlere tecelli eder. Peygamberimizin (s.a.s) günde 70 kere (başka bir rivayette 100) kere tövbe ve istiğfar etmesi de böyle bir sırra sahiptir. Bilindiği üzere peygamberler ismet sıfatları icabı günahlara düşmezler. Ama onların her daim tövbe ve istiğfar etmeleri ilahi aşk ve cezbeyi davet etmekteydi, bu da Allah (c.c.) indindeki derecelerini ve makamlarını yükseltiyordu. Her ulaşılan makam ve derece, bir önceki için tövbe ve istiğfarı gerekli kılıyordu. Bu böylece devam edip gidiyordu.

Tasavvuf ve tarikat yolu tövbe ve istiğfarla başlar ve devam eder. İlahi aşk ve cezbe de bunun mükâfatı olarak peşinden gelir. Bunun sonu yoktur. Veliler de bu yolla makam ve derecelerini artırırlar. Nefis pişmanlık ateşi ile erir ve ruh da bu sırada ilahi aşk ve cezbe ile coşar. Pişmanlık ateşi ile erimeyen nefis ruhu hapsetmiştir. Bu yüzden ruhun aşka gelmesi ve coşması imkânsız bir hale gelir. Nefis aşk ve cezbe halini yaşayamaz. Aşk ve cezbe hali sadece ruha mahsustur.

Nefis ancak helal dairedeki şehvetle kendisinden geçer, yatışır. Nefis için şehvetten daha büyük bir zevk kaynağı yoktur. Bunun için adeta ona tapar. Şehvet ise bizim hayvanlarla olan ortak yanımızdır. Bizi bu dünyaya bağlar. Dünya hayatının hedefi de onun üzerine kuruludur. Aile kurmamızda ve evlat sahibi olmamızda gerekir. Bu açılardan yararlıdır. Aile hayatını da küçük görmemek gerekir. Çünkü bu dünyada cennet hayatının nüvesi aile hayatıdır. Nefis ancak aile hayatı ile teskin olup huzura erer. Ama şehvetin ilahi aşkla hiçbir ilgisi yoktur. İlahi aşkın verdiği zevk yanında o bir hiçtir. Zevk alma açısından ilahi aşk bir güneşse şehvet ancak bir mumdur. Çünkü şehvet ancak kendisi gibi bir nefis olan başka bir nefisle kaynaşırken zevk verir ve insanı tatmin eder, ilahi aşk ise âlemlerin yaratıcısı Allah’a karşı duyulur. İlahi aşk hiçbir zaman tatmin olmaz, gün geçtikçe daha çok kavurur. Nefis meşru daire dışında şehvet ateşine düştüğü zaman insanı hayvanlardan daha aşağı bir tabakaya indirir. Bu azmış ve bela arayan nefistir. Eğer tövbe nasip olmazsa bela ve musibet hem dünyada hem ahrette bu nefis sahibine mutlaka isabet eder. Hadis-i şeriflerde cehennemin ikinci katının zina edenlere ayrıldığı belirtilmektedir. Allah bundan muhafaza buyursun. Âmin. Şehvetiyle imtihan edilmeyen nefis yoktur. Hele ilahi aşk yolcusu şehvet hususunda elinin rahatlıkla uzanacağı veya bizzat karşı taraftan gelen davetlerle, baştan çıkarmalarla hem ins hem de cin sınıfındaki çok güzel dişilerle imtihan edilmeden ve bu imtihanları da geçmeden Allah dostu mevkisine çıkarılmaz. İnsan böyle bir şehvet karşısında Allah aşkını tercih ederse büyük bir devlete erer. Gönüllerin sultanı olur. Bu da ancak gerçek erlerin başarabileceği bir yiğitliktir. Geniş anlamda şehvet bizi dünyaya bağlayan bütün bağlara denir. Hak âşıkı bu bağlara yaşamı için zaruri nesneler ölçüsünce değer verir. Onun için sevgilinin murakabesi dışında hiçbir şey değerli değildir.

Nefsin tövbe ve istiğfarla oluşan pişmanlık hali, tasavvufta çok önemlidir. Bazı sofiler tarikata intisaplarında günahlarına tövbe ve istiğfar ile başlangıçta güzel haller yaşarlar. Sonra tövbe ve istiğfar devrinin bittiğini sanırlar. Artık Allah (c.c.) kendilerini affetmiştir, diye düşünürler. Hâlbuki her ibadetten sonra tövbe ve istiğfar etme tarikat adabındandır. Çünkü her ibadette kusurlarımız pek çoktur. Allah’a layık ibadet yapmamız mümkün değildir. Ayrıca sofiler virtleri ve ibadetleri sırasındaki tövbe ve istiğfarları gelişigüzel çekerler. İçten bir pişmanlık ateşi duymazlar. Yine şeyhlerine tövbe veya biyat tazeleme sırasında da yüreklerinde derin bir pişmanlık ateşi hissetmezler. Çünkü onlar pişmanlığın sadece günahlara mahsus olduğunu düşünürler. Artık günah işlemediklerine göre pişman olmalarına da gerek yoktur. Oysa tarikat ve tasavvuf yolunda en büyük günah, insanın Allah karşısında var olduğunu düşünmesidir. Onun için peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifi delil olarak mutasavvıflarca çokça söylenir: ‘Varlığın öyle büyük bir günahtır ki onunla hiç bir günah mukayese edilemez.’ Bundan başka bu dünyanın meşru nimetleri müminlere helaldir. Yani günah değildirler. Ama Allah âşıklarının veya böyle bir adayın bir iddiası vardır: ‘Allah’tan (c.c.) başka sevilecek varlık yoktur. Hatta Allah’tan (c.c.) başka her şey yoktur.’ O yüzden ona yani Hak âşıkına Allah (c.c.) dışındaki her şey, haramdır, günahtır. Bunlar için de, yani gönlünün dünyaya kaymasından da, helal olan şeylerden lezzet duyup saplanıp kalmasından da her tövbe ve istiğfar edişinde derin bir pişmanlık duyması, yüreğinde büyük bir ateş hissetmesi gerekir.

Nefis tövbe ve istiğfar sırasında pişmanlık ateşini duymuyorsa demek ki kendisini büyük görmektedir. Oysa tasavvuf ve tarikat yolunun amacı nefsi ezmek, hiç etmektir. Çünkü nefis engeli aşılmadıkça kişiye ilahi lütuflar da erişemez. Gerçi bu yolda tek amaç sevgilinin hoşnutluğunu ve rızasını elde etmektir. Bu nedenle ilahi lütuflara da kıymet verilmez.

Dünyayı helal nimetleri ile terk etmek kolay değildir. Bunu ancak gerçek yiğitler başarabilir. Elbette mesele bunları kalpten çıkarmaktır. Yoksa kalbe girmedikten sonra bütün dünyaya sahip olsak da ilahi aşkta bir sıkıntı meydana getirmezler. Ama bunu gerçekleştirmek çok zordur. Zira malı ve nüfuzu koruma düşüncesi nefsi cömert olmaktan alıkor ve bu durum da ilahi aşkı olumsuz yönde engeller. Onun için tasavvuf ve tarikat yolu genellikle zenginlere ve toplumda nüfuz sahibi insanlara pek hitap etmez ve nasip olmaz. Öyle kimselerin bir cemaatle İslami hizmete sarılmaları daha çok tabiatlarına ve meşreplerine uygun düşer. Bu yol da Allah’ın rızasına uygundur. Hele bu devirde tasavvuf ve tarikat yolundan daha önemli bir hale gelmiştir. Onun için bazı İslam büyükleri devrimizin tasavvuf ve tarikata uygun düşmediğini belirtmişlerdir. Bu sözleri ile tasavvuf ve tarikata karşı çıkmamışlar ama İslam’a hizmetin başka bir cephesinin önemine işaret etmişlerdir. Elbette tabiatı, meşrebi ve durumu tasavvuf ve tarikatlara uygun düşen insanlara kimse bir şey diyemez. Herkes sevdiği, hoşlandığı şeylerde ancak verimli olabilir. Kendisini kurtarıp başkalarına yardım edebilir.

Allah’tan başka kimsesi olmayan veya malı mülkü bulunmayanlar, tasavvuf ve tarikat yoluna çok uygundurlar. Şayet böyleleri tövbe ve istiğfar sırasında içlerindeki derin pişmanlık ateşini kaybetmeyip zikre ve rabıtaya yönelirlerse kısa zamanda ilahi aşkın eserlerini duymaya başlarlar. En azından zikir ve rabıtadan büyük zevk alırlar. Bu durum ise bu yolda büyük bir devlettir. Allah kimisine mal mülkle, nüfuzla cömertlik gösterir kimisine de ilahi aşk ve lütuflarla. Onun hikmetinden sual olunmaz.

İlahi aşk elbette Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulur. Ama Allah (c.c.) görülmez. Zatı da tasarlanamaz. O’nun zatını tasarlamak da hadis-i şeriflerde yasaklanmıştır. Bu yüzden O’nun zatına karşı duyulan ilahi aşk ibadetlerde hissedilir. Örneğin sofi için zikir ilahi aşkın bir sofrası olur. Doyamaz ve kanamaz. Cezbeye gelir. Onun zevk aldığı en sevimli uğraşısı ve işi haline gelir. Beri tarafta ilahi aşktan zerre kadar nasibi olmayan sofi için ise zikir uyku ilacı gibi tesir eder. Sofiyi mışıl mışıl uyutur. Bazılarını da vesveseye düşürür. Yani zikir hakkında olumsuz tavırlar takınmaya ve sözler söylemeye yöneltir.

Yalnız şunu unutmamak lazım ki, Allah sabredenleri sevmektedir (bk. Enfal suresi 46). Zikir hususunda ayak direyenler en sonunda gayelerine ulaşabilirler. Yani zikir başlangıçta onlara tatsız tuzsuz gelirken sonradan bundan büyük bir zevk alabilirler. Bir de insan zikirden zevk almasa da kendisinin yapabileceği belli sayıdaki virdi yerine getirmesi büyük bir kazançtır. Buna devam etmesi övülecek bir haslettir. Allah indinde de bu büyük mükâfatlar içerir. Her insanın belli bir sayıda zikir edinip çekmesi ve bu sayede Allah rızasına talip olması çok güzel bir davranıştır. İnsanın bunun için bir tarikata da intisap etmesine gerek yoktur. İnsan kendi başına da belli sayıda faziletli zikirleri edinip çekebilir. Tabii birtakım haller yaşarsa bir mürşid-i kâmilin rehberliğine mutlaka ihtiyaç duyacaktır.

İlahi aşkı nefis değil ruh hisseder. Çünkü nefis anasır-ı erbadan (toprak, su, hava, ateş) yaratılmışken ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah (c.c.) Hz. Âdem’i topraktan yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini beyan buyurmaktadır (bk. Secde suresi, 9,). Demek ki nefsimiz bu dünyaya, ruhumuz da Allah’a aittir. İlahi aşk Allah’tan gelen ruhun tekrar Allah’a ulaşmak istemesi üzerine duyulan büyük bir çekiliştir. Tabii bu çekiliş ilahi olduğundan büyük bir zevk ve kendinden geçme de buna iştirak etmektedir. Vücutta cezbe eserleri bu sayede kendisini gösterir. Bu durum beşeri (mecazi) aşkta da böyledir. Ruh beşeri aşkta da yanar, kavrulur. Böyle birisi daima sevgilisini düşünür. Başka her şey gözünden düşer. Dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığı gibi kişi kendisini de bir hiç olarak görür. Sadece var olan sevgilisidir. Ruhun karşı cinse aşkı bu yüzden mutasavvıflarca övülmüş ve ilahi aşka geçişte bir köprü olarak görülmüştür. Böylelerinin tasavvuf ve tarikat yoluna girdiklerinde mecazi (beşeri) aşktan ilahi (gerçek) aşka çok daha kolay geçebileceklerini söylemişledir. Edebiyatımızda mesnevilerin konusu genellikle mecazi aşktan ilahi aşka yükselmedir. Eski devirlerde kadının sosyal hayatta görülmemesi, örtünmesi, evlilik dışı her türlü ilişkinin (arkadaşlık, flörtlük) yasak oluşu bu mecazi aşkları kara sevdaya dönüştürmekteydi. Dolayısıyla edebiyat dünyasında mesneviler bir yaşam gerçekliğine yararlı olmak amacıyla bu konuyu seçiyordu. Mecazi aşka tutulanları ilahi aşka yönlendiriyorlardı.

Bazı şeyler kitaplardan öğrenilmez. Bunların öğrenilmesi için bir üstat gerekir. İlahi aşkta da durum böyledir. Bir mürşid-i kâmil bu ilahi aşkta ilk adımdır. Mürit ilahi aşkı önce mürşidine karşı yaşar. Çünkü mürşit ilahi tecelliye mazhardır. Mürit onu görünce cezbeye tutulur. Rabıtada adeta erir. Mürşidi bir nur ve feyz kaynağıdır. Bu durum fenafişşeyh (mürşidinde yok olma) haline kadar böyle gider. Mürşit onu manevi âlemde Rasulullah’la tanıştırır. Fenafirrasuldan (peygamberde yok olma) sonra fenafillâh (Allah’ta yok olma) makamı gelir ki o zaman ilahi aşktan söz edilebilir.

Dini kitaplar, güzel manzaralar insanı Allah’la ilgili tefekküre götürebilir. Hak âşıkı pek tefekkürle meşgul olmaz. Daha doğrusu tefekkür onun ruhunu doyurmaz. Sadece bir değişiklik verir. Ruhu bu açıdan biraz rahatlatır. İştahlandırır. O vaktini daha ziyade murakabe ile geçirir. Daima kendisinin sevgilisi tarafından gözetlendiğini düşünür.

İlahi aşkın insan için en yararlı şekli kendisini ibadetlerde gösterir. Nefis hiçbir ibadeti sevmez. Her ibadet onun zoruna gider. İbadetlerden nefret eder, kaçar. Kişi nefsinin bu eğilimine rağmen ibadetlerini yerine getiriyorsa o büyük bir kahramandır. Müslüman’dır. Nefsiyle yaptığı savaşı kazanmıştır. Allah fazl u ikramıyla bu kişiye zamanla ibadetleri sevdirir. Belli ki ruhu nefsin baskısından kurtulup ibadetlere karşı olan aşkını sahibine hissettirmiştir. O kişinin nefsi de buna pek ses çıkarmaz. Bu olgun müminin vasfıdır. Hak âşıkı ise ibadetlere adeta koşar. Yorulmak nedir bilmez. Hiçbir dünya nimeti ibadet kadar ona lezzet vermez. İşte gerçek, ilahi aşk da budur. İbadetlere karşı duyulan bu aşk Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulan aşkın bir yansımasından başka bir şey değildir.

Allah (c.c.) lutf u ihsanıyla her birimize ibadetlerine karşı sevgisini ve aşkını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi