MUTASYON

MUTASYON

ALPEREN GÜRBÜZER

Canlılarda bir genin yapısında ve rekombinasyonlarında ani olarak meydana gelen kalıtsal değişikliklere mutasyon denmektedir. Mutasyonlar kendiliğinden veya deneysel olarak gerçekleştirilebiliyor. Deneylerden elde edilen sonuçlar itibariyle mutasyonların nizami olmayıp gelişigüzel bir yola kanalize oldukları, aynı zamanda ani değişmelerin periyodik aralıklarla değil nadiren nüksettiğini, faydalı mutasyonların ise istisna derecesinde vuku bulduğu gözlemlenmiştir. Hatta yumurtalık ve testisler dış kaynaklı etkilerden korunacak bir bölgede konuşlandıklarından mutasyona uğramaları daha zayıf ihtimal gibi gözükmektedir. Yinede radyoaktif veya kozmik ışınlar bir nebze olsun tesir edebiliyor. Dahası son derece kompleks yapıda ki bir hücre programının en küçük bir değişime maruz kalmasıyla birlikte doğması muhtemel arızaya tahammülü olmadığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla evrimcilerin mutasyonlardan beklentileri zararlı olmaları noktasında değil, aksine büyük oranlarda faydalı olmalı ki evrime delil olabilsin. Biliyorlar ki zararlı mutasyonlu bir genetik yapının tabii seleksiyondan korunması mümkün olmayacaktır. O halde mutasyonu faydalı olarak lanse etmeli ki tabii seleksiyonun elemesine maruz kalmadan iddialarına dayanak teşkil edebilsin. Bir kere şunu belirtmekte fayda var canlıların genetik yapılarında cereyan eden küçük değişmeler asla yeni bir canlının dönüşmesine yol açmamaktadır. Zaten mutasyonun milyonlarca yıl sürebilecek birikimle yeni bir tür ortaya çıkaracağını söylemek abesle iştigal olabileceği gibi bu uzun bir zaman dilimine dayalı evrimin deneysel uygulamasının ispatı da bir o kadar imkânsızdır. Bu gerçeklere rağmen evrimciler kendilerince hayali bir ihtimal hesapları üreterek her 100 milyon senede 8 mutasyon olayının gerçekleşebileceğini söyleyip durmaktalar. Oysa ispatlamaktan aciz teoriler bilimin dışında yer alacaktır. Çünkü bilim sebep netice ilişkisine göre kendine rota çizer. Yinede bu tür düşünceler tecrübe edilemeseler bile üzerinde tartışılmayacak anlamına gelmez. Neyse ki evrimcilerin mutasyonların faydalı olduğu tezine karşı antitez geliştiren sağduyulu bilim adamlarımızda var. Söz konusu bilim adamları mutasyonların zararlı olduğu görüşünde hem fikirdirler.
Darwin, kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan birtakım canlılarda cereyan eden faydalı küçük değişmelerin birikmesiyle kuşaktan kuşağa geçip zamanla farklı bireylere dönüşebileceğini düşünmüştür. Fakat ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamamaları teorinin daha ilk baştan iflas edebileceğinin işaretlerini vermeye yetmişti bile. İşte canlılarda faydalı değişikliklerin kökeni nedir sorusunun karşılık cevap bulunamadığı konuyu ileride Neo-Darwinizm el atıp, bu işin kaynağının rasgele meydana gelen mutasyonlar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa mutasyonlar bir canlının genetik yapısında nükseden kopma, yer değiştirme, bozulma gibi faktörlerin etkisiyle bir takım zararlara neden olduğu belirlenmiştir. Buna rağmen kendilerini modern evrimciler olarak takdim eden Neo-Darwinistler tabii seleksiyonun koruma şemsiyesi altındaki mikro düzeyde mutasyonların birikmesiyle birlikte yeni türlerin meydana geleceğini iddia etmektedirler. Hatta iddia ile sınırlı kalmayıp elle tutulur faydalı bir mutasyon bulma adına geceli gündüzlü büyük bir çaba içerisine girdiler, ama günümüzün ileri teknoloji donanımına sahip laboratuarlarda yaptıkları her deneme sonucunda elleri boş dönmüşlerdir. Anlaşılan o ki Neo- Darwinistler tıpkı klasik evrimciler gibi mutasyonların zararlı, hatta birçoğunun öldürücü olduğunu görmezlikten gelerek modernlik kisvesi altında fikirlerini yutturmaya çalışmışlar. Onlar yutturmaya çalışa dursunlar takriben 100 ila 1000 mutasyon arasından belki bir tanesi organizma için faydalı olsa bile o bir tanenin nesilden nesile aktarılmadığı anlaşılmıştır. Dahası faydası olduğu söylenen mutasyonun hücre üzerindeki etkisinin ne olacağı belli olmadığından vay o hücrenin haline demekten başka ne diyebiliriz ki. Üstelik şimdiye kadar doğru dürüst faydalı olduğuna dair bir mutasyon olayının varlığı henüz ispatlanmış değil. Tam aksine mutasyonların faydadan çok zarar getirdiği öyle belli ki bizatihi kendileri mutasyona neden olan radyasyon ortamlarından hızla uzaklaşmanın çarelerini aramaya koyulmuşlardır. Zira hâlihazırda mevcut mutagenlere yenilerinin ilavesiyle evdeki hesabın çarşıya uymayacağı besbelli. O halde anlık durum değerlendirmesi yapıp bu noktada mümkün olduğu kadar yenilerinin eklenmesine geçit vermemek, nükleer santrallerin yapımı ve nükleer denemeler aleyhinde kamuoyu oluşturarak mutasyonların çoğalmasının önüne geçmek artık temel gayeleri olmuştur. O zaman demezler mi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Hani mutasyonlar faydalıydı. Madem mutasyon faydalı mutasyonu hızını artıracak mekanizmaları durdurmanın ne anlamı var ki?
Demek ki Neo-Darwinizmden bir halt olmayacağını anlayanlar son zamanlarda bu seferde sıçramalı evrim tezini ileri sürmeye başladılar. Yani bir zamanlar canlı türleri arasında ki küçük değişmelerin uzun bir zaman diliminde kademeli bir şekilde meydana gelerek yeni bir canlı meydana getirdiği şeklinde ileri sürdükleri fikrin yerine 180 derecelik bir dönüşle evrimin ansızın ve büyük değişiklikler sonucu ortaya çıktığı çizgisine gelinmiştir. Maalesef bu teoride mesnetsiz bir çıkış örneği sergilemektedir. Görülmüş müdür dünya kara sahasını oluşturan canlıların ansızın uykularından uyandıklarında kapsamlı bir değişiklik sonucunda dev yapılı canlılara dönüştüğü, ya da dev bir balina haline geldiği. Hakeza evrimcilere göre güya kuşlar sürüngen yumurtalarından ansızın meydana gelmişler. Oysa bu iddiaya kargalar bile gülmektedir. Hatta bu yaklaşım tarzı karşısında masallar bile geri planda kalmaktadır. Düşünebiliyor musunuz tamamen su içerisinde hayatını geçiren amfibiyen yumurtası nasıl oluyorsa bir anda karasal ortamda gelişen sürüngen yumurtasına dönüşecek. Üstelik sürüngenler, amfibiyenler aralarında hiçbir bağ olmadan kendilerine ait herhangi bir ataları olmaksızın yeryüzüne çıkmış canlılar olmasına rağmen utanmadan sıkılmadan böyle bir evrimleşmeden söz edebiliyorlar hala. Baksanıza o kadar uçuk fikirler ileri sürmeyi seviyorlar ki sürüngenleri uçurup kuş kategorisine rahatlıkla dâhil edebiliyorlar. İyi hoş ta adama sormazlar mı yarım doktor insanı candan yarım hoca ise insanı dinden eder. O halde eksik göz ya da yarım kanatla evrimleştiğini iddia ettiğiniz varlığı daha uçuşa geçirmeden o hayvanı anasından doğduğuna bin pişman etmiş olmuyor musunuz? Bir kere kuşların kemikleri kara canlılara nispeten daha narin daha hafif ve bir o kadarda kendine özgü kalp-dolaşım sistemi mevcuttur. Üstelik akciğerleri diğer canlılara göre çok daha farklıdırlar. Keza biri pullu diğeri tüylü derili olup her açıdan birbirlerinden ayrıdırlar. Hadi bu anatomik farklılıklardan da vazgeçtik, peki bugüne kadar tek kanat ya da yarım kanat içeren ara fosiller neden bulunamamıştır. İşin garibi şu meşhur tavus kuşu var ya, işte o kuşun birbirinden güzel nakışlarla işlenmiş tüylerindeki estetiğe Darwin baktıkça dona kalmış ve hatta bu kuşun tüyleri ileri sürdüğü teorisinden nerdeyse soğutacak kadar kendisini mest ettiğini itiraf edebilmiştir. Anlaşılan o ki sürüngenlerin kuş tüylerine dönüşümünü gösterecek hiçbir epidermal (üst deri) orijin bulunamamıştır.
Kromozom Yapısı Değişmeleri
Mutasyonla ilgili örneklere kromozom düzeyinde de ele alabiliriz. Evrimciler irsi karakteri içeren kromozomların yapısında bulunan DNA’ların tesadüfü olarak veya mutajenik değişmeye uğrayarak meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Elbette ki DNA’larda istisnai değişmeler kendiliğinden veya x ışınları, ultraviyole ışınları, gama ışınları ve çeşitli kimyasal maddeler vs. etkisiyle meydana gelebiliyor. Buna itirazımız yok zaten. Hatta mutasyonların bir kısmı ise hücre bölünmesi sırasında birtakım anormalliklerden kaynaklanarak ta oluşabiliyor. İster tesadüfen isterse diğer nedenlere bağlı olarak her ne sebeple mutasyon olayı gerçekleşirse gerçekleşsin netice itibariyle böyle bir olayın ardından yeni bir başka canlı ortaya çıkması asla söz konusu değildir. Kaldı ki mutasyona uğrayan DNA’nın tahribatıyla birlikte daha çok hücrenin ölümü olayı ile karşı karşıya kalınmaktadır. Küçük değişiklik deyip geçmemeli, sinek küçük olsa da sonuçta mide bulandırıyor. Buradan hareketle genetik kodlarda tesadüfî değişmeler mükemmellik doğurmamakta, tam aksine maraz yapılar oluşturmaktadır. Nitekim tam donanımlı bir fabrikada çalışan cihazlarda birkaç parçanın fire vermesiyle birlikte daha üstün performansla çalışan bir aygıt çıkardığına şimdiye kadar rastlanılmamıştır. O halde artık mutasyonun var olmayan herhangi bir organı var edemeyişini anlamamız gerekmektedir. Zira mutasyon planlayıcı bir program değil ki kendiliğinde ihtiyaç belirleyip kanat, kıl, tüy, gaga gibi yapılar ortaya çıkarabilsin.
Genel itibariyle genler çok kararlı bir yapıya sahiptirler. İşte bu kararlı yapıları sayesinde aradan uzun seneler geçse bile değişikliğe uğramadan kararlılıklarını koruyabiliyorlar. Fakat üzerinden ancak birkaç binyıl geçtikten sonra nadir değişiklikler nüksedebiliyor. Dolayısıyla mutasyonlar kromozomlar üzerinde yer alan bir genin binlerce alt ünitesinin ancak birinde değişmeye neden olacak bir etki yaptığı gibi, birçok gen tarafından da etki altına girdikleri artık bir sır değil. Yani karşılıklı etkilenmeler söz konusudur. Üstelik mutasyonlar bir genin alt ünitesinin biri üzerinde ani değişiklik meydana getirse de, meydana gelen bu istisnai değişikliğin birçok gen tarafından kontrole tabii tutulduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Aynı zamanda mutasyonlar zararlı olduğu konusunda bilim adamlarının ekseriyeti hem fikirdirler. Ne yazık ki bu konuda evrimciler bu mutasyonlardan ancak çok az bir kısmının (milyonda bir) faydalı olduğundan dem vururlar. İşte görüyorsunuz % 50’si faydalıdır demiyorlar, peki ne diyorlar? Canlılar âlemindeki çeşitliliğin milyonda bir ihtimalle meydana gelebilecek faydalı mutasyon sayesinde ortaya çıktığını iddia etmekteler. Düşünebiliyor musunuz binlerce nesilden sonra mutantlar, orijinal genlerin veya değişime uğramamış genlerin yerine geçerek idareyi ele aldıklarını söyleyebilmekteler. Daha da ileri giderek tam dört dörtlük değişikliğin 30–40 milyon geçtikten sonra gerçekleşebileceğini zırvalamaktalar. Oysa bir türün evrimleşmesi için genetik kodlarda değil bir veya iki, çok daha büyük oranlarda faydalı değişikliklerin cereyan etmesi gerekirdi. Fakat gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değil. Çünkü hiçbir mutasyon genetik kodu geliştirmediği gibi herhangi bir genetik bilgi de ilave edememektedir. Böylesine genetik enformasyona katkıda bulunmayan mutasyonun genetik kodlarda eksilmeler ve bozulmalara neden olduğu gerçeği ortada iken hala onu evrim kahramanı ilan etmek doğrusu bir bilim adamına yakıştıramıyoruz. Bir noktada ateisti anlarım, o zaten ruhsuz, inançsız, düzen, intizam nedir bilmeyen tesadüf dünyasında yüzen dedikodu kahramanı. Dolayısıyla bilim adamının dedikodulardan yola çıkma lüksü asla olamaz, temel kriteri analitik gözlem ve deneyler olmalıdır. İşte görüyorsunuz masal kahramanı ilan ettikleri dev mutasyonlar aslında genetik âlemde devasa azalmalar ve düzensizliğin (bozulmalara) baş kaynağıdırlar. Bu kaynaktan evrimleşme bekleyenler düştükleri çukurdan nasıl çıkacaklar doğrusu bende çok merak ediyorum. Kaldı ki milyonlarca proteinden bir tanesi bile tesadüfe meydan vermeyecek şekilde hayata merhaba derken, gayri nizami kaynaktan yeni bir canlının türeyeceğini beklemek doğmamış çocuğa don biçmek gibi bir şey olsa gerektir.
Mutasyonu oluşturan radyasyon ve kimyasal faktörlerden herhangi birisinin etkisine bırakılmış bir hücrenin kromozomu enine olarak bir veya daha fazla noktadan koparak yer değiştirir ki, işte bu tür kopma olayına fragmantasyon denmektedir. Yani kopmalar kromozom tip ya da kromatid tip şeklinde gerçekleşebilmektedir. Dahası kromozom tipinde bir kromozom her iki kromatidi aynı noktada kopabiliyor. Böylece bu şekil kopan bir kromozom sentrik olmak üzere iki parçaya ayrılmaktadır. Kromatid tipte ise iki kromatitten yalnız biri kopup, bu şekil kopan bir kromozom asentrik (sentromersiz) olmak üzere iki parçaya ayrılmaktadır. Derken asentrik olan kromozom sentromeri olmadığı için kaybolmaya eğilim gösterecektir. Mesela kromozomu kopmuş bir parça çok defa şifa bularak orijinal şeklini alır, ya da asentrik parça koptuğu yere veya başka bir kromozomun ucuna yapışacaktır. Sonuçta kopan parçanın aynı yere yapışması bir değişikliğe sebep olmayacaktır. Ancak başka bir kromozoma yapışması veya koptuğu yere ters dönmüş olarak yapışması kromozomun yapısında cüzi bir değişikliğe neden olup yeni bir canlı ortaya çıkaramayacaktır.
Kromozomlar genellikle tek tip halde interfaz (erken profaz) oldukları zaman daha kolay koparlar. Tekrar yapışma olayı olmadığı zaman sentrik ve asentrik parçalar uzunlamasına yarılarak herbiri iki kromatid oluşturacaktır. İki kromatidin kopuk uçları birleşirse bu olaya kardeş kromatidlerin birleşmesi anlamına sister union (S.U.) denmektedir. İşte yukarıda sıraladığımız envai çeşitli bu kopuşların çoğu kez hücrenin onaramayacağı boyutta birtakım altından kalkılamayacak derecede tahribatlara yol açtığı ayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü mutasyonlar sihirli bir değnek değil. Üstelik bu değnek zararlı olduğu yediden yetmişe herkes tarafından bilinmektedir. Tabir caizse Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil faciasının yol açtığı sakat ve toplu ölüm manzaralarını aratmayacak nitelikte zararlı bir biyolojik atom bombası görevi yapmaktadır. Zira çok kompleks düzene sahip kromozomlar üzerinde hangi tür kopmalar ve değişmeler olursa olsun şurası bir gerçek bütün değişmeler mükemmelliğe doğru değil tam aksine bozulmaya doğru zararlı değişimler olarak tezahür etmektedir. Maalesef mutasyonun zararı etkisinden büyük olmaktadır. Bir başka ifadeyle zirveye doğru değil tabana doğru bir gidiş söz konusudur. Mutasyon hiçbir zaman tavan yapmaz, aksine sefillere oynayan bir girdabın içerisinde debelenip duran bir olaydır. Dolayısıyla debelenip durmasına şaşmamak gerekir. Çünkü programsız, gelişi güzel gelişen olayların sonu hep hüsranla bitmiştir. Nizami perspektiften yoksun, şifresiz bir arıza yapının nizami yapılar oluşturup yeni canlıların türemesine yol açacağı düşüncesi evrimcilerin hep hayali mahsulü kalacaktır. Kelimenin tam anlamıyla ne mutasyonların ne de tabii seleksiyonun organize topluluklar oluşturabilecek gücü yoktur. Gücü olmayanın yönlendirme özelliği de olamayacağına göre her ikisinde de enerji dönüşümü beklemek boşa gayretten öteye geçemeyecektir. Anlaşılan o ki mutasyonlar canlılar üzerinde ‘küçük çapta değişiklikler, etkisiz, rasgele ve zararlı’ diyebileceğimiz özelliklere sahip, aynı zamanda genetik yapıya olumlu katkıda bulunmayan yapılar olarak tarif edilecektir. Sahi yoksa şimdi bu özelliklere sahip mutasyonlardan hala evrimleşme olayının gerçekleşeceğini mi sanıyorsunuz? Öyle anlaşılıyor ki bizden virane olmuş, hatta mutasyon depremiyle yerle bir olmuş şehrin enkazından arta kalan faydalı mutasyonlarla kendiliğinden sentez harekâtı başlatıp eskisinden çok daha güçlü yeni bir başka şehir doğabileceğine inanmamızı bekliyorsunuz. Önce somut yararlı bir mutasyon örneği gösterin belki inanırız. Fakat bunca çabalarınıza rağmen bugüne kadar bir tane bile olsa faydalı mutasyon oluşturamadınız. Hani ne oldu, meyve sinekleri üzerinde senelerce mutasyon deneyleri veya bu canlılar üzerinde müteaddit defalar mutajenik uygulamalar yapmanıza rağmen bir tek somut faydalı mutasyon oluşturamadınız. Üstelik zamanınızı, hatta on yıllarınızı verdiniz yetiştirdiğiniz meyve sineklerinden işe yarar bir tek enzim bile ortaya koyamadınız. Maalesef içine düştüğü bu durum tamamen bir hilkat garibesi olayı olmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Netice itibariyle evrime uğramış bir canlı türü hayali fiyaskoyla noktalanmıştır. Ancak ve ancak akıllarda sadece mutasyona uğramış tüm sineklerden arda kalan birkaç sakat, kısırlaşmış ölü halde sinekler veya ayakları kafasından çıkan meyve sineği (Drosophila) kaldı. Görüyorsunuz mutasyon zavallı meyve sineğini zarara uğratarak sinekliğinden utandıracak hale sokmuştur. Hakeza insanlar üzerinde nükseden tüm mutasyonlar ya kalıcı olarak sakat bırakmakta ya da çoğu ölümle sonuçlanan vakalara sürüklemiştir. İşte bu yüzden bir kromozomun tümünün bozulması neticesinde ortaya çıkan arızaya kromozom mutasyonu diye tarif edilmektedir. Kromozom mutasyonu geçiren bir hücrede ister istemez genlerin sıra dizilimi alt üst olup DNA’daki bilgilerin okunamaz hale getirebiliyor. Nitekim kromozom değişmeleri aşağıda çeşitli şekillerde meydana gelmektedir. Şöyle ki;
İnversiyon
Kromozomun bir parçasının koptuktan sonra aynı kromozoma 180 derecelik bir dönme ile bağlanmasına inversiyon diye tarif edilir.
Translokasyon
Homolog olmayan kromozom parçalarının yer değiştirmesi olayına translokasyon denip, bu tür kopma olayları çeşitli şekillerde olabiliyor. Şöyle ki;
—Farklı homolog çiftlerine ait kromozomların birbirini kat etmesi sonucunda temas noktasında kopmaya sebep olur ki, bu kopan parçalar translokasyon meydana getirecek şekilde birleşmektedirler.
—Homolog olmayan kromozomların sentromere yakın bölgelerde kopan parçaların değişmesi (translokasyon) vuku bulur ki, böyle hallerde bir büyük kromozom birde küçük kromozom meydana gelmektedir. Yani başlangıçtaki 2 akrosentrik kromozomdan tek metasentrik kromozom meydana gelmiş olur. Böylece o türün diploid kromozom sayısında azalma olur. Öneğin: Drosophila, Reptilia, Kuşlar vb. birçok hayvanlarda böyle hallerin meydana geldiği anlaşılmıştır.
—Homozigot translokasyonla, bir çifte ait her iki kromozom öncekinden farklı genleri taşır ki bu durumda birbirinin homoloğu olduklarında redüksiyon bölünmeyle birlikte eşleşmiş olacaklardır.
— Heterezigot translokasyonda ise iki farklı homolog çiftine ait kromozomlardan bir tanesi orijinal şeklini korumakla beraber diğeri translokasyona uğramış olacaktır.
Delesyon ve defisiyens
Çeşitli dış faktörlerin etkisiyle kromozomdan kopan herhangi bir parça tekrar kromozoma bağlanmayabilir. İşte bu yüzden kromozom parçasının ucundan koparak kaybolmasına defisiyens ve arasından kopana ise delesyon denmektedir. Zira kaybolan kromozom parçası çok defa gen mutasyonu olarak tanımlanır. Eksilen parça çok büyük hayati öneme sahip genleri ihtiva ettiği takdirde canlıda latel etki yapabiliyor. Keza kopan parça küçük olsa da önemli genler ihtiva ettiğinden yine latel etki söz konusu olabiliyor. Şurası bir gerçek DNA üzerindeki nükleotidlerin kopması, yerlerinden başka yerlere taşınması, ya da tamamen yok olması canlıya herhangi ekstra bir avantaj sağlamıyor, tam tersi bir bakmışsın kol bir anda sırttan veya bilemedin kulağın karın bölgesinden çıkmasına benzer nahoş manzaralar doğurmaya yaramaktadır. Tabii buna yaramak denirse. Zira görüldüğü üzere mutasyon bilgi eklemiyor bilgiyi ortadan kaldıracak eylemlerde bulunuyor sadece. Yani DNA molekülünün herhangi bir noktasında gerçekleşen bir hata, bir çözülme veya kopma bazı karakterlerin eksilmesi dediğimiz gen mutasyonuna yol açmaktadır.
Duplikasyon
Bir kromozomdan kopan parçanın homoloğu olan kromozoma dönüşmesi veya bağlanmasına duplikasyon denmektedir.
Duplikasyonun krosigoverden farkı; krosongoverle homolog kromozomların her ikisinde parça değişimi olurken, duplikasyonda ise homolog kromozomlardan yalnız birinde parça değişimi gerçekleşmektedir.
Bir kromozom yapısı içerisinde mutasyonla mevcut olan sırasını değiştirmiş bir gen, yeni komşu genlere göre eskisinden oldukça farklı bir etki kazanabilir ki bu hale position effect (durum etkisi- yer etkisi) diye tarif edilir. Böylece bu tip değişmeyle farklı karakter ortaya çıkabiliyor. Bu küçük farklar birikerek zamanla yeni arızalar meydana gelmesine sebep olmaktadır. Mesela Drosophila melanogaster’in (sirke sineği) x kromozom noksanlığı duplikasyonla özellikle heterozigot dişilerde görülüp, öldürücü etki yapmaktadır. Diğer taraftan aynı defisiyens gösteren x kromozomlu erkek Drosophila’nın homoloğu bulunmayanı için de yine öldürücü etki yapar. Bu yüzden Drosophila’da gözün küçük kalmasına Bar hali denmektedir. Ki; bu bar hali kromozom üzerinde bir parçanın duplikasyonu ile meydana gelir. Duplikasyonun tekrarlanması halinde ise ultraboar denilen ince bir göz şekli ortaya çıkmaktadır.
Şurası muhakkak duplikasyonla vücut sarı renkli, göz ince ve küçük olarak kalsa da hayata yeniden göz kırpan yeni kuşak canlılar yine eskisi gibi Drosophila kalacaklardır. Asla bu durum küçük farkların birikmesiyle birlikte başka bir canlı türün meydana gelmesine kapı aralamayacaktır. Mesela birbirine benzer at ve eşek çiftleştirildiğinde katır doğmakla birlikte, katır hiçbir zaman üreme kabiliyetine erişemeyecektir. Bu tür çiftleşme olayıyla mutasyonun hududu bir noktaya kadar çizilip ondan ötesine geçit verilmiyor. İşte etrafında kıyamet kopartılan mutasyon denen hadisenin gücü buraya kadarmış meğer.
Bilindiği üzere insan hücresinde ki kromozom sayısı 46’dan 47’ye yükselmesiyle birlikte mongolizm hastalığı ortaya çıkıyor. Şayet mutasyondan kaynaklanan değişim cinsiyet hücrelerine sirayet ederse çocuk sakat olarak doğabiliyor. Yukarda bahsettiğimiz mutasyon sonucu ortaya çıkan arızalara mongolizm, down sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi ve çağın vebası bir takım kanser türlerini de ilave ettiğimizde hiçbir mutasyonun faydalı olmayıp aksine biyolojik nizam üzerinde tahribi söz konusudur. Dolayısıyla sakat ve hastalıklı yapıları evrime dayanak kılmayı düşünen insanların akıllarından şüphe etmek gerekir. Kaldı ki canlıya zarar veren her oluşumdan medet ummak akıl kârı bir iş gibi gözükmüyor.
Kromozom sayısı değişmeleri
Şurası bir gerçek mutasyonun bir döllenme esnasında teşekkül etme ihtimali milyonda bir olup, yeni kuşaklara aktarılması için mutlaka üreme hücrelerinde bu olayın gerçekleşmesi icap etmektedir, ama öyle olmuyor. Nitekim insanda altıparmaklılık nüksettiğinde bir sonraki kuşağa geçmediği gözlemlenmiştir. Hakeza gözün radyasyon veya kimyasal etkiler vs. gibi sebeplerle mutasyona uğrayarak anormal bir hal alması da öyledir. Kesinlikle arızalar bir sonraki kuşağa transfer olmayıp doğan çocuk orijinal haliyle doğmaktadır. Yani genetik yapı gereği bir canlının hücresi kendi spesiyesi yönünden karakteristik sayıda kromozom taşımaktadır.
Eşeyli üreme gösteren canlılarda gametlerin ihtiva ettiği kromozomlar üzerinde bir takım yapılara genom adı verilip, üreme hücrelerinde kromozom sayısı n ile gösterilmektedir. Aynı zamanda genomlar planlı bir programın tasarımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tasarımda sapma olduğu takdirde genom mutasyonu söz konusu olup tıpkı mongolizm hastalığında olduğu gibi hücre içerisindeki kromozom sayıları üzerinde değişiklik doğabiliyor. Somatik hücreler ise iki misli kromozom ihtiva ettiklerinden program gereği kromozom sayısı 2n olarak yer almaktadır.
Kromozom sayısı değişmeleri değişik adlar altında gerçekleşmektedir. Şöyle ki;
Euploidi
Bir takımdaki kromozomların hepsinin birden sayısının tüm katlar halinde yükselmesi veya o takımın organizmada birdefa bulunması olayıdır.
Monoploidi
Nadiren bazı hayvan ve bitki hücrelerinde kromozomlar bir takım (n kromozom) ihtiva eder ki; bu olay monoploidi olarak bilinmektedir. Böyle fertlere ise monoploid adı verilmektedir. Mesela Sorghum, Hordeum, Triticum vb. bazı bitkilerde monoploid fertlere rastlanmaktadır. Bal arılarında da erkek monoploid, dişi ise diploid olmaktadır. Bu arada Monoploid fertler döllenmemiş yumurtanın gelişmesiyle hâsıl olurlar. Mesela bitkiler üzerinde x ışınları vasıtasıyla yapılan tozlaşma deneylerinde polenlerin yumurtayı dölleyememesiyle birlikte monoploid embriyoların meydana gelmesine sebep olduğu belirlenmiştir. Keza Triturus’un yüksek temperatür şokuna tabi tutulduğunda yumurtalar gençleşip monoploid fertler teşekkül ettiği gözlemlenmiştir. Monoploid fertler aynı zamanda sahip oldukları genler bakımdan homozigotturlar.
Poliploidi
Bir takımdaki kromozomların tümünün birden sayısının 3 veya daha fazla kata yükselmesi poliploidi diye tanımlanıp, bu olay sonunda 3n, 4n, 5n veya daha yüksek kat ‘n’ kromozomlu fertler meydana gelmektedir. Bunlar sırasıyla triploid, tetraploid, pentaploid diye isimler alırlar.
Poliploidlerin meydana gelmesi iki yolla olur.
1- Mayoz bölünme esnasında kromozom sayısının yarıya inmesinin önlenmesiyle birlikte somatik hücrelerde (2n) kadar genoma sahip gametler teşekkül eder. Gametlerin (erkek ve dişi ) birleşmesiyle zigot teşekkül etmektedir. Zigotun gelişmesiyle de başlangıçtaki orijinal ferdin iki katı kadar genom taşıyan bir fert meydana gelir.
Kromozom eşleşmesi esnasında meydana gelebilecek herhangi bir intizamsızlık kromozomların birinci anafaz da yarı yarıya zıt kutuplara gitmesine vesile olup hepsi aynı nükleus içerisinde kalacaklardır. Bu yüzden böyle nükleuslara restitüsyon nükleus denmektedir. Bir restitüsyon nükleusu ikinci kez bölünme geçirdiğinde iki hücre meydana gelecektir ki bu hücrelere diyad denir. Yani normal halde beklenen tetrat yerine bir diyad meydana gelmiş olur. Diyad hücrelerin her biri tetratın iki misli büyüklükte olup, 2 kat kromozom taşırlar.
2-Zigotun ilk bölünmesi esnasında hücre çeperin enine teşekkülüne engel olmak suretiyle meydana gelebilecek fertte kromozom sayısının iki kata yükselmesi hadisesi gerçekleşir ki bu olaya kromozom ikileşmesi denmektedir. İkileşme yoluyla poliploid fertler elde etmek için yüksek seviyelerde seyreden hararet şoklar ve bazı kimyasal maddeler uygulandığında ilk önce iğ ipliklerin uyuşmasıyla birlikte hücre faaliyetine engel olduğu, böylece kardeş kromatidlerin her biri zıt kutuplara çekilemeyip ekvator bölgesinde kalmak zorunda kaldıkları gözlemlenmiştir. Bu durumda evvelkinin 2 kat kromozoma sahip bir nükleus meydana gelmektedir. Fakat iğ ipliği üzerindeki narkotik etki ortadan kalktıktan sonra mitoz tekrar normale dönmektedir. Derken evvelce hâsıl olan tetraploid hücreler bölünmek suretiyle bu sayı normal seyrinde devam edip en nihayetinde autoteraploid dokular (organlar) meydana gelmektedir.
Bu arada belirtmekte yarar var; narkotik kimyasal maddelerin başında bir süs bitkisi olan colchicum automole ile narkotik zehir içeren colchicine bitkisi gelmektedir.
Autopoliploidi-
Bir poliploidin ihtiva ettiği genomların hepsi aynı türden geliyorsa bu durumda ister istemez autopoliploid’den bahsedilecektir. O halde diploit bir fert düşündüğümüzde AA genomlarına sahip iki ferdin çaprazlanmasıyla (kendileştirilmesi) birlikte aynı türe ait 4 genom (4A) yani autotetraploid hâsıl olacağı muhakkak. Şöyle ki;

AA x AA AA x AA

\ ⁄ \ ⁄

AA AAAA (4x)


x2
AAAA (4x) şeklinde tezahür edecektir.
Ekseriyetle autotetraploidlerle onların diploid ebeveynleri arasında çaprazlama yapılamamaktadır. Yapılsalar da yaşayabilen bir döl elde edilemez. Örneğin Oenethera Lamarckiana (2n=14), Oenethera gigas (2n=28) arasında çaprazlama yapılamaması bunun en tipik misalidir.
Alelade bir çavdarla 2n=14 ve 2n= 28 kromozomlu tetraploid çavdarların diploid olan polenleri ile tozlaştırıldığı zaman döllenme gerçekleştirilebiliyor. Fakat embriyo gelişmesinin erken safhalarında oluşması beklenen çavdarların ölüp tohum elde edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Yani bu iki tipin (2n=14, 2n=28 ) yan yana ekilmesiyle birlikte tetraploid çavdarların normal tohum meydana getirme şansını azalttığı gözlemlenmiştir
Allopoliploidi-
Bir poliploidin ihtiva ettiği genomların bir kısmı bir spesiyesden, bir kısmı diğer spesiyesden geliyorsa allopoliploid dengesizlikten bahsedilir. Mesela Aa x BB genomların çaprazlanmasıyla A ve B genomu taşıyan diploit zigot hâsıl olmaktadır. Şayet kendiliğinden veya özel bir muamele ile AB zigotunun ilk bölünmesi esnasında redüksiyon bölünme engellenip kromozom sayısı iki misline çıkarılırsa, bu sefer Allotetraploid fert (AABB(4x) hâsıl olacaktır. İşte böyle bir oluşum iki farklı genom çeşidi ihtiva ettiğinden böyle allotetraploidlere alloploid denmektedir.

AA x BB AB
\ ⁄ \ ⁄

AB AABB (4x)


x2
AABB(4x)

Endopoliploidi-
Endopoliploidi endomitoz olayı sonucu meydana gelmektedir. Nitekim farklılaşmış bölünme yeteneğini kaybetmiş olan hücrelerde iğ teşekkülü görülmediği gibi nükleus zarı kaybolmaz da. İşte bu tip hücrelerin kromozomları mitozda olduğu gibi uzunlamasına bölünerek sayılarını yükseltirler ki, bu olaya endomitoz diye tarif edilir. Şayet endomitozla hâsıl olan kromatidler birbirinden ayrılarak bağımsız kromozomlar halini alırlarsa bu sefer bu olay endopoliploidi (polisomati) adını alır. Ya da birbirine yapışık kalarak kromatid paketlerinden ibaret dev kromozomları meydana getirirlerse politeni diye tanımlanırlar. Zira Politeni kromozomlar, diphtera larvaların tükürük bezlerinde sıkça görülen bir hadisedir.
Aneuploidi-
Bir takımdaki kromozomlardan birinin veya birden fazlasının sayısının değiştirmesi olayına aneuploidi denir. Bir başka ifadeyle aneuploidi bir fert normal haploid bir sayıdan fazla veya eksik sayıda kromozom ihtiva eden gametlerin ürünü olarak tezahür etmektedir.
Monosomi
Diploid bir bireyde bir kromozomun eksik olması olayı monosomi olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla böyle bir fert normal gamet ile bir kromozomu eksik gametin birleşmesinden meydana gelmektedir.

x-1 x

\ ⁄

2x–1
(2n–1)
Nullisomi
Bir canlıda 1 kromozomun homoloğu ile birlikte eksik olması olayıdır. Nullisomik fertler aynı kromozom üzerinde 2 çeşit gametin eksik olmasıyla meydana gelmektedir.

x–1 x x -1

\ ⁄

2x–1
(2n–2)
Polisomi-
Bir takımda bulunan kromozomlardan birinin veya birkaçının sayısının yükseltmesi olayıdır.
a-Trisomi
Diploid bir ferdin kromozomuna ilaveten bir fazla kromozom bulunması olayı olup 2x+1 (2n+1) şeklinde tezahür eder. Eğer iki ayrı çeşit kromozom bir fertte üç defa bulunursa formül 2x+1+1 şeklinde tezahür edecektir.
b-Tetrasomi
Diploid bir fertte takımdaki kromozomlardan 1 tanesinin 4 defa bulunması halidir. Bu durum 2x+2(2n+2) şeklinde formüle edilip daha çok aneuploid yüksek katsayılı fertlerde rastlanır.
Hiperploidi
Yüksek katsayılı poliploidlerde bir takımdaki kromozomlardan bir (1) tanesinin diğerine nazaran fazla bulunması diye tanımlanıp, 4x+1 ve 5x+1 şeklinde formüle edilir. Mesela buğday bitkisinde 6x+1=43 kromozomlu trisomik tipler olduğu gibi, 6x+2=44 kromozomlu tetrasomik tipler de mevcuttur.
Hipoploidi-
Yüksek katsayılı poliploidlerde bir takımdaki kromozomlardan 1 tanesinin eksik olması halinde böyle fertler 4x–1, 5x–1 şeklinde formüle edilirler.
Velhasıl; mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte yaşama imkânı veren istisna türden mutasyon hadiseleri gerçekleşebilmektedir. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp, asla bir değişimden öteye geçemeyecektir.
MUTAGENLER
Evrim teorisi canlılardaki çeşitliliğin mutasyon kaynaklı olabileceğini ileri sürmektedir. Elbette ki mutagenler DNA ve RNA’nın yapısında değişmelere sebep olabiliyor. Fakat doğru olmayan bir şey varsa o da mutasyonların yeni bir başka canlı türü oluşturabileceği iddiasıdır. Oysa mutasyonlar yeni bir tür meydana getirmeyip kalıtsal bozukluklar meydana getiren fiziksel maddeler olarak sahne almaktadır. Bu söz konusu maddeler laboratuar şartlarında hayvanlar üzerinde denenmiş bile. Fakat insan üzerinde mutasyon yapıp yapmayacağı konusunda kesin bir sonuç elde edilmiş değildir. Belki 10.000–100.000 doğumda bir ihtimal anormal durum ortaya çıkabiliyor. Ancak ortaya çıkan anormalliğe neden olan binlerce kimyasal maddenin hangisinden kaynaklandığı tespit edilememiştir. Mesela aşağı yapılı canlılardan fare, solucan, meyve sineği, bakteri ve bir takım bitkiler üzerinde kimyasal mutasyonun olduğu konusunda deliller mevcuttur. Hatta bitki ve hayvanlara gerek karantina yoluyla verilen bazı ilaçlar, gerekse tedavi için kullanılan ilaçların insana aktarıldığında kusurlu doğumlara ve bir takım organ bozukluklarına yol açtığı da apayrı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Talidomit (Thalidomit=uyku habı) adlı teskin edici bir uyku hapı kısa kolluluk, kolsuz ve bacaksız doğma gibi çarpıklıklara sebep olması bunun tipik bir misalini teşkil eder. Özellikle uyku habı gebeliğin ilk iki ayında verilirse daha da anormal durumlar meydana getirebiliyor. Batı Almanya’da doğum öncesinde kullanılan bu tür ilaçla birlikte 40.000 kusurlu doğum vakası gözlemlenmiş olup, diğer ülkelerden İngiltere’de 1000, Amerika’da ise 200.000 doğumun kusurlu olduğu tespit edilmiştir. Demek ki Thalidomit germinal hücrelerde genetik zararlar meydana getirmekle birlikte tam manasıyla mutagenik bir etkinin olmadığını söyliyebiliriz.
Bitki ve hayvanlarda mutasyona sebep olan bazı ingredientler
Toksin- Penisilin ve Aspergillustan elde edilip bakteri, virus, mantar parazitleri, fare ve insan üzerinde mutasyon etki yapabilmektedir.
Benzo α (alfa) piren- Sigara ve kömür dumanının yanı sıra kışın hava kirliliği olan yerlerde fareler üzerinde mutasyon etkisi yapmaktadır. Hatta akciğer plevrasında kanser yaptığı tahmin edilmektedir.
Kafein- Kahve bitkisinde bulunup, kromozom değişmelerine sebep olup, özellikle bakteri, soğan, meyve sineği ve insan hücresi üzerinde etki yapabiliyor.
Dimetil Sülfat- Kimya sanayinde kullanılmakta olup, bilhassa DNA üzerinde mutasyon etkisi yaptığı belirlenmiştir. Hatta deney hayvanları üzerinde denenmiş te.
Nitröz asit (HNO2)- Bakteri, virüs ve mantarlar üzerinde mutasyon etkisi yaptığı gözlemlenmiştir.
Ozon (O3)- Yağmurlu havalarda şimşek çakması sonucu teşekkül edip, daha çok geniş yapraklı bitki köklerinin hücrelerinde kromozom kırılmasına neden olmaktadır.
Tri-metilamin (TEM)-
TEM kanser ilaçlarında ve böcek kemosterilizanlarında bulunup, ayrıca fare ve meyve sineği üzerinde mutagenik etki yapabilmektedir
NaNO3(Sodyum Nitrat)- Bütün gıda maddelerinde bulunup mutagenik etki yapabiliyor. Nitekim NaNO2 + HCl → NaCl + HNO2 denkleminden de anlaşıldığı üzere mide içerisinde tuz asidi (HCl) yardımıyla HNO2 mutagenik madde olarak ortaya çıkar. Hatta birçok bilim adamı tarafından HNO2 + NaCl karışım halinde mide kanserine yol açtığı söylenmektedir.

http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall

GENETİK MUTASYONLAR VE EVRİM
SELİM GÜRBÜZER
Canlılarda kromozomlar ve kromozomlar üzerinde ki genlerde olabilecek değişiklerin yanı sıra suni dış faktörlere bağlı olarak ansızın meydana gelebilecek değişmeler de mutasyon kavramıyla tanımlanır. Mutasyon kavramını daha geniş çerçevede tarif edildiğinde genellikle gerek kromozom yapısında, gerek kromozom sayısında, gerekse genlerin yapısında oluşabilecek fiziki ve kimyevi değişmeler için de kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bunun dışında evrimciler tarafından mutasyona farklı anlamlar da yüklenip güya yeni bir canlı türün oluşumuna kapı aralayacak bir oluşum gözüyle bakılmaktadır. Daha da ilginç olan mutasyon kaynaklı arızi yapılar sanki akil adammış muamelesi yapıp bilgelik anlamı yüklemiş durumdalardır. Oysaki hücre içerisinde zaman zaman mutasyon kaynaklı kromozom ve DNA üzerindeki genler üzerinde bir takım genetik değişmeler yaşansa da bu demek değildir ki her canlı tipinin genetik yapısı topyekûn değişime uğrayıp ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkacaktır. Bikere her şeyden önce her canlı tipinin genetik yapısı kendine özgü olduğundan mutasyona uğramış olsa da o canlının ne orijinal yapısı ortadan kalkar ne de bir başka türden yenisi türer. İlla türemekten bahsedilecekse türeyen canlı değil mutasyon türemekte olup, karşımıza ya gen mutasyonları olarak çıkar ya da kromozom mutasyonları olarak.
KROMOZOM MUTASYONLARI
Malum karşımıza kromozom mutasyonları olarak çıkan bu tip mutasyonlar kendi içinde ise kromozom yapısı mutasyonları ve kromozom sayısı mutasyonları olarak tasnif edilir. Şu bir gerçek kromozom yapısı değişmeleri, X, gama, ultraviyole, radyo ve kozmik ışınlamalara maruz kalmak suretiyle ya da ısıya ve çeşitli kimyasal maddelerin yan etkilerine maruz kalmak suretiyle de oluşabiliyor. Nitekim bu söz konusu dış faktörlerden herhangi birisine maruz kalındığında da kromozomlar üzerinde enine veya boyuna birçok noktalardan kopmaların yaşanması an meselesidir diyebiliriz. Derken bu kopmalar neticesinde doku ve organlar üzerinde bir takım arızi durumlar ortaya çıkabiliyor. Tabii bu arada evrimciler, nadir görülen bu tip değişikliklerden kendilerine vazife çıkarmayı da ihmal etmezler. Ama boşa heveslenmesinler, bikere mutasyon kaynaklı bu tür kopmalar milyonda bir ani değişiklikler olarak ortaya çıktığı içindir buradan evrimcilere asla bir ekmek çıkmaz. Üstelik mutasyonla oluşan bu tür arızi değişiklikler genetik yapıyı bütünüyle değişikliğe uğratamadığı gibi ortaya yeni bir canlı formun türemesine de yol açmamakta. Madem öyle, arızı yapılarda olsa, kromozomlar üzerinde vuku bulan bu tip arızi değişiklikleri ve kopma biçimlerini maddeler halinde şöyle tanımlayabiliriz de:
-Defisiyens ve Delesyon: Her iki kopma hadisesi her ne kadar kromozomlarından parça (segment) kaybetme anlamında kullanılan kavramlar olsa da aralarında ki en belirgin fark herhangi bir nedenle eğer kromozomun ucundan bir parça kopar ve kaybolmuşsa bu olay ‘defisiyens’ olarak karşılık bulur. Yok, eğer aradan bir parça kopar ve kaybolmuşsa bu olay ‘delesyon’ olarak karşılık bulmasıdır. Hakeza diyelim ki defisiyens hadisesiyle mesela tek bir yerden kopan kısım aradan çıkmış olsa bir şekilde yine kromozomun diğer açıkta kalan uç kısımları bir birine kaynaşaraktan nihayetinde birleşilmiş olmakta. Ancak her iki kopma hadisesinde de gözlenen şu ki; eski orijinalliğinden yitirilmişlik durumu söz konusu olup hele bilhassa sentromerden yoksun olan kısımların hücre içerisinde görev yapamaz konumuna düşmeleri kaçınılmaz hal alabiliyor. Bu arada kopan parçalar hücre içerisinde tıpkı üstü başı yırtık bir elbiseyi ya tamir için yama yapmak için kullanılmakta ya da de bir şekilde elimine edilmiş olmakta.
Hazır kopan parçaların yamalı bohça hale düştüklerinden bahsetmişken, bu arada tüm ümitlerini yamalı bohça arızalı ve kopmuş yapılara ümitlerini bağlayan evrimcilere bu hususta bir çift söz söylemekte fayda vardır:
-“Ey Evrimciler! Bakın canlının tüm organizmaları oluşturan en küçük hücre yapıları bile kendi içinde arızalı, kopuşmuş, defolu yapıları tamir etme ya da elimine etmeye çalışırken, siz halen bugün olmuş mutasyon kaynaklı arızalı, kopuşmuş, defolu yapılardan evrimi kurtarmak adına medet ummaktasınız. Yol yakınken, artık böylesi, defolu, yamalı, yıkık dökük, virane olmuş enkaz yığınlara olan sevdanızdan vazgeçin.”
Tabii biz bu satırlar eşliğinde tavsiye babından bir şeyler demesine dedik ama bize kulak asmayacakları malum. Adamlar baksanıza İngiltere kıyılarındaki Man adasında yaşayan kuyruksuz kedi (Manx), evrimcileri pek heveslendirmiş olsa gerek ki kedinin kuyruksuz oluşundan bile medet ummuşlardır. Öyle ya, ne de olsa kedinin kuyruğu birileri tarafından kesilmiş de değildi, o halde bu durumda savundukları evrime delil teşkil edecek örnek olarak gösterebilirlerdi, bu yüzden erken sevindirik olmalarına doğrusu şaşırmıyoruz artık. Ama unuttukları bir şey vardı ki, kedinin kuyruksuz oluşu, evrimleşmeyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu, belli ki bu tamamen kromozom ve kromozom üzerindeki kuyruğu oluşturan genlerin deforme oluşuyla alakalı bir mutagenik hadisedir. Hele kromozomlar ve kromozomlar üzerinde ki genlerden bir veya birkaç değişiklik ya da birkaç kopuşlar yaşanmaya bir görsün, bu durumda Manx kedisinin kuyruksuz oluşundan daha en tabii durum ne olabilirdi ki. Dedik ya, bikere her şeyden önce ortada mutasyon kaynaklı gen dizilimlerinde arızi değişiklik, kopukluk veya kayba uğramışlık durumlar söz konusudur. Dolayısıyla evrimciler böylesi arızi değişikliklerden kendilerine vazife çıkarıp boşa heveslenmekteler, bikere ortada kuyruklu bir halden kuyruksuz hale giden yolda aşama aşama evrimleşmenin yaşandığına dair zaman çizelgesi veya zaman dilimlerini gösterecek tablo yok ki, böylesi bir arızi durum evrime delil teşkil etsin. Bilakis kedinin kuyruksuz hali tamamen tipik mutasyon hadisesinin ta kendisi arızı bir durumdur. Kaldı ki evrimcilerin bu hususlarda ki erken sevindirdik oluş halleri ne ilk ne de sondur, daha evrim felsefesine inandıkları ilk günden buyana hem insan, hem de kuyruksuz maymunların (apes) bundan takriben 3 milyon önce ortak bir atadan türedikleri masallarıyla oyalanıp durup bugünlere gelmişlerdir hep. Tabir caizse masallarla oyalanmak bakımdan sicilleri bir hayli kabarıktır dersek yeridir. Şayet onların dümen suyuna kapılıp ütopik masallarını kaale almış olsaydık, pekala bizlerde fosil hominoidlerin güya kuyruksuz maymun ve insan olduğuna, hominoidlerin ise yarı insan bir yaratık olduğuna kanmış olacaktık. Ne diyelim, sicilleri evrimle tescillenmiş bu adamlar her defasında evrime adanmışlık rozetleri cüsselerinden büyük olsa gerek ki bu tür hayallere çok kolaylıkla kapılmakla insanı insanlıktan çıkarıp hem kendi atasını hem de kendilerini hayvan mertebesine indirgemiş oluyorlar. Üstelik ortada ortak atanın varlığını gösteren herhangi bir fosil kaydı olmamasına rağmen gelinen noktada bugün olmuş halen bu tip hayaller peşinden koşmaya tam gaz devam etmekteler de. Oysaki insanın atası olarak ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek tek atadan günümüzdeki canlı çeşidini, yani insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tutumun ötesinde çok uç noktada hayalperestlik bir durumdur. Bikere maymun kuyruğunun boşa yaratılmadığı şundan besbellidir ki fındık tanesinden küçücük yiyecekleri bile icabında kuyruğuyla toplamakta, burada kuyruk bir bakıma parmak görevi yapmaktadır. Sporcular da gayet çok iyi bildikleri bir şey vardır ki, o da malum işlevsel olan herhangi bir organın, değil körelmesi daha da bir dinamizm kazanaraktan enerjik kas yapıyor olmasıdır. Hadi diyelim ki kuyruk olayında anlaşamadık, bir takım maymunların atalarının alt türlerinde apandisitin olmaması da evrimciler açısından handikap teşkil eden tezat bir durumdur. Nitekim bu hususta Biyolog H. Enoch körelmiş organlar fikrine karşı tavır alarak; “İnsanların apandisiti vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda apandisit bulunmaz. Sürpriz bir biçimde apandisit, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?” sualini yüzlerine karşı sormaktan kendini alamaz da. Hakeza kendisi de bizatihi evrimci olan S.R. Scadding ‘Evrimsel Teori’ adlı dergide yazdığı bir makalede “(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü… Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek imkânı ve ihtimali olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, körelmiş organların evrim lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum” itirafında bulunabilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki insanın insan olarak yaratıldığına aykırı söylemlerle sözde atalarından miras kalmış herhangi bir körelmiş organ yoktur, şunu iyi bilsinler ki insanlar asla diğer canlılardan tesadüfen türememiştir, bilakis bugünkü haliyle kusursuz ve mükemmel biçimde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış bir varlıktır.
-Inversiyon: Değim yerindeyse jimnastik sporlarında da görüldüğü üzere sportif takla atıp yeniden koptuğu yere dönmesi anlamında; herhangi bir kromozomdan kopan parçanın kopmasıyla birlikte 180 derece bir döngüyle koptuğu yere tutunması veya yapışması demektir. İşte kavramsal tanımından da anlaşıldığı üzere inversiyonun delesyondan farkı kopan segmentin ters takla diyebileceğimiz bir döngüyle eski yerine tutunmasıdır. Diyelim ki, 180 derecelik bir tur döngü tutunmasıyla birlikte orijinal kromozom halkasında yer alan genlerin ara dizilişlerinin ATGSU şeklinde olduğunu varsayalım, bu durumda kromozomdan kopan GS segmentinin inversiyonla 180 derecelik bir döngüyle eski yerine tutunmasıyla birlikte bu kez gen diziliş formatı ATSGU şeklinde bir dizilim vuku bulacak demektir.
-Translokasyon: Homolog olmayan kromozomlar arasında vuku bulan parça değişimiyle, yani yer değiştirmeyle ortaya çıkan boşluğu bir başka bir kromozomdan gelen parçanın eklemlenerekten doldurması hadisesi olarak tanımlanır. Bu demektir ki translokasyon hadisesiyle birlikte farklı homolog olmayan kromozomların birbirleriyle olan temaslarında ilave eklemlemeler oluşabiliyor. Böylece bu tip eklemlemelerle birlikte gen miktarında artış kayd edilmiş olur. Ancak bu durumda homolog kromozomların birinde ya da ikisinde translokasyon hadisesi vuku bulduğunda canlının üreme kanallarından gelecek olan sperma ve yumurtalarda anomali durum da baş gösterebilir, normal durumda baş gösterebilir. Malum anomali baş gösteren gametlerin ürettiği zigottan meydana gelen embriyoların ölmesi kaçınılmazdır. Normal gametlerin ürettiği oğul döller ise tam kısır döngü olmasa da kısmi kısır döngü olarak hayatlarını devam ettirmiş olacaklardır. Dolayısıyla evrimciler açısından her iki durumda da heveslerini kursaklarında bırakacak şekilde birinde sonu ölümle sonuçlanan ortaya çıkarken diğerinde ise kısır döngü durum olarak karşılarına çıkmış olur. Bakın evrimci Huxley bile mutasyonların öldürücü ve bozucu etken unsurlar olduğunu şu ifadelerle itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Bin mutasyondan bir tanesinin faydalı olması nadiren görülür. Fakat bu kadarı bile çok verimlidir. Çünkü mutasyonların birçoğu öldürücü, bir kısmı da bozucudur.”
-Duplikasyon: Tıpkı translokasyonda olduğu gibi kromozomlar arasında parça değişimi hadisesi vuku bulmakla birlikte, translokasyon hadisesinden farklı yanı, homolog kromozomlar arasında gerçekleşiyor olmasıdır. Parça değişiminin akabinde duplike durum ise iki veya daha fazla artış kaydederekten gerçekleşir. Böylece mayoz bölünmeyle birbirleriyle eşleşen homolog kromozomların duplike olmasıyla birlikte birinin bir parçası diğerinin üzerine eklemlenmiş bir yapı olarak ortaya çıkmış olur. Bu demektir ki kromozomların biri parça kaybederken diğeri ise kazanmış olmakta. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında duplikasyon hadisesinin canlılar üzerinde etkisi translokasyon hadisesinde ki gibi ölümcül olmayıp canlının sadece fenotipinde anormalliklere yol açacak boyutta bir etkisi olmaktadır.
KROMOZOM SAYISI MUTASYONLARI
Bitki ve hayvanlar âleminde kromozom sayısı türden türe değişiklik göstermekle beraber her türün kendi içerisinde kromozom sayısı da sabit kalmış olur. Malumunuz eşeyli üreyen canlıların üreme organlarında var olan her bir gametin kromozomları takım veya genom olarak addedilirler. Genellikle her canlı türünün kendi içinde kendine özgü karakteristik genom özelliğine sahiplerdir. Bu noktada üreme hücrelerini temsilen (n) sayıda olanlar kromozomlar haploit (monoploid) gametler olarak addedilirken, somatik hücrelerini temsilen (2n) sayıda olan kromozomlar ise diploit olarak addedilirler. Ancak şu da var ki, bir kısım canlılarda diploid (2n) kromozom sayısının değişiklik göstereceği de bilinen bir durumdur.
GEN MUTASYONLARI
Her ne kadar DNA yazısı kromozom içerisinde sıkıca paketlenmiş veya protein kılıflarla sarılmış moleküler nükleotid bazların çift zincirin karşılıklı kutuplarına birbirlerine köprü bağlarla tutunup korunmuş durumda olsalar da yine de birçok bozucu, dağıtıcı ve yıkıcı unsurların etkisiyle bu köprü bağlar kopup korunaksız hale gelebiliyorlar. Hakeza nükleotid moleküllerin gerek kendine özgü termik titreşimleri, gerek kimyasal ve elektriksel etkenler, gerekse başka moleküllerle çarpışması veya ortamdan geçen radyasyon etkisi gibi birtakım sebepler DNA üzerinde bir takım arızi durumlara yol açabiliyor. Mesela buna benzer daha birçok etken faktörler neticesinde kanatsız sinek oluşumu ve şekli bozuk bitki meydana gelebiliyor. Tabii bu demek değildir ki böylesi maraz oluşum evrimleşmeyle gerçekleşip kendi orijininden farklı yeni bir sinek türü veya yeni bir bitki türü meydana getirmiştir. Oysaki bu tip istisnai maraz durumlar her türün kendi içinde ki kurulu sistemin programına zarar vermekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Sonuçta mikro âlemin en önemli sacayaklarından olan genler öyle harikulade işlerin altına mührünü vuruyorlar ki aradan kaç nesil geçerse geçsin ait olduğu herhangi bir canlının tümünde değişikliğe yol açmadan orijinal haline sadık kalmaktalar. Zaten DNA’yı oluşturan genler pürin ve pirimidin çift halkalarında dizili halde konumlanmış yapılar olduğu içindir genler bu anlamda tüm kontrol mekanizmalarının iplerini de bu anlamda ellerinde tutmuş oluyorlar. Nitekim bu noktada bilhassa yönetici genlerin koordinasyonları ve direktifleri sayesinde canlılar hücresel faaliyetlerini sürdürmekteler. Hele ipi ellerinde tutamayıp kaçırmaya bir görsünler yönetimde oluşabilecek bir takım aksaklıklar hücre içi faaliyetlerine de sirayet edeceği muhakkak. Buradan da organların ve dokuların yapısında bir takım bozulmaları beraberinde getirecektir. Neyse ki bu tip bozulmalar başta da dedik ya, asla bir yeni bir canlı türünün meydana gelmesine yol açmayacaktır, bilakis türün kendi içinde birkaç nesille sınırlı değişiklikler ve geçici sakatlıklar olarak kala kalacaktır. Hem kaldı ki DNA zincirinin halkasında herhangi sebepten ötürü bir harf kaybının olması pekte dikkate alınacak bir zarar sayılmaz. Çünkü hemen o noktada iki şerit birbirinden ayrılıp, sağlam olan zincir kendisine bir komplamenter (tamamlayıcı) gen kopya imal edebiliyor. Böylece eskisine karşılık gelen yeni şeridin yardımıyla tekrar kayıplar giderilmiş olur. Ancak bazı istisnai durumlar vardır ki; DNA’nın her iki halkasında cereyan eden kopma veya kaymalar düzeltilememektedir. Dahası DNA rejenerasyonunun (yenilenmesi) oluşumunu imkânsız kılan bozulmalar sonucu orijinal enformasyon her iki şeritte izini kaybedebiliyor. Böylece kendini yenileyemeyen bölümler arızalı şekliyle kalıp hücrenin hayatını sonlandıracak noktaya kapı aralayabiliyor. Derken ortaya çıkan bu arızi ve maraz yapılar “mutasyon” olarak addedilirler. Şurası muhakkak genetik kodlarda meydana gelen değişmeler istisnai türden değişmeler olup, bu tip durumlar daha çok arızi yapıların birbirini tetiklemesiyle ortaya çıkmaktadır. İşte bu noktada genler üzerinde zaman zaman nükseden zincirleme kazaların neticesinde dağılan parçalar bir araya getirilse de ortaya mükemmel bir yapı çıkmadığı içindir bu durum evrimcileri pekte sevindirik yapmayıp adeta can evinden vurmaktadır. Zira onların kendi akıllarınca beklentileri güya tabiat ana veya onların putlaştırdığı tesadüf tanrısı genetik kodlarla rasgele kumar oynayıp zincirleme kazalar sonucu birikmiş enkaz yığınlarından yeni bir canlının türeyeceği yönündedir. Oysaki evrimcilerin bilmediği bir şey var ki, o da yaratılış itibariyle ezelden beri kurulu ilahi nizamın öyle kolay kolay istisnai arızi değişimlerle tarumar edilemeyeceği gerçeğidir. Bikere ezelden beri gelişmiş hemen hemen her canlı türünün hücre yapılarının oluşumunun dizaynından sorumlu ve biyolojik nizamın koordinasyon başkanı denen bir DNA gerçeği vardır. İşte bundan dolayıdır ki her canlı türü DNA’nın talimatları doğrultusunda kendi genetik kodlarını orijinalliğinin bozulmaması yönünde kararlılık duruşu sergilemektedir. Hatta DNA’nın koordinatörlüğü sadece genetik kodlar üzerinde değil, hücre içerisinde oluşabilecek hasarlara karşıda gerekli önlemlerin alınması noktasında da etkin bir koordinatörlüğü söz konusudur. Ve bu hususta canlıyı oluşturan her bir hücre yapısı evrimcilerin doğal seleksiyon dedikleri doğal seçiciliğine ihtiyaç duymaksızın kararlı duruşlarını sergilemeyi ihmal etmezler de. Gerçekten de hücre içerisinde gerçekleşen böylesi mükemmel kararlı duruşları sayesinde bir canlı türünün bir başka canlı türüne dönüşmenin önüne geçilmişte olunur. Zaten her canlının nesiller boyu genetik kodlarına sadık kalaraktan soy bağını genetik özelliklerini koruyup yoluna devam etmesi yaratılış mucizenin ta kendisi bir kararlılık hadisesidir bu. Ama gel gör ki evrimciler bu mucizevi oluşumları görmezden gelip mutasyon kaynaklı arızi yapılara ve doğal seleksiyona tüm ümitlerini bağlamış durumdalardır. Öyle ki ümitlerini bağladıkları doğal seleksiyonu kendilerince canlı piramidinin tepesine oturtup güya faydalı değişiklikleri muhafaza eden ya da zarar verici faktörleri ayıklayan koordinatör varlıkmış gibi sunaraktan her daim inatla bildiklerini okumaktalar. Ne diyelim, onlar bildiklerini okuya devam ede dursunlar, Japonyalı bilgin Motoo Kimura bir insanda hücre molekülünün birkaç senede bir kez farklılaşma geçirebileceğini hesaplamıştır. İngiliz genetik bilim adamı John Burdon Sanderson Halden ise insan neslinin ancak ve ancak 1000 senede bir molekül değişikliğine uğrayabileceğini dile getirmiştir. Tabii ortaya konan böylesi hesaplamalar evrimcileri üzmektedir. Şöyle ki; bu tür hızlı değişimin tabii seleksiyon dedikleri doğal ayıklama marifetiyle olduğunu varsaysak bile bu seçicilik nereye kadar sürdürülüp devam ettirilebilir. Hadi bu seçiciliğin halen devam ettiğini varsaysak bile, nasıl oluyor da geçmişten bugünümüze her canlı türü ince eleyip sık dokuma metoduyla doğal seleksiyon eleklerinden geçirilerekten dünya sahnesinde hala hayatlarını sürdürebilir halde yaşamaktalar doğrusu buna kargalar bile güler dersek yeridir. Oysaki onca inceden inceye doğal seleksiyon elemelerden geçmiş hiçbir canlı türünün dünya sahnesinde kalmaması gerekirdi. Dahası inandıkları evrimleşmeyle ortaya orjininden farklı canlı türlerin şu an dünya sahnesinde oluvermeleri icap ederdi ki, malum şimdiye kadar dünya sahnesinde ne yeni türler oluverdi, ne de doğal seleksiyonla güçlülerin ayakta kalabileceği zayıfların elendiği bir canlı âlem oluverdi. Bırakın milyon yıllarda oluverdiklerine inandıkları evrimleşme hadisesinin vuku bulması, kısa zamanda anlık vuku bulan mutasyon kaynaklı değişmelerden bile yeni bir canlı türü bugüne dek ortaya çıkıvermedi, çıkmaz da. Şayet evrimciler uzun bir zaman dilimini kapsayan süreçte olsa putlaştırdıkları doğal seleksiyon imgesinden beklentilerine karşılık cevap vermesini bekliyorlarsa, bikere her şeyden önce faydalı mutasyonu zararlı mutasyondan ayırabilecek kabiliyette olduğu söylenilen tabii seleksiyonun bu yönde mutasyon mekanizmasına yeni bir canlının türetmesine yönelik talimatlar verdirmesi gerekiyor. Yok eğer doğal seleksiyonun DNA gibi öyle talimat verme yeteneği yok deniliyorsa, bu durumda o zaman doğal seleksiyona özel misyon biçip onu “iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıklar” havalarında boşu boşuna elit seçkinci rolünde dolaşıp durmasına ön ayak olmamalarını tavsiye ederiz. Hiç kuşkusuz tavsiyelerimize kulak asmayacaklarını bildiğimiz halde, biz yine de son kez buradan tavsiye babından deriz ki: “Putlaştırdığınız doğal seleksiyona ön ayak olacaksanız da bari hiç olmazsa adamcağızı (doğal seleksiyon mitini) istirahate çekip dinlendirmiş olun. Baksanıza adamcağız dünyanın kuruluşundan bugüne her türden canlıyı ayıklaya ayıklaya bir hayli yorgun bir halde bitap düşmüş durumda, dolayısıyla ara sıra tatil yaptırılsa fena mı olur. Olur ya, bir gün bir bakmışsın aklı başına geldiğinde yeni bir canlı üretecek konuma gelmiş olur.”
Her neyse şaka bir yana, belli ki evrimciler mutasyon, seleksiyon derken gel-gitlere oynayıp iki arada bir derede şaşkın ördeğe dönüşmüş durumdalar.
MUTAGENLER (DNA’yı mutasyona uğratan genler)
Bilindiği üzere bir genin kromozom üzerindeki yerini değiştirmeksizin meydana gelen baz moleküllerinde (A-G) türünden eşleşmeli değişmelere gen mutasyonu (nokta mutasyon veya mikro mutasyonu) diye tarif edilir. Nedir bu değişmelere neden olan unsurlar dendiğinde malum çeşitli ışınlar, bazı kimyasal maddeler, temparetür şoklar veya bir başka etkenlerin genler üzerinde mutasyona neden oldukları mutagen faktörlerdir elbet. Ve bu söz konusu mutagen unsurlar “Sıcaklık, pH, radyasyon ve kimyasal Bileşikler” diye dört grupta toplanırlar. Şöyle ki bu etken unsurlar:
-Sıcaklık etkisi malum yüksek sıcaklık moleküllerin kinetik enerjisini artırmak suretiyle mutasyona sebep olabiliyor.
-Söz konusu pH olunca da ortamın pH derecesi moleküller arası etkileşimlerde ve özellikle tautomerik (pronitron değişmesi) dönüşümlerde çok önem arz ettiğinden, pH derecesinin mutasyon hızını etkilemesi gayet tabiidir. Her şeye rağmen şu da bir gerçek; moleküllerin hızla hareket edip birbirleriyle çarpıştıkları bir ortamda bile moleküler kazalar ve yanlışlıkların nüksetme ihtimali sıfır denecek kadar düzeyde seyretmektedir.
-Radyasyon etkisi hiç kuşkusuz mor ötesi ve X ışınları gibi kısa dalga boylu ışınlar enerji yönünden yüksek radyasyonlu moleküllere çarptıklarında birtakım arızi değişiklikler oluşturabiliyor. Nitekim bu tip ışınlar DNA molekülü üzerinde delesyon ve inversiyona yol açan kopmalar sebep olduğu gibi baz çifti dönüşümler de (tautomer oluşumlar) görülebiliyor.
-Dördüncü etken unsur kimyasal bileşikler ise adına uygun davranıp kimyasal etki oluşturduklarında bunlardan nitröz asit, 5- bromourasil, 2-amino pürin, hidroksilamin gibi etken bileşikler deaminasyon yoluyla DNA molekülü üzerinde transisyona neden olurken, etil metan sülfonat (EMS) gibi etken bileşklerde transversiyona yol açmaktadır. Diğer akridin ve onun türevleri gibi etken bileşiklerde delesyon veya inversiyona neden olmaktadır.
Mutasyon Hücrenin hayatını nasıl etkiler?
Evrimciler ne akla hizmet ediyorlarsa mutasyonun hayat verdiğine inanmaktalar. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Düşünsenize bir örümceğin (Tarantula’nın) gayet kendini iyi koruyabilecek yeteneğe, hatta bazen arıları bile zehriyle öldürebilecek donanıma sahip olduğu halde kendisine yaklaşan eşek arısının kendisini uyuşturup yararlanmasına izin verebiliyor. Ya eşek arısına ne dersiniz, baksanıza o da avını nokta atışı diyebileceğimiz isabetle sinir merkezlerinin yerini belirleyip kendisinden iki kat daha üstün zehre sahip örümcek üzerinde operasyon yapabiliyor. Anlaşılan, ortada hem Tarantula, hem de eşek arısı açısından doğal seleksiyona katkıda bulunacak bir durum gözükmemektedir. O halde bu durumda güçlü örümcek karşısında eşek arısının soyunun tükendiğini söyleyebilir miyiz? Elbette hayır. Çünkü her iki halde de canlı kompleks yapı kendine özgü bir tarzda muhafaza edilerek adeta evrimcilere meydan okumakta. Zaten her şeye evrim mantığından bakarsak bir kere doğal seleksiyonun başarılı olması için mutlaka faydasız (zararlı) mutant genlere karşı baskın olması icap eder. Bu da yetmez faydalı mutant genler az sayıda üreyip, ekonomik kullanılmaları icap etmektedir. Kaldı ki bir bireyin faydalı mutasyona maruz kaldığını varsaysak bile, o fert önce genetik yapısında oluşan öldürücü genleri yok etmesi gerekir. Daha sonra o birey çiftleşen alt grubun popülâsyonun da üstün konuma geçmesini sağlayacak bir üreme kabiliyeti sergilemesi lazım ki, mutant özellikler popülâsyona transfer edilebilsin. Maalesef uygulamaya baktığımızda faydalı zannedilen mutasyonun kendisine faydası yok ki başkasına faydalı olabilsin. Bakın bu hususta Francisco J. Ayala ne diyor: “Yüksek organizmalardaki mutasyon frekansının bir nesilde, bir gen başına 10 binde bir ile milyonda bir arasında olduğunu tahmin etmekteyiz.”
Anlaşılan, canlıların bir kısmı değişik şartlara ayak uydurma yeteneklerini yitirdiklerinde ya nesli kesilmekte ya da sınırlı değişiklikle hayatını devam ettirmekte. Keza mutasyona uğramış DNA zinciri eski zincirden 1 nükleotidlik bakımdan farklı olsa bile bu küçük değişiklik ancak o hücre üzerinde etkili olabiliyor. Dahası böyle değişmeye maruz kalan bir hücre diğer hücrelerle yarışma yeteneğini ya artırır ya da azaltmaktadır. Şayet mutasyon yararlı bir mutasyonsa diğer organizmalardan daha büyük yaşama şansına sahip olacağından, bu durum oğul döllere aktarılırken bir baz ileri veya bir baz geri olacak şekilde geçmektedir. Şu bir gerçek popülasyon içerisinde varlığını hissettirecek, hatta tüm popülasyonu daha da mükemmel hale getirecek bir mutasyon hadisesinin gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Üstelik faydalı değişmelerin faydasızlara üstün hale geçmesi için bir plan ve bir program gerektirir ki evrimcilerin zaten plan ve programla hiçbir zaman işi olmamıştır. Zira onların işbirlikçisi kafalarında putlaştırdıkları tesadüf mitidir. Oysa en basitinden bir canlının kendisinden bir üst canlıya evrimleşmesi için milyon rakamların üstünde birbiri ardına gerçekleşen mutasyon aşamalarına ihtiyaç vardır. Ne var ki en basit canlıdan daha yüksek canlılara gidildikçe işler daha da karmaşık hale gelip, bu karmaşık ritmi artmasıyla birlikte yeni bir türün ortaya çıkma ihtimalini diskalifiye etmektedir. Zaten düşünen bir insan için karmaşıklık keşmekeş değil, tam aksine mükemmeliyet demek, dogmatik kafa için ise tam bir kargaşa ve tesadüfî olay demektir.
İçerisinde enzim, nükleik asit, şeker vs. karışımın bulunduğu steril ortamda hazırlanmış bir organik bileşikler ekstraktı düşünelim. Sonra bu karışımı katalizleyecek dışardan elektrik kıvılcımıyla oluşabilecek bir enerji kaynağını var olduğunu varsayalım, işte önümüzde konan bu hazır malzemeye hangi metodu uygularsak uygulayalım asla yeni bir canlı ortaya çıkmayacaktır. Nitekim bu tür denemelerin geçmişten günümüze kadar uzun yıllar denendiği artık bir sır değil. Gelinen nokta itibariyle en basit protein molekülünde bile yaklaşık 1500 parçanın varlığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla organik çözelti içeren bir kazana en basitinden proteini karıştırdığımızda bu ortamda 1500 parçayı gerektiğinde hem toplayıp sentezleyecek, hem bundan daha büyük protein molekülünün yapımını sağlayacak hem de ayrıştırabilecek bir sistemin devreye girmesine de gerek duyulacaktır. Ki; bunun gerçekleşme ihtimali (1/2)1500 (Bir bölü iki üzeri bin beş yüz)’li gibi dudak uçurtan bir rakama denk düşer. Görüldüğü üzere telaffuzu zor dudak uçurtan bu rakam adeta imkânsızlığı temsil etmektedir. Bu rakamlar ortada iken hala her şey tesadüfen meydana geldi deniliyorsa pes doğrusu. Oysa sayı arttıkça karmaşık yapılar daha da büyümektedir. Dolayısıyla evrimcilerin ihtimal hesapları da o oranda neredeyse trilyonları aşacak boyutlarda alabora olmaktadır.
Şu da bir gerçek mutasyonların etkileri en kolay bir şekilde mikroorganizma üzerinde daha iyi gözlenmektedir. Nitekim bakteriler en sık mutasyon geçen mikroorganizmalardır. Örnek mi? İşte Esçherichia coli bakterisinin 20 dakikada bir bölünüyor olması hasebiyle üzerinde 50 yıldır yapılan deneyler neticesinde çok fazla sayıda bakteri elde edilebilmiştir. Bu demektir ki milyon seneleri aşan zamanda yaşayan herhangi bir hayvan türünün sayısından daha fazlası bu 50 yılda tek bir bakteriden elde edilmiş sayıdır bu. Şayet onca sayıda bakteride mutasyonla bir değişiklik olsaydı, bu bakterilerde tür değişimi illaki gözlerden kaçmazdı. Tabii insanoğlu mutasyonla oluşabilecek değişiklikleri gözlemleyim derken bu arada asıl bilinmesi gereken protein sentezi ile ilgili mucizevi oluşumların da farkına varmış oldu. Neymiş fark edilen o mucizevi oluşumlar denildiğinde; bikere en basit protein molekülünün 400 amino asit içerdiğinin farkına varmış oldu. Yetmedi amino asitlerin her birinin dört veya beş elementten meydana geldiğinin farkına varmış oldu. Daha da yetmedi mikroorganizmaların amino asit üretmesinde, vitamin oluşumunda, şeker veya yağ yapımında ve protein oluşumunda büyük katkı sağladığının farkına varmış oldu. Tabii tüm bu farkındalıklar iyi hoşta, çok istisnai olarak denge ayarlarının bozulduğunun görüldüğü durumlarda burdan hemen kendi kafasına göre çıkarım yapıp işi farklı mecralara taşımakta doğru bir tutum olmasa gerektir. Buradan yeni bir mikro canlı tipin türemesinin haleti ruhiyesi içerisine girmek yerine dengelerin altüst olduğu durumları düzeltme yollarını araştırmak daha etik bir tutum olacaktır. Mesela her hangi bir mikroorganizma mutasyon geçirmesiyle birlikte söz konusu bakterinin artık amino asit artık yapamaz hale gelmesi kaçınılmazdır. Hakeza böylesi durumlarda hücre içerisinde protein sentezi gerçekleşemeyeceğinden buna paralel bakteri çoğalmasının sekteye uğrayıp mevcut bakterilerin sonu ölümle sonuçlanması da kaçınılmaz bir durumdur. O halde bu durumda yapılması gereken yıkmak yerine düzeltici faaliyetler de bulunup böylesi bir mutasyon etkisini gidermek için gereken aminoasidi kültür ortamı yoluyla enjekte ederek bakterinin yaşamasını ve gerekli besin maddelerini almasını sağlayıp yeniden bakteri çoğalmasını gerçekleştirmek olmalıdır. Nitekim günümüz teknolojisinde bu yönde yapılan çalışmalardan elde edilen verileri aşağıda maddeler halinde şöylede kategorize edebiliriz:
-Normal bakteri Z’yi yaparsa basit kültür ortamında koloni meydana getirir.
-Mutasyonla değişen normal bakteri aminoasit Z’yi yapamazsa, bu durumda basit kültür ortamında filiz veremeyecektir.
-Mutasyonla değişen normal bakteri kültür ortamına aminoasit Z ilave edilirse basit kültür ortamında koloni meydana getirecektir.
Hatta günümüzde alanında kendini iyi yetiştirmiş biyologlar bir küf mantarının mutasyona uğramasının sonucunda vitamin yapma yeteneğini kaybettiğini gözlemlemişlerdir. Bu durumda gerekli olan vitamin kültür ortamına eklendiğinde söz konusu mantarın yaşamaya devam edip üreyebildiği belirlenmiştir. İşte Biyologlarca böylesi mutasyona uğramış birçok mikroorganizma soylarını laboratuar şartlarında besin madde verilerek canlı tutulabildiği olaya beslenme mutantı (Mutasyona uğramış canlı varlık) denmektedir. Şurası muhakkak zararlı mutasyonlar canlının yaşama şansını ortadan kaldırmaktadır. Nitekim Herman Joseph Muller bu hususta şöyle der: “Mutasyonların yüzde 99’unda fazlası kesin olarak zararlıdır. Tesadüfi olaylardan da ancak böyle olması beklenir.” Tabii Muller, der demesine ama gel gör ki evrimciler hala mutasyonların canlının yaşama şansını artırdığından dem vurmaya devam edip, ona faydalı etken bir unsur gözüyle bakmaktalar. Dahası mutasyonlar yeniden şifrelenmiş mesajlar olarak oğul döllere geçip onların yaşama şanslarını artırdığını ileri sürmekteler. Oysa canlı popülâsyonu şansa bağlı olaylarla kendisini bir üst organize bir yapıya yükseldiğini gösterecek herhangi bir delil yoktur. Nitekim evrimciliği ile adından söz ettiren şu namı meşhur Stephen Gould bile bu gerçeği şöyle itiraf edebilmiştir: “Bir mutasyon yeni bir DNA oluşturmaz. Dolayısıyla türleri mutasyona uğratarak yeni türler elde etmek imkânsızdır.” Yani bu demektir ki mutasyon denilen arızalı bir yapıyla mükemmeliyet arasında bağ kurmak hayli zor gözükmektedir. Bu yüzden canlı organizmaların suni metotlarla üretilmesine pek sıcak bakmıyoruz. Zira laboratuar çalışmalarının hiçbiri tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
Velhasıl-ı kelam; ilk yaratılış tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
Vesselam
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/genetik-mutasyonlar-ve-evrim-6042-kose-yazisi

MUTASYONLARDAN MEDET UMMAK
SELİM GÜRBÜZER
Canlıların gen yapısında nükseden arızi durumlar veya genetik kodların rekombinasyon (çeşitlenme) işlemleri sırasında ani olarak meydana gelen değişiklikler mutasyon olarak tanımlanmakla beraber şu da bir gerçek varyasyon veya rekombinasyonla yeni bir canlı oluşumu gerçekleşmemekte. Ki, bu durumu rekombinasyon esnasında kazaen gen dizilimlerinde nükseden kopmalar ve kırılmaların neticesinde ortaya bir şey çıkmamasından anlıyoruz. Dolayısıyla bu noktada hücre içerisinde genler üzerinde mutasyona sebebiyet teşikl eden etken unsurları deney ve analizini yapmak pekâlâ mümkün, ama deney metodunu evrime uygulamak pek mümkün gözükmüyor. Madem öyle, mümkün olan mutasyon deney ve analiz çalışmalarından ortaya çıkan sonuçların işaret ettiği tahmini veriler neymiş bir görelim. Nitekim baktığımızda;
-Mutasyona neden etken unsurların hiçte hücre yapıları üzerinde nizami değişikliğe kapı aralayan unsurlar olmadığı, bilakis hücre yapılarını gayrinizami yollara kanalize eden unsurlar olduklarını,
-Mutasyon kaynaklı gen ve kromozom değişmelerinin periyodik aralıklarla değil, nadir aralıklarla nükseden değişmeler olduğunu,
-Tarımda ve hayvancılıkta suni seleksiyon ve suni tohumlama metotlarıyla ıslah edilmiş bitki ve hayvan üretiminde verimliliğin artış kaydetmesini gösteren verilerden hareketle buradan yeni veya karmaşık bir canlı ortaya çıkmayacağı, tüm bu ıslah çalışmaları bir noktaya kadar sürdürülebilir olduğu, derken bir noktadan sonra duraklayıp sınırlı değişiklikler olduklarını,
-Faydalı olabileceği düşünülen mutasyonların ancak milyon yılları bulan zaman dilimlerinde vuku bulabileceği yönünde elle tutulur gözle görülür herhangi bir bulguya rastlanmadığı, sadece bu hususlarla alakalı ileri sürülen öngörüler niteliğinde tezler olduğunu görürüz.
Anlaşılan o ki, mutasyonla hücreden dokuya, dokudan organlara sirayet eden bozulmalar söz konusu olduğundan bu anlamda canlılar için risk teşkil edebiliyor. Neyse ki üreme organları vücudun en korunaklı bölgelerinde konumlanmış olduğundan onlar için pek risk teşkil etmemektedir. Zaten yumurtalık ve testislerin neslin sürdürebilirliği açısından korunmaya alınması da gerekir. Bu yüzden mutasyona uğramaları çok zayıf ihtimal gibi gözükmektedir. Şu da var ki, canlı organizmaları bir bütün olarak düşündüğümüzde herhangi bir hücrenin genetik programı en küçük fiziki veya kimyevi mutagen etkiye maruz kaldığında ilerisinde doğması muhtemel arızalara tahammüllerinin olmadığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla evrimcilerin mutasyondan beklentileri zararlı olma noktasında değil, faydalı olması yönünde bir bekleyiştir. Neden beklenti içerisine girdiklerini az çok tahmin edebiliyoruz zaten. Öyle ya, beklentileri doğrultusunda kıyasıya savundukları evrimin çürütülmemesi adına mutasyona kurtarıcı gözle baktıklarına göre bu doğrultuda hücre içerisinde her an vuku bulması muhtemel mutasyonlar arasından bilhassa frekans değeri yüksek faydalı mutasyonlar sahne almalı ki, ideoloji haline getirdikleri evrim felsefesine delil teşkil edebilsin. Mutasyonların faydalı olanlarının yüksek frekans eşiğine gelmesi için de milyon zamanlı bir birikime ihtiyaç varmış güya. Bundan dolayı da onlarda gayet iyi biliyorlar ki, zararlı bir mutasyonla canlının genetik yapısından bir başka genetik yapıya haiz bir canlı oluşumu türemeyecektir. En iyisi mi bu işi zamana havale ederekten insanlığın kulağına faydalı mutasyonların frekans değerinin zirve yaptığı eşiği beklemelerini fısıldayıp yeni bir yaratığın türeyeceği günlere randevu vererekten bu işi geçiştirivermekteler. Aslında tüm bu fısıldayışlar, işi yokuşa sürmenin bir bahanesi fısıldayışlarıdır, baksanıza adamlar evrimin çürütülmemesi adına akıllarına düşen her ne varsa onu bir şekilde kılıfına uydurup bahane üretmekte mahirlerde. Yine de ne kadar işi kılıfına uydurmaya çalışırsalar çalışsınlar büyük umut bağladıkları tabii seleksiyon putu da evrimci tezleri çürümüşlükten kurtaramayacaktır. Bu durumda ellerinde tek seçenek kalıyor, o da algı operasyonu yapma seçeneği.. Nitekim bir an kendimizi evrimcilerin yerine koyduğumuzda elimizde koz olarak tuttuğumuz algı operasyonu seçeneği ile mutasyona öyle bir görev yüklemeli ki, ‘faydalı mutasyon’ olarak evrime katkı sunmuş olsun. Bu arada katkı sunmakta olan faydalı mutasyonun bir şekilde tabii seleksiyonun hışmına uğramaması ve bloke olmaması içinde mutlaka korunmaya alınmalıdır. Aksi halde tabiî seleksiyon, mutasyonun faydalısı ya da zararlısı hiç fark etmez belli bir frekans eşiğine gelmiş herhangi bir mutasyon olgusunu elimine etmek için var olacaktır. O halde neydik edip öyle zihinlerde faydalı mutasyon algı operasyonu yürütmeli ki, tabiatın şanslı mutantı seçmiş olduğunu, dolayısıyla tabiî seleksiyonun çokta fazla ayıklamasına, didiklemesine ve elemesine gerek kalmadan faydalı mutasyonun evrimleşmenin ta kendisi bir olgu olduğunu inandırmış olalım. Ama nasıl? Bu da ancak bıkmadan usanmadan sürekli mutasyonun faydalısından bahsederekten algı operasyonu tezlerimizi bilim dünyasına kabul ettirmekle olabilecek bir iştir. Tabii bilim dünyası bu tür hayal mahsulü tezleri yutarsa…
Ne diyelim, işte sizlerde görüyorsunuz ya, evrimcilerin hayal dünyalarına girerek hayal mahsulü tezlerini bilim dünyasına yutturacağımızı sanacağımız noktada birde baktık ki, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, meğer canlıların genetik yapılarında cereyan eden küçük değişmeler asla yeni bir canlının dönüşmesine yol açmayacak değişikliklerdir. Hem kaldı ki mutasyonun milyonlarca yıl sürebilecek birikimle yeni bir tür ortaya çıkaracağını söylemekle:
-Hem işi yokuşa sürüp işin bahanesini teşkil edecek bir şekilde kendilerince kılıf uydurmuş oluyorlar,
-Hem de bu işi uzun bir zaman dilimine havale etmekle tabii mutasyonlu evrimleşmenin aslı astarı var mı babından yapılacak olan her türlü deneysel araştırma ve analiz çalışmalarının önüne set çekmiş oluyorlar. Neden mi? Gayet onlarda çok iyi biliyorlar ki, bu işi deney ve gözlemlerle ispatlama imkânı yoktur, en iyisi mi geçmişe havale edip bu işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Böylece bilimin dışında hareket etmediklerini kamufle etmiş oluyorlar.
Evet, evrimcilik bu ya, kendilerince uydurdukları “geçmiş zaman odur ki” başlıklı hikâyelerle tüm canlıları zaman tünellerinden geçirip güya her 100 milyon senede bir 8 mutasyon olayının gerçekleşebileceğini söylenip durmaktalar habire. Bikere ispatlanmaya muhtaç hangi tezleri ileri sürerlerse sürsünler şunu iyi bilsinler ki kendilerini bilimin dışında kalmaktan kurtaramayacaklardır. Çünkü bilim sebep netice ilişkisine göre kendine rota çizer. Her şeye rağmen yine de bu demek değildir ki bilim adamları ileri sürülen tezlere karşı tüm kapıları kapatıp üzerinde tartışılmasın. Adı üzerinde tez, hiçbir dayanağı olmasa da üzerinde tartışılmak için vardır. Olur ya, doğruluk payı olabilir düşüncesiyle ne söylediklerine bakmakta fayda vardır. Ki, üzerinde tartışılan herhangi bir tez, her halükarda antitezi karşısında bulur da zaten. Nitekim evrimcilerin mutasyonların faydalı olduğu noktasındaki tezlerine karşılık bir kısım bilim adamlarının seyirci kalmayıp antitez olarak yaratılış tezini ortaya koymaları nemelazımcı bir tavır içerisine girmediklerini gösterir. Sağduyulu bilim adamlarının “aman boş ver ne derseler desinler” babından duyarsız kalmadıkları şundan besbellidir ki mutasyonların zararlı olduğu görüşünde hemfikir oldukları gibi üstüne üstük ortaya yaratılış modeli ortaya koymuş durumdalar da.
Bilindiği üzere Darwin, kendi tezini ileri sürdüğü ilk yıllarda kafasında tabiat gücü kurgusu oluşturarak çevreye uyum sağlayan birtakım canlılar üzerinde faydalı olabileceğini düşündüğü en küçücük değişmelerin bile kuşaktan kuşağa aktarılıp zamanla farklı bireylere dönüşebileceğinden dem vurmuştur. Peki, dem vurdu da ne oldu, sonuçta iddia ettiği dönüşümün ne zaman gerçekleşip de yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı konusunda elle tutulur gözle görülür bir delil ortaya koyamamıştır. Derken ortaya bir şey koyamamak türünden böylesi afaki teorinin doğuşundan bilim dünyasına yutturulmaya kalkışıldığı ilk günden bugüne iflas edeceğinin ilk işaretlerini kendiliğinden ele vermiş oldu. Ne de olsa, teorinin ilk doğuş yıllarında meydanı boş bulup bol keseden atıp tutmak kolay bir işti, ama zaman içerisinde evrim karşıtı düşünceler karşılarına çıkıverip canlılarda olan biten bu faydalı değişikliklerin kaynağı nedir diye sorup sorguladıklarında adeta ıhlayıp vıhlayıp ıkınaraktan atıp tutamaz oldular. Tabii bu durumda evrim karşıtı sorgulamaların altından kalkmak adına bu kez Neo-Darwinist’ler devreye girip bu işin kaynağının rastgele oluşan mutasyonlar olduğu noktasında bir tez ileri sürmek suretiyle işi kotarmaya çalışacaklardır. Peki, böylesi bir tezle işi kotarmış oldular mı, ne mümkün, baksanıza adamlar daha ilk cümlelerinde ‘rastgele’ ibaresini kullanmakla işi kotaramadıklarını gösteren bir ifade tarzıdır. Hem kaldı ki mutasyonlar hammadde değil ki ‘kaynak’ oluşuna atıfta bulunulmuş olsun. Hatta işin Türkçesini söylemek gerekirse, mutasyon etken unsur değil, bilakis maruz kaldığı bir takım eten unsurların saldırıları karşısında etkilenen unsurdur. Nitekim bir canlının genetik yapısında iç ve dış kaynaklı olumsuz faktörler muvacehesinde nükseden kopma, yer değiştirme, bozulmalar eşliğinde ortaya çıkan maraz yapılar ve oluşumlar mutasyon olarak addedilir de. Ancak ne var ki, kendilerini modern evrimciler olarak takdim eden Neo-Darwinistler mutasyonu maraz bir yapı olarak görmeyip te onu doğal seleksiyonun koruma şemsiyesi altında mikro düzeyde mutasyonların binlercesinin birikmesiyle yeni türlerin meydana getirecek bir güç olarak görmekteler. Baksanıza ona güç atfettikleri içindir faydalı bir mutasyon bulma adına geceli gündüzlü büyük bir çaba içerisine girdikleri gözlerden kaçmaz da. Peki, büyük çaba içerisine girdilerde ne oldu? Sonuç malum, günümüzün en ileri teknoloji donanımına sahip laboratuvarlarda yaptıkları her denemeler de gerek makro mutasyonların, gerekse mikro mutasyonların seçimiyle yeni bir tür veya yeni bir cins elde edilemediği sıfıra sıfır, elde var sıfır bir tabloyla karşı karşıya kala kaldılar. Hadi bu neyse de ikide bir “Neo” etiketiyle kendilerini yenilikçi bilim adamı etiketiyle takdim etmelerine ne demeli, ilerleyen zamanlarda bütün çıplaklığıyla anlaşıldı ki, etiketleri cüsselerinden büyük Neo-Darwinist’lerin de klasik Darwincilerden hiçbir farkı yokmuş meğer. Tıpkı klasik Darwinciler gibi onlarda mutasyonların zararlı, hatta birçoğunun öldürücü olduğunu görmezlikten gelip modernlik kisvesi altında tezlerini bilim dünyasına yutturmanın peşindedirler. Ne diyelim, etiketleri zihin dağarcıklarından büyük kafa yapısıyla veya algı operasyonlarıyla bilim dünyasına yutturacaklarını sana dursunlar, mutasyonlardan 100 ila 1000 arasından belki bir tanesinin canlı türü için faydalı olduğunu varsaydığını düşündüğümüzde, o faydalı bir taneninde nesiller boyu aktarılmayacağı gerçeğini değiştiremeyecektir. Kaldı ki faydası olduğu söylenen mutasyonun canlının vücut ikliminde ne gibi etkisinin olduğu izaha muhtaç bir konudur. Zaten izah edemezler de. Çünkü şimdiye kadar canlılar üzerinde yapılan analizler neticesinde mutasyonun faydalı olduğuna dair net bir bulgunun varlığına rastlanılmamıştır. Tam aksine bu yönde yapılan laboratuvar analiz çalışmaları bize mutasyonların faydadan çok zarar getirdiğini gösteriyor. İşin bir başka ilginç yanı mutasyona ümit bağlayanlar laboratuvardan zararlı olduğu yönünde gelen verilerden etkilenmiş olsalar gerek ki, mutasyonu tetikleyebilecek radyasyon ortamlarından bizatihi kendileri hızla uzaklaşır haldelerdir. Hani atalarımız bir musibet bin nasihate bedel demişler ya, aynen öylede mutasyonla kol kola girenler bir anda ona öcü muamelesi yapıp ondan hızla uzaklaşabiliyorlar. Hatta gün geçtikçe mutajen etmenlerin yol açtığı zararlara daha yenilerinin ilavesiyle birlikte evdeki hesabın çarşıya uymayacağı telaşına kapılmış durumdalar. Kendi akılları sıra anlık durum değerlendirmeler yapıp bu noktada bir bakıyorsun yenilerinin eklenmesine geçit vermemek, nükleer santrallerin yapımının durdurulması ve nükleer denemeler aleyhinde kamuoyu oluşturma gibi faaliyetlerde bulunmak suretiyle de çevrecide kesilmekteler güya. Peki, o zaman demezler mi adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye. Hani mutasyonlar faydalıydı. Öyle ya, madem faydalıysa mutasyonu hızını artıracak mekanizmaları durdurmaya ne hacet var.
İşte bu ve buna benzer çelişkiler ağına kapılmış bir kısım evrimci tayfa ne yapacağının telaşı içerisinde Neo-Darwinizm tezinden de hiç bir halt olamayacağını sezmiş olsalar gerek ki, bu kez bilim dünyasına sıçramalı evrim tezini servis etme çabası içerisine girmişlerdir. Yani bir zamanlar canlı türler arasında ki küçük değişmelerin uzun bir zaman dilim aralığında kademe kademe yeni bir canlı meydana getireceği şeklinde ileri sürdükleri tezlerden vazgeçip, yerine evrimin ansızın büyük sıçramalı değişikliklerle ortaya çıktığı çizgisine gelinmiştir. Hiç kuşkusuz ileri sürdükleri bu tezinde hiçbir dayanağı yoktur. Hem şimdiye kadar görülmüş müdür dünya kurulmuş kurulalı yeryüzü sathını oluşturan canlıların bir gün ansızın uykularından uyandıklarında bir anda sıçramalı bir değişim geçirerekten dev yapılı canlılara dönüştüğü, ya da dev bir balina haline geldiği. Hatta daha da hızlarını alamayıp kuşlar da sürüngen yumurtalarından ansızın meydana gelmişler güya. Ne diyelim, sürüngende yerinden sıçrayıp uçan kuş olarak evrimleştiğine göre zaten bunun cevabını bir kuş türü olan kargalar gülerek vermiş oluyor da. Bu iddialara kargalar gülmesinde ne yapsın, düşünebiliyor musunuz hayatının tamamını su içerisinde geçiren bir amfibiyen yumurtası nasıl oluyorsa karasal ortama geçiş yapıp bir anda gelişen sürüngen yumurtasına dönüşebiliyor. Üstelik sürüngenler ile amfibiyenler arasında uzaktan yakından hiçbir ortak bağ olmadığı halde, hatta aralarında herhangi bir ortak ata, herhangi bir geçiş formu olmamasına rağmen bu tür zırvaları hiç sıkılmadan söyleyebiliyorlar. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, öyle maksadı aşan bu ve buna benzer zırva uçuk kaçık fikirler ileri sürmeyi seviyorlar ki, bir anda sürüngenleri uçurup kuş kategorisine rahatlıkla dâhil edebiliyorlar. Peki, bu noktada adama sormazlar mı “Yarım doktor insanı candan, yarım hoca ise insanı dinden eder” diye. O halde eksik göz, ya da yarım kanatla evrimleştiğini iddia ettiğiniz varlığı daha uçuşa geçirmeden o hayvanı anasından doğduğuna bin pişman etmiş olmuyor musunuz? Bir kere kuşların kemikleri kara canlısına nispeten daha narin, daha hafif ve bir o kadarda kendine özgü kan dolaşım sistemi ve kalp atımı söz konusudur. Üstüne üstük akciğerleri diğer canlılara göre çok daha farklı yapıda olduğu gibi, deri bakımdan karadakinin pullu, havadakinin ise tüylü derili olması hasebiyle her açıdan birbirlerinden farklı yapıdalardır. Hadi bir an olsun bu anatomik farklılıkları görmezlikten geldiğimizi varsayalım, peki bugüne kadar tek kanat veya yarım kanat içeren ara fosiller neden bulunamamıştır. İşin daha da ilginç tarafı, hani şu meşhur tavus kuşu var ya, işte o kuşun birbirinden güzel nakışlarla işlenmiş tüylerindeki estetiğe Darwin baktıkça dona kalmış da. Öyle ki bu kuşun tüylerine baktıkça neredeyse ileri sürdüğü teorisinden vazgeçirecek derecede kendisini mest etmiştir dersek yeridir. Anlaşılan o ki, sürüngenlerin kuş tüylerine dönüşümünü gösterecek ne bir ara formu ne de orijinal epidermal (üst deri) form atası bir canlı türü bulunabilmiştir. Bulunamaz da zaten. Baksanıza tavus kuşunun tüylerinden adeta feleğin sillesini yiyen evrimciler, daha şimdiden feleğini şaşırmış haldelerdir.
Kromozom Yapısı Değişmeleri
Mutasyonla ilgili örneklere bir başka açıdan, ya da kromozom düzeyinde ele alabiliriz. Mesela kromozom açısından baktığımızda evrimciler genetik bakımdan irsi karakter içeren kromozomların yapısında bulunan DNA’ların tesadüfü veya mutajenik değişmeye uğrayarak meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Elbette ki DNA zincirinde nükseden istisnai değişmeler kendiliğinden veya X ışınları, ultraviyole ışınları, gama ışınları ya da çeşitli kimyasal maddeler etkisiyle meydana gelebiliyor. Buna itirazımız yok. Keza mutasyon hücre bölünmesi sırasında birtakım kromozom anomalilerinden kaynaklanarak da oluşabiliyor, buna da elbet itirazımız olamaz. Bizim itirazımız mutasyonla birlikte yeni bir başka canlı ortaya çıkması iddiasınadır. Kaldı ki bu iddianın dayanağı ütopik bir temel üzerine kurulu olmasa yine gam yemeyiz. Üstelik mutasyona uğrayan DNA’nın hem kendisi zarar görmekte hem de yönettiği hücrenin zarar görmesi söz konusudur. Onlara kalsa belki de “Aman bu kadarı küçük değişiklikten ne olur ki” deyip işi geçiştirmek isteyeceklerdir. Oysa sinek küçük olsa da sonuçta mide bulandırıyor ya. İşte büyüklerin söylediği bu söz o kadar manidar bir söz ki, bu sözün doğruluğunu genetik kodlarda kırılmalar veya anlık küçük değişmelerle mükemmellik doğurmamasından, yani maraz yapılar doğurmasından anlıyoruz. Nitekim tam kapasiteyle çalışan fabrika cihazlardan birkaç parçanın fire vermesiyle birlikte kendi içinde telafi yoluna gidip daha üstün performansla çalışan bir aygıtın ortaya çıktığı şimdiye kadar görülmemiştir. O halde artık mutasyondan medet umup içi boş heybeden süt çıkmayacağı artık anlaşılmış olması lazım. Zira mutasyon planlayıcı bir program değil ki, kendiliğinde ihtiyaç belirleyip kanat, kıl, tüy, gaga gibi yapılar ortaya çıkarabilsin.
Genel itibariyle genler kararlı bir yapıya sahiplerdir. İşte bu kararlılıkları sayesinde aradan milyon seneler geçse de çok kayda değer bir değişikliğe uğramaksızın konumlarını koruyabiliyorlar. Belki üzerlerinden ancak birkaç binyıl geçtikten sonra nadir değişiklikler nüksedebiliyor. Dolayısıyla kromozom üzerinde yer alan bir genin mutasyona uğramasıyla birlikte binlerce alt üniteler de ister istemez bu değişiklikten kendi payına düşeni almış olacaktır. Her ne kadar mutasyon hadisesi genler üzerinde bir takım etkiler bıraksa da yine de bir şekilde birçok gen tarafından kontrole tabii tutulabiliyor. Yani tamamen başıboş değillerdir. Zaten kontrol edilmeleri de gerekir. Çünkü mutasyonlar zararlı oluşumları hasebiyle vücut donanımı da ona göre kendi önlemini alacak kodlarla kodlanmışlardır, nitekim bilim adamları n kahir ekseriyeti bu hususlarda hem fikirdirler. Evrimciler ise malum tam aksine mutasyonların cüz-i bir kısmının (milyonda bir) faydalı olduğu yönünde kendi aralarında hem fikirdirler. Hem fikir olmaları neyse de, ne hikmetse mutasyonların yarı yarıya da olsa % 50 oranında faydalıdır diyecek kadarda hem fikir olamıyorlar. Şimdilik sadece tüm canlı âlemindeki yüzbinlerce çeşitliliğin varlığını milyonda bir ihtimal dâhilinde meydana gelebilecek mutasyonla işi izah etmeye çalışaraktan yetinmekteler. Düşünebiliyor musunuz milyonlarca yıl biriken mutantların en iyimser tahminle bin nesil veya bin kuşak sonrası orijinal genlerin veya değişime uğramamış varyantların yerine geçip idareyi ele alabileceklerini söyleyebiliyorlar. Daha da ileri giderek tam dört dörtlük değişikliğin 30 ila 40 milyon arası yıllar geçtikten sonra gerçekleşebileceğini zırvalıyorlar. Oysa canlı bir türün evrimleşmesi için genetik kodlarda bir iki değişiklik yetmez, çok daha büyük oranlarda fayda sağlayacak unsurların devreye cereyan etmesi gerekirdi. Fakat gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değil. Çünkü hiçbir mutasyon hadisesi canlının tüm genetik kodlarını tamamen değişikliğe uğratmadığı gibi tamamen herhangi bir genetik bilgi de ilave edememektedir. İşte böylesi mükemmel genetik enformasyonla donatılmış canlı hücrelere katkıda bulunamayan mutasyonun genetik kodlarda eksilmelere ve bozulmalara neden olduğu gerçeği ortada iken hala bir iki mutasyonu evrim kahramanı ilan edilmesine doğrusu şaşmamak elde değil. Hadi bu noktada bir ateistin kafa yapısını anlayabiliyoruz, onlar zaten ruhsuz, inançsız, düzen, intizam nedir bilmeyen tesadüf dünyasında yüzen dedikodu tayfası. Dolayısıyla fen bilimleriyle uğraşan insanların ateistler gibi ideolojik dedikodulardan hareketle ortaya hiçbir dayanağı olmayan gelişi güzel ortaya fikir atma lüksü olamaz, temel kriteri analitik gözlem ve deneyler olmalıdır. İşte görüyorsunuz masal kahramanı ilan ettikleri dev mutasyonlar aslında genetik âlemde birtakım kayıpların ve düzensizliğin (bozulmalara) baş kaynağıdırlar. Bu kaynaktan evrimleşme bekleyenler düştükleri çukurdan nasıl çıkacaklar doğrusu merak ediyoruz. Kaldı ki milyonlarca proteinden bir tanesi bile tesadüfe meydan vermeyecek şekilde hayata merhaba derken, gayri nizami kaynaktan yeni bir canlının türeyeceğini beklemek doğmamış çocuğa don biçmek gibi bir durumdur.
Bilindiği üzere mutasyona neden olan radyasyon ve kimyasal faktörlerden herhangi birisinin etkisine bırakılmış bir hücrenin kromozomu enine bir veya daha fazla noktadan koparak yer değiştirir ki, tıpkı bu sperm olgunlaşması sırasında DNA yapılarında meydana gelen kırılmalara (fragmantasyona) benzer bir hadiseyle karşımıza çıkan bir durumdur bu. Hatta bu ve buna benzer şekilde kromozomlar üzerinde fragmantasyon şeklinde vuku bulan bu kopmalar kromozom tip olarak ya da kromatid tip şeklinde de gerçekleşmekte. Dahası kromozom tipin her iki kromatidi aynı noktada kopabiliyor. İşte böyle iki parçaya ayrılacak şekilde kopan bir kromozoma biyoloji dilinde ‘sentrik’ denmektedir. Kromatidin iki yakasından kromatitten sadece biri kopup, bu şekil kopan bir kromozom ise ‘asentrik’ (sentromersiz) olarak tanımlanır. Şu bir gerçek asentrik kromozom sentromeri olmadığı için kaybolmaya eğilim gösterecektir. Mesela kromozomu kopmuş bir parça çok defa şifa bulup orijinal şeklini alacak, ya da asentrik parça koptuğu yere veya başka bir kromozomun ucuna yapışık kalıp herhangi bir değişikliğe sebep olmayacaktır. Ancak başka bir kromozoma yapışması veya koptuğu yere ters dönmüş olarak yapışması durumunda kromozomun yapısında kısmi bir değişikliğe neden olabiliyor, fakat oluşan bu kısmi değişiklik asla yeni bir canlı ortaya koyamayacaktır.
Kromozomlar genellikle tek tip interfaz (erken profaz) haldeyken daha kolay kopabiliyor. Şayet kopan parçalar tekrar bir araya gelip yapışma olayı olmazsa, bu durumda sentrik ve asentrik parçalar uzunlamasına yarılarak herbiri iki kromatid oluşturacaktır. Böylece teşekkül eden iki kromatidin kopuk uçları birleşmesiyle birlikte bu olay kardeş kromatitlerin birleşmesi anlamında sister union (S.U.) olarak tanımlanacaktır.
Elbette yıkmak kolay, yapmak zor derler ya, aynen onun gibi yukarıda sıraladığımız envai türden kopuşların çoğu hücrenin onaramayacağı boyutta birtakım tahribatlara yol açacağı muhakkak. O halde mutasyona sihirli bir değnek gözüyle bakamayız. Üstelik bu değneğin zararlı olduğu yediden yetmişe herkes tarafından biliniyor da. Değim yerindeyse mutasyon kavramına artık Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil faciası gözüyle bakılıyor. Zira şurası bir gerçek bütün değişmeler mükemmelliğe doğru değil tam aksine bozulmaya doğru yüz tutan değişimler olarak tezahür etmektedir. Maalesef mutasyonun zararı etkisinden büyük olmaktadır. Bir başka ifadeyle zirveye doğru değil tabana doğru bir gidiş söz konusudur. Mutasyon hiçbir zaman tavan yapmaz, aksine sefillere oynayan bir girdabın içerisinde debelenip duran zararlı bir biyolojik atom bombasıdır. Dolayısıyla debelenip durmasına şaşmamak gerekir. Bir başka ifadeyle programsız, gelişi güzel gelişen olaylar etrafa hep zarar vermiştir.
Nizami perspektiften yoksun, genetik kodları deforme olmuş arızi yapıların yeni canlıların türemesine yol açacağı yapılar olacağı düşüncesi evrimcilerin hep hayalini süsleyen düşler olmuş olmasına ama bu tip hayaller her defasında bilim duvarına toslayıp bir türlü gerçeklilik kazanamamıştır. Zaten ahı gitmiş vahı kalmış mücadele kabiliyetini yitirmiş yapıların kendisine faydası yok ki bir başka yapıların doğmasına da faydası olsun. Baksanıza ne mutasyonların ne de tabii seleksiyonun organize topluluklar oluşturabilecek gücü ve kabiliyeti var. Gücü olmayanın ne bir program özelliği, ne şifre özelliği, ne yönlendirme özelliği olamayacağına göre her ikisinden de yeni canlı türlerin türemesini ve yeni yapıların organize olmasını beklemek boşa kürek çekmek olur. Anlaşılan mutasyonlar canlılar üzerinde program dışı ‘küçük çapta değişiklikler, rasgele ve zararlı’ diyebileceğimiz, aynı zamanda genetik yapıya olumlu katkıda bulunamayan bir gelişigüzel hadiseden başka bir şey değildir. Hakeza doğal seleksiyon dedikleri hadise de yeni hadiselerin oluşumunu yönlendirecek bir enerji dönüşümü mekanizması, bir şifre, bir program değildir, sadece arızalı yapıları elimine eden bir mekanizmadır o kadar. Bunun ötesinde herhangi bir canlı oluşumuna veya enerjiye dönüştürücülük fonksiyonu ve seçiciliği asla söz konusu değildir. Buna rağmen, evrimciler hala sihirli değnek olarak gördükleri mutasyonlardan veya doğal seleksiyon denen ucube yapılardan ve mekanizmalardan bir dönüşüm, bir evrilme olacağından medet umuyorlarsa şunu iyi bilsinler ki daha uzun yıllar boşuna havanda su dövecekler demektir. Onlar boşa kürek çeke dursun, bari hiç olmazsa bizim üzerimizde kafa karıştırıcı algı oyunlarından vazgeçip, bizden ikide bir mutasyona uğramış vücut şehrin enkaz yığınlarından çok az kısmının, yani milyonda bir faydalı olduğu söylenilen faydalı mutasyon artıklarının kendiliğinden sentez harekâtı başlatıp bir başka türden yeni vücut şehir türeteceğine inanmamızı beklemesinler. Hele önümüze somut işe yarar faydalı olduklarını söyledikleri tek bir mutasyon örneği koysunlar, ondan sonra bizde dönüp hayallerini süsleyen ütopik rüyaları neymiş dinleme zahmetinde bulunmuş olalım, aksi halde içi boş masalları dinlemeye ayıracak ne zamanımız var ne de dayanacak takatimiz var. Baksanıza adamlar hayallerini süsleyen evrimi ispatlamak adına onca senelerdir yaptıkları çabalar sonucunda ortaya hiçbir somut örnek koyamadılar, elde var sıfır denilecek noktadalar hala. Hani, onca senelerdir meyve sinekleri üzerinde mutasyon ve mutajenik deneyleri yaptılar da ne oldu? Halen gelinen noktada bugün olmuş işe yarar doğru dürüst bir tek enzim bile ortaya koyamadıkları gibi hayallerini süsleyen yeni bir canlı türü yaratıkta türeyivermedi. Tam aksine mutasyona uğramış sineklerden ya birkaç sakat ve kısırlaşmış ölü halde sinekler ya da Drosophila adıyla meşhur meyve sineğinde olduğu gibi ayakları kafasından çıkan bozuk yapıların türeyiverdiğini gördük. Şimdi meyve sineği evrimcilere dönüp kendi hal lisanıyla bunlara demez mi, benden nükseden bozuk yapılara ümitlerinizi bel bağlamayı bırakında bari beni kendi halime bıraksanız da sinekliğimden utandırmasanız. Ne var ki, evrimciler sineğin bu yalvarışına kayıtsız kalıp yine bildiklerini okuyaraktan sinekliğinden utandırmaya devam edeceklerdir. Hakeza insanlar içinde aynı durum söz konusudur, altıparmaklılık, down sendromu (mongolizm), albinizm, cücelik, orak hücre anemisi, bir takım kanser vakaları ve bir takım sakat doğumlardan medet umarak insanı insanlıktan utandıracak uyduruk masallarla güya atalarımızın maymun olduğunu, yani maymundan türediğimize inandıracaklarını sanıyorlar. Oysaki gerek anne karnında, gerek genetik kanaldan, gerekse sonradan bir takım mutagenik etkenlere maruz kalaraktan oluşmuş mutasyonlar ya insanı sakat bırakmakta ya da çoğu ölümle sonuçlanan vakalara sürüklemekte, Asla sakat yapılardan ilerisinde yeni bir canlı türeyecek oluşumu gerçekleşmeyecektir. Hem kaldı ki bir gende herhangi bir çeşit mutasyon nadir görülen bir durumdur.
Evet, bir gende herhangi bir mutasyonun vuku bulması nadir görülen bu durum biyoloji bilim dalında “kromozom mutasyonu” diye tarif edilip karşılık bulur. Şimdi kromozom mutasyonu geçiren bir hücrede genlerin sıra dizilimi alt üst olup kalıtım ünitelerinde (gemmule’lerde) DNA’daki bilgileri okunamaz hale getiriyor diye bundan kendine vazife çıkarıp yeni bir canlının türeyeceğini ummak safdillik olur. Maalesef gel gör ki evrimciler gen mutasyonlarından bile medet umar hale gelmişlerdir. Oysaki kromozom üzerinde vuku bulan değişmeleri mutasyon kaynaklı bir değişme olarak tarif etmek varken, tarif etmenin dışına taşıp maksadını aşan mecralara çekmenin ne anlamı var doğrusu şaşmamak elde değil. Yine de biz onlar gibi farklı mecralara çekmek yerine gerek kromozom yapısı değişmeleri gerekse kromozom sayısı değişmeleri tanımlamakta fayda var elbet. Mesela bunlardan bir kaçını tanımladığımızda tek bir kromozomdaki sayısal değişiklik söz konusu olduğunda bu bir anoploidi değişiklik olarak tanımlanır. Şayet bu tanımladığımız değişiklikte bir kromozomun sayıca eksik olduğunda monozomi ve nullizomi olarak tanımlanırken, sayıca fazla olduğunda ise kromozomun sayısına göre trizomi ve tetrazomi olarak tanımlanır. Bilindiği üzere insanda kromozom sayısı 23 çift olup toplamda 46’dır, dolayısıyla 13, 18 ve 21. kromozomların trizomisi dışındaki otozomal kromozomlarda ki sayısal anomaliler ölümcül olabiliyor. 45,Y dışındaki cinsiyet kromozomlarındaki sayısal anomaliler ise hayata tutunabilmek için adeta çırpınaraktan bağlanma çabası içerisindedir. Neyse ki sayısal kromozomal anomalilerin tekrarlama riski genellikle de novo oluşumları denen sil baştan sıfırdan üretilen gen oluşumu aktivasyonlarıyla düşük dozda seyretmekte. Sayısal kromozomun anomalilerinin en tepik örneği malum “Trizom 21” (üç adet 21. Kromozom) denen down sendromundan başkası değildir elbet. Neticeyi itibariyle sayısal kromozom değişikliklerinde çift kromozomlardan bir tanesinin kaybolması monozomi olarak addedilirken bir çifte ilaveten bir tane daha kromozom eklenmesi ise trizomi olarak addedilip ebeveynlerden birinin gamet hücrelerinde değişik oranlarda bulunmakla kendini gösterir.
Velhasıl-ı kelam, mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte icabında kısmı yaşama imkânı veren arıza yapılar olarak karşımıza çıkmakta. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp, asla bir başka canlı türün türemesine yol açan bir değişiklik olmayacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/mutasyonlardan-medet-ummak-6059-kose-yazisi

DOĞAL SELEKSİYON VE EVRİM
SELİM GÜRBÜZER
Malum doğal seleksiyon sürecin ilk aşamasında mutasyonla birlikte DNA yapısında ister istemez bir takım bozulmaları beraberinde getiren faktör olabiliyor. Seleksiyonun bundan sonraki süreç aşamalarında ise canlı popülasyonların mesken tuttukları çevre şartlarıyla girdikleri mücadelede adapte olabilme veya olamamaları neticesinde yeni özellikler kazanması şeklinde etken faktör olabiliyor. Ancak seleksiyon için dikkat edin yeni özellikleri kazanma noktasında etken faktör dedik, yani bir başka canlı türüne dönüştürücü etken faktördür demedik. Ki; yeni özellikler edinmede etken faktör hadisesine kimsenin bir itirazı yok zaten. Nitekim kutup ayılarının renginin beyaz olması hem çevre şartlarına adapte olabildiklerinin göstergesi hem de seleksiyonun etken bir faktör olduğunun bir göstergesidir. Ve kutup ayısı da tıpkı dünyanın çeşitli yerlerini mesken tutmuş diğer ayılar gibi bir başka varlığa dönüşmeksizin ayı olarak neslini sürdürmektedir. Bizim itirazımız evrimcilerin canlı türlerinin güya nesilden nesile sürdürülebilir bir şekilde genetik olarak değişime uğrayıp ilk halinden farklı özellikler kazanmasıyla birlikte:
-Ya ortak atadan varyasyonla evrimleşme gerçekleşeceğine dair bir söylemde bulunuyor olmalarına,
-Ya insan soyunu tıpkı maymuna dayandırdıkları şekliyle tüm canlı türlerini de kendi cinsleri dışında soylara dayandıracak bir söylem de bulunuyor olmalarına,
-Ya da bir popülâsyonda mutasyona uğramış güçsüz genlerin diğer genlere nispeten daha az yaşama ve daha az üreme şansına sahip olması gerekir düşüncesinden hareketle zayıf düşmüş canlıların ortamdan elenebileceği söylemin de bulunuyor olmalarınadır.
Evet, söylemesine söyleniyorlar da, seleksiyon sürecinde değişikliğe uğrayan canlılar ilk halinden nasıl oluyor da ortak paydada buluşup orta ata ediniyorlar doğrusu bu tür söylemlere şaşmamak elde değil. Hem dedik ya, seleksiyonun ilk aşaması olan mutasyon hadisesinin bizatihi kendisi tâ baştan problemli bir faktördür, dolayısıyla sırasıyla bunu takip eden varyasyon, adaptasyon vs. aşamalarını da bu işin içine kattığımızda seleksiyon sürecinin ortak atalar ortaya koyacak şekilde neticeleneceği iddiasında bulunmak hiçbir bilimsel dayanağı olmayan abesle iştigal bir söylem olacaktır. Onlar mutasyon gibi problemli alanlardan yeni bir canlının üreyeceğinin hayaline kapılıp milyon yılları bekleye dursunlar, oysaki insan genomunda öyle genler var ki çekinik halden baskın hale geldiklerinde öldürücü olabiliyorlar da. Örneğin hemofili geni homozigot hale gelince öldürücü bir hal almaktadır. Bu demektir ki seleksiyonla hemofiliye sebep olan genlerin tamamen elenmesi mümkün değildir. Belli ki seleksiyon popülâsyon içerisinde ancak gen frekansını etkileyen bir faktör olarak iş görmektedir, hiçbir zaman bir türün genetik enformasyonunu zenginleştirici etki yapıp yeni bir canlı türü ortaya koyamamakta. Dolayısıyla evrimcilerin seleksiyon sürecinin başından sonuna tüm aşamalarının neticesinde ümitle bekledikleri yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı yönünde ki hayalleri boşa çıkmaktadır. Zira doğal seleksiyonun insan aklı gibi bilinci yok ki tüm canlıları ortak atada buluşturup yeni canlı tipler türetiversin. Hakeza seleksiyon neyin ortak ata olacağını neyin ortak ata olamayacağını ayırt edecek bir elek düzeneği değil ki canlıların ilk halini eleyip yerine son haliyle bir başka canlı türü ortaya koyabilsin. Maalesef evrimciler aklı olmayan bir etken faktörden medet ummaktalar. Hatta bir bakıyorsun evrimciler değim yerindeyse putlaştırdığı seleksiyondan gücünün üstünde boyundan büyük işlere karışmasını talep edip yeni bir genetik bilgi veya yeni organ yapıları üretmesinin beklentisi içerisine girmekteler. Neyse ki bu yolun çıkmaz olduğunu fark ettiklerinde bir anda 180 derece ‘U’ dönüşü yaparak klasik evrimci tezin babası Darwin’in; ‘Faydalı dönüşümler olmadığı sürece doğal seleksiyonun yapabileceği bir şey yoktur’ diye ileri sürdüğü düşüncesinde karar kılıp bir sürede doğal seleksiyona destek olacak faydalı mutasyon teziyle oyalanacaklardır. Tabii bu arada zavallı seleksiyonun aklı olmadığı için tüm bu olan bitenlere anlam verememektedir. Doğal seleksiyonun zaten aklı olsa hayvanlar âleminde en güçlü yaratık olarak bildiğimiz fil’in insanın oyuncağı olmaması gerekirdi. Bilakis insanın bizatihi fil hayvanının emrine amade bir varlık olması icap ederdi. Bu demektir ki fiziki güce dayalı üstünlük her daim zayıfları eleyecek bir elek olamayabiliyor. Hatta göç olayında bir kısım canlıların gittikleri yerlere adapta olamamaları hasebiyle seleksiyonla yüzde yüz elenip orada ki meydan tamamen yerleşik popülasyon canlı türlerine kalması icab ederdi. Ki, bunun böyle olmadığını oradaki popülasyon yüzde oranlarına baktığımızda pekala görebiliyoruz. Görüp göreceğimiz istatistik tablolar da anlaşılan o ki dünyada yüzde yüz saf ırk olmadığı gibi yüzde yüz saf gen havuzu da yoktur.
Göç
Oğul fertler mensup olduğu popülâsyondan ayrılıp göç ettiklerinde beraberinde beslendikleri gen kaynağını yeni popülâsyonun gen havuzuna taşımaktalar. Mesela sarı saçlı karaktere sahip genler bulundukları popülâsyondan ayrıldıklarında o popülâsyonun gen kaynağındaki sarı saç allel genlere ait frekans değerleri düşüş eğilim göstermektedir. Ancak bu geçici keyfiyettir. Çünkü doğal seleksiyon bu noktada çevreye uyanın geçebildiği, uyamayanların veya zayıf kalanların durdurulduğu bir çeşit elek aygıtı olarak devreye gireceğinden mevcut gen havuzunun dışında herhangi bir canlı türü ortaya çıkmayacaktır.
Şurası muhakkak göç olayı sıradan basit bir olay değildir elbet. Sıradan basit bir olay olsaydı evrimciler hayvanlar âleminde bilhassa kuş ve balıkların gerçekleştirdikleri göç olayları karşısında şaşkına dönüp dillerini yutmamaları gerekirdi. Baksanıza İngiltere’nin Galler bölgesinde yaşayan ve adına kara gagalı yelkovan denen Manx shearwater-Puffinus türünden bir grup kuş cinsi kapalı sandık içerisine konulup, Amerika’nın Massachusetts eyaletine götürüldüğünde birde ne görsünler sandığın kapağını açılıp salıverdiklerinde bu kuşların okyanusları aşaraktan hiç yollarını şaşırmadan vatanlarına tekrar dönüş yaptıkları gözlemlemişlerdir. Hakeza posta güvercinleri de öyledir. Elbette ki bu durumda seleksiyon faktörü de ne yapsın kendi öz kodlarında göç olayını analizini yapacak elek donanımı ve içgüdü melekesi yok ki göç olayını tersine döndüren bir hadise üretmiş olsun. O halde tam da bu noktada evrimcilere böylesi dilini yuttukları son derece müthiş radar sistemi eşliğinde gerçekleşen göç olayı karşısında doğal seleksiyon dedikleri doğal radar sistemi bu işin neresinde yer almakta diye sormak gerekir. Sorsak da suspus kalacakları malum. Belli ki kuşların yuvaya dönüşlerini sağlayan güçlü bir içgüdü radar sistemi donanımıyla donatılmaları söz konusudur. Malum, evrimciler, şu okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların elektrik jeneratör donanımıyla, yunus balıklarının da radar sistemi donanımıyla donatılmaları karşısında da bir kelam etmezler. Belli ki gerek kuşların yollarını şaşırmaksızın gerçekleştirdikleri göç mucizesi gerekse okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların üstün donanımlı radar sistemi karşısında şu çok güvendikleri ayıklayıcı, didikleyici ve seçiciliği ile meşhur doğal seleksiyonun hiçbir dâhili fonksiyonunun ve katkısının olmaması karşısında onların suspus kalmasına ziyadesiyle yetiyor zaten. Kaldı ki, bu tür olağan üstü akıl sır erdiremediğimiz donatım sistemleri sayesinde yürütülen faaliyetler sadece havada ve denizde gerçekleşmeyip karada da mesela karınca ve arı gibi bir takım hayvanlarda görülen bir durumdur bu. Nitekim arı ve karınca topluluklarına bir bakıyorsun içgüdü donanımları sayesinde son derece karmaşık sosyal organizasyonlar içerisinde faaliyetlerini nesilden nesile değişmeksizin yürüttüklerini görürüz. Ve bu olağan üstü faaliyetlerin tamamı seleksiyon hadisesinden bağımsız olarak bizatihi canlıların biyolojik donatılarında mevcut olan içgüdü melekelerinin ortaya koyduğu faaliyetler olup nesilden nesile bu içgüdü melekeleri değişmeksizin hep aynı kalır da. Peki, evrimciler sadece olağan üstü mucizevi hadiseler karşında mı sus pus kalıyorlar? Hiç kuşkusuz mutasyon hadisesinde seleksiyonun yeni bir canlı türü ortaya koyacak şekilde elek tellerinin hiçbir işe yaramadığı durum karşısında da sus pus kala kalmaktalar.
Mutasyon
Doğal seleksiyonun hiçbir gerçek yenilik meydana getirmediği şundan besbelli; bikere bir popülasyonda siyah saç allel gen frekansı, mutasyonla sarı saç allel gen frekansına dönüştüğünde o popülâsyonda sarı saç allel gen frekansı artış kayd edip, siyah renk geninin ise azalış kayd etmesi seleksiyonun bu durum karşısında herhangi bir işlevselliğinin söz konusu olmadığını gösterir. Kaldı ki bu olayda mutasyonla popülasyon gen frekanslarında değişiklikler görülse de bu demek değildir ki faydalı olduğu iddia edilen mutasyon birikimleriyle yeni bir canlı türü ortaya çıkacak. Görünen o ki ortaya çıksa çıksa yeni bir canlı türü değil, mikro mutasyonların milyonlar yılı bulacak tedrici birikimiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı beklentisine kapılan Neo Darwinist türünden yeni bir evrimci tayfa türeyiverecektir. Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza evrim teorisi de doğuşundan bugüne kendi içinde değişikliğe uğrayarak habire evrimleşmekte. Öyle ki bir yandan evrim teorisinin kurucu babası Darwin’e bir yandan toz kondurulmazken diğer yandan da evrim teorisi kaynağından git gide uzaklaştırılıp genetik ve moleküler biyolojiye uyarılmaya çalışılmakta. Derken klasik Darwin evrim teorisinden Neo-Darwinizm teorisine geçiş yapılaraktan kendi içlerinde evrimleşmiş oluyorlar. Görende zanneder ki klasik Darwinizm ile her şeyi halletmişler de şimdi sıra moleküler biyoloji yoluyla meseleyi halletmeye çalışıyorlar. Öyle ya, önce klasik evrim teziyle güya balıktan sürüngene dönüştüğü tarzında ileri sürdükleri iddialarına bir açıklık getirip ispatlayıversinler, sonra da dönüp moleküler biyolojiyle ilgili ne söylemeleri gerekiyorsa söyleyecek yüzleri olsun. Baksanıza adamlar, daha ortada fol yok yumurta yok, bir bakıyorsun hayatını tamamını su içerisinde geçiren bir hayvanın güya evrimleşerek karasal hayvana dönüştüğü hikâyesini sanki gerçek hayatta yaşanmış bir hikâyeymişçesine insanlara yutturmaya çalışmaktalar. Neyse ki evrim tezinin ortaya atılışından bugüne öyle bir noktaya gelindi ki, insanların artık içi boş boş laflara karnı tok hale gelmiş durumda. İnsanlarda ne yapsın, evrimi teorisinin ilk ortaya atılışından bugüne evrimciler tarafından sürüngenlerin kuşlara dönüşünü gösteren bir tane olsun geçiş formu gösteremediler. Zaten öyle bir geçiş formu da yok ki gösterebilsinler, düşünsenize bir inekten nasıl ki kanat oluşmanın imkân ve ihtimali yoksa, bir solucandan da omurga kemiği oluşmasının elbette ki imkân ve ihtimali yoktur. Hiç şüphe yoktur ki her yaratılan varlık orijinal yaratılış kodlarıyla neslini devam ettirmekte. Hatta zaman içerisinde seleksiyonla izolasyona uğrayıp da bir başka canlı türüne geçiş durumu da vuku bulmadı, bulmaz da.
İzolasyon
Büyük popülâsyonlar çeşitli nedenlerle mesela dağ, deniz, çöl teşekkülü veya kıtaların ayrılıp kalması vs. gibi hadiseler eşliğinde izole olmuş bir halde küçük popülâsyonlara bölünebildiği gibi aynı zamanda az veya çok izole olmuş farklı gen kaynaklarının meydana gelmesine de sebep teşkil edebiliyor. Nasıl mı? Mesela kahverengi ve sarı saçlı fertlerden meydana gelen bir büyük popülasyon, izole olaraktan küçük gruplara ayrıldığında sarı saç genin frekansı küçük popülasyonların bir parçasından çok fazla, diğerinde ise çok az değişiklik olarak tezahür etmesi bunun tipik misalini teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki bir türün kendi popülasyon alanı içerisinde kendi içinde belirli bir frekansta değişebilirliği söz konusu olabiliyor. Ve bu değişebilirlik frekans katsayı değerini maksimum 1 olarak kabul edersek, bu durumda bazı canlı türlerinde en minimumu frekans katsayısı değeri 0,01 gibi bir rakama tekabül eden bir izolasyon değerde değişiklik gözlenirken, bazı türlerde ise en maksimum frekans katsayı değeri 0,9 gibi bir rakama tekabül eden izolasyon değerde bir değişiklik gözlenmekte. Ancak burada gözlemlenecek olan muhtemel değişebilirlik katsayı değeri esnek olup, ortaya çıkacak olan bu katsayı değerinin sonsuza dek sürdürülebilir bir değişebilirlik özelliği kazanması asla söz konusu olamayacaktır. Hem kaldı ki ortaya çıkabilecek muhtemel gözlemlenebilecek değişiklik de sadece o tür için geçerli olabilecek bir değişiklik olacaktır. Yani bu demektir ki hiçbir türün esneklik ve değişebilirlik özelliği birbirinin aynı olmayacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, maksimum veya minimum seviyelerde seyreden değişiklikler bir yere kadar seyredip, zaman içerisinde küçük gruplara ayrılmış olan gen popülasyonları bir şekilde kararlılık sergileyip normal gen frekans katsayı dengesine kavuşabiliyor. Yani bu bir anlamda zaman içerisinde çevreye adapte olmasıyla birlikte dengesine kavuşacak anlamında bir uyumluluktur bu. Dahası bu durum yeni bir canlı türünün ortaya çıkmasına kapı aralayacak bir izolasyon olmayıp tam aksine azınlık halde bulunduğu çevre içerisinde çevreye adapte olaraktan kendi genetik kodlarını koruyacak tür olarak varlığını devam ettirecek bir durumdur. Hem kaldı ki, çevreye uyum sağlamakla da popülasyon dengelenebileceği gibi, suni seleksiyon, melezleşme ve hayvan ıslahı metotlarıyla da bir nebzede olsun popülasyon dengesi sağlanabiliyor.
Suni Seleksiyon
Bilindiği üzere bir takım önüne geçilemeyecek türden mutasyon kaynaklı maraz durumların dışında herhangi bir canlı türünün popülâsyon gen kaynakları insanların isteğine bağlı olarak şekillendirilebiliyor. Böylece dünyaya gelecek olan oğul döllerinin insanlar tarafından seçilmesi yapay seleksiyon diye adlandırılır. Eğer bir seleksiyon insanlar tarafından değil de tabii kanunların akışı içerisinde gerçekleşiyorsa bu seleksiyona doğal seleksiyon denmektedir. Dolayısıyla doğal seleksiyonla bir çevreye adapte olmuş canlıların yaşaması sağlanabilirken, suni seleksiyonla ancak insanlar tarafından işlerine yarayabilecek canlıların gelişmeleri ve soylarının devamı gerçekleşebiliyor. Örneğin; uzun gövdeli ve çok kısa bacaklı yapıda Ancon koyun ırkı tercih edildiğinde bunlar kendi aralarında çaprazlanmaksızın da üretilebiliyor. Yani burada bir suni tohumlama denen suni seleksiyon metodu uygulanmaktadır. Bu arada şunu belirtmekte de fayda var; suni seleksiyon insanın müdahalesine açık bir genetik izolasyon olup, asla bir başka türe dönüşen bir operasyon değildir. Yani yapılmak istenen tüm işlemler o türün kendi içerisinde sınırlı kalmaktadır. Aynı tür içerisindeki varyasyonların orijinini elbette reddetmeyiz, bizim itirazımız farklı bitki ve hayvan türlerinin aynı ortak atadan evrimleşerek meydana geldiği iddiasınadır. Çünkü bunca zengin fosil kayıtlarına rağmen evrimcilerin iddialarını ispatlayacak bugüne dek hiç izole geçiş formlarının varlığını gösterecek bir delil bulunamamıştır. Düşünsenize evrimci tezlere kanmış olsaydık bizler de pekâlâ temcit pilavı gibi balıkların atası omurgalılar olduğunu ikide bir tekrarlayıp duracaktık, meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, geldiğimiz noktada halen iddialarını doğrulayacak hiçbir geçiş formu bulunamamıştır. Nitekim günümüzde yassı yüzgeçli (Crossopterygian) fosillerine rastlanmakta, ama balıktan kurbağaya geçişi gösteren bir tane olsun ara geçiş formu fosil kaydı ortaya çıkmamıştır. Şimdi sormak gerekir, bu durumda kim diyebilir ki fosil kayıtları fakir? Anlaşılan fakir olan fosil kayıtları değil, bilakis ufku dar sığ beyinlerdir.
Ortak Ata
Peki ya şu kendilerini modern evrimci olarak lanse edenlere ne demeli, baksanıza onlara kalırsak tüm insanlık ortak bir atadan türemiş güya. Eğer öyleyse, dünyanın çeşitli yerlerinde hiçbir ırkın olmaması gerekirdi. Dolayısıyla evrimciler ortaya ırk gerçeğini atmak yerine ortak ata tezi ataraktan işi kotaracaklarını zannetmekteler. Oysaki Yüce Allah (c.c) “Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarattık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınandır” (Hucurat, 13) diye beyan buyurmakla insanlığın yaratılış kodlarında ırk gerçeğine işaret etmiştir. Maalesef gel gör ki evrimciler insanın yaratılış kodlarını inkâr edip bir ırkın diğerinden farklı olma nedenini mutasyon, seleksiyon ve adaptasyon gibi etken unsurlara bağlamaktalar. Aslında hiçte lafı eğmeye, bükmeye, evirmeye, çevirmeye gerek yoktur, madem tüm insanlığı ortak ataya bağlıyorsunuz, o halde nasıl olurda ortak atadan bir anda renkleri farklı, dilleri farklı, tenleri farklı ırklar doğuverir. Hem kaldı ki ileri sürdükleri ortak ata tezinin kabul görebilmesi için hiçbir ırkın diğerinden bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi. Farklılığa da bahane bulacaklar ya, onlara göre bir ırk, güya yeni bir türün ilk başlangıcıdır tezini ortaya atacaklardır. Yetmedi her bir ırkın gelişim kaydedebilmesi içinde hayatla olan mücadelesinden galip gelmesi gerekirmiş, aksi halde doğal seleksiyonla elenip güçlü olanlardan yeni ve daha seçkin olanlar ortaya çıkacakmış. Derken seçkin olanlarda kendi içinde evrimleşip, yani Homo erectus’tan Homosapiens’e (günümüz insanına), Homo sapiens’ten de arına arına Homo supremus’a (süperman insana) dönüşecekmiş güya. Malum bir zamanlara okullarda okutulan evrim tarihine göre insanlar ve kuyruksuz maymunlar (apes) aynı ortak bir ata’dan türemişler. Derken bu ortak ata’dan takriben üç milyon önce bir kol ayrılıp evrimleşerekten bugünkü insan haline dönüşmüş. Oysaki bugüne kadar ortak bir atayı gösteren ne bir hayvanın izine rastlanılmış ne de bir fosil kaydı bulunabilmiştir. Tamamen hayal mahsulü tezler olarak kayıtlara geçmişlerdir.
Bikere ileri sürdükleri ortak ata tezinin bilim çevrelerinde kabul görebilmesi için aynı ortak atadan türeyen tüm insanlığın aynı ortak dili kullanıyor da olmaları gerekirdi. Ya da diller arası farkın birbirleri arasında bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi. Tabii buna da bahane bulacaklar ya, kabileler bir şekilde ortak atadan ayrılınca ister istemez dil farklılığı doğdu diyeceklerdir. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz dilin kemiği yok ya, ortak atadan çıkan bir dil, yeni bir dilin türemesinin ilk başlangıcını teşkil edecekmiş güya. Peki, adama demezler mi ortak atadan önce kabile mi ayrılıp ortaya çıktı, yoksa dil mi ayrılıp ortaya çıktı. Dahası değim yerindeyse yumurta mı önce ortaya çıkıverdi yoksa tavuk mu önce çıkıverdi? Her neyse evrimciler ortaya attıkları ortak ata teziyle ırk mı önce ve dil mi önce ayrıldı sorusunun cevabını vermek için düşüne dursunlar, yaratılış mucizesine inanmış müminler olarak bizler bu sorunun cevabını Yüce Allah’ın kelamında çoktan bulduk bile. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim de; “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da (ayrı olmasında) Onun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda âlimler için elbette ibretler (hikmetler) vardır” (Rûm suresi, ayet 22) diye beyan buyurmakla dillerin de insanlığın yaratılış kodlarında var olduğu gerçeğine işaret etmiştir. İşte bizim vereceğimiz mucizevi cevap bu, başka daha ne diyebiliriz ki, yaratılan her şey yaratılış kodlarında gizlidir zaten. Bu arada unutmayalım ki hayvanlardaki hırıltı veya havlamayı insanların konuşma diliyle birbirine karıştırmamak gerekir. Zira birinde içgüdüyle hırıltı ve havlama vs. söz konusudur, diğerinde ise akıl ve mantık süzgecinden geçen insan zekâsına dayalı konuşma söz konusudur. Dolayısıyla buradan hayvanların hırıltı ve havlamaların evrimleşerekten insan konuşmasına dönüşmüştür bir çıkarımda bulunmak akla ziyan bir tez ileri sürmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dogal-seleksiyon-ve-evrim-6088-kose-yazisi