PLAZMA PROTEİNLERİ
PLAZMA PROTEİNLERİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Bilindiği üzere hücre yapısı büyük ölçüde protein özellik göstermektedir. Nitekim kaslarda % 30, karaciğerde % 20–30, alyuvarlarda % 30 civarında protein bulunmaktadır. Hatta canlıların üremesi, gelişmesi ve bir takım genetik karakterlerin kuşaktan kuşağa aktarılması gibi faaliyetler protein içerikli maddeler sayesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla proteinsiz hayat düşünülemez. Yani proteinler hayati öneme arz eden enzimler dâhil tüm antikorlara kadar birçok yapıda yerini almaktadır. Hatta şeker, tuz gibi moleküller ile kıyasladığımızda proteinlerin dev yapılı ve karmaşık moleküller olduğu görülecektir. Öyle ki; molekül ağırlığı milyon rakamları bulan protein moleküllerin yanı sıra, molekül ağırlığı 6000 olan iki peptit zincirden meydana gelmiş insülin hormonu gibi proteinlerde mevcuttur. Zira bu zincirlerin birinci ayağı 21, ikinci ayağı ise 30 amino asit ihtiva edip, toplamda 51 aminoasitle birlikte insülin molekülünü meydana getirirler. Anlaşılan o ki proteinin bulunmadığı alan gözükmemektedir. Aynı zamanda binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot içeren en basit protein molekülün bile hiçbir tesadüfe meydan vermeyecek şekilde belli bir düzen içerisinde sahne almaktadır. En iyimser tahminle bir insülin proteinin bir kereciğine de olsa tesadüfen meydana gelme ihtimali için gerekli 20 rakamını 51 ile çarptığımızda bu iş için değil bir evren ömrü, birkaç milyar kat ömrünün yetmeyeceği bir sonuca ulaşırız. Öyle ki; İngiliz Biyokimyacısı Frederick Sanger 1945 yılında peptit zincirindeki amino asitlerin diziliş sırrını çözme adına başlattığı çalışma 1953 yılında tamamlanıp, gelinen nokta itibariyle sadece en basit protein molekülü diyebileceğimiz insülin hormonu keşfedilebilmiştir.
Ab-ı hayatımıza renk katan kan ekseriyatla plazmadan meydana gelmiştir. Bu yüzden sıvı olan plazma ile katı olan kısmın içerisindeki şekilli elemanların hepsine kan denmektedir. Tariften de anlaşıldığı üzere kanın eritrosit, lökosit ve trombosit denilen şekilli elemanları narin yapılı bir incecik sıvı olan plazma içerisinde adeta tekne gezintisi yapıp hayatlarını sürdürmekteler. Bu gezintinin son derece mükemmel olması için sıvının akışkanlığı, hatta miktarı gibi tüm ayarlamalar önceden düşünülmüş bile. Bu ayarlamaları yapan organ hiç kuşkusuz böbrekten başkası değildir. Oldu ya kan aşırı derecede sulandı, bu durumda böbrek devreye girip suyun fazlasını süzmesiyle birlikte sistemin dengesi sağlanmaktadır. Kanımızdaki en önemli olan protein hiç kuşkusuz hemoglobindir. Hemoglobin insülin gibi basit bir protein olmayıp, bilakis 574 amino asitin belli bir nizam içerisinde bir araya gelmesiyle oluşan ve aynı zamanda molekül ağırlığı 68 bin olan bir elemandır. Hatta bugün itibariyle hemoglobinin yüzden fazla cinslerinin olduğu tespit edilmiştir. Sanırım yukarıda insülinin tesadüfen meydana gelemeyeceğini gösteren ihtimal hesabından sonra bu sefer de bir hemoglobin molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalini hesaplamak abesle iştigal olsa gerektir. Bilindiği üzere Hemoglobin proteini oksijeni akciğerlerden alarak vücudumuzun tüm hücrelerine transfer işlemi gerçekleştirmektedir. Yüce Allah önemli görevler ifa eden söz konusu bu molekülü kana kırmızı rengi veren alyuvarların içerisine yerleştirmiştir. Bir insan vücudu düşününü ki tamamında 7500 civarında alyuvar bulunmaktadır. Bu demektir ki toplamda 7500 milyon trilyon civarında hemoglobin var demektir.
Her vücut kendine özgü protein molekülün varlığına ihtiyaç hisseder. Dolayısıyla dışardan herhangi bir yabancı madde girdiğinde vücut alarm verip derhal tepkisini ortaya koymaktadır. Oldu ya bir insana başka bir canlının serumun vermeye kalkıştığımızda o insan ya koma haline girecek, ya da derhal ölümüne yol açacaktır.
Plazma proteinleri kanın akıcı nitelikte olmasından dolayı şu tiplere ayrılır:
—Fibronojen,
—Serum,
—Fibrin,
—Plazma,
—Pıhtı vs.
Malum olduğu üzere 1900 yılında Avustralyalı bir bilim adamı insanların kan özelliklerine göre A, B, AB, 0 grupları şeklinde tasnif ettikten sonra insan alyuvarlarında A ve B maddesi diye iki çeşit özel proteinin varlığını ortaya koymuştur. Böylece alyuvarlarında sadece A maddesi bulunana A, sadece B maddesi bulunana B, her iki maddeden bulunana AB, hiç bulunmayanlara da 0 (sıfır) grubu adını almış oldu. Aynı zamanda söz konusu maddeler keşfedilmekle kalmayıp bu sefer dikkatler dört kan grubu üzerine çevrilerek bunlara ait kan plazmalar mercek altına alınıverdi. Yapılan birtakım analiz çalışmaları sonucunda yabancı kanın alyuvarlarını aglütinasyona uğrattığı düşünülen alfa ve beta denilen iki çökeltici özel maddenin varlığı tespit edilmiştir. Yani; A grubu insanın plazmasında beta çökelticisi maddesi, B grubu bulunanlarda ise alfa çökeltici maddesi olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu durumda A grubuna sahip bir insana B grubu kan verildiğinde beta çökeltici maddesinin devreye girmesiyle birlikte verilen kanın alyuvarlarını çökeltebileceği tescillenmiş oldu. Dahası çökeltmekle kalmayıp damar tıkanmasıyla birlikte insanın ölümüne neden olacağı belirlenmiştir. AB grubuna sahip insanların plazmalarında ise çökeltici maddelerin hiç biri bulunmadığından, bu gruptakilere her gruptan kan alma şansı doğmuştur. Ancak aynı şeyi 0 grubu için söyleyemeyiz. Çünkü bu gruptakilerin plazmasında her iki çökeltide mevcut olduğundan, kendisi dâhil her gruba kanını vermektedir. İşte toplum ilişkilerinde sıkça gördüğümüz “al gülüm ver gülüm” denen olayın tüm detayları AB ve 0 grubunun gizeminde mevcut. Bir başka ifadeyle plazma AB veya 0 olunca alanda memnun, veren de memnun olmuş oluyor. Zira plazma öyle emir almış ki emrin gereğini yerine getiriyor. Bu yüzden AB grubu genel alıcı, 0 grubu ise genel verici diye isimlendirilmişlerdir.
Anlaşılan o ki; Vücudun 1/11 veya 1/12’ini kan ihtiva etmektedir. Bu yüzden kan yaratılış misyonu gereği akıcı bir doku olup, kendisine belli başlı görevler yüklenmiştir. Şöyle ki bu görevler:
— Barsakta emilen ve lenfa kanallarına ulaşan gıdaları karaciğere ve dokulara ulaştırmak,
—Solunum gazlarını nakletmek,
—Metabolitik artıklarını (üre, NH3) alıp dışarı atılması için çeşitli organlara göndermek,
—Hormon, enzim ve vitamin gibi maddeleri taşımak,
—Vücut ısısını sabit tutmak,
—Organların PH değerini ayarlamak,
—Su dengesini sağlamak,
—Kanamaları önlemek,
—Enfeksiyonlara karşı korunmayı temin etmek tarzında sıralanır.
Enfeksiyonlara karşı korunma ise;
Lökosit ve monositler vasıtasıyla karşı koyma veya antitoksin ve antikorların savunması şeklinde tezahür etmektedir.
http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall
dedekorkut1
10 Mart, 2023 - 20:44
Kalıcı bağlantı
BİYOLOJİK ECZACILARIMIZ
BİYOLOJİK ECZACILARIMIZ
SELİM GÜRBÜZER
Sindirim sistemi ağızla başlayıp mide ve bağırsakta son bulan bir sistemdir. Şöyle ki; besinler ağızdan başlamak üzere etten bir boru içerisinde mekanik ve kimyasal değişikliğe uğrayıp takriben 9 metrelik bir güzergâh boyunca yolculuğunu devam ettirir. Derken insan bağırsağında emilen moleküller çeşitli iletim araçları vasıtasıyla görev alanlarına göç etmiş olurlar. Tabii bu sıradan göç değil, öyle ki öncesinde pinositoz yoluyla parçalanan moleküller protein ve amino asit gibi yapı taşı halinde membrana sarılı olarak kılcal damarlara taşınırlar, sonrasında da malum gittiği yerlerde ecza işlemine tabii tutulurlar. Hiç kuşkusuz bu gidilen yerlerde en önemli ecza işlemcimiz vücudumuzun kimya fabrikası diye bilinen karaciğerden başkası değildir elbet. Karaciğer eczacısına konuk olan moleküller en ince ayrıntısına kadar adeta ince elenip sık dokunaraktan hem yakım işlemleri gerçekleşir hem de yıkım enkazı diyebileceğimiz safranın bağırsağa atılım işlemleri gerçekleşir.
Peki, sindirim organları dünyasında durum vaziyet bu iken hücre âlemi içerisinde sindirim işlemleri nasıl bir yapı üzerine kuruludur? Hiç kuşkusuz bu âlemin içinde de tıpkı organeller arasında gerçekleşen bir benzer yapının aynısı söz konusudur. Zira endoplazmik retikulum tarafından imal edilip sitoplâzmaya sindirilmesine yönelik içerisi besinle dolu hazır paketlenmiş halde gelen besin kofulu türünden konuklar lizozomlarca karşılanırlar. Gelen konuk paketler cinsine göre değişiklik gösterip, şayet besin kofulu fagositoz sonucu oluşmuşsa fagositositik vezikül olarak muamele görür, pinositoz sonucu meydana gelmişse pinositoz kesecikler olarak muamele görür. Böylece bu isimlerle faaliyetlerini yürütürler. Değim yerindeyse her iki vezikülde hücrenin bir nevi midesi ve bağırsağı hükmünde bir kimlikle faaliyette bulunurlar. İşte bu noktada lizozomlara sadece veziküllere dokunmak düşer, böylece bir dokunuşla membran delinip kendilerine gösterilen muameleden maksat hâsıl olur da. Hatta bu arada lizozom bünyesinde yer alan enzimlerce vezikül maddeleri parçalanıp ayrıştırma işlemleri de ihmal edilmez. Nitekim tüm yapılan işlemlerin ardından sitoplâzmaya geçmesi uygun görülenler sindirim ürünleri olarak geçirilir, uygun olmayanlar ise hücrenin uygun olan kısmından vezikül halde dışarı atılmış olunur. Ve tahliyesi gerçekleşen bu ürünlere boşaltım kofulu denmektedir. Görüldüğü üzere canlının en küçük birimi olan hücre âleminde üç hareket birden gerçekleşmekte olup bu hareketler üç aşamalı diyebileceğimiz sindirme, rezorbe (emilme) ve boşaltım şeklinde tezahür etmektedir. Ve bu üç sacayağı üzerine kurulu vezikül paketleme sistemi adeta sindirim bezlerinin adeta bir kopyası şeklinde eczacı bir duruş sergilemiş olurlar.
Lizozomlar çeşit çeşit olup her birinin iç kısmı enzim içeren sıvılarla yüklüdür. Nasıl ki safra kesesinin delinmesiyle vücuda yayılan zehir tehlike arz ediyorsa aynen öyle de lizozom membranın açık vermesiyle de içerisindeki enzim içeren sıvıların sitoplâzmaya yayılma riski söz konusu olabiliyor. Yani bu riskle birlikte sitoplâzmanın hidrolitik parçalanmasının akabinde hücrenin intiharına yol açılabiliyor.
Her neyse sonuçta hücre âlemi içerisinde sindirim işlemleri böyleyken, kim bilir boşaltım işlemleri nasıldır. Şimdilik sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki; hiç kuşkusuz boşaltım işlemi de kontraktil kofullar (kasılabilen kofullar) vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bilindiği üzere suyun aşırısı da zararlı azı da. Dolayısıyla suyun dengede tutulması için kofullar tıpkı bir hücreli amip, öglena ve terliksi hayvanlarda olduğu gibi stoplazmaya giren fazla suyu depolayıp belirli bir hacme ulaştığında ani kasılma hareketleriyle pompalayarak hücre dışına tahliye işlemlerini gerçekleştirmiş olur.
Hâsılı öyle anlaşılıyor ki; sindirim hadisesi sadece organ düzeyinde değil mikro düzeyde gerçekleşen bir biyolojik eczacılık programıdır. Nitekim angström milimetrenin yüz binde bir olması hasebiyle daha çok enerji meseleleriyle ilgili mikro düzeyde bir birim olup, bu birim sayesinde mikro âlem ölçülmeye çalışılır da. Madem öyle, bize bu noktada “Ne mutlu bu ölçümler eşliğinde biyolojik ecza programının idrakine varanlara” demek düşer.
Karaciğer
Tabii hücre yapısı içerisinde işlem gören mikro düzeyde birimlerin en önemli makro düzeyde işlendiği organellerin başında karaciğer gelmektedir. Malumunuz altın, gümüş ve bakır gibi birtakım maddeler tabiatta saf halde bulunurken saf halde bulunmayıp fakat bir kısım kimyasal maddelerle reaksiyona girmek suretiyle bileşik halde bulunan madenlerin varlığı da söz konusudur. Ancak saf halde ya da bileşik halde hiç fark etmez sonuçta bunlarında işlenmesi icab eder. Zira işlenmezse hiçbir anlam ifade etmez.
Peki, tabiatta maden olur da vücudumuzda olmaz mı? Elbette olur. Nasıl ki her hangi bir madeni saf olarak elde etmek için birçok işlemler gerektirip yatağından çıkarıldığında arta kalan kil ve taş gibi maddeler ayıklanması icab ediyorsa, aynen öylede karaciğer organımızda buna benzer işlemlerin alasını yapan bir eczacımızdır. Bu yüzden karaciğer organımızı yaratan Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Çünkü söz konusu bu eczacımız bizim idrakimizin dışında bizden habersiz vücudun ihtiyacı olan tüm cevherleri adeta bir kuyumcu gibi işleyip üretmek için canhıraş bir şekilde çalışmakta. Tabii tüm bu işlemleri yaparken de yalnız değildir, dalak, öd ve böbreklerde yardımcı eczacı elemanlar olarak takviye edilmişlerdir. Nitekim takviye kuvvet olarak öd safrayı belirli bir sistem içerisinde işlerlik kazanmasına aracı olduğu gibi böbreklerde idrarı süzüp mesane yoluyla dışarı atılmasına aracı olmakta.
Evet, baş eczacımız karaciğer kırmızımsı kahverengi renkte olup, aynı zamanda karın boşluğunun sağ üst kısmında veya diyaframın sağ alt yanında yer alan vücudumuzda mevcut salgı bezlerin en büyüğü olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca dört parçadan meydana gelen karaciğer cidarı ince bir zarla kaplıdır, Karaciğerin mikroskobik incelemesine baktığımızda milyonlarca lopcuklardan meydana geldiği ve her bir lopcukların aralarında dokularla bağlantılı kanalların varlığı görülür. Belli ki tüm bu donanımlar süs için donatılmış değillerdir, bilakis belli bir gayeye yönelik için donatılmıştır. Yine de bu demek değildir ki hiçbir şeye muhtaç değillerdir, bikere karaciğer hücreleri sürekli faal durumda oldukları için bir noktadan sonra bol kana ihtiyaç gösterip bu yüzden çok yaygın damar ağıyla donatılmışlardır. Beslenmeleri içinde mide, ince bağırsak ve dalaktan gelen toplardamarlar ağı ve aorttan (büyük atardamar) ayrılan bir atardamar kolu da bu iş için tahsis edilmiş durumda. Öyle ki, ince bağırsakta emilerek kan yoluyla gelen besinler maden tuzları veya vitaminler karaciğer tarafından depo edilip ihtiyaç anında vücuda yarayışlı hale getirilerek gerekli bölgelere sevk edilmekteler. Tabii yarayışlı hale getirmek derken besinlerin rafine edilme işlemlerini kast ediyoruz. Nitekim glikojene dönüştürülmüş şeker, yağ asitleri ve amino asitler vücut tarafından kullanılmaya hazır halde karaciğerde bekletilir. Yetmedi bu arada rafine işlemleri ve yürüttüğü bir takım faaliyetler esnasında açığa çıkan artık maddelerin zararlı hale gelmelerinin önüne geçmek için de sarı renkli acımsı öd sıvısını salgılamanın yanı sıra safra kesesi sayesinde safra salgısını çıkarıp safra kanalı vasıtasıyla 12 parmak bağırsağına dökülme işlemleri de gerçekleşmiş olur. Hatta safra kesesi bununla da yetinmeyip bağırsakları nemli tutmasıyla birlikte emilmeyi kolaylaştırıp yağların sindirilmesine yardımcı olduğu gibi ayrıca karaciğer tarafından süzülen zehri bağırsak yoluyla dışarı atılmasını da sağlar, Malum salgılanan safranın bir kısmı ise safra kesesinde depo edilir. Ancak şu da var ki safra hastalarının ameliyatla safra kesesi alınmadığı durumlarda hazım problemleri yaşadıklarından birçok yiyeceği yiyemedikleri gözlemlenmiştir.
Kan şekerinin denge ayarı vazifesi daha çok karaciğerin sorumluluk alanına girmektedir. Dolayısıyla beyindeki şeker dengesini ayarlama merkezinin talimatlarına göre çalışan böbrek üstü bezi ve pankreas salgıları, bir noktada karaciğerin glikoz üretme faaliyetini de idare etmektedirler. Bu mekanizmanın düzenli çalışmaması halinde karaciğer fazla şeker imal edeceğinden şeker hastalığının meydana gelmesi her an kaçınılmaz bir hal alabiliyor.
Karaciğer bedenimizin istemediği proteinleri üre haline dönüştürerek böbreğe havale eder, böylece böbrek tarafından süzülerek gelen sıvı mesane aracılığıyla idrar şeklinde vücuttan dışarı atılması sağlanır. Zaten bu kurulu eczane sistemi olmasaydı zehirli maddelerin vücudumuzu istila etmesiyle birlikte yaşama imkânımız kalmayacaktı. Kaba artıklarda malum gaita şeklinde anüs yoluyla tahliye olmaktadır.
Şu bir gerçek 7/24 saat hiç durmaksızın çalışan ecza fabrikamızın çarklarına bir haller gelse halimiz nice olurdu. Yine de fazla endişelenmeye gerek yok diyebiliriz, olası arızalar karşısında karaciğere kendi kendini tamir etme özelliği de söz konusudur. Düşünsenize ameliyatla karaciğerin bir kısmı alınsa bile geriye kalan diğer hücreler hızlı bir şekilde çoğalarak eksik kısmı tamamlayabiliyor. Hatta karaciğer 64 parçaya bölünüp 63’ü alınsa kalan tek parçadaki hücreler çok seri bir şekilde çalışarak tam bir karaciğer oluşumunu yeniden inşa etmiş olmaktalar. Tabii karaciğerin mahareti burada bitmiyor. Dahası var. Mesela kansızlığı önleyen B12 vitamini ve zaman zaman akyuvar imal etmek için vardır.
Öyle anlaşılıyor ki; karaciğer bir ömür boyu bizim bile haberimiz olmadan takriben 400’ü aşkın faaliyetiyle tüm ecza fabrikalarına taş çıkartırcasına görevini hiç bir şekilde aksatmaksızın tüm faaliyetlerini yürüten en güzide eczanemizdir
Plazma Proteinleri
Tabii hücre yapısı içerisinde ecza işlemcisi diyebileceğimiz bir diğer mikro düzeyde birimlerden biri de proteinlerdir. Bilindiği üzere hücre yapısı büyük ölçüde protein özellik göstermektedir. Nitekim kaslarda % 30, karaciğerde % 20-30, alyuvarlarda % 30 civarında protein bulunmaktadır. Hatta canlıların üremesi, gelişmesi ve bir takım genetik karakterlerin kuşaktan kuşağa aktarılması gibi faaliyetler protein içerikli maddeler sayesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla proteinsiz hayat düşünülemez. Yani proteinler hayati öneme arz eden enzimler dâhil tüm antikorlara kadar birçok yapıda yerini almaktadır. Hatta şeker, tuz gibi moleküller ile kıyasladığımızda proteinlerin dev yapılı ve karmaşık moleküller olduğu görülecektir. Öyle ki; molekül ağırlığı milyon rakamları bulan protein moleküllerin yanı sıra, molekül ağırlığı 6000 olan iki peptit zincirden meydana gelmiş insülin hormonu gibi proteinlerde mevcuttur. Zira bu zincirlerin birinci sacayağı 21, ikinci sacayağı ise 30 amino asit ihtiva edip toplamda 51 aminoasitle birlikte insülin molekülünü meydana getirirler. Anlaşılan o ki proteinin bulunmadığı alan gözükmemektedir. Aynı zamanda karbon, hidrojen, oksijen ve azot içeren en basit protein molekülün bile hiçbir tesadüfe meydan vermeyecek şekilde belli bir düzen içerisinde sahne almaktadır. En iyimser tahminle bir insülin proteinin bir kereciğine de olsa tesadüfen meydana gelme ihtimali için gerekli 20 rakamını 51 ile çarptığımızda bu iş için değil bir evren ömrü, birkaç milyar kat ömrünün yetmeyeceği bir sonuca ulaşırız. Öyle ki; İngiliz Biyokimyacısı Frederick Sanger 1945 yılında peptit zincirindeki amino asitlerin diziliş sırrını çözme adına başlattığı çalışma 1953 yılında tamamlanıp, gelinen nokta itibariyle sadece en basit protein molekülü diyebileceğimiz insülin hormonu keşfedilebilmiştir.
Şu da bir gerçek ab-ı hayatımıza renk katan kanın ekseriyeti plazmadan meydana gelmekle beraber serum kısmını da dâhil ettiğimizde ortaya çıkan akışkan sıvıya kan denmektedir. Zaten tariften de kanın yapısını oluşturan eritrosit, lökosit ve trombosit denilen şekilli ecza elemanları narin yapılı bir incecik sıvı olan plazma içerisinde adeta tekne gezintisi yaparaktan hayatlarını bu şekilde sürdürdükleri anlaşılıyor. Hatta bu gezintinin son derece mükemmel olması için sıvının akışkanlığı, hatta miktarı gibi tüm ayarlamalar önceden düşünülmüş bile. Bu ayarlamaları yapan organımız hiç kuşkusuz böbreklerden başkası değildir. Oldu ya kan aşırı derecede sulandı, bu durumda böbreklerimiz ne güne duruyor, hemen suyun fazlasını süzmesiyle birlikte işleyen sistemin dengesi sağlanmış olurr. Kanımızdaki bir diğer en önemli ecza elemanı da hemoglobin proteinidir. Nitekim hemoglobin insülin gibi basit bir protein olmayıp, bilakis 574 amino asitin belli bir nizam içerisinde bir araya gelmesiyle oluşan ve aynı zamanda molekül ağırlığı 68 bin olan bir ecza elemandır. Gelinen nokta itibariyle hemoglobinin yüzü aşkın cinslerinin olduğu tespit edilmiştir. Sanırım yukarıda insülinin tesadüfen meydana gelemeyeceğini gösteren ihtimal hesabından sonra hemoglobin molekülünün meydana gelme ihtimalini hesaplamaya kalkıştığımızda yine dudak uçurtacak rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak. Çünkü biri basit protein, diğeri ise son derece kompleks proteindir. Son derece karmaşık protein şuradan belli ki; hemoglobin proteini oksijeni akciğerlerden alarak vücudumuzun tüm hücrelerine transfer işlemi gerçekleştirebiliyor. Üstelik Yüce Allah (c.c) önemli görevler ifa eden söz konusu bu molekülü kana kırmızı rengi veren alyuvarların içerisine konumlandırmakla tefekkür etmemizi murad etmiştir. Bir insan kanı düşünün ki kanın tamamında 25 trilyon civarında alyuvar bulunmaktadır. Bu demektir ki insan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre var demektir. Bilmem bu rakam tefekkür dünyamızda ne gibi etki yapar, isterseniz bunu da siz düşünün.
Her vücut kendine özgü protein molekülün varlığına ihtiyaç hisseder. Dolayısıyla dışardan herhangi bir yabancı madde girdiğinde vücut alarm verip derhal tepkisini ortaya koyabiliyor. Oldu ya bir insana başka bir canlının serumu vermeye kalkışıldığında o insan ya koma haline girecek, ya da derhal ölümüne neden olacaktır.
Plazma proteinleri kanın akıcı nitelikte olmasından dolayı;
-Fibronojen,
-Serum,
-Fibrin,
-Plazma,
-Pıhtı vs. türü kategorilerde ecza bileşenleri olarak sahne alırlar.
Malumunuz 1900 yılında Avustralyalı bir bilim adamı insanların kan grup faktörünü A, B, AB ve 0 grupları şeklinde tasnif ettikten sonra, ayrıca insan alyuvarlarında A ve B maddesi diye iki çeşit özel ecza proteinin varlığını ortaya koymuştur. Böylece bir insanın alyuvarlarında sadece A antijeni etken madde bulunan insan A grubu, sadece B antijeni etken madde bulunan B grubu, her iki antijen etken maddeden bulunan AB grubu, hiç etken faktör bulunmayan ise 0 (sıfır) grubu adını almış oldu. Aynı zamanda bu söz konusu maddeler keşfedilmekle kalmayıp bu sefer dikkatler dört kan grubu üzerine çevrilerek bunlara ait kan plazmaları diyebileceğimiz eczalar mercek altına alınıverdi. Yapılan birtakım analiz çalışmalar sonucu adına alfa ve beta denen iki çökeltici özel maddenin kendine yabancı olan kanın alyuvarlarını aglütinasyona uğrattığı tespit edilmiştir. Yani; A grubu insanın plazmasında beta çökeltici madde, B grubu bulunanlarda ise alfa çökeltici madde olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu durumda A grubuna sahip bir insana B grubu kan verildiğinde beta çökeltici maddenin devreye girmesiyle birlikte verilen kanın alyuvarlarını çökeltebileceği tescillenmiş oldu. Dahası çökeltmekle kalmayıp damar tıkanıklığı sonucu insanın ölümüne neden olacağı belirlenmiştir. AB grubuna sahip insanların plazmalarında ise çökeltici maddelerin hiç biri bulunmadığından, bu gruptakilere her gruptan kan alma şansı doğmuştur. Ancak aynı şeyi 0 gruptakiler için söyleyemeyiz. Çünkü bu gruptakilerin plazmasında her iki çökeltide mevcut olduğundan, kendisi dâhil her gruba kanını vermektedir. İşte toplum ilişkilerinde sıkça gördüğümüz “Al gülüm ver gülüm” denen olayın esprisi AB ve 0 grubunun gizeminde mevcut zaten. Bir başka ifadeyle plazma AB veya 0 olunca alanda memnun, veren de memnun olmuş oluyor. Zira plazma öyle emir almış ki emrin gereğini yerine getiriyor. Bu yüzden AB grubu genel alıcı, 0 grubu ise genel verici diye isimlendirilmiştir.
Anlaşılan o ki; Vücudun 1/11 veya 1/12’ini kan ihtiva etmektedir. Bu yüzden kan yaratılış misyonu gereği akıcı bir ecza doku olup, kendisine belli başlı eczacılık görevler yüklenmiştir. Şöyle ki bu görevler:
-Bağırsakta emilen ve lenfa kanallarına ulaşan gıdaları karaciğere ve dokulara ulaştırmak,
-Solunum gazlarını nakletmek,
-Metabolitik artıkları (üre- NH3) alıp dışarı atılması için çeşitli organlara göndermek,
-Hormon, enzim ve vitamin gibi maddeleri taşımak,
-Vücut ısısını sabit tutmak,
-Organların pH değerini ayarlamak,
-Su dengesini sağlamak,
-Kanamaları önlemek,
-Birtakım enfeksiyonlara karşı korunmayı temin etmek tarzında sıralanır.
-Enfeksiyonlara karşı korunma ise;
-Lökosit ve monositler vasıtasıyla karşı koyma veya antitoksin ve antikorların savunması şeklinde tezahür etmektedir.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer