EKOLOJİ MUCİZESİ

EKOLOJİ MUCİZESİ

ALPEREN GÜRBÜZER
Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada oikos ev ve mülk kökünden gelip, loji ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel tarafından kullanılmakla beraber ekoloji ile ilgili ciddi manada çalışmalar 1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici, tüketici, ayrıştırıcı diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun ekosistemin sacayağını oluşturduğu anlaşılmıştır. Böylece tüm canlıların cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varıverdik. Tabii farkı farkedince ister istemez cansız tabiat içerisinde canlıların yaşadığı ortama biyosfer adı verildi. Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa bir uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Demek ki yeryüzü usta bir el tarafından tüm canlıların üreyip gelişeceği ve yaşayabileceği tasarımla donatılmış. İşte bu tasarım sayesinde basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun hiç şüphesiz biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde yürüdüğüne şahit oluruz. Allah korusun işleyen nizamın bozulması veya durması telafisi mümkün olayların nüksetmesi demektir.
Ekolojinin esas konusu tüm organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini incelemektir. Böylece ekoloji organizmaların kendi aralarında olduğu kadar ortamları ile münasebetlerini araştıran bir bilim olarak tarif edilir. Anlaşılan o ki topyekûn cereyan eden ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile duraksamaksızın canlı ve cansız varlıklar denilen inorganik maddeler arasında yoluna devam etmektedir. Dolayısıyla maddenin en küçük birimi olan atomlar her defasında tekrarlanan hidrolojik ve biyolojik döngüde kullanılabiliyor. Buradan hareketle işleyen döngü sistemin israfa izin vermediğini anlamış oluyoruz.
Bir ekolojist genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji, klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan elde ettiği malumatlarla organizma veya canlı cansız toplulukların yaşayış tarzlarını izah etmeye çalışır. Gerekirse seralar kurarak bitkiler yetiştirip üzerinde çalışmalar yapar. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum, bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına ışık tutacak alanlardır. Hatta ekolojik alan ne kadar büyükse o oranda ekosistem zengin, kararlı ve aynı zamanda tali sistemlerden büyük ölçüde bağımsız bir yapıyla karşılaşacağız demektir. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla yakından iç içe münasebetinin bulunması da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkıp, bu da apayrı bir inceleme gerektiren konu olarak durmaktadır.
Ekolojinin bölümleri
Madem çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynıyor. O halde hayatın kendisi bile bizatihi bir mucize eserdir diye pekâlâ takdim edebiliriz. Dolayısıyla hayatın bütün safhalarına yansımış tüm matematiksel hesapların, planlamaların ve projelerin hâkim olduğu bu âleme elbette ki seyirci kalamayız. İşte bu yüzden ekolojik hayat ekolojistler tarafından çeşitli sınıflamalara tabi tutulmuş, ama yine de genel olarak ekoloji:
—Autekoloji,
— Sinekoloji diye iki bölümde incelenmektedir.
Autekoloji tek bir türe ait birey veya fertlerin ortamları ile münasebetlerini inceleyen ekoloji koludur. Sinekoloji ise çeşitli türden meydana gelen bir grubun ve bireylerin ortamları arasındaki münasebetleri incelemektedir.
Bu arada habitat ekoloji ile doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat bir organizmanın yaşadığı veyahut bulunabileceği yer anlamındadır. Buradan hareketle ekoloji habitatın cinsine göre ise;
—Deniz ekolojisi,
—Kara ekolojisi,
—Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde incelenir. Bu incelemeler sonucunda insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların ve her türden canlıların birbirleriyle yardımlaşarak müşterek çoğaldığı alanların rengârenk olduğu gözlemlenmiştir.
Kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının en alt katmanın üzerini bitki kaynaklı toprak ve onun üzerini ise atmosfer katmanı oluşturur. Bu iki tabaka birlikte abiyotik bileşeni meydana getirirler. Öyle ki abiyotik bileşen tüm olumsuzluklara geçit vermeyecek şekilde dengelenip, o şekilde hizmetimize sunulmuştur. Mesela üzerinde yaşadığımız yerkabuğu şayet 1–2 metre kalın olsaydı, teneffüs ettiğimiz oksijen tamamen ortadan kaybolup canlıların yaşamasına imkân kalmayacaktı. Keza atmosferde mevcut halinden çok daha ince olsaydı, belki de gökten başımıza sürekli taş yağacaktı.
Su ekosisteminde okyanuslar ekolojik bir planın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki; Yüce Allah yeryüzünü yaratırken kuzeyi güneyden yüksek tutmuştur. Belli ki kuzey suları bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle yaratmış. Zaten kutbun bir tarafı eğik olmasaydı suların tıpkı bir demlikten bardağa çay aktarılması misali boşaltılması mümkün olamayacaktı. Derken sular denize dönüşüp yeryüzünde tüm yollar kesilmiş olacaktı. Bunun sonucu olarak ta insanlar gerekli ihtiyaçlarını göremeyeceklerdi. Keza yine okyanuslar fazla değil 1–2 metre derin olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı ki; bunun anlamı bitki hayatının son bulması demektir. Şurası muhakkak; su ekosistemin abiyotik bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmakta. Nasıl ki ekosistemin toprak katmanı genellikle omurgasızlar grubundan saprofitleri (çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını da omurgasız canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği tabanlarının hetetrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla bir arada bulunmalarıdır. Nitekim kara üst katmanın yüzeyinde bitki ve ağaçlar, su katmanın yüzeyinde deniz ekosistemin ototrof canlıları olan fitoplanktonlar bulunmaktadır. Her iki üst katmanın tipik özelliği ise ototrof canlılara ev sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri ve fare gibi hayvanlar, su da ise zooplankton ve balık gibi tüketici hayvanlar istifade etmekteler, bizler de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz böylece. Şöyle ki toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı bereketlendiriyorlar. Sadece toprak altındakiler mi, elbette ki hayır. Akbabalar da havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi temizlemekteler habire. Hakeza büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda kendisinden büyük olana gıda oluyor. Dahası kurtlar, kuşlar, böcekler hepsi rızk peşinden koşmaktalar. Bu arada rızk peşinden koşarken de hizmet adına birbirlerine yem olabilmekteler de. Belki de hayatın cilvesi bu. Yani canlılar arasında hem avlayan hem de avlanan olacak ki münasebetler kurulabilsin, bundan da öte “Hayat yardımlaşmadır” sözü birkez daha anlam kazanabilsin. Düşünebiliyor musunuz bir arı çiçek çiçek dolaşarak bir katre bal için bir günlük mesaisini feda etmekte. Sadece arı mı, değil tabii, çoban eşliğinde meralarda bütün gün beslenen koyunlar da öyledir. Onlar da kimya fabrikalarının yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü bize ikram için dere, tepe, bayır, çayır demeden habire beslenmekteler. Hakeza insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi bildiğimiz nice memeli grubundan hayvanlar doğum yaparak yavrularını sütle beslemekteler. Bizler tüm memelileri birbirinden farklı özellikleri ile tanır ve bağrımıza basarız. Niye basmayalım ki, aralarından bir tanesinin bile yok olması ekolojik dengenin sarsılması demek olacaktır. Zira ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de bir başka anlamda denge unsuru demektir. Anlaşılan o ki üretimle tüketim arasında dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elenirse çevre problemleri de bir o kadar azalacağı muhakkaktır.
Ekolojik niş
Ekolojik niş organizmanın ekosistem içerisindeki duruşu demektir. Bir organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı zamanda ne yapacağıyla da ilgili bir mesele gibi de gözükmektedir. Bir benzetme ile ifade edecek olursak habitat organizmanın yaşadığı adresi belirleyen bir değer olup, ekolojik nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda ekolojik nişini teşkil eder. İşte ekolojik niş faaliyetine katılan her canlının gerek terleme gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngü tamamlanmış olmaktadır. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta. Zira cansız âlem diyebileceğimiz deniz suyu kara örtüsüne nispeten çok daha atmosfere buhar transfer etmektedir. Çünkü karaların buhar nispeti topraktaki nem oranıyla sınırlı olup, hatta bu oran denizin yanında %1 gibi çok düşük oranda kalmaktadır. Yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun okyanuslarda buharlaştığını ve aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğünü düşündüğümüzde bunun ne manaya geldiğini sanırım anlamış oluruz.

EKOLOJİ MUCİZESİ-2

ALPEREN GÜRBÜZER

Ekosistem
Bitkilerin bütününe flora, hayvanların tamamına ise fauna diye isimlendirilir. İster adına flora densin isterse fauna tüm bitkilerin ve hayvanların bir arada oluşturdukları birlikler devamlı olarak çevrelerince veya habitatlarınca kontrol edilirler. Zira canlılar çevreye uyum sağladıkları takdirde canlı kalabilmektedirler. Böylece bitki, çevre ve hayvan üçü bir arada mükemmel bir organizasyonu temsil ederler. İşte temsil edilen canlı ve cansız varlıkların sınırlı bir çerçevede tabiatta teşkil ettikleri bu sisteme ekosistem adı verilmektedir. Hiç şüphesiz insan bu sistem içerisinde eşrefi mahlûkat olarak temsil edilir. Yukarıda belirttiğimiz üzere canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer olarak adlandırılır. Yani biyosfer denilen canlı ortam zaman zaman sakin, zaman zaman hızla gelişen, zaman zamanda gerileyen bir durum gibi gözükse de masmavi denizler, koyu mavi okyanuslar, bembeyaz kutuplar, buzullar, çöller, ırmaklar, ormanlar, bulutlar vs. el ele gönüle vermiş halde hayat döngüsü adına durmak yok yola devam diyorlar zaten. Zira Kuranı Kerimde; “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar ibret alsın”(Sad, 29) beyan buyurarak biz kullara Allah birdir, tüm âleme hayat veren O’dur mesajını vermektedir.
Ekolojik faktörler
Bütün organizmalar bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı varlıkların hayat devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik faktör diye tarif edilir. Kaldı ki ekolojik faktörler de başıboş değildirler, belli kanunlara tabiidirler. Bu kanunlar genel itibariyle iki kategoride değerlendirilir:
1-Minumum Kanunu
Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından ortaya atılmıştır. Bu kanuna göre ortamdaki esas maddelerden hangisi en az miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yani canlıların yaşayabilmeleri için gereken besin kaynağı minimum seviyelerde olsa bile o maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentezin çok büyük rolü vardır. Öyle ki fotosentez sayesinde kazandığımız hayat enerjisi can simidimiz olmaktadır. Zira bitkiler aldıkları ışığın ancak yarısı kadarını yapraklarında yer alan yeşil tanecikli klorofille özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı niteliğinde glikoza dönüştürmektedirler. Tabii dönüşmekle kalmayıp elde edilen glikoz işlenerek karbonhidrat, aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddeye çevrilmektedir. Demek ki başlangıçta bitki içerisinde yaşanan değişim ve dönüşüm işlemleri esnasında elde edilen brüt miktarın bir kısmını bitki kendisi için kullanmakta, diğer geriye kalan net üretimi ise hetetrof canlıların hizmetine sunmak üzere kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir depo edilen net üretim brütün % 90’nına tekabül etmektedir ki insanoğlu pratik hayatta; “Önce can, sonra canan” derken, bitkiler ise kendi dışında hazırladığı net üretimle birlikte “önce canan sonra can” demektedirler. O halde bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” sözünü söz olmaktan çıkarıp uygulamaya dökmeli.
2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans kanunu)
Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum (uygun olan) sınırın her iki yanında bulunan maksimum ve minimum sınırlar içerisinde yer alan mevcut faktörlere olan toleransları sayesinde hayatiyetlerini devam ettirebilmektedirler. Bu arada tolerans kavramını zikretmişken bir gerçeği vurgulamakta fayda var. Şöyle ki; gerek bitkiler gerekse hetetrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların üst kademede bulunan canlılara nispeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üstekiler beslenebilmektedirler. Yani çevremizde envai türlü yaratıklar birbirlerine gıda olup karınlarını doyurmaktalar. Böylece hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak ve günü geldiğinde ise ölmek olduğunu farkediyor, derken sonu ölümle sonlanan sözkonusu hoşgörü hiyerarşisine ait besin zincirinin nesilden nesile aktarıldığını anlıyoruz. Öyle bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeden toprak altında bakteriler tarafından parçalanıp, böylece diğer bir canlının besin ihtiyacı karşılanıyor. Herşeyden öte her türlü canlı cesetlerine ait pis kokular toprak altı faaliyetleri sayesinde bertaraf edilip korunmaya alınıyoruz. Yüce Allah; “Biz yeri, dirilere de, ölülere de bir toplantı yapmadı mı?” diye beyan buyurmaktadır. Demek ki fotosentez metoduyla gıda maddesi üreten besin zincirinin ilk ayağını üretici konumunda bulunan yeşil bitkiler, ikinci ayağını bitkilerle beslenen canlılar, üçüncüsünü ise her ikisini tüketen canlılar oluşturmaktadır. Kim bilir belki de bu trofik zincirin dördüncüsü de var, ama biz bilmiyoruz. En iyisi mi biz bunu yeni bir enerji nakli araştırma konusu olarak bilim adamlarına havale edelim. Çünkü bu boyut bizi aşar.
Canlıların trofik kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyede seyreden hoşgörülülük sınırları dikkate almak mecburiyeti vardır. Çünkü bu sınırlar aşıldığında malum olduğu üzere enerji ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister istemez trofik (beslenme yapısı) zincirlerin birçok aşamalarında enerji kayıplarının varlığı gözlemlenecektir. Kaldı ki enerji naklinde sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla H2O gibi etkenler misal verilebilir. Mesela olduğundan fazla yeryüzü yağmur alsaydı bitkiler köklerinden sökülmesiyle birlikte bir araya toplandıklarında çürüyüp etrafa koku salacaklardı. Dolayısıyla biyolojik nizamı âlemin devamı için ta yaratılış öncesinden itibaren gerek yağmurun yağış miktarı gerekse güneşin enerjisi, kütlesi, hacmi, dünyaya olan uzaklığı en ince ayrıntılarına kadar hesaplanmış ve böylece hayat bu hesaplanmış program program doğrultusunda yoluna devam etmektedir. Koca kâinatta bir nefeslik hayat için gezegen gezegen dolaşma imkânı bulunsa bile o ihtiyaca cevap verecek sonsuz solumluk nefes sadece dünyamızda mevcut. Diğer gezegenler ya çok sıcak ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nasıl hayat olabilsin ki.
Şurası muhakkak; mevcut faktörler ne olursa olsun hoşgörülülük sınırları çerçevesinde en iyi şekilde istifade etme yeteneğine sahip, aynı zamanda çevreye iyi adapte olabilecek canlılar da mevcut. Fakat bu tip canlılar birinci transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde bazı olumsuz olaylardan olsa gerek aynı başarıyı sergileyememektedirler. Belki de bu başarısızlık bir takım sebeplerden ileri gelmektedir ki, nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
— Bu tür canlılarda ardı ardına gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda maddelerinin tüketimine bağlı olarak enerji kayıpları söz konusu olabilmekte. Bu itibarla kapsadığı ekosistem içerisinde trofik zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmaktadır.
— Bazı canlıların birtakım faktörler için geniş hoşgörülü, bazı faktörler için ise kısmi hoşgörülü olma durumu etken olabilmekte. Yine de yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına ve toprak nemine karşı daha toleranslı oldukları gözlemlenmiştir.
—Engin hoşgörülü canlılar aynı zamanda geniş sahalara yayılabilen canlılar olduğu belirlenmiştir. Dolayısıyla geniş sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırı içerisinde bulunan bitkiler daha kuvvetli gelişme kayd etmenin yanısıra çoğalıp rekabet bakımdan üstün hale geçebilme avantajına sahiptirler. Ancak maksimum ve minimum sınırlara yaklaşıldıkça bitkiler rekabetten düşerler, hatta rekabetten düşmek bir yana miktarları ve saldırganlıkları da azalabilmektedir.
— Herhangi bir canlı için yaşamak için optimum şartlar mevcut değilse, ister istemez sözkonusu canlı için birtakım ekolojik faktörler veya tolerans sınırlarını sınırlayıcı etkenler karşısına engel olarak çıkacaktır. Mesela çayırlarda azot noksanlığı solma faktörü için bir sınırlayıcı etkendir. Fakat toprakları yetersiz azotlu çayırlara fazla su verilirse solma etkeni kısmen önlenebilmekte.
— Canlılar genellikle bir faktörün etkisi ile değil birçok faktörlerin kombine etkisi ile kontrol edilirler. Mesela bir bitkinin hem fiziki faktör için tolerans sınırı hem de optimum yetiştirme sınırı farklı bölgelere göre değişebilir. Mesela çay, fındık vs. Karadeniz’e özel has bitki toplulukları olup başka bölgelerde bunları bulamayabilirsiniz.
—Ekolojik toleransı geniş olan canlılar ekseriyatla her habitat ortamında yetişebilirler, dar toleranslı olanlar ise rekabet hırslarının kuvvetli olmasından dolayı belirli habitat çerçevesinde veya belirli yerlerde birlikler oluşturarak bulundukları birliklere sadık kalmaktadırlar. Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bunlara Karadeniz’de rastlamayabilirsiniz.
—Çevre faktörleri canlıları sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak tezahür edebiliyor. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır.
Bir başka toleransla ilgili vereceğimiz misal böcek ve bitki ilişkisidir. Şöyle ki böcekler çiçeklerin birbirinden güzel rengârenk renkleri sayesinde bitkilerin tolerans cazibesine muhatap kalırlar. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgi odağı değilse bu seferde etrafa saldıkları misk kokular sayesinde kendilerini çekim merkezi kılarlar. Böylece ister renk çekiciliği, isterse koku cazibesi olsun sonuçta böcek ve çiçek işbirliği sayesinde bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu ya hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu seferde rüzgârları tohumları taşımak için vasıta kılıp, böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşmektedir. Hatta bir kısım bitkiler de hiç bir vasıtaya gerek duymadan bile yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışarak tohumlarını uzak diyarlara aktarabiliyorlar. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir.
Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları
Bir bitki türünün belli bir coğrafi alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama genetik olarak uymuş türlerden müteşekkil biyotipler; ekotip veya ekolojik ırk olarak tarif edilirken, mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik kaideye dayanmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası bir gerçek hangi ekotip veya hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta yaşadığımız bu gezegende Allaha çok şükürler olsun her türden canlıya yeteri kadar her ne ararsan giyecek, aş, su ve enerji fazlasıyla var. Nitekim toprak altında ki mikro canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nispetinde bulunan karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanların gıdası ise ekseriyatla bitkilerle beslenmektir. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne varsa tüm canlılarla beslenebilen varlık. Sonuçta tüm canlılar her ne ile beslenirse beslensin yenilen tüm gıdaların özünde bulunan cansız inorganik maddeler arasında yer alan hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm canlılara hayatiyet kazandırmaktadır. Demek ki biyolojik hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda, hatta belirli sıcaklık şartlar altında bir araya gelmesiyle denge kazanmaktadır. Bu yüzden bitkinin yetişme şartlarına etki eden ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Genel anlamda bu faktörler:
—Isı faktörü,
—Su faktörü,
—Işık faktörü,
—Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) olarak tasnif edilirler.
Isı faktörü
Enerji de kanuna tabiidir. Bu yüzden enerji ile alakalı tüm kanun ve kaidelere termodinamik kanunları denilmektedir. Dolayısıyla bitkiler için yetişme yerinden ziyade ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık veya temparetür denmektedir. Bilindiği üzere organizmalar tarafından kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmaktadır. Fakat ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Dolayısıyla tekrar açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurmak zorundayız. Çünkü enerji elde etmenin birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenle enerjinin mevcut durumdan farklı bir duruma geçmesi olayı, termodinamiğin birinci kuralı haline gelmiştir. Nitekim kütle ve enerjinin korunumu kanunu gereği madde biçim değiştirebilir, ama sözkonusu madde ne sil baştan yeniden yaratılabilir ne de yok edilebilir. Zira enerji madde ilişkisi her halükarda koruma ve sakınma kanunlarına tabiidir. Madem korunma ve sakınma kanunu var, o halde tabiatın kendi kendini yaratamayacağı ispatlanmış olmaktadır. Bilhassa bu kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında vazifeleri sonlanmışta olmuyor. Bilakis onları toprak altında yeni bir faayet beklemekte. Şöyle ki; söz konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından (saprofitlerce) ayrışmaya tabii tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir.
Termodinamiğin ikinci kanununa (enerjinin kaybolması kanunu) göre ise enerjide herhangi bir kayıp söz konusu olmadığı zaman termodinamiğin birinci kanununun da belirtilen korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbiri yaşanmayacaktır. Yani ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte entropinin artacağını öngörmekte olup, böylece mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını dile getirmektedir. Hatta ikinci kanun yararlı bir iş yapmak adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, derken iş gücünün azalacağını bildirmektedir. Bir başka ifadeyle başlangıç hali orijinal olan sistemlerin geçirdiği tüm değişimlerin rotası bozulma yönünde tezahür etmektedir. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi artarak çürümeye yüz tutmasıyla birlikte tüm vücut sistemi en küçük parçalara ayrışıp, orjinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi bir kısım enerjiler de ısı enerjisi halinde geriye doğru yok işlemi gerçekleştirmektedir. Yani sobadan etrafa yayılan ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi bir durum söz konusudur. Tabii burada sözü edilen kaybolma mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçişler manasınadır. Bilindiği üzere tranformasyona giren herşey özüne uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta, soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip, ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının sabit kaldığını, ancak entropilerinin artmasına bağlı olarak mekanik ve termodinamik yönden ısı kaybına uğrayıp, sayıca değiştiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total miktarında bir değişikliğe uğramamakta, fakat mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene sahip yapısını korumasına rağmen, bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var olan enerji işe yaramaz ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şunu iyi biliniz ki kâinat kendi kıyametini yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan başkası değildir.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri sağlansa da bu demek değil ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam edecektir. Baki olan sadece Allah. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok faktör Yaratıcının dışında herşeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık, nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne de toprak tek başlarına canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınlar belirli kısmı bir şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olurlar. Şöyle ki;
—Atmosfere geri verilerek,
—Toprağın alt tabakalarına iletilerek,
—Toprağı saran hava tabakaları arasında alışveriş şeklinde,
—Toprak nemli ise buharlaşma ısısı şeklinde,
—Doğrudan ısınma şeklinde,
—Yansıma şeklinde cereyan eder.
Dünya sathında hayat denen yolculuğun devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle birlikte Nuh tufanı misali sulara gark olup haritadan siliniverceklerdi. Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en iyi skala güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin yaydığı radyasyon enerji miktarı Güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabiti ölçümleri atmosferin dış kısmında 1cm2’lik dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir. Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu radyasyonlarını %100 birim olarak kabul edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya) yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir. Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi allak bullak olacağı muhakkak.
Görüyorsunuz ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis herkes payına düşeni alıp yoluna devam etmekte. Derken ışığın %1,5 oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları tarafından emilmekte, geriye kalan % 25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri % 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır ) yeryüzü için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar olarak sahne almaktadır. Ayrıca ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer tabakası) tarafından emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki; direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp, akabinde toprağın bağrından yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine fazlasıyla yetecektir.

EKOLOJİ MUCİZESİ-3

ALPEREN GÜRBÜZER
Isının alt tabakalara geçmesi
Rabbül âlemin yeryüzü sathını kuruluk ve soğukluğunu belli bir ayarda konuşlandırmış.. Kaldı ki kuruluk aşırı boyutlarda olsaydı belki de yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak demektir. Hatta bir toprağın ısı geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın maksimum seviyeye ulaştığı tepe nokta inversion olarak kabül görüp, bunun tam tersi alt seviyede yer alan değer ise yer inversionu olarak tanımlanacaktır. Nitekim ıslak topraklar ışığı aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı iletmektedir.
Isı tekrar atmosfere geri verilmez
Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma) şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi sözkonusudur ki, bu faktörler:
a-Havanın nem miktarına
Bilindiği üzere güneş etkisiyle yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma) dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi gibi bir probleme zemin hazırlayacaktır. İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Rabbül âleminin; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) beyanınını ne demek olduğunun idrakiyle tabiat dengesinin başlıbaşına büyük bir nimet olduğunun farkına varıyoruz.
b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma durumu
Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, sonra su damlacıklarına ve daha sonra da dolu’ya dönüşür ki buna bulut denmektedir. İyi ki de bulut gibi tabii şemsiyemiz var. Çünkü özellikle bulutların üst tabakası güneşten gelen ışınları mükemmel bir şekilde uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne geçmektedir. Hatta bulut albedo (yansıtma oranı) görevi üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engeller yansıyan ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Fakat albedo oranı açık çayırlarda hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre daha fazla vermektedir. Hakeza kar yüzeyi de öyledir.
c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu
Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kar beyaz için bir değerdir. Oysa bu yansıma kuru toprakta % 15–40, çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında seyretmektedir.
d-Işınların yüzey durumu
Bilindiği üzere ıslak toprak, ısıyı kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla iletmektedir. Mesela iletim kabiliyeti az olan topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri atmosfere iade edilebilmektedir. Derken geceleri toprak yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit oluruz.
Toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı alışveriş durumu
Bilindiği üzere taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde ki örtü tabakasına toprak denilmektedir. Madem toprak var, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın da mevcut olması gerekir. Zaten var da. Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalar ile hafif veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzanmaktadır. Dolayısıyla bu tabakalar arasında denge ısı alışverişi sonucunda meydana gelmektedir. Isı alışverişi aynı zamanda bize toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Derken toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik yüklenmiş nizami enerjinin farkına varırız.
Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı
Kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneşten temin edilir. Bu arada toprak yüzeyinin ısınmasına paralel olarak nem oranı değerleri de değişebilmektedir. Yani toprağın ısı geçirgenliği veya spesifik ısısı azaldıkça toprak o nispetle daha fazla ısınmaktadır. Derken bir yandan toprak tarafından emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak yoğunlaşmış çekirdek oluştururlar. Derken buharlaşan nem ile yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulut oluşumunun tüm fiziki şartlarının tamamlanması sonucunda; yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise arzdan geri dönen uzun dalga boylu ışınların havadaki nem sayesinde yutulup arta kalanının da uzaya salınması olayıdır. Bu olay sıradan bir faaliyet gibi gözükse de aslında bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesini içermektedir. Çünkü Allahü Teala; “Göğü o yüceltti ve dengeyi koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta.
BİTKİ ÖRTÜSÜNÜN ISI DURUMU
Hayat için gerekli olan sıcaklık, toprak, hava ve suyun hep bir arada uyum içerisinde olması şarttır. Hava solunum için ne kadar mühimse, su da elbet ab-ı hayat için çok mühim bir nimettir. Hakeza ısı da öyledir. Genel itibarıyla güneşten gelen ışığın yeşil bitki örtüsü üzerinden yansıma oranı % 50 civarında olup diğer yarısı ise fotosentez sistemi yoluyla absorbe edilmektedir. Şöyle ki; ışık başlangıç itibariyle bitkinin bünyesinde tek yönlü enerji olmakta, daha sonra tek yönlü bu enerji sayesinde kimyevi maddeler belirli hızla bitkinin tüm bünyesine iletilerek fosfor, sülfür ve magnezyum şeklinde cem olmaktadır. Böylece bitkilerle beslenen canlılar hayati öneme haiz bu maddeleri vücutlarına transfer edip metabolizmik faaliyetlerinde kullanmak üzere muhafaza ederler. Derken inorganik madde transferi dönüşümü nesilden nesile aktarılarak yoluna devam etmektedir. Sanırım mükemmel matematiksel döngü bu olay olsa gerektir.
Bir ormanda en fazla ısı ışınlarının emildiği kısım ağaçların tepe noktalarıdır. Madem öyle, bu durumda Tropik bölgeler ve Arabistan civarında ki ağaçlar bunaltıcı sıcaklardan nasıl korunuyor sorusu akla gelecektir. Buralarda yaşayan bitkiler ister istemez kendi serinliklerini sağlayacak önlemleri bulmak zorundadır, ama nasıl? Yüce Allah bitkileri soğuktan korumak için kimine kalın kürk, kimine yumuşak kürk ihsan ettiğine göre, bunaltıcı sıcaklardan bitkilerin koruması için de gereken donanımı ihsan edecektir elbet. Şöyle ki kaktüslerin en tepe noktanın sürgün kısmında büyümesine rağmen kendi kendini gölgelendirebilmektedir. Mesela Neoratimondia Gigontea türünde kaktüsün köşeli olması ona gölge avantajı sağlamaktadır. Hakeza Kanarya adalarında yaşayan Euphorbix Canariensis’te öyledir. Ayrıca bitkilerin yapraklarında gerçekleşen buharlaşma olayı da bir tür güneşin kavurucu sıcaklığına karşı alınmış bir değişik serinleme yöntemidir.
Isı şartlarına göre bitki toplulukları daha ayrıntılı bir şekilde inceleyecek olursak 4 grupta mütalaa edebiliriz. Bunlar:
1-Açık bitki toplulukları
Toprak yüzeyi kısmen bitki örtüsüyle örtülü olan bitkiler açık bitki toplulukları olarak bilinmektedir. Dolayısıyla bu tip yüzeylere gelen ve kaybolan ısı çıplak toprakta olduğu gibi tecelli etmektedir.
2-Kapalı fakat alçak bitki toplulukları
Yaban otları, kısa çimenler ve 20 cm’ye kadar olan bitkiler, bu gruba girerler. Dolayısıyla gökyüzünden inen ışınlar daha toprağın derinliğine nüfuz etmeden toprak yüzeyinden birkaç santim yükseklikte boy veren bitki topluluklarının kuvvetle emen bölgesine isabet ederek absorbe edilmektedir.
3-Kapalı fakat yüksek boylu bitki toplulukları
Bunların boyu 1 metreyi bulabilmektedir. Uzun otlaklar, çalılar ve hububat tarlaları bu gruptandır. Özellikle bu grup için ısı ışınlarının en fazla tesir ettiği bölge bitkinin 1/3’ü olan üst kısmı olmaktadır.
4-Yüksek bitki toplulukları (ormanlar)
Yüksek bitki toplulukları deyince ilk evvela ormanlar akla gelmektedir. Adı üzerinde orman. O halde ormanları oluşturan ağaçların tepe kısımları en fazla ışık alan kısımlar olması icap eder ki, öyledir zaten. Ancak orman alanı sık değilse seyrek bitki örtüsü arasından sızan ışınlar toprak yüzeyine kadar nüfuz ederek ikinci bir maksimal bölge meydana getirirler. Bu durumda geceleri ısının düşmesiyle birlikte soğuk hava akımı ağaçların tepelerinden aşağılara inerek toprak zemininde minimal sıcaklık şartların oluşması gerçekleşmiş olur. Ağaçların gövdelerine isabet eden bölgede ise daha değişik bir iklim şartları hüküm sürmektedir. Belli ki gövdenin kabuk kısmı ağacı dış faktörlerden korumanın yanısıra birçok fonksiyonları icra etmek için yaratılmış. Şöyle ki gövdenin kesiti alındığında iç kısmın halkalardan oluştuğu gözlenir ki bu halkalar aynı zamanda ağacın yaşını da belirler. İç halkaların merkez konumunda ki çekirdek kısım sert olduğundan etrafındaki dış halkalardan su sızmasına geçit vermemektedir. Zaten çekirdek kısmın kurşungeçirmez yelek özelliği sayesinde değilmi ki kendisinin çürümesine bir şekilde izin vermemektedir. Gövdenin iç halkaları dikkat çeker de dış halkalar çekmez mi? Onlar da çeker elbet. İç dışın yansıması derler ya, dış güzelliğin gereği dış halkalar hem su hem de besi suyunu belirli oranlarda dallara pay etmektedirler. Demek ki sadece gövde değil gövdeye bağlı dalları da hesaba katmak gerekir. Böylece bitki örtüsü sıklaştıkça orman zemininde günlük sıcaklık değişmesinin o nispette küçüldüğünü söyliyebiliriz.
Anlaşılan o ki bitkiler tarafından emilen ısı enerjisinin az bir kısmı CO2 asimilasyonu için seferber olmakta, büyük bir kısmı ise transprasyonda kullanılmaktadır. Bir kısmı da çevredeki hava ve ısı alışverişi şeklinde transfer olurlar. Zaten bir ağacın yarısından çoğu karbon maddesinden meydana gelmekte, dolayısıyla kendisi için lazım olan CO2 asimilasyonunun az kullanması gayet tabiidir. Bir başka ifadeyle “Hizmet nimettir” deyip daha çok CO2 asimilasyonu kendi dışındaki canlılar için hazır hale getirmektedir. Bu bir besin hizmetinde bulunmak gibi bir şey olsa gerektir.
Sıcaklık rezistanı
Bilindiği üzere güneş ışınları 150.000.000. kilometre öteden atmosferden filtre edilerek dünyamıza arınmış halde misafir olmaktadır. Misafirin iyisi kötüsü olmaz. Dolayısıyla “Kahrında hoş, lütfünde hoş” denilip gerek toprağın derinliklerine gerekse denizin derinliklerine kadar sızarak baş tacı edilir. Aşırı sıcaklar insanın canından bezdirecek halde bunaltsa bile her külfetin birde nimet boyutu olduğunu da unutmamak gerekir. Nitekim ısınan hava gökyüzüne yükselerek masmavi bulutları oluşturup şemsiyemiz olmakta. Her şeyden öte güneş birinci derecede büyük bir enerji kaynağımız olarak bizi her daim selamlamakta. Bitkiler ise bu enerjiyi kimyasal enerjiye çeviren bir aracı eleman olarak tüm canlı âleme hizmet etmektedir.
Elbette ki her canlıda olduğu üzere bitkiler de aşırı ve kavurucu sıcaklıklardan olumsuz etkilenmekteler. Zira Bitkilerin yüksek temparetüre dayanma kabiliyetlerine sıcaklık rezistansı denmektedir. Şayet bir yerde sıcaklık 60 veya 60 üzeri derecelere gelmişse ora da canlı bir hayattan artık söz edemeyiz. Bu türden aşırı sıcaklığa karşı mukavemet genelde ölümle sonuçlanır zaten. Demek ki ideal bir hayat için ne çok sıcaklık, ne de çok düşük sıcaklık, ikisi arası bir şey olmalıdır. Çünkü aşırı sıcaklık organizma üzerinde parçalanmalara yol açacaktır. Düşük sıcaklıkta ise her ne kadar kimyasal parçalanma olmasa bile bu seferde hayatın gelişmesine sekte vuracaktır. Yine de bazı mikroskobik canlıların çok düşük sıcaklıklara karşı dayanıklılık gösterdikleri artık bir sır değil. Buradan hareketle bazı bilim adamları hayattan ümidi kesilmiş olan hastayı buz aküsü destekli dondurma muamelesine tabii tutup bir süre yaşatmak ümidini taşısalar da maalesef bu tür denemeler her seferinde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Çünkü düşük sıcaklık ileriye doğru bir gelişim vaat etmiyor, adı üzerinde dondurucu, yani hayatı durdurucu özelliği var. Gelişme için mutlaka hem ısı dengesine hem de enerjiye gerek vardır. Neyse ki bu enerji her canlıda yeteri kadarıyla mevcut, bitkilerde ise daha fazlacadır. Kaldı ki Allah-ü Teala tüm canlılara hem soğuktan hem de sıcaktan koruyacak yuvalar halk etti. Zira Kur’an’ı Kerimde; “Yeri de biz döşedik; (Bak biz) ne güzel (döşeyiciler) iz” diye beyan buyurmaktadır.
Sıcaklık rezistansı iki şekilde incelenir:
1-Primer Sıcaklık rezistansı:
Primer Sıcaklık rezistansı protoplazmanın yüksek sıcaklıklara karşı taşıdığı mukavemet demektir. Dolayısıyla bir protoplazmadan sümüklü böceğe kadar her tür canlının bir mukavemet sınırı sözkonusudur. Hele bu sınırı aşmaya gör, bak o zaman kızılca kıyameti. İşte kızılca kıyametin kopmaması adına bu mukavemet (dayanıklılık) dengesi içerisinde her canlının oynayacağı rolün elbette ki küçümsenemez noktada olduğunu söyleyebiliriz.
2-Seconder sıcaklık rezistansı (yapısal sıcaklık rezistansı):
Bitkiler, morfolojik strüktürü veya transpransyonu sayesinde yüksek sıcaklığın öldürücü etkilerinden korunmak amacıyla bünyesinde taşıdığı suyu ekonomik olarak dengede tutabilmekteler. Zaten dengede tutması da gerekir ki narenciye, pamuk, çay, tütün, üzüm, fındık gibi ürünler belli bir coğrafi bölgelerde yetişebilsin.
İKLİM
İklim ölçümleri meteorolojik uzmanları tarafından atmosferin ilk tabakası olan troposferde meteorolojik balonlar kullanma yöntemiyle günde ortalama iki kez incelenerek tayin edilir. Bu yüzden biz biliyoruz ki yağış planı denilen bir gerçek var ortada. Dolayısıyla okyanuslardan buharlaşan su tekrar aynı oranda okyanusa düşmemektedir. Tam aksine atmosferde alçak ve yüksek basınç sistemlerinin ürettiği kuzey-güney istikametinde yer alan konveksiyon akımları veya tropoz ara katmanında (troposferin son bulup stratosferin başladığı alan) yer alan rüzgâr akımlarının etkisiyle bir yandan kuzey enlemlerde soğuk hava şeklinde aşağılara inerken diğer yandan güney enlemlerde sıcak hava akımı tarzında yukarılara doğru çıkmaktadır. Derken sıcak ve soğuk hava akımlarının karşılıklı dönüşümlü sık sık yer değiştirmeleri sonucunda oluşan iklim kliması dünyaya pay edilip, böylece rahmetten tüm yeryüzü nasiplenmiş olmaktadır. Zira güneş ışığı önce dünyayı ısıtıyor, akabinde havayı. Bunun sonucu olarak ısınan hava hafifleyerek yeryüzünde yükselmeye başlıyor ve yerini soğuk hava tabakasına bırakıyor. Sonrası malum emanetin bırakıldığı noktada bir sirkülâsyona neden olunur ki; işte bu sirkülasyon rüzgar oluşumunun ta kendisidir. Hakeza deniz üzerindeki soğuk hava tabakası hareket ederek karadan yükselen sıcak havanın yerini almak üzere sahile doğru akması da böyledir. Zaten yazın bunaltıcı sıcaklar eşliğinde sahil boyunca serinlememiz bu sirkülasyon sayesinde gerçekleşmektedir. Kaldı ki güneşin yeryüzündeki havaya hareket manevrası vermesi rüzgâr olarak tanımlanmakta. Demek ki rüzgârlar atmosferin değişik basınç sistemlerin etkisi altında ısınmasından kaynaklanan farklılıkların bir döngü içerisinde hava hareketi tarzında meydana gelmektedir. Böylelikle rüzgârların iklimlerin oluşmasında büyük ölçüde aktif rol oynadığını fark etmiş oluruz. Keza rüzgârlar denizlerin nemli havasını her yönden estirme yetenekleri sayesinde adına ister poyraz, ister lodos, ister alize rüzgârları denilsin her türden değişik yelpazelerini karalara, dağlara, ovalara, ormanlara taşıyabiliyor da. Hatta hava akımları esmekle kalmayıp uzaydan gelen (+) ve (–) iyon yüklü parçacıkları, meteorları ve güneşin ültraviyole gibi zararlı ışınları filtre ederek canlılar için tertemiz bir iklim yaşatmaya vesile oluyorlar. Zira Kuran’da rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelam bile var. Şöyle ki Allah (c.c); “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5), “ Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri sıvardık” (Hicr, 22) diye beyan buyurmaktadır. Dahası dünyanın 363 milyon km2’sini denizler ve 148 milyon km2’sini de karalar oluşturmaktadır. Bunu yüzdeye vurduğumuzda denizlerin % 71, karaların ise % 29’luk bir alanı oluşturduğu ortaya çıkar ki, işte dünya sathına dağılan alanlarla birlikte iklim ekolojik bakımdan üç ayrı kategoride tasnif edilir:
1-Makro iklim (Meteorolojik veya bölge iklimi):
Makro iklim meteorolojik merkezlerce tayin edilir. Bu iklime mahsus canlılar bu bölgelerde hayatiyet kazanırlar. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan penguenleri çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaşatamazsınız. Tam tersi bir kelebeği de kutuplara hapsedemezsiniz.
2-Mezo iklim (lokal iklim):
Mezo iklim orman, çöl gibi özel tip ortamların iklimidir. Elbette ki bu iklim şartlarına adapte olmuş canlılar için mezo iklim bulunmaz bir fırsat olacaktır.
3-Mikro iklim:
Mikro iklim organizmaların vücut yüzeyi ile doğrudan ilişkili iklimdir. Bu klimaksın özellikleri ancak özel bir sistem yoluyla tanınır. Mesela devamlı güneş altında kalan kayalar ile ağaç altında veya su kenarında bulunan kayalar farklı klima etkisi altındadırlar. Yine toprak altı yuvalarının toprak sathına yatkın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar farklıdır. Hakeza bir duvarın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar içinde farklılık sözkonusudur. Yani bir duvarın alt ve üst yüzeyi ile kuzeye bakan yüzü farklı mikro iklim tesiri altındadır. Demek ki farklı fiziki şartlar asla göz ardı edilemeyecek unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca bir yamacın taşıdığı su miktarı yön tayinine göre büyük bir değişiklik göstermez. Çünkü her tarafı güneşten gelen dik ve yayınık ışınlara maruzdur. Zira yamaçların farklı pozisyon almasına neden olan asıl etken unsur coğrafi enlemlerdir. Nitekim ekvator bölgesinde güneş tam tepedeyken yön farkı ortadan kalkıp, en fazla ısı ışınları öğleden evvel ve öğleden sonra doğu ve batı yamaçlarınca alınır. Ekvatordan uzaklaştıkça kuzey yarımkürede güney yamaçlar, güney yarım kürede ise kuzey yamaçlar en fazla ısınan bölgeler olduğunu müşahede ederiz. Hatta kutuplara doğru gidildikçe güneşten gelen dik ışınlar azalmış halde yerine yayınık ışınlar aldığı gözlenir. Dolayısıyla buralarda yöne bağlı olan sıcaklık farkları fazla değildir. Fakat deniz seviyesinden yükseldikçe yayınık ışınlar azaldığı gözlemlenmiştir.
Peki ya yamaçlarda ki ışınlara ne derseniz diyorsanız, elbette ki yamaçların ısı durumu orta enlemlerde hayret edilecek derecede farklılık arzetmektedir. Buraların güney yamaçtaki bitkiler ilkbaharda çiçek açtığı halde kuzey yamaçlar yaz ortalarına kadar hala karla örtülü olduğu belirlenmiştir. Güneş ışınları Orta Avrupa da olduğu gibi eğimi düştükçe yamaçların durumuna göre enerji miktarı da değişmektedir. Şurası muhakkak; güney yamaçlara hem uzun hem de en dik ışınlar gelip, kuzeye ise daha çok zayıf ışınlar düşmektedir. İşte ışınların durumuna görede gerektiğinde ağaç cinsleride bulunduğu konuma göre değişebilmektedir. Şöyle ki soğuk vadilerin en üst yamaçlarında iğne ve geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar sıkça görülür, fakat vadi tabanına inildikçe ormanların yerini çalılar ve otlaklar yer almaktadır.
O halde tüm bunlardan çıkaracağımız sonuç; güneş ışınlarının yeryüzüne düşüşü ne kadar dik ise belirli yüzeye düşen ışığın yol açtığı ısı enerji miktarıda o kadar büyük olmaktadır. Özellikle bu durum daha çok güneş zenit’te iken (tepe noktasında) gerçekleşir.
Bilindiği üzere dünyamız hava denilen gaz karışımı ile çepeçevre sarılıdır. Dolayısıyla engebeli arazilerde ise soğuk hava ağır olduğu için çukur alanlara inme çabasındadır. Geceleyin toprak sathı yansıma ile soğuduğundan soğuk hava çukur olan yerlere akmaya başlar. Bu yüzden çukurlarda toplanan soğuk hava birikintilerine Soğuk Dolin (soğuk çukur) denmektedir. Yükseklerde ise sıcak hava toplanmıştır. Bu gerçeklerden hareketle dona karşı hassas olan bitkilerin yetiştirilmesinde arazi şekli mutlaka dikkate alınması gereken bir husus olarak gözönünde bulundurmamız icap eder. Aksi takdirde etrafı dağlarla çevrili yerler soğuk dolinler olduğundan meyva platajları ve üzüm bağları zarar görecektir. Dolayısıyla bu tür zararların önüne geçmek adına soğuk havanın birikmesini önlemek için bir takım sulama metotlarından istifade edilebilir pekâlâ.

EKOLOJİ MUCİZESİ-4

ALPEREN GÜRBÜZER
İzoterm (eş sıcaklık eğrisi)
Yeryüzünün sıcaklık durumunu grafikte gösterebilmek için deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek gerekir ki, işte grafikte yer alan bu eğrilere izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu eğrilerin bize gösterdiği bir gerçek var ki; sirkülasyonunun (hava dolaşımı) ne sürekli yağış, ne de sürekli kuraklık şartlarına endeksli bir seyir takip etmeyip, sanki ilahi bir güç tarafından yeryüzünün kompleks bir şekilde planlanmış 5 sıcaklık eğrisine göre ayarlandığını göstermektedir. O halde bu ayarlanmış rahmet bölgelerini kısaca tarif etmeye çalışalım:
1-Ekvetoryal iklim bölgesi:
Bu tip iklim kuşağının yıllık temporatoral değişmeleri azdır. Aylık sıcaklık ortalaması ise 24 veya 28 santigrat dereceler arasında seyretmektedir.
2-Tropikal iklim bölgesi (dönence):
Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda ısı değişmeleri büyük olup sıcaklık ortalaması 23,2–24,7 santıgrat derecelerde kalmaktadır.
3-Subtropikal iklim:
Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışı sırasında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla böyle bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın o yıllarda bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizi teyit ediyor zaten. Bu durum bize o devirde yaşayan organizmaların C–14(karbon -14)/ C–12 (karbon–12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün sup tropikal iklim 25–40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık ise 17,4–19,3 santıgrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük olduğundan geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır.
4-Ilıman iklim:
Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir.
5-Kutup iklim Bölgesi:
Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu. Hakeza bütün göller ve iç havzalar da öyleydi. Çünkü kâinatın ilk yaratılış safhasında dünyamız adeta şiddetli fırtınalardan ve yağışlardan geçilmiyordu. Öyle anlaşılıyor ki yaşadığımız dünyanın tedrici bir şekilde en nihayet su dengesine kavuşması Nuh Tufanının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi su dengesi sayesinde kutuplarda temperatür yılın büyük bir kısmında 0 santıgrat derecenin altında seyretmektedir. Dolayısıyla kutuplarda hiçbir zaman sıcaklık 10 santigrat dereceye yükselememiştir. Zaten yükselmesi demek yeni bir Tufan hadisesi yaşamak demektir. Bu yüzden su dengemizi sağlayan Allah’a ne kadar şükretsek o kadar azdır diyebiliriz. Hatta öyle bir denge kurulmuş ki kutuplardaki buzullar sayesinde kışın bile derin sular donmamaktadır. Zira buzullar altında kalan derin sular donmak bir yana hayat için can damarı olmaktadır.
Yukarıda saydığımız temparatür şartlar tabiiki yatay istikamete yayılan bölgeler içindir. Dik istikametlerde (dağlar-tropikal bölgenin dağları hariç) biraz daha durum farklı olup her 100’m de bir sıcaklık 0,55 santıgrat derece düşebilmektedir.
Yüksek dağ iklimi ile kutup iklimi arasındaki bazı benzerliklerin göze çarpması vejatasyon devresinin kısa oluşuyla alakalı bir durumdur. Nitekim aylık temparetür ortalamasının benzerlik arzetmesi bu iki bölgenin tipik ortak özelliğini ortaya koymaktadır. Fakat yine de ayrışan yönler de var tabii. Mesela don’lu günler sayısı kutuplarda takriben 42 gün olduğu halde, boylu boyunca sıralanan yüksek dağlarda 80 günü geçebilmektedir. Hakeza yüksek dağlarda şiddetli güneş ışınları sebebiyle toprak yüzeyinin gündüz çok ısındığını, gece ise tropik bölgelerin dağlarından farklı olarak yansımayla ısı kaybına uğradıkları gözlemlenmiştir. Kutup bölgelerini ilginç kılan bir başka özellik gün saat diliminin çok uzun olmasıdır. Dolayısıyla buralarda büsbütün güneş batmadığından toprak yüzeyindeki ısı kaybı yok denecek kadar azdır diyebiliriz. Yine de herşeye rağmen gündüzün ortam çok sıcak değildir, keza geceleri de buna paralel olarak çok soğuk olmamaktadır. Tüm bu verilerden hareketle kutuplarda yer alan bitkilerin gelişmesi için yeknasak ısı şartlarının hüküm sürdüğünü tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Demek ki bitkilerin gelişmesi için vejetasyon devresinin uzunluğu önemli olmakla birlikte uzun süre 0 santigrat dereceler altında kalan bitkilerin istirahatte olduğu düşünüldüğünde hayati faaliyetlerin bir noktadan sonra durmuş olabileceğini de anlamamız icap eder.
Bilindiği üzere vejetasyon (büyüme) devresi don olmayan zaman kabul edilir. Hatta vejetasyon devresinin uzunluğundan başka, bir de bu devreye ait sıcaklık şartlarının bitkinin gelişmesinde çok büyük rol oynamaktadır. Mesela odunlu bitkilerin yeşermesi için gereken vejatasyon devresinin günlük sıcaklık ortalaması 10 santıgrat derecelik periotlarda seyretmesi gerekmektedir. Nitekim kış buğdayı 5 santıgrat derecede, Mısır 13 santigrat derece de gelişebilmektedir.
BİTKİLERİN DÜŞÜK SICAKLIK KARŞISINDA SERGİLEDİKLERİ DAVRANIŞLAR
Herbir bitkinin hayat devresine ait hayati fonksiyonlar sıfırın altı veya üstünde seyreden minimum ve maksimum ısı derecelerine bağlı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla havadaki su buharı bitkileri aşırı donlardan muhafaza edebilmektedir. Zira su buharının olmadığı durumlarda aşırı donmaya maruz kalan bitkilerin etkilenmesi gayet tabiidir. Allah’a şükür ki cm2 başına 1 kg’lık atmosferlik tabii basınç sayesinde tüm yeryüzü yorgana bürünmüş vaziyette korunmaya alınmış durumda. Ayrıca havada bulunan karbondioksit gazı yeryüzünden gökyüzüne yansıyan uzun dalga boydaki radyasyonu emmek suretiyle tıpkı su buharında olduğu gibi yerkabuğunu battaniye misali sararak (özellikle kış gecelerinde) bitkiyi aşırı donlardan koruyabilmektedir. Hatta bu mekanizma sayesinde turfanda sebze ve meyveler bile olumsuz soğuk hava şartlarına karşı korunmuş olmaktalar. Demek ki havada karbondioksit gazı olmasaydı doğurgan toprak ister istemez hem radyasyon kaybına uğrayacaktı hem de aşırı soğuklara maruz kalmasıyla birlikte sebze ve meyveler donarak telef olacaklardı.
Bitkiler düşük sıcaklık davranışlarına göre üç grupta değerlendirilebilir. Şöyle ki;
Birinci grup; donma noktasının biraz üstündeki derecelerde seyreden bitkiler olup, bunlar turgorlarını kaybederek ölürler. Mesela tropik bitkiler bu tiptendir. Mesela domates, tütün bunun tipik bir misalidirler.
İkinci grup; donmaya karşı mukavemet gösteren bitkiler olup, bunlar genellikle 0 santigrat derecenin altında yaşarlar. Ki, zaten sıfırın altı donma noktasıdır. Dolayısıyla donma esnasında bitki plazmasından su çekilmesiyle birlikte intersellular da (hücreler arası) buz kristalleri oluşmaktadır. Şayet plazma suyunu kaybederken eğer buzun erimesi yavaş yavaş sürerse dona bağlı zararların nispeti de o ölçüde azalır. O halde plazmanın çabucak suyunu kaybetmesine mani olacak faktörler yavaşlatıcı rol oynayıp, bir şekilde hücrenin (plazmanın) donmaya karşı mukavemetini artırdığını söyleyebiliriz. Ayrıca bitkinin donma olayından göreceği zararlar o bitki türünün dona maruz kalmadan önceki hayatına, genetik yapısına, fizyolojik yapısına göre bile farklılık arzetmektedir. Herşeye rağmen yine de bitkileri yavaş yavaş soğuğa alıştırmak suretiyle plazmanın mukavemetini artırmak pekâlâ mümkündür. Demek ki bitkiler plazma rezistanslarını artırmak suretiyle soğuğa karşı mukavemet ettikleri gibi bazı hayat formları oluşturaraktan da donun tesirinden korunabiliyorlar.
Üçüncü grup; bitki türleri ise donma noktasındayken çok farklı şekillerde mukavemet göstererek dikkat çekmektedirler.
S uni yöntemlerle dondan korunma çareleri
Don olayının tesiri bilhassa ilkbaharda kendini göstermektedir. Şöyle ki donma olayı ya geniş sahaları içine alan hava akımları olarak ya da geceleri toprak yüzeyinin şiddetli yansımasıyla karşımıza çıkmaktadır. Birinci durumdaki hava akımı kaynaklı don hadiseleri için pek koruyucu tedbir yoktur. Fakat ikinci husus donma olayının önüne iki şekilde mani olunabilir. Şöyle ki;
1-Kaybolan ısı ışınlarını azaltmak suretiyle (hasır, naylon, örtmek),
2- Isı nakliyle,
a-Soba, lastik, saman vs. yakımı metoduyla,
b-Vantilasyon yoluyla (vantilatör),
c-Sulama yoluyla. Yani donma noktasında bitkilere su püskürtülünce bitkinin üzerindeki su bir yandan buz haline geçerken diğer yandan da çevresine 80 cal/gr ısı vermektedir. Böylece 80 cal/gr’lık ısı sayesinde yaprak ısısının 0 santıgrat derecenin altına düşmesine mani olunmuş olunur. Ancak sulama yönteminin daha da başarılı sonuç vermesi için su püskürtme aletiyle bitkinin devamlı ıslatılması gerekmektedir.
Su mucizesi
Suyun yapısında % 88,89 oranında yanıcı hidrojen, % 11,1 oranında yakıcı oksijen gazı mevcuttur. Ne hikmetse yanıcı ve yakıcılar bir araya geldiklerinde alevlenmiyorlar, tam tersi her ikisi birleştirilip su haline geldiğinde yanan ateşe karşı adeta Yüce Allah tarafından “Ey kulum alda söndür” mesajı veriliyor. Hatta bu ince yüklü mesaj içerisinden suyun sıvı, katı (trihydrol) ve gaz (hdyrol) şeklinde üç hali olduğunun farkına varıyoruz. Bu üç hal bir değişim sayılmakla birlikte, ancak sıcak su ile soğuk suyun karışımıyla meydana gelen ılık su başlangıçtaki sıcaklık konumuna geri dönememektedir. Anlaşılan o ki değişim ileriye doğru işleyen bir mekanizma olup, asla geriye doğru işleyen dönüşüm değildir. Ayrıca değişim sürecinde göze çarpan bir diğer husus ise sıcak maddelerin soğuk materyalleri ısıttığı gerçeğidir. Nitekim soğuk maddelerin sıcak materyallari ısıttığı görülmemiştir. Hatta Newton bu konuda sıcak olan bir eşyanın soğuk bir cisme transfer olduğunda bir anda sıcaklık farklarının eşitlendiğini gözlemlemiştir. Böylece hem sıcak hem de soğuk maddelerin kendi kendine tesadüfü olarak meydana gelmediği, aksine eşyalar arası ısı transferlerin veya yer çekim ivmesi gibi birtakım faktörlerin devreye girmesiyle vuku bulduğu ortaya çıkmıştır.
Bu arada buharla ilgili çalışmalar neticesinde buharın enerji ile eş değerde olduğu keşfedilmiş, derken bu keşif sayesinde buhar çağına adım atılabilmiştir. Hatta bilim adamları bir kilogram buharın sıcaklık ve ısı ölçüm değerlerinden hareketle enerjinin düzensizlik eğrisi anlamına gelen entropi kavramıyla yüzleşme imkânı bulmuşlardır. Şurası muhakkak entropi denilen hadise Avusturyalı fizikçi Boltzman’ın gayretleri neticesinde açıklığa kavuşturulmakla birlikte aslında bu durum; “ısının sıcak bir kaynaktan soğuk bir kaynağa geçmesi sonucunda hararet bir noktada eşitlenir” prensibini açıklayan termodinamiğin ikinci kanunun bir başka değişik izah tarzıdır. Misal verecek olursak ağzı açık bir balondan çıkan hava moleküllerini gözlemlediğimizde çıkış kaynağından gittikçe uzaklaştıkları görülecektir. Ki; bu tıpkı iskeleye yanaşan vapur yolcularının düzensiz bir şekilde etrafa dağıldıkları olayına benzer bir manzarayı ortaya koymaktadır. Aslında verilen her iki örnekten anlaşıldığı üzere gerek vapur yolcu sayısında gerekse balondan ayrılan gaz moleküllerinin sayısında değişiklik olmamakta, fakat kaynaktan uzaklaşmakla birlikte aralarında irtibat bağlarının kesintiye uğramasının yol açtığı birtakım kayıplar görülür ki, bu olay termodinamiğin kanun literatüründe entropi olarak nitelenir. Aynen bunun gibi atmosferde buhar halinde bulunan suyun esas kaynağını okyanuslar ve iç sular teşkil etmektedir. Öyle ki; güneşin bir damlacık suyu okyanustan izole edip buharlaştırmak için 20 milyon derecelik ısı sarf etmeyi göze alacak kadar için için yanıp tutuştuğu olay bile tek başına entropi kavramını anlatmaya yeter artar da. Hakeza odanın bir köşesine sıkılan spreyin toplu halde bir köşe içerisinde kıskıvrak kalmayıp büsbütün odanın içerisine yayılması olayı da başlı başına bir entropi olayıdır. Hatta etrafa sıkılan bir spreyin sırf oda içerisinde haps kalmayıp atmosfere uzanması bile entropinin artması (değişen birşeyin geriye döndürülemez ilkesi) manasına gelen bir durumdur. İşte tüm misal getirdiğimiz örneklere ilaveten ayrıca bitkilerdeki tranprasyon, insan ve hayvanların solunumu sonucu hâsıl olan metabolizmik kaynaklı su buharını da dâhil ettiğimizde entropi olayının sıradan bir olay olmadığını farketmiş oluruz. Zira su metabolizmaya yönelik olaylarda eritici veya şişme fonksiyonu üstlendiği gibi metabolik maddelerin taşımasında da rol oynamaktadır.
Allah-ü Teala; “ Biz Azimaş-şan her diri şeyi sudan yarattık. Onlar hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30) ayetiyle suyun önemine dikkatimizi çekmektedir. Suyun
önemi o kadar belli ki insanoğlunu gelecekte su kaynaklarının tükenmesi noktasında endişelenmesine sevk etmektedir. Bilim adamları şimdiden bu ihtiyacı göz önüne alarak deniz suyunun buharlaşması gibi maliyeti yüksek ve nükleer enerji ile çalışabilecek tesislerin kurulmasına yönelik metot arayışlarına odaklanmışlardır. Oysa deniz suyunun buharlaşması demek, aynı zamanda çevreyi ısıtmak demektir. Çünkü oluşan tuz dağları iklimi kontrolsüz bir şekilde değiştirmeye neden olacağı gibi bu uğurda kullanılan kimyasal maddelerin etrafa saçtığı kirlilikte işin cabası olup hayatımızı zehirleyeceği muhakkak. Hadi diyelim tuz dağlarını insanoğlunun yaşadığı alanlardan çok uzaklarda ki denizlere transfer ettiğimizi varsaysak bile bu seferde taşınan tuz dağları oralara ait denizlerde bir başka problemlere yol açacağı kaçınılmaz kılacaktır. Yani her halükarda tabiat dengemiz yine değişecektir.
Su problemini çözme adına ortaya konan bir diğer metot ise gümüş iyodür jeneratörleriyle bulut tohumlama tekniğidir. Bir başka ifadeyle tabiatın su buharını yoğunlaştırma adına toz ve tuz zerreciklerine yaptırdığı işi, insanoğlu gümüş iyodür kristallerini havaya serpiştirici özellikte ki bir jeneratöre yaptırmaktadır. Böylece havada soğuyan gümüş iyodür iyonları kristalleşerek yağmur çekirdeklerine dönüşecektir. Fakat bulut tohumlama tekniği uygulanmaması halinde yağış miktarının ne olacağı bilgimizin dışında cereyan edecektir. O halde tekniğin uygulanması durumunda yağış miktarının suni yağmur yönteminin bir sonucu olarak mı, yoksa tabiat kanunlarının doğal akışı içerisinde mi yükseldiği hiçbir zaman netlik kazanmayacaktır. Kaldı ki tabiat dengesine gümüş iyodürle müdahalenin yol açacağı negatif yönleri gözardı edip şimdilik bu değerlendirme ile yetindik. Öyle anlaşılıyor ki su problemini çözmek çokta kolay olmayacak gibi.
Su esastan veya doğrudan enerji verici olmadığından daha çok gıda maddesi olarak kabul edilir. Çünkü içtiğimiz bir bardak su vücudumuzda su olarak kalmamakta, bilakis damarlardan geçtikten sonra tüm azalar için hayat olmaktadır. Çünkü 1000 kg tereyağı için 10.000 litre suya ihtiyaç vardır. Hakeza bir ton şeker üretimi için 100 m3 su lazımdır. Aynı zamanda suyun esas görevi hücre plazmasını sulu bir düzeye çıkarmakta rol oynamasıdır. Mesela bitkiye ekonomik özellik katan taşıdığı su miktarı değil su durumu (hidratür)’dur. Şöyle ki iki yetişme kabında bulunan buğday bitkilerinden birinin köküne şeker ilave etttiğimizde her ikisinin su miktarı aynı olmasına rağmen sakkaroz ilave edilmiş eriyikteki bitkinin su alma kapasitesinin güçleşeceği görülecektir. Çünkü ortamın osmotik değeri arttıkça bitkinin emme kuvveti de o nispette azalacaktır. Aynı şekilde belirli miktarlarda kum ve killi topraklara 1 litre su ilave edip yulaf ektiğimizde kumlu toprağın normal gelişme seyrine girdiğini, killi toprakta ise gelişmenin yavaşladığı gözlemlenecektir. Zaten killi toprağın nem miktarı % 5 olması hasebiyle suyun toprağa kuvvetle bağlanma kapasitesinin sınırlı olması bunu teyid ediyor da.
Bitkiler çimlenmeleri esnasında bile farklı miktarlarda su almaktadırlar. Mesela 100 gr darı ve mercimek tohumunu 30 gr su alıncaya kadar şişmeye bırakalım. Sonra bunları gözlemlemeye koyulalım. Derken gözlemlerimiz sonucunda her iki tohumun aynı ölçüde su almalarına rağmen şişme noktalarının farklı olacağı ortaya çıkacaktır. Yani mercimekte çimlenmenin olmadığı, darı da ise çimlenmenin varlığı görülecektir. Anlaşılan şu ki darı tohumu kuru ağırlığının % 30’u kadar su alınca şişip çimlenmekte, mercimek ise ancak %100 su alınca çimlenmeye başlayabilmektedir.
Bu misallerden hareketle bir bitkinin gelişmesini tayin eden faktörün sadece su miktarı olmayıp;
—Yetişme yerinin osmotik değeri,
—Toprağın emme kuvveti,
—Cisimlerin şişme noktaları gibi etkenlerin bile bitki hayatında destekleyici rol oynadıkları belirlenmiştir.
Bir cisim ya da yahut bir eriğikte ki hidratür havanın nemi; nisbi buhar gerilimi ile ölçülüp, % (yüzde) olarak ifade edilmektedir. Bir hücrede yeterli suyun olmaması turgor basınç azalmasına ve ozmotik değerin artmasına sebep olacağından ister istemez hayati olaylarda duraklama görülecektir ki, bu durum devam ettiği takdirde kseromorf yapılı yeni organların teşekkülüne sebep olacağı muhakkak.
Kseromorf özellikler şunlardır:
—Hacmin aynı kalmasına rağmen yüzeyin indirgenmesi.
—Epidermis ve kutikul tabakasında kalınlaşma.
—Yaprak üzerinde her bir mm2’ye düşen stomaların içeri gömülmesi.
Tüylerin sıklaşmasına neden olan unsurlar ise;
—Kök gövde ve yapraklarda su biriktirme özelliğinin artması.
—İyi gelişmiş bir kök sistemi.
—Yaprakların kırılması ve yaprak sathının parçalanması.
—Hücre öz suyunun viskoz oluşu ve eterik yağların teşekkül etmesi gibi etkenlerdir.
Bazen yetişme yerine bağlı olarak azot noksanlığı veya tuzlu toprakların sancısı diyebileceğimiz oksijen noksanlığı bitkilerde kseromorf belirtileri meydana getirir ki, buna pleinomorfoz denir.
Hayat mücadelesi her canlı için geçerli bir kural. Dolayısıyla her bitki hayat devresi esnasında hayatta kalabilmek adına hidratürünü muayyen sınırlar içinde tutabilme gayreti içerisinde bulundukları gözlemlenmiştir. Elbette sözkonusu sınırlar maksimum, minumum ve optimum ölçüler arasında değişebilmektedir. Şayet bitkinin yetişme şartları normal sınırlar içerisinde bir denge arzediyorsa o bitkinin kendine has su durumuna (hidratür) sahip olduğunu gösterir ki, buna optimal su durumu denmektedir. Fakat bir bitki optimal şartların dışında kuraklığa maruz kalınca hücre özsuyunun ozmotik değeri yükselmeye başlayacağı görülecektir. Bazı hallerde ise bitki yeteri kadar beslenemezse erimiş depo maddeleri sarf edilerek osmotik değer minimuma düşüp, hidratür değeri maksimuma ulaşabilmektedir. Nitekim genellikle iğne yapraklı ağaçların toprak zemini asitli olduğundan kökler organik ve inorganik maddeleri almakta zorlanırlar. Neyse ki bu zorluğu aşmada köklere yardımcı bir cins mantar imdada yetişmekte. Yani mantar ağacın ihtiyacı olan besinleri suda eritip ona takdim etmektedir. Bu jest karşısında ağaç ise ürettiği şekerin bir kısmını mantara ikramda bulunarak adeta teşekkür etmektedir. Belli ki “ikram sünnettir” hadisini insanlardan daha çok bitkiler iyi uygulamaktadırlar.
Osmoz olayı
Osmoz olayı bitki için bir hidrolik kuvvet kaynağıdır. Nitekim bitkiler neredeyse tüm işlerini osmoz sayesinde gerçekleştirmektedir. Osmoz olayını tetikleyen ana unsur tuzların su ile karışıp yayılma ve çözülme şeklinde tezahür etmesidir. Bitkilerin yarı geçirgen (semipermeabel) zarların(filtreler)’dan geçen suda erimiş maddelerin bitki üzerinde şişme yapması sonucunda bir basınç meydana gelir ki, bu olaya osmoz denmektedir.Yani bitki hücresi her halükarda temas ettiği suyu emmek zorundadır. Mesela kurumuş bir şeker pancarını suya koyduğumuzda eski haline döndüğünü görmek pekâlâ mümkün. Hakeza bitki koparıldığında bitkinin solduğunu gözlemlemekte mümkün. Demek ki bu durum basınçla ilgili bir olay olsa gerek ki, basınç azaldığında bitki solmakta, basınç çoğaldığında ise canlılık kazanmaktadır. Ayrıca sulu bitkilerin tuzlu suya konduklarında hacimce büyüdüğü gözlemlenmiştir.
Yapraklar incelendiğinde orta ana damar ve bu ana damara bağlı olarak tıpkı insanda olduğu gibi sağlı sollu halde kılcal damarların varlığı görülecektir. Zaten bir insan için damarlar ne anlama geliyorsa bitki içinde aynı durum söz konusudur. Bu yüzden yaprağa sıradan bir yaprak gözüyle bakamayız. Dolayısıyla yaprağın hem iç hem iç güzelliğini inceden inceye temaşa eylemek gerekir ki en basitinden yaprağın dış katmanının bile parlak yüzeyli olduğunu farkedebilelim. Gerçekten farkedelim ki bu parlaklığın sıradan bir parlaklık olmayıp bitkide aşırı ısı kaybına bağlı olarak olası buharlaşma veya susuz kalmasına yönelik bir önlem olduğunu anlayabilelim. Bu arada çalışmalarımıza hız verdikçe osmotik değer ölçümlerin zamana göre değiştiğini anlamış oluruz. Böylece bu değerlerin sabah ve öğle arası yükseldiğini, öğleden sonra tekrar düşmeye başladığını farkederiz. Tabii belirttiğimiz bu değişken değerler bir günlük ölçümler için geçerlidir, bir de bunun mevsimsel değer ölçümleri söz konusudur. Nitekim osmotik değerlerin kurak mevsimlerde artıp, nemli mevsimlerde azaldığı artık bir sır olmadığı gibi aynı zamanda sözkonusu değişmelerin ya hücre içerisinde su sirkulasyonuyla ilgili değişiklikler ya da hücrenin osmotik değerini artıran şeker, tuz ve organik asitler gibi maddelerin birikmesinden kaynaklanan değişiklikler olduğu anlaşılacaktır. Mesela sene içerisinde osmotik basınç değerlerin yıllık bazda düşündüğümüzde yapılan ölçümler sonucunda özellikle ilkbahardan sonra değerlerin yavaş yavaş yükselmeye başladığı, sonbaharla birlikte değerlerin düşüp yaprakların bir noktadan sonra solmaya yüz tuttuğu görülecektir. Neyse ki yapraklar sonbahar gelmeden veya solma öncesi bünyelerinde mevcut biriken besinleri gövdeye aktararak ziyan olmalarına fırsat vermemektedir. Bunun sonucu olarak aktarılan besinler ta ki ilkbaharda yeniden ahiret dirilişi gerçekleşene kadar kış süresince gövde kabristanında muhafaza edilirler. Ayrıca kabir öncesi yaşlılık her canlı için ölümün habercisi sayılmaktadır. Zira yaşlı yapraklarda osmotik basınç değer genç yapraklara göre daha yüksek olması hasebiyle yaprak içerisinde birikmiş metabolizmik kalıntıların osmatik basınç değeri artırdığı belirlenmiştir. Zaten osmotik basınç değerin artması bir noktada tükeniş alarmı demektir.
Bu arada bitkiler yetişme yerine bağlı olarak hidratüre(su durumuna) uyma bakımdan 2 gruba ayrılıp bunlar;
1-Stenohidrit bikiler,
2-Euhidrit bitkiler diye tasnif edilirler.
Stenohidrit bitkiler
Bu gruba ait bitkilerin maksimum osmotik değer arasındaki hareket sahası dar olduğundan büyük rutubet değişikliklerine tahammül edemedikleri gözlemlenmiştir. Örnek-Su bitkileri ve gölge bitkileri.
Euhidrit bitkiler
Bu bitkilerde maksimum ozmotik değerler ile optimum osmotik değerler arasındaki fark çok büyük olduğundan herhangi bir zarar görmeden kuraklığa uyum sağlayabilmektedirler. Örnek- Timus (kekik), Cistus (laden) gibi tüylü yapraklı bitkiler.
Osmotik değer tayin metotu
Bu değer;
1-Plazmoliz
2-Kriyoskopi metot ile tayin edilir.
Plazmoliz metodu:
Su ile doymuş bitki hücresinin osmotik değerini belirlemek üzere yüksek eriyik içerisine koyduğumuzda sözkonusu bitki hücresinin eriğe su verdiği görülecektir. Hatta bu olay hücre özsuyunun yoğunluğu dış eriğin yoğunluğuna eşit oluncaya kadar devam etmektedir. Yani devam eden bu süreç içerisinde bitki hücresi dışarıya su verip, ta ki denge yoğunluğu hücre özsuyunun yoğunluğuna eşit olduğu noktaya geldiğinde dış eriğin yoğunluğu ölçülmesi sonucunda hücrenin yoğunluğu hesaplanmuş olur.
Kryoskopi metodu:
Bu metot hücre özsuyunun donma noktasının tayin esasına dayanmaktadır. Mesela dilsiz yaprakları suyla temas ettirmeksizin 20 dakika kaynatttığımızda plazma membranlarının semipermiabiletesinin ortadan kalktığı görülecektir. Sözkonusu bitki materyalini soğumaya terkettikten bir süre sonra hücre öz suyunu presle dışarıya çıkartıp, sonra elde ettiğimiz materyali kryoskopi aletiyle ölçümünü yaptığımızda donma noktasını tayin etmiş oluruz. Nitekim saf su 0 santigrat derecede donmakta olup, bu donma noktası aynı zamanda eriyiklerin osmotik değerini belirleyen sayısal değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani 0 noktası normal şartlara haiz bitki hücrelerin osmotik değerini veren bir skala özelliği taşımaktadır.
İlginçtir suyun sıcaklığı 0 santigrat dereceden 4 santigrat dereceye yükseldiğinde normal fiziki kurallar gereği hacmi artması gerekirken tam aksine azalmaktadır. Donma durumunda ise hacim artmaktadır. O halde tüm bu bilgiler ışığında saf suyun 0 santıgrat derecenin altına düştüğünü gösteren işareti b harfiyle sembolize ettiğimizde bilim adamlarınca osmotik değer ile donma noktası arasında ilişkiyi belirleyen; “Osmotik değer = 12,06 x b” şeklinde yazılan formüle ulaşacağız demektir.
İşte ortaya çıkan bu değer sadece bir hücreye ait değil birçok hücre topluluklarına (dokulara) ait bir değer olarak kabul görmektedir. Dolayısıyla aslında herşeyin başıboş cerayan etmediği, bitkilerin matematiksel bir plan veya formül dâhilinde çalıştıklarını ayan beyan ortaya koymaktadır. Fakat tüm eşyada aynı olan fiziki kuralların tek istisnası var ki, o da suya has kılınmıştır. Şayet suya has bu istisnai özellik olmasaydı yeryüzünün 3/4’ü sularla kaplı alanlarda meydana gelebilecek dondurucu soğuk hava şartları nedeniyle suyun kas katı hale dönüşmesi kaçınılmaz olacaktı. Hatta katılaşan su dibe çökerek buz kütlesine dönüşecekti. Ki; bunun manası su altındaki hayatın sona ermesi demektir. Bu durumda akarsuların ve okyanusların 4 santigrat derecelik derin sularında hacmi küçük yoğunluğu büyük olan buz kütlesini su üzerinde yüzdüren Allah’a şükretmekten başka ne diyebiliriz ki.
Bu arada “Osmotik değer = 12,06 x b” formülünü uygularken bitkinin toprak yüzeyi ile genç ve yaşlı yaprakları arasında yer alan organeller ve birbirlerine farklı mesafelerde konumlanmış organlara ait osmotik değer ölçüm sonuçlarına da dikkat kesilmemiz gerekiyor. Bu arada mutlaka ölçüm yapılacak numunelerin birbirleriyle aynı konumda bulunan materyallerden seçmeli ki yanlış hesaplamalardan dolayı sıkıntıya düşüpte başımız ağrımasın.
Sis
Havadaki su buharının doyma basıncı en aşırı noktasına ulaşmışsa çapları milimetrenin %17’i kadar su damlaları teşekkül eder ki; buna sis denmektedir. Belli ki bitkilerin havaya salıverdikleri fazlaca nem sis olayında birinci derecede etken rol oynamaktadır. Yani su damlacıkları hafif olduklarından havada asılı kalmaları sonucunda sis gerçekleşir.
Çiy
Çiyin yumuşak yüzeyi gündüz ısınıp gece ise süratle ısı kaybederken bu esnada çayır, çimen gibi bitkilerin ısısı hava ısısından daha düşük olacak seviyeye gelmektedir. Bilhassa bulutsuz gecelerde görünen bu olay, atmosferde bulunan nemin bitkiler üzerine sirayet etmesi veya ince su tanecikleri biçimde yoğunlaşması olarak izah edilir ki buna çiğ denmektedir. Şayet optimal sıcaklık donma noktasının altına düşerse çiy yerine kırağıdan söz edeceğiz demektir.
Bazı bitkiler çiy ve sis suyundan bile istifade edebilmektedirler. Şöyle ki havanın su buharıyla doymuş olması transprasyonu azaltacağından bitkilere çok fayda sağlamaktadır. Özellikle yazın orman havasında takriben %10 civarında nem olup diğer zamanlar daha da arttığı gözlemlenmiştir.
Kırağı
Bilindiği üzere kırağı çok küçük buz parçalarından teşekkül etmekte olup, buz ise hava içerisinde nemin donmasıyla ortaya çıkmaktadır. Böylece donmuş nem soğuk cam yüzeyine çaptığında kristal bahçelerinin oluştuğuna şahit oluruz. Öyle ki birbirinden güzel değişik türden kristal manzaraları seyredenler adeta kırağı buz bahçesinde gezer sandırır. Hatta gezi esnasında görülecektir ki kırağılar cam yüzeyinde ısının durumuna göre şekil almaktadır. Mesela Kırağılar donma noktasında düz veya altı kenarlı katmanlar halinde, donma sınırını biraz aştığında iğne şeklinde, ısı bundan aşağı düştüğünde içi boş kenarları döşenmiş borular halde, sıcaklık çok aşağılara düştüğünde ise yaprak şeklinde sahne almaktadır. Hepsinden öte yine de cam yüzeyinde en sık rastladığımız görünüm hiç kuşkusuz eğrelti otu manazarasıdır.
Şimşek
Şimşek aslında elektriksel bir deşarj (boşalma) hadisesidir. Öyle ki ansızın ısınan hava genleşmekte, yine ansızın soğuyan hava eski konumuna geçmekte, derken ardından büyük bir gök gürültü kopmasına neden olmaktadır. Belli ki ortamda iyonize bir durum söz konusudur. Zaten yerden 100 km yükseklikte kesin çizgilerle ayıramayacağımızı bildiğimiz atmosferin mezosfer ve termosfer katmanlarını da kapsayan iyonların mekânı sayabileceğimiz iyonosfer tabakası var. Öyle ki bu katman exosferin (termosferin bitiş sınırı) sınırına dayanmış durumda olup, içerisinde elektronlarını kaybetmiş veya kazanmış atomların yanısıra serbest elektronları da bünyesinde taşıyan iletken bir özelliğe sahiptir. Zira şimşek bulutunun tabanı negatif, tavanı ise pozitif yüklüdür. İşte bu noktada bulutun pozitif yüklü iyonları iyonosferin negatif yüklerini kendine cezb ederek pozitif konuma dönüştürmektedir. Bir başka ifadeyle şimşek bulutları aracılığı ile birlikte iyonosferdeki negatif yükler aşağıya doğru boşalarak yeryüzü sathı negatif hale gelmekte, iyonosfer ise pozitif duruma geçmek suretiyle elektriklenmeye yol açmaktadır. İşte pozitif hale gelmiş iyonosfer katmanı ve negatif konuma gelmiş arz ile ikisi arasındaki yalıtkan havanın üsten aşağıya doğru elektrik akımların sentezlenmesiyle ortaya çıkan yıldırım düşmesi denilen bu olay tüm elektrik mühendislerinin hayretine mucib olmaktadır. Niye hayret etmesinler ki. Çünkü şimşek çakması olmasaydı dünyamız elektrik kaybına uğrayıp yüksüz kalacaktı.
İlginçtir şimşek çakmasıyla birlikte etrafa hoş bir koku yayılıp, halk arasında bu koku taze hava olarak adlandırılmaktadır. Oysa sözü edilen taze hava mavimtırak renkli ve keskin kokulu bildiğimiz ozondan (O3) başkası değildir. İyi ki de ozon tabakası var. Çünkü ozon sayesinde atmosferden geçen ültraviyole ışınları emilerek korunmaya alınmaktayız. Nitekim sahillerde sürekli güneşlenip az miktarda olsa ültraviyole ışınların sebebiyet verdiği güneş yanıkların zararları göz önüne aldığımızda ozonsuz bir atmosferde acaba halimiz nice olurdu diye düşünmekte fayda var.
Ayrıca azotun toprakla buluşmasının bir diğer yolu da şimşek çakması sayesinde gerçekleşmektedir. Şöyle ki şimşek atmosferden geçeceği esnada bir miktar oksijenle azotun birbirine bağlanmasına vesile olup, böylece yağan yağmurla birlikte bağlanmış haldeki bileşik toprağa düşürülmektedir.
Anlaşılan o ki fırtınalar, yıldırımlar, soğuklar vs. unsurların her biri ilk bakışta felaket gibi görünsede, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş. Meğer altında nice bilmediğimiz güzel hikmetler gizliymiş.
Topraktaki suyun durumu
Toprağın geçirgenliğe elverişli yaratılması, su tutma kapasitesi veya suyun toprak üzerindeki dağılım dengesi mühim bir hadise olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu denge sayesinde hem su, hem de toprak cana can katmaktadır. Kaldı ki toprakta her canlının suya ihtiyaç hissettiği gibi, o da suya muhtaçtır. Öyle ki ısınan nemli toprak havayı bile ısıtarak gökyüzünde bembeyaz buluta dönüşmekte. Derken bulut yağmura dönüşmekte, yağmurda toprağın bağrında bereket olmakta. Hatta yağmur gerektiğinde yeraltı su kaynakları ile birlikte kurak bölgelerin susuzluğunu giderici rol oynamakta. Derken günlük vücudumuz için gerekli olan yaklaşık 2,5 litrelik su miktarı dâhil bu yoldan karşılanır. Belli ki “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözü boşuna söylenilmemiş.
Şurası muhakkak toprağın bereketinden yararlanmak için belli kurallar söz konusudur. Birkere bitkiler tarafından suyun topraktan alınması için kök hücrelerinin nemli toprak tabakasıyla temas etmesi gerekir. Bu da yetmez temas eden kök hücrelerinin hem şişmeleri gerekmekte hem de kök tüylerinin hücre özsuyu yoğunluğu toprak suyunun osmotik değerinden yüksek olması icap etmektedir. İşte bu ve benzer kuralların gereği yapıldığında artık toprağa tutunan bitki rahatlıkla filizlenip hayat bulabilmektedir. Şöyle ki yağmur suyu toprağa girince bir kısmı tutuk su olarak toprak zerreleri tarafından zapt edilirler. Arta kalan kısım ise boşluklara inmesiyle birlikte kılcal boruları doldurup sızan su konumuna geçmekte. Hatta bir damlacık (katre) su toprağın derinliklerine kadar sızdığında hem toprağın sıcaklığını hem de nemini ayarlayabiliyor. Böylece sızan su ziyan olmadan toprak tabanı suyla beslenme imkânına kavuşur ki; biriken bu tutuk su miktarına su kapasitesi denmektedir.
Ayrıca su kapasitesi toprak zerrelerin büyüklüğüne, yapısına ve kolloid madde (eriticilerin) miktarına bağlı olarakta değişebilmekte. Bu yüzden bilim adamları toprağın su kapasitesini tayin etmek için 10 cm’lik toprak sütununu tamamen arıttıktan sonra arta kalan yaş toprağı 105 santigrat derecelik ortamda ağırlıkça sabit oluncaya kadar kurutmaya tabi tutarlar. Böylece kurutma işleminin ardından yaş ağırlıktan kuru ağırlık çıkarılarak maksimum tutuk su miktarı tespit edilmiş olur. Bu miktar aynı zamanda toprağın su kapasitesini vermektedir. Çünkü su kapasitesi tayininde toprak zerrelerinin büyüklüğü veya küçüklüğü etken unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim su zerreleri küçüldükçe toprağın su tutma kapasitesi de o ölçüde artış kaydeder. Mesela killi, kumlu ve çakıllı üç tip toprak cinsine aynı anda aynı oranlarda yağmur düştüğünü varsaydığımızda her üç toprak cinsinin de su tutma kapasitelerinin birbirlerinden farklı oldukları görülecektir.

EKOLOJİ MUCİZESİ-4

ALPEREN GÜRBÜZER
Killi toprağın su kapasitesi
Killi toprağın su tutma kapasitesi diğer toprak cinslerine göre çok daha doruk noktadadır. İşte bu toprak cinsinin su tutma kapasitesinin yüksek seviyelerde seyretmesi biriken suyun geçirkenliğini azaltmasına neden olmaktadır. Fakat kumlu ve çakıllı topraklarda bu böyle değildir. Yani kumlu toprakta su daha derine inmekte olup, çakıllı toprakta daha da aşağılara inmektedir. Her üç toprak cinsi buharlaşmaya terkedildiğinde en fazla killi toprakta, en az kumlu ve çakıllı toprakta buharlaşma olduğu gözlemlenmiştir. Zira su toprak sathına ne kadar yakın olursa o nispette buharlaşma olayı hız kazanmaktadır.
Burdan şu sonuca varırız ki; kurak olan bölgelerde suyu en fazla muhafaza eden çakıllı topraklar olduğu gözüküp, en az muhafaza edenin killi topraklar olduğu anlaşılacaktır. Toprakta suyu en fazla bağlıyan maddelerin ise kolloid yapıdaki maddeler olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim bu kolloid maddeler (-) elektrik yüklü iyonları ve (+) yüklü iyonları (katyonlar) absorbe (bağlama) edecek güçte elemanlardır. Hatta absorbe edilen bu iyonlar H20 molekülleri ile çevrilidir. Keza katyonlar da öyledir, bunlarda malum, daha ziyade Ca++, Mg++, H+, ve Na+ iyonlar olarak sahne almaktadırlar.
Genellikle toprağın yumuşak yaratılması belli bir hesabın gereğidir. Şöyle ki toprak örtüsünün iç kısmı 50–400 atmosferlik bir kuvvetle kolloidin sathına bağlanmış olup, bu durağan suya Hıgroskobik (ölü) su denmektedir. Dolayısıyla yumuşak toprak zerreleri higroskopik suyu havadan emdiklerinde kendi ihtiyacı olan su moleküllerini 40–50 atmosfer arasında bir kuvvetle dışardan içeriye bağlayabilmektedirler. Böylece 50 atmosfer gücünde bir kuvvetle bağlanmış kurak bitkiler bile bu durumdan istifade etmeleri sağlanmış olur. Bu arada toprak zerrelerinin en dışındaki su çok küçük atmosferik kuvvetlerle bağlı olduğunda stabil kalmayıp devamlı hareket halinde oldukları belirlenmiştir ki, işte en dış halkadaki bu hareketli suya film suyu veya örtü suyu adı verilmektedir. Hatta bu durum Higroskobik su + film suyuna ikisine birden) → absorbe edilmiş su (bağlı olan su) formülü ile açıklanmaktadır. Ayrıca toprakta kolloidlerin (eriticilerin) etrafını kuşatan (higroskobik) sudan başka minarellere bağlı olan kristal su da var. Ancak bitkiler bu sudan istifade edemezler.
Bir toprak higroskobik suyla doyduktan sonra içerisinde boşluklar oluşmaktadır. Derken bu boşluklar suyla dolarak toprak zerrelerinin etrafı higroskobik ve film suyu ile kuşatılmış olur. Elbette ki bir bitki için topraktaki suyun tabanı değil bu sudan istifade edebileceği su miktarı çok daha önem arzetmektedir. Zira bir bitkiye yeter derecede su nakledilemediği zaman bitkide solma olayı başladığı gözlemlenmiştir. Birkere bitki solmaya yüz tutmasın, artık bu noktada solma anında bitki topraktan su almaya devam etse bile transprasyonda kaybolan suyu karşılayamadığı görülecektir. Bundan dolayı solma olayının başladığı andan itibaren toprakta biriken mevcut su miktarına kritik sıfır noktası veya solma noktası denmektedir. Mesela dengeli bir su ortamında (Mezofit) yaşayan bitkilerin solma noktası kurakcıl (kserofit) bitkilere göre çok daha fazla olup bu durum atmosfer kaynaklı nem miktarıyla ilgili bir husus veya herhangi bir fizyolojik durumun neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta bu noktada bitkilerin solma noktasında rol oynayan kapillarite ile su moleküllerinin yükselişi durmuş olsa bile yine de su iplikleri kopmuş film suyunun 50 atmosferlik basınçtan daha az kuvvetle bağlı olan kısmından istifade edilebilir.
Solma noktası tayini
Bir bitkinin solma noktasının belirlemek amacıyla incelemeye tabii tutulan bir bitki önce yetişmeye terk edilir. Sonra toprağın buharlaşmasını önlemek için üzeri mum tabakasıyla kapatılır. Böylece üzeri parafinlenen bitki bir müddet sonra solmaya başlayacağı gözlemlenecektir. Hatta solan bir bitkinin 24 saat nemli bir yere konsa dahi artık bu noktadan sonra topraktan su almasının mümkün olmadığı gözükecektir. Ayrıca toprağı bitkinin solmaya başladığı andan itibaren 105 santıgrat derecede kuruttuğumuzda elde edeceğimiz sonuç bitki tarafından kullanılmayan su miktarını bize verecektir. Böylece elde edilen rakamı topraktaki genel su miktarından çıkarttığımızda bitki için gereken faydalı suyu bulmuş oluruz.
Işık Mucizesi
Işık saniyede 300.000 kilometrelik bir hızla yol kat eden bir mucizevî rabbaniyedir. Öyle ki 300.000 kilometrelik hızı 60 ile çarptığımızda ışığın dakikada kat ettiği mesafeyi buluruz. Şayet çıkan sonucu tekrar 6 ile çarparsak 1 saatlik mesafeden söz ederiz. Derken bu çıkan rakamı 24 ile çarptığımızda ışığın bir günlük seyahatini, daha sonra çıkan sonucu 365 ile çarptığımızda ise 9.460.800.000.000 kilometrelik ışık yılı hızına dayalı ölçümle karşılaşırız. Kaldı ki herhangi bir kumaş rahatlıkla metre ile ölçülebilirken, ışığın saniyede kat ettiği mesafe hiçte sanıldığı gibi kolay ölçülememektedir. Yine de astronotlar herşeye rağmen alışılagele bildiğimiz kilometre, metre, santimetre ve milimetre gibi ölçüm birimlerin dışında ışık hızını ışık yılı birimi ile ifade edebilmeyi başarabilmişlerdir. Tüm bu ölçümler sonucunda dünyamızın ışık hızıyla güneşten gelen enerjinin ancak 2 milyarda birini aldığını öğrenmiş bulunuyoruz. İşte bitkiler sözkonusu enerjiden kendi hissesine düşen payı hücrelerine doğrudan almak suretiyle hayatlarını tanzim etmektedirler. Yani ışık bir noktada bitki hücresine hayat kaynağı olmaktadır. Zira güneş ışığını bitkilerin dışında en iyi kullanan bir canlı ve cansız mahlûka bugüne kadar rastlanılmamıştır. Hatta bakteri tabiatında Euglena gibi bir hücreli canlılar bile yapısında bulunan klorofil sayesinde güneş enerjisini doğrudan kullanıp, yeni hücreler üretebilmektedirler. Dolayısıyla ışık deyip geçmemeli. Pekâlâ, bu arada özellikle ışığın bitki üzerinde oynadığı önemli rol üzerinde iyiden iyiye tefekkür edip kararmış gönlümüzü ışıklandırabiliriz. Tabii birde bunun nimet boyutu var. Şöyle ki; sonuçta tüm yediğimiz besinlerin kaynağı bitkilere dayanmaktadır. Derken bu kaynak sayesinde ışık ve nimet kavramını hatırlamış oluyoruz. Anlaşılan o ki bitkiler ışık nimetini fotosentez yoluyla en iyi şekilde değerlendirip organik madde imal etmekteler ve böylece tüm canlılar bu ziyafet sofrasından yararlanmış oluyorlar. Hatta bitkiler sadece ziyafet sofrası sunmuyorlar, buna ilaveten temiz hava anlamına gelen oksijen de sağlamaktalar.
Fotosentez mucizesi

Bitkiler kökleriyle emdikleri su ve havadan aldıkları CO2’i güneş ışığının devreye girmesiyle birlikte klorofille özümleyip, dünyanın hiçbir şeker fabrikasında görülmeyen asimilasyon yöntemle evvela glikoz, sonra nişasta ve daha sonra da birtakım kimyasal bileşiklere dönüştürmekteler. Kimyagerleri bile hayrette bırakan bu olay ilk bakışta teorik olarak basit gibi görünse de, aslında kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Çünkü bitki âlemi içerisinde cerayan eden uygulamalara bakıldığında bu tür kimyasal olayların nasıl gerçekleştiği bir sır olarak kalmaktadır. Hatta kimyagerler akıllara hayret veren bu asimilasyon olayı karşısında aciz kalıp adeta dilleri tutulmakta. Madem öyle hem bilim adamları hem de bizler biyokimyasal hayatı yaratan Allah’ı ömrümüzde birkez olsun hatırlasak fena mı olur? Kaldı ki; bir şeker pancarı yaprağının her santimetre kare yüzeyinin fotosentez maharetiyle günde 1 mg glikozu sentez ettiğini okuma yazma bilmeyen bir insana söylediğimizde bunun ne anlama geldiğini bilmese bile “Amenna saddak” deyip pür dikkat kesilmekte. Üstelik sözünü ettiğimiz bu durum bir bitki yaprağının her santimetre kare alanı için bahsettiğimiz bir husus. Birde yaprağın tüm alanını hesaba kattığımızı düşünün ortaya çıkacak rakam hiçte göz ardı edilemeyecek boyutlarda olup, bu durum için sadece “amenna saddak “ demek yetmez, Allah’a hamdü senada bulunup şükretmekte gerekir. Demek ki bir ışık şiddeti ya da ışığın istikameti bitkinin toprak üstü kısmında organ teşekkülüne veya büyümesine olumlu etki yaptığı gibi doku ve hücrelerin farklılaşmasına kadar bir dizi olaylara da nüfuz edebilmektedir. Aynı zamanda ışığın bitki üzerinde kalma zamanı birçok bitkinin gelişimine tesir eder ki, bu durum fotoperyodizm olarak bilinip bitkilerde büyüme, metabolizma ve hareket gibi fizyolojik olayların doğmasına vesile olmaktadır. Böylece 1 kilogram glikozun sentezi için tüketilmesi gereken enerjinin 4.66 kwh (kilovat saaat) olduğunun farkına varmış oluruz. Yani klimaks sistem içerisinde alınan total enerji miktarı pay edildiğinde bitki, hayvan, insan ve her nevarsa tüm canlıların solunumuna yetecek derecede hammadde kaynağının varlığıyla karşılaşırız.
Aslında bitkilerden elde edilen gıdaların herhangi bir canlının sindirim sistemi içerisinde oksijenle yakılıp solunumla oksitlenmesi ve akabinde CO2 olarak atmosfere transfer edilme hadisesi fotosentez mucizesinin en can alıcı yönünü ortaya koymaktadır. İyi ki de karbon belli bir noktada sabit kalıp depo edilmiyor, aksi takdirde sabit bir yerde çivili kalan karbondioksitin zamanla tükeniş feryadı ile yüzleşecektik. Tabii onun feryadı aynı zamanda tüm âlemin feryadı. İşte Allah-ü Teala bu yüzden olsa gerek karbonu hava içerisinde az bir oranda depo etmiş, hatta fotosentez ya da birtakım oksidasyon ve tabiat olayları vasıtasıyla açığa çıkan bu önemli maddeyi tabiat çevrimine tabii tutmuştur. Şayet karbon döngüsü olmasaydı zaman içerisinde havadaki CO2’in azalmasıyla birlikte tüm canlılar ölüme mahkûm kalacaktı. Anlaşılan o ki canlılar âleminde sadece insanoğlunun kendi payına düşen yıllık bıraktığı CO2 miktarı takriben 140 milyon tonu bulmaktadır. Keza hayvanlar ve azotu toprağa bağlayan bakteriler ise yılda 24.000 milyon ton kadar katkıda bulunuyorlar. Bunlara ilave olarak belli ki Yüce Yaratıcı tarafından toprağın derinliklerinde muhafaza altına alınan turbo, kömür, petrol ve doğal gaz gibi rezervlerin tuttukları karbon kaynağıda yedek depo olarak bekletilmektedir. Görüldüğü üzere hayat her yönüyle bir yardımlaşma olarak yüzünü göstermekte. Böylece gözü görmez, sağır dilsiz sandığımız nice envai türlü varlıklarla gözü gören, işiten hayvan ve insanların el ele gönül gönüle vermesi sonucunda oluşan karbon dengesi kendi mecrasında akıp gitmektedir. İşte Gönül yanması” diyebileceğimiz bu işbirliği neticesinde “Ben yanmayım da kim yansın” dercesine “atmosferde 700 milyar ton karbondioksit birikmektedir. Fakat bu arada insanoğlunun bilinçsizce yeraltında depo edilen karbonu hoyratça kullanmasının ilerde bir takım sıkıntılara yol açıp karbon dengesini bertaraf edeceğini hesaba katmakta yarar var.
Işık doğudan doğar
Evet, ışık doğudan doğup batıya doğru uzanmakta. Hatta ışık batıya uzanmakla kalmayıp, ısı ve su (H2O) faktörünün tam aksine tüm yeryüzüne nispeten yeknesak olarak dağılmıştır. Yani her canlı kendine düşen hissesini almakta. Dolayısıyla yeryüzünde ışık noksanlığından ötürü bitkilerin yetişmediği herhangi bir yer hemen hemen yok gibidir. Hatta bazı bitkilerin yıldızlardan aldığı bir takım sinyallerle gelişmelerini tamamladığı artık bir sır değil. Şu halde ışığın özellikle küçük sahalarda bitkilerin yayılışında çok etkili olduğunu söyleyebiliriz. Fakat geniş alanlarda etkili olmadıkları da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kutup bölgelerinde enlemlerin durumuna göre kutup geceleri hüküm sürmektedir ki, buralarda vejatasyon eksikliğine neden olan ışık faktöründen ziyade sıcaklık şartlarının uygun olmaması rol oynamaktadır. Güneşli ve gölgeli yetişme yerlerinde ise tamamen farklı bir flora hâkimdir. Ayrıca günümüzde sanayileşme ile birlikte yerden yukarıya doğru ısı dengesinin tersine dönmesi (inversiyon) bir alarm olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani sıcaklık yerden yukarıya doğru azalacağı yerde tam tersi artmakta olup ciddi problemleri beraberinde getirmektedir. Hatta bu durum atmosferi kararsız kılmaya bile itmektedir. Ne diyelim, şimdilik kararlı dünyamızı kararsız hale getirenler utansın demek düşer bize.
Güneş ışığının bileşimi
Bakmayın güneşin evreni bir lamba gibi aydınlatmasına, dışı seni yakar içi beni derler ya aynen onun gibi güneşte 15–20 milyon derecelik sıcaklığı ile tüm cümle âleme hizmet için kendi iç âleminde dip kısmından yukarı çıkan dev hortumlar eşliğinde derin derin yanmakta. Güneş adeta odak merkezinden milyonlarca kilometre dışarılara doğru kazan misali fokur fokur kaynayan müthiş bir alev bombardımanıyla tüm âlemi selamlamakta. Belli ki bu selamlama sıradan bir selamlama değil. Bilakis birtakım termonükleer reaksiyonlar eşliğinde 564 milyon ton hidrojen gazının 560 milyon ton helyum gazına dönüşmesiyle ortaya çıkan güçlü bir enerji selamıdır. Sözkonusu toplam enerjinin 4 milyon tonu ise uzay sathına ışık ve radyasyon olarak yayılıp süzüldükten sonra arta kalan 2 milyarda biri dünyaya gönderilmektedir. Yani güneşin tek bir selamı bizim için ayrılmış durumda. Olsun önemi yok, güneşin tek bir selamı bile tüm evrende yaşayan mahlûkatı kuşatmaya yetiyor. Özellikle tek selamlık gelen bu ışığın % 45’i 400–750 mikro litre dalga boyları arasında konumlanan görünen ışınlar olup, diğerleri farklı bant dalga boylarında yer alan ışınlardır. Şöyle ki; güneş ışınları atmosferin termosfer tabakasının bitim noktası veya uzayla komşu olan exosferden başlayan yolculuğunu diğer katmanlara geçtiğinde bile sürdürmekte, hatta buralarda da birtakım değişikliklere uğrayıp süzüldükten sonra öyle yoluna devam etmektedir. Bu süzülme işlemi esnasında atmosferde kısa dalga boylu ışınların uzun dalga boylu ışınlardan daha fazla absorbe edildiği gözlemlenmiş olup, gözlemlenen bu ışınların maksimum enerji miktarının atmosferin en üst sınırında 470 mikrolitre dalga boyuna tekabül eden mavi ışınlara isabet ettiği tespit edilmiştir. Keza atmosferde % 21 oranında bulunan oksijenin güneşten gelen mor ötesi ışınları (kısa boylu ültraviyole ışınları) absorbe ettikleri ortaya çıkmıştır. İşte bu absorbe sayesinde üst atmosferde iki atomluk oksijen molekülünün ayrışmasıyla ortamda bulunan diğer bir atomluk oksijenin de bunlara dâhil olmasıyla birlikte üçü bir arada ozon (O3) molekülü oluşturmaktadırlar. İşte meydana gelen bu gaz molekülü hepimizin bildiği gibi güneşten gelen zararlı ışınları (ültraviyole ışınlar) yutan aynı zamanda bertaraf edebilecek nitelikte olan ozon tabakasından başkası değildir. Fakat ne yazık ki hayat kurtarıcı ozon tabakamız sanayileşmenin doğurduğu kozmik çevre kirliliğine paralel olarak ozon tabakasının incelmesine yol açmakta. Böylece incelen ozon tabakası güneşten gelen uzun dalgalı ışınların etkisiyle delinebilmektedir.
Demek ki güneşin kısa dalga boylu ışınlarına maruz kalan oksijenin ayrışmasıyla birlikte ortamda bir başka oksijenle izdivaca girmesi sonucunda hayat kurtarıcı ozon doğmakta. Tabii ozon doğmakla bu iş burda bitmiyor, dahası var. Şöyle ki ozonda kendi içerisinde parçalanma gerçekleştirip akabinde güneşin uzun dalga boylu ışınlarına muhatap kalmakta, derken ayrışan parçalar birleşip yeniden ozon oluşturabilmektedir. Hatta ortaya çıkan ozon gazı güneşten gelen zararlı mor ötesi ışınları absorbe ettiği için o bizim mükemmel koruyucu tabakamız olarak adından söz ettirecek konuma gelir. Çünkü hayatımız onunla anlam kazanmakta. Zaten Allahü Teala; “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hala bundaki delilleri inkâr ederler”(Enbiya, 32) diye beyan buyurarak buna işaret etmektedir.
Bilindiği üzere evrende her varlık kendine özgü elektro manyetik radyasyon diye tabir edilen bir ışık yaymaktadır. Şayet maddenin ısısı yeterli bir seviyeye ulaşmışsa tıpkı demirin akkor haldeki etrafa ışık neşretmesi olayında olduğu gibi karşımıza görünen ışık olarak çıkacaktır. Malum, ısının düşmesi halinde ise ışıma frekansı azalacağından kızıl ötesi (gözle görülemeyen ışınlar) radyasyon dalgalarına indirgenecektir. Nitekim yukarda belirttiğimiz üzere güneşten yayılan radyasyonun (ışıma) önce uzaya pay edildikten sonra ancak arta kalan enerjinin iki milyarda biri atmosferin kimyasal analiz süzgecinden geçip dünyaya ulaşabilmektedir. Derken yeryüzüne ulaşan güneş ışınları dik veya yayınık oluşuna göre farklı dalga boylara ayrılıp, bunlar içerisinden gözümüz sadece 0,4–0,7 mikron arasında değişen değerlerdeki ışığı seçecektir. Yani bu bant aralığı dışındakileri göremeyiz. Mesela güneş ışınları gözümüze beyaz görünmekle beraber gerçekte bir prizma ya da yağmur sonrası hava içerisinde su damlacıkları içerisinden geçtiklerinde 7 tayfa (renk) ayrıldığını görmüş oluruz. Özellikle ayrılan bu renkler arasında yeşil ve mavi renkler göz sağlığına iyi gelip, adeta ruhumuzu dinlendirmektedir. Hatta güneş ışığı yedi renkle sınırlı kalmayıp en ince ayrıntılarına kadar analiz edildiğinde mordan kırmızıya kadar sıralanmış değişik dalga boylarında ışık titreşimlerinden ibaret olduğunu fark ederiz. Bir başka ifadeyle 0,4 mikron altındakilerin kısa dalga boylarda yakıcı ve öldürücü, enerjice yüksek mor ötesi veya ültraviyole ışınları olduğunu anlarız. Ayrıca bunlar arasında en limit seviyesinde diyebileceğimiz X ışınları ve minumum dalga boyunda gamma ışınlarda mevcuttur.
Peki limit değerler böyleyse üstü nasıldır derseniz radyo dalgalarında olduğu gibi 0,7 mikron üzeri dalga boyuna sahip ışınlarla karşı karşıyayız demektir. Ki; bu ışınlar kızıl ötesi ışınlar diye adından (infraed veya infraruj) sözettirmektedir. Bu arada ışınlar dik düştüğünde renk spektrumun sarıya, yayınık düştüğünde kırmızıya isabet ettiğini farkederiz. Mesela ormanlarda gölge yapan ağaçlar özellikle ışınların bir kısmını veya kısa dalga boylu olanlarını emmektedir. Bir diğer ışınlarda yeşil ve koyu kırmızı ışınlar olup, bunların enerji seviyesi maksimum 550–710 mikrolitre seviyelerde seyretmektedir. Yaprakları gölgede kalmayıpta güneşte kalanlar ise hem nitelik hem de nicelik bakımdan farklı ışınlara maruz kalmaktadır.
Işığın renklere ayrılması
Renklerle yapılan analiz çalışmalar sonucunda; ince bir su tabakasından sadece kırmızı ötesi ışınların absorbe edildiği dolayısıyla suyun renksiz görünüm kazandığı anlaşılmıştır. Keza kalın bir su tabakasından uzun dalga boyunda gözle görülebilen ışınlar geçirildiğinde ise suyun mavi renkte görünüme kavuştuğu belirlenmiştir. Ayrıca bitkilerin klorofil maddesi ile gözün absorbsiyon spektrumu 0,4–0,7 mikron aralığında görünen ışınlara denk düştüğü tespit edilmiştir. Şu halde bu kriterlerden hareketle fotosentez için gerekli olan ışığın sadece görünen ışınlar olduğu sonucuna varırız. Ancak gözün absorbsiyon spektrumu ile klorofilinki arasında farkı da gözardı etmemek gerekir. Mesela gözümüz daha çok sarımsı yeşil ışınlar için hassas iken, klorofil maddesi göze nispeten daha az oranda sarımsı yeşil ışınları, daha fazla oranda kırmızı ve mavi ışınları absorbe ederek farklılığını ortaya koymaktadır. Bakterilerin klorifil cinsleri ise en fazla kırmızı ötesi ışınlara hassas olarak yaratılmışlardır. Böylece bu ışınları absorbe edip duyarlı olmaktalar. Hatta canlı protoplazmanın yapısında bulunan proteinler de ultraviyole ışınları absorbe ederek hassasiyet kazanmaktalar. Bu arada fotosentez olayında karotinin rolünün ne olduğu kesinleşmemekle beraber ışık enerjisini klorofile taşıdığı ileri sürülmektedir. Bilinen bir gerçek var ki, karotinin kısa dalga boylu mavi ışınlardan ultraviyoleye kadar olan ışınları emdiği gerçeğidir. Zira ultraviyole ışınları yüksek dozlarda bitkiler için zararlı olduğu tespit edilmiştir. Neyse ki hücre zarları kısa dalga boylu ışınları absorbe ederek plazmayı ultraviyole ışınların zararlarından korumuş oluyorlar.
Işığın bitkilerin gelişimine tesiri
Bütün bitkiler yaşayabilmeleri için minimal ışık şiddetine muhtaç olmakla beraber ışık şiddeti yetişme yerinin mükemmelleşmesine paralel olarak azalabilmektedir. Ayrıca çiçek ve meyvaların gelişebilmesi için gereken minimal ışık değeri, vejetatif organların gelişmesi için kullanılan ışığın 2 misli olduğu belirlenmiştir. Bu arada orman altı vejetasyonda (ormanın gölgesinde) yetişen yeni çimlenmiş bitkilerin devamlı açlıkla mücadele halinde oldukları farkedilmiştir. Öyle ki bu şartlar altında anlık bir ışık huzmesi bile hayatlarını devam etmelerine yardımcı olmaya yetebilmektedir. Nitekim orman altı bitkilerin minimal ışık isteği %1 olarak karşımıza çıkmakla beraber tropik bölge ormanlarında bu miktar % 0,3’e kadar düşmektedir. Hetetrof ve ilkel bitkilerin ışık isteği ise %1’in altında seyretmektedir. İlkel bitkilerde ışık isteğinin az olmasının sebebi hücrelerinin klorofille dop dolu olması veya klorofilsiz kısımlarında madde üretimine ihtiyaçlarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple birçok cyanophyceae türlerini ıslak bölgelerde 3,5 mm derinliklerde bulmak mümkündür. Keza eğreltilerin ve yosunların çoğunda ışık isteği %1’den % 0,2 arasında değişebilmektedir.
Orman altındaki vejetasyonda ışık durumu ise mevsime göre farklılıklar arzetmektedir. Mesela ilkbaharda ağaçlar yaprak vermeden önce çiçek açıp meyva verdikleri gözlemlenmiştir. Ayrıca ışık birçok ağaçların tomurcuklarının açılmasına tesir emekte. Mesela kayın ağacının tomurcukları sırf ışıkta açılabildikleri halde kaktüs tomurcuklarının açılmasında ışık tam tersi geriletici tesir yaptığı gözlemlenmiştir.
Işığın çimlenmeye tesiri
Işığın etkisi kendi gücünde derler ya. Gerçekten ışık bitkilerin çimlenmesinde tesirini göstermektedir. Fakat ışık bazı tohumların çimlenmesini tetiklerken, bazılarında ise tam tersi olabilmektedir. Mesela flatine bitkilerinin tohumları senelerce karanlıkta çimlenmeden kalabiliyorlar. Şayet sözkonusu bitki tohumu 11–18 gün ışıkta kalırsa çimlenme %100’e bile tamamlanabiliyor. Nigella sativanın tohumları ise aydınlıktan ziyade karanlık ortamı tercih edip daha hızlı çimlenmekteler.
Bu ara da çimlenme yalnız ışık şiddetine bağlı bir değer olmayıp aynı zamanda ışığın cinsine bağlı bir değer olarakta sahne almaktadır. Mesela Dcrenella, Heteromolla bitkisinin karayosunu sadece beyaz ışıkta, Tortella bitkisi ise kırmızı ışıkta çimlenmektedir.
Ekolojik bakımdan ışığın tesiri
Ekolojik bakımdan ışığın bitkilere olan tesiri iki şekilde incelenmekle beraber ışığın bitkilerin gelişimi üzerinde tesiri daha çok CO2 asimilasyonu şeklinde kendini göstermektedir. Bu yüzden yüksek dağlarda yetişen bitkiler kısa bodur (intermodüllü), sert yapraklı, parlak ve renkli çiçeklidirler. Hatta bu bitkilerde gelişme peryodu kısa olduğundan internodyumlar sürekli kısa kalmaktadır. Ayrıca bu bitkilerin ışık isteğide farklı olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki ova bitkileri daha az ışık şiddetinde asimilasyonu gerçekleştirdikleri halde dağ bitkilerinde bu ışık miktarı asimilasyona kâfi gelmemektedir.
Bu arada bitkilerin yetişme yerinde istifade edebildikleri ışık ışınların şiddetinin gün ışığının tümüne oranlayarak hesaplanmaktadır. Mesela gölgesiz yerde yetişen bir bitki için bu değer 1 olarak kabul edildiğinde 1/3 ışık isteği gün ışığının tamamının 1/3’üne karşılık geldiği anlaşılacaktır.
Işık isteklerine göre bitkiler üç ekolojik gruba ayrılır:
—Güneş bitkileri
—Yetişme yeri olarak hem güneş hem gölgeyi tercih eden bitkiler.
—Gölge bitkileri.
Güneş Bitkileri
Işık güneş gören bitkilerin olmazsa olmaz şart unsuru olup daha çok ışığa doğru büyümektedirler. Bu yüzden aydınlık güneşimiz bu bitkilerin ışık isteğini % 100 olarak karşılamaktadır. Bu söz konusu bitkilerimiz tamamen açık ve alçak bitki grupları olup doğrudan doğruya güneş ışınlarına maruz kalırlar. Bu yüzden öğlen saatlerinde bu ışıkların zararlarından korunmak için yapraklarını profil (görünüm) duruma getirmekteler. Profil durumda yaprakların her iki yüzeyi de aynı yapıda olup daha çok yayınık ışınlardan istifade etmektedirler. Bu arada yapraklar gibi bitkiye renk veren ve aynı zamanda asimilasyonda aktif rol oynayan klorofil hücreleri de profil pozisyonu almaktadırlar.
Hem güneş hem de gölgeyi tercih eden bitkiler
Bunlarda maksimal ışık isteği %100, minimal isteği ise herbiri için farklı şiddettedir. Minimal nokta çiçeklilerde steril olanlara göre daha yüksek değerler göstermekte. Mesela Hederal helix’in (sarmaşık) çiçekli alanında %100–22, steril türünde minumum istek %2’dir. Bu gruba Sencio vulgaris %100–2, Dactylis glomerata %100–2 arasında dâhil olmaktadır.
Gölge bitkileri
Gölge bitkilerinde ışık isteği %100’den azdır. Tabii buradan güneş bitkilerinin gölgeden yetişemiyecekleri manası çıkarılmamalıdır. Öyle ki karanlıkta kalan bir filiz haldeki bir bitki bir saniyenin binde ikisinden daha fazla sürmeyen anlık bir flaş ışıkta bile neşvünema bulabiliyor. Dolayısıyla gölgelik bitkilerin gölgelik yerleri tercih etmesinin sebebini şimdi daha iyi anmış oluyoruz. Belli ki bu bitkiler iyi şartlarda yetişen bitkilerle rekabetten kaçındıklarını belirleyen emare olarak ekstrem güneşli ortamlara yayılmakla göstermekteler. Bir başka ifadeyle higromorf bitkiler yapraklarıyla güneş altında buharlaşmaya tahammül edemediklerini bölge değişikliği tarzında tavır sergileyerek su bilânçolarını dengede tutmaktadırlar.
Mutedil iklimde %100 ışık isteği olan bitkiler ise özellikle sıcak ve kurak iklimlerde tamamen gölgeye çekilmiş durumdadırlar.
Işığın CO2 asimilasyonuna tesiri
Fotosentezde tesirli olan ışınların absorbsiyonu kromotoforlar içerisinde yer alan pigmentler vasıtasıyla olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu pigmentler arasında en mühimi klorofil maddesidir. Yapraklarda bulunan klorofil maddesi güneşten gelen enerjiyi kendi iç mekanizmalarında özümleyip birtakım kimyasal dönüşümlere damgasını vurdukları gibi aynı zamanda “bitkilerin üreticisi” unvanı ile anılmasına vesile olmakta.
Oksijenli bakterilerin bulunduğu ortama yeşil bir alg konulup üzerine ışık gönderildiğinde bakterilerin en fazla kırmızı ve mavi ışınların olduğu yerlerde toplandıkları belirlenmiştir. Hatta bu bölgelerde oksijenin daha fazla biriktiği, böylece fotosentez olayının buralarda daha yüksek seviyelerde seyrettiği anlaşılmıştır. İşte bu yüzden bu yapılan deneye Engelman deneyi denmiştir. Zira bu deneylerden hareketle fotosentez olayının en fazla tesirli oldukları bölgeler spektrofotometre ile ölçüldüğünde klorofilin emilim miktarının maksimum kırmızı ışıkta yer aldığı görülecektir. Fakat yapılan bu deneyler sonucunda mavi ışınlar aynı derecede absorbsiyon edilse bile mavi ışığın fotosentezde rol oynamadığı tespit edilmiştir. Sadece karotin maddesi kısa boy dalga boydaki mavi ve mor ışınları absorbe etmektedir. Anlaşılan o ki fotosentez için gerekli olan ışık tayfı klorofilin ta kendisi olmaktadır. Hatta kendisi bile kendisine yetmeyip “klorofil a” ve “klorofil b” diye farklı kategorilerde bulunabilmektedir.
Klorofil a ve klorofil b’nin absorbsiyon spektrum değerleri genelde birbirine yakın duran ikili ikiz gibidirler. Buna rağmen bir ışık enerjisinin absorbe edilmesiyle birlikte klorofil a derhal enerji kazanıp aktif duruma geçebilmektedir. İşte absorbe edilen sözkonusu en küçük enerji birimi bilim adamlarınca kuantum veya foton diye tarif edilmiştir. Zira bir kuantum enerjisini Erg (E) cinsinden 12403/ dalga boyu formülüyle hesaplandığında dalga boyu küçüldükçe enerjinin artığı görülecektir. Şu halde mavi ışınlar enerjice kırmızıdan daha zengin olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki; absorbe edilen kuantum ya tekrar kuantum olarak iade edilir, ya ısı enerjisine çevrilir ya da fotokimyevi reaksiyonlar için kullanılmakta. Peki, bunlar arasında hangisi fotosentez için işe yarar deniliyorsa elbette ki fotosentezde rol oynayan bu sonuncu durumdur. Çünkü fotosentez olayı genel olarak ışık şiddetiyle paralel olarak artış göstermektedir. Fakat artışında bir sınırı var elbet. Nitekim bu artış miktarı doyma noktasına ulaşınca fotosentez olayında bir artış kaydedilmediği gözlemlenmiştir. Yani muayyen bir ışık şiddetinde fotosentez için kullanılan CO2 ile solunumda meydana gelen CO2 miktarı birbirine eşit olduğu anlaşılmıştır ki bu noktaya kompenzasyon noktası denilmekte. Fakat bu nokta gölge bitkilerinde düşük kalmaktadır. Güneş veya gölge bitkilerinde kompenzasyon noktasının farklı olması ise solunum şiddetine bağlı olan bir durumdan kaynaklanır. Gölge yapraklarında stoma âdeti az olması hasebiyle gaz alışverişi sınırlı kalıp, ister istemez solunumları da zayıf seyremektedir. Ayrıca gölge bitkilerinde fotosentetik faaliyetin başlaması için gerekli olan ışık şiddeti güneş bitkilerinin negatif CO2 bilânçosunu belirleyen noktadan başlamaktadır. Demek ki ışık şartları müsait olsa bile CO2 asimilasyonu gölge bitkilerinde muayyen sınırı aşamamaktadır.
Asimilasyon için kullanılan CO2 ile solunumda meydana gelen CO2 arasında ki farka net asimilasyon denmektedir. Net asimilasyon şiddetine etki yapan faktörler ışık şiddeti, temparatür ve havadaki CO2 miktarı olmaktadır.Yani asimilasyon şiddeti bu faktörlere bağlı olarak değişip 500 kilogram ağırlığında ki bir ağaç takriben 250 kg karbon ihtiva etmektedir. Ki, sözkonusu ağaç bu kadar karbonu ancak 12 milyon m3 havayı absorbe ederek üretebiliyor. Bu faktörler arasında en mühimi hiç kuşkusuz temparatür olup, asimilasyonla temparatür arasındaki ilişkiyi optimal eğri göstermektedir. Yani temparetür yükseldikçe asimilasyon şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Fakat temparetür optimal noktaya ulaştıktan sonra asimilasyon durmaktadır. Tekrardan asimilasyonun başlaması için mevcut sıcaklığın minimum temparatüre inmesi gerekmektedir.
Değişik iklim bölgelerine dağılmış olan muhtelif bitki türleri için temparetürün minumum, maksimum ve optimum değerleri farklılılık arzetmektedir. Mesela yaşadığımız coğrafyamıza ait enlemler için minimum değerler 0 santıgrat derece olarak kabül edildiğinde en uygun değerlerin 20–30 santıgrat derece olduğu belirlenmiştir. Maksimum değerler ise 35–50 santigrat derece civarında seyrettiği gözlemlenmiştir. Bu verilerden hareketle optimum değerlere sahip bir bitki de madde üretimi düşük temparatür ve az ışık şiddetinde gerçekleştiği tespit edilmiştir. Demek oluyor ki temparatür yükseldikçe solunumun fotosenteze göre daha fazla hızla arttığı ve kompenzasyon noktasının ise daha yüksek ışık şiddetine kaydığı anlaşılmıştır. Zaten yüksek temparatüre sahip bitkilerde solunum çok şiddetli olduğu için, en az ışık şiddetinde bile asimilasyon maddelerin hemen hepsi kullanılabilmektedir. Öyle ki madde bilânçosu ancak kuvvetli bir ışık şiddeti ile mümkün hale gelmektedir. Bu durum aynı zamanda soğuk iklimlerde yer alan bitkilerin minumum ışıktan istifade etme fırsatı tanıdığı gibi madde üretimi imkânı da vermiştir. Bir başka ifadeyle soğuk bölge bitkileri ekseriyetle zayıf ışık şiddetinde asimilasyon yapabildiklerinden madde üretimine geçebilmeleri için %10 ışık şiddeti onlar için yeterli sayılmaktadır. Dolayısıyla her temparatür için net asimilasyon ışık ihtiyacı farklı olduğu birkez daha teyit edilmiş olmaktadır.
CO2’in asimilasyona tesiri
Üçüncü faktör diye tanımladığımız CO2 şiddeti fire vermeksizin asimilasyona doğrudan etki yapmaktadır. Bilindiği üzere atmosferdeki CO2 miktarı % 00,03 olup, bu düşük miktar tüm yeşil bitkilerin fotosentez yapması için yeterli bir oran kabül görse de, yine de kritik bir nokta sayılmaktadır. Neyse ki karbondioksit her türlü yanma hadisesiyle ortaya çıkabilecek türden bir gaz (mesela kömür karbon demek, oksijenle yanarak karbondioksit olmakta) olduğu için tükenmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Her ne kadar CO2 gazı inatçı, aynı zamanda birbirine sıkı sıkıya birleşik halde bağlanmış ağır bir gaz olsa bile bir şekilde birbirinden ayrılabilmektedir. Mesela yapraklar bu inatçı karbondioksiti büyük bir ustalıkla güneş ışığı altında rahatlıkla karbona ve oksijene ayrıştırabiliyor. Yine hakeza odunun bizatihi kendisi oksijen, hidrojen ve karbondan meydana gelmiş bir ürün olmasına rağmen onu yaktığımızda bir yandan karbonla oksijen birleşip duman halinde karbondioksit oluştururken, bir taraftan da hidrojen oksijenle birleştiğinde su buharı oluşturduğu görülecektir. İşte çözülme ve ayrışmaya vereceğimiz en tipik misal bu tür olaylar olsa gerektir. Ayrıca bu olaylarla birlikte her türlü yanma olayına bağlı olarak CO2 miktarı arttıkça madde üretiminin de arttığını fark ediyoruz. Yani bu artış % 00,1 yoğunluğa tekabül edip bir hat halinde ilerlemektedir. Fakat bu yoğunluk % 1’i aşınca CO2 bu sefer de faydadan çok zarar verip, karbon monoksit cinsinden etrafa zehir saçabilmektedir. Hakeza CO2 çevremizde değil toprakta da birikmiş olup, özellikle toprağın en fazla 20 cm üst tabakalarında toplanarak diffuzyon yoluyla yayılabilmektedir. Hatta karbondioksit bileşeni toprakta yaşayan birtakım mikroorganizmalar ve bitki kökleri tarafından da dışarı verilebiliyor. Netice itibariyle yaşayan her hayvan oksijen emip açığa karbondioksit çıkarmak zorundadır. Hakeza insanda taş fırında yanan bir ocağın körüğü gibi solumakta, hatta solarken de karbondioksit akciğerine kaçabilmektedir. Neyse ki ikinci bir soluk almasıyla birlikte karbondioksit maddesini dışarı atıp boğulmaktan kurtulabilmektedir.
Karbondioksit asimilasyon miktar tayini
Bilindiği üzere muayyen bir zaman biriminde yaprak yüzeyinin absorbe edebildiği CO2 miktarı asimilasyon şiddeti diye tarif edilmiştir. Nitekim CO2 miktar tayini 1 dm2 sahada miligram cinsinden hesap edilmektedir. Bunun için yaprak yüzeyini ölçmek gerekir. Hatta bir yaprağın saat veya dakika olarak asimilasyon şiddeti hesap edilerek günlük asimilasyon eğrisi kolayca elde edilebilmektedir. Yine de şurası bir gerçek asimilasyon şiddeti bitkinin madde üretimi için kesin bir ölçü sayılmamaktadır.
Özellikle humus bakımdan zengin orman sahaların rüzgârsız gecelerinde havada ki CO2 miktarı normalin üç misline çıkıp, şüphesiz bu durum gündüz orman altı vejetasyon için çok faydalı bir imkân sağlamaktadır. Keza endüstri bölgelerinde birçok fabrika bacalarından tüten dumanların havaya karışmasıyla birlikte CO2 miktarı fazla vermektedir. Neyse ki 2 metre’den daha az hızla esen bir rüzgârın sürüklediği karbondioksit ağaç topluluklarına nüfuz edebilmektedir. Derken yapraklar tarafından diffuzyonla alınan CO2 maddesi stomalar vasıtasıyla işleme sokulmaktadır. Demek ki yaprak içerisinde bulunan stomalara su ve rüzgâr vs. tesir eden dış faktörler olduğu gibi iç faktörlerde vardır. Hatta tüm bu tesirler gözönünde bulundurulduğunda buna bitkinin gelişim durumu veya bitkinin önceki yaşama durumu yaşlı ya da genç olması gibi faktörleri de ilave edebiliriz.
Genel itibarı ile tropikal yapraklar hariç, diğer tüm yapraklar üzerlerine doğan güneş ışığına karşı dik duruş diyebileceğimiz bir tavır sergilemekteler. Bu tavırlarını sergilerken bilhassa kuvvetli ışıkların etkisinden korunmak adına birbirlerine gölgeleyecek şekilde dizilirler. İnsanoğlu ister istemez bu durum karşısında; “Nasıl oluyor da beyni olmayan yapraklar bunu akıl erdirip birbirleri üzerine saçaklar yaparak dizilim meydana getirebiliyor” diye düşünmeden edemiyor. Biz düşüne duralım Botanikçiler bitkinin ışık karşısında gösterdiği birbirinden güzel manevralara fototropizm diye tanımlayıp bu mükemmel olayla ilgili açıklama getirmişler bile. Şöyle ki; Nevroz çiçeğini rahatlıkla güneşe doğru nasıl çevrilebildiğinin sebebi, bu çiçeğin sap kısmının fototropik sisteme uygun bir donanıma sahip olması şeklinde açıklanmaktadır. Keza bu sistem sayesinde çiçek solma noktasına geldiğinde bu sefer sap kısım tersine dönüş sergileyerek oluşan meyveleri ışıktan kaçırırcasına tohumları uygun yerlere bırakabiliyor. Hatta bitki bu iş için yetişebileceği delhiz duvar aralıkları veya kaya çatlakları aramaya bile koyulabilmektedir. Mesela bu hususta alp dağlarında ki edelvays adında çiçekler, üzerinde ki gümüşi beyaz renkli narin tüyleri sayesinde şiddetli ışığın yan tesirlerinden kendilerini koruma becerisi gösterebiliyorlar.
Yine birtakım gözlemler sonucunda bazı bitkilerde osmotik değerin yükselmesine paralel olarak hidratürün düştüğü anlaşılmıştır. Keza nemli yerlerde yetişen bitkilerin yaprak başına düşen verim derecesi (kuru madde miktarı) kurak bitkilere göre daha az olduğu belirlenmiştir. Çünkü kurak bitkileri asimilasyon maddelerini kuvvetli bir kök sistemi içerisinde depo etmektedir. Böylece önceden depo ettikleri besin sayesinde kuraklığa karşı hazırlıksız yakalanmıyorlar.
Yapraklar küçücük ve kseromorf yapılı olduklarından özellikle nemli bitkiler kök içi sarfiyatında daima ekonomik davranırlar. Geniş yapraklıların yaprak başına düşen asimile madde miktarı ise kurak bitki yapraklarına nispeten az olmakla birlikte toplam genele vurduğumuzda fazla olduğu görülecektir. Nitekim soğuğun asimilasyon madde miktarına tesiri kuraklığın tesirinin aynı olmaktadır.
Muayyen bir zaman içerisinde, muayyen bir yaprak yüzeyinin meydana getirdiği kuru organik madde miktarına o yaprağın verimliliği denmektedir. Zira 1m2 yaprak yüzeyi 1 satte 1 kg şeker üreterek verimliliğe çok büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Birim yaprak sathına göre hesaplanmış asimilasyon şiddeti, kurakta yetişen bitkilerin nemli ortamdaki bitkilerden %11–25 daha fazladır. Buna mukabil nemli ortamda yetişen bitkilerin meydana getirdikleri ürün (kuru madde miktarı) kurak bitkilere göre % 50 daha fazladır. Öyle anlaşılıyor ki tek bir ağaç bile başlı başına verimlilik demektir. Bu verimlilik elbette ki biranda gerçekleşmiyor, yıllar süren birtakım faaliyetlerin sonucunda ancak bu nimete erişebiliyor. Nasıl ki bir çocuk süt emmeden veya emeklemeden ayağa kalkamıyorsa, aynen ağaçlar da filizlenmeden boy veremiyorlar.
Ekolojik bakımdan özel yetişme ve vejetasyonları
Tuzlu topraklar
Toprakları tuzluluk şekillerine 3 kısma ayırabiliriz:
—Tuzlu topraklar,
—Tuzlu sodyumlu topraklar,
—Tuzsuz sodyumlu topraklar.
Toprakta eriyebilir tuzlar genellikle Na, Ca, Mg katyonları ile Cl, SO3 (sülfat) anyonlarından teşekkül edip, az miktarda ise K (potasyum) katyonu, karbonat (CO3) ve NO3 anyonları bulunmaktadır. Mesela CO3 ve bikarbonat iyonlarının nispi bulunma miktarı PH değerine bağlı olarak seyretmektedir. Hatta PH değeri 9,5 veya daha fazlası olduğu durumda bile CO3 iyonları kendini gösterebiliyor. Bazı bölgelerin tuzlu topraklarında ise ağırlıklı olarak NO3 anyonu fazla miktarda bulunabilmektedir.
Yapılan çalışmalar sonucunda yer kabuğunda ortalama 5/10.000 Cl (klor), 6/1.000 SO3, %2,3 Na (sodyum), Ca (kalsiyum) ve Mg (Magnezyum) gibi elementler bulunduğu belirlenmiştir. Muhtemeldir ki kâinatın yaratılış safhasının başlangıcından beri denizi oluşturan sular asidik karakterde olup, bu suların temas ettiği kayalardan eriyen metallerden sızan sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzların zamanla deniz suyunun muhteviyatını oluşturduğu anlaşılmaktadır. Zira kayalardan ufalanmış metallerin hidroliz, hidratasyon, çözünme, oksidasyon ve karbonasyon gibi birtakım kimyevi işlemlerle parçalanması sonucunda tuzlar tedrici olarak açığa çıkıp eriyebilir duruma geçebilmektedir. Ayrıca her ne kadar CO2’in menşei atmosferik veya biyolojik kaynaklı olsa da H2O içerisinde CO2’in erimesi sonucu bikarbonat bile meydana gelmektedir. Yani CO2 ihtiva eden sular kimyevi çözünme vasıtası olup, katyonlarla birleşerek bikarbonatları oluşturmaktalar.

Zehir etkisi yapan tuzlar
Bilindiği üzere bor elementi tabiatta az miktarda bulunan büyük öneme haiz bir maden olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu arada bu önemli maddenin toksik tesir yapan bir madde olduğunu da unutmamak gerekir. Hakeza arsenik, cıva, kurşun gibi tuz içeren elementler de büyük önem teşkil eden maddeler olup, aynı zamanda bu söz konusu elementler adından kuvvetli zehir etkisi gösteren tuzlar diye söz ettirmektedir. Yine de bu maddelerin zehir etkisi özelliklerinden dolayı korkuya kapılmamalıdır. Çünkü denizin derinliklerine sızan birtakım zehirli tuzlar, bir bakıyorsun deniz suyu sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzlar sayesinde nötralize hale gelebilmektedir. Hatta bu sayede rahat rahat yüzebilmekteyiz. Sadece yüzmek mi? Elbette ki hayır. Şöyle ki bu dengelenmiş deniz suyu deniz altı canlıların yaşaması için hem ideal ortam oluşturmak, hem atmosferde bulutların oluşumu için gerekli yoğunlaşmış çekirdekleri üretmek, hem de insanların yüzmesinde çok kolaylıklar sağlamaktadır. Şurası muhakkak gerek uzaya rasgele yayılan ışınlar, gerek kozmik ışınlar, gerekse radyo aktif maddelerden saçılan elektrik yükler üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda; bunların çekirdek oluşturacak kapasitede olmadıkları tespit edilmiştir. Demek ki çekirdek oluşturmak denize has bir hususiyetmiş. Yani bulutun oluşması için tek çare deniz suyunun gizemin de gizli.
Tuz kaynakları
Tuz yataklarını gördüğümüzde ister istemez bu kadar tuz hammaddesinin nerden geldiğini merak etmişizdir hep. Yapılan çalışmalar sonucunda genel itibariyle topraktaki tuzların kaynağı yerkabuğunun atmosferle temas ettiği kayalarda bulunan primer mineraller olduğu anlaşılmıştır. Yani asıl orijinal tuz birikiminin kaynağı primer minerallerin ufalanıp aynı yerde çözünerek birikmesi sonucu oluşan tortulardır. Ayrıca tuz içeren topraklar şayet yanlış sulama metodlarıyla sulanırsa ister istemez toprak yüzeyinde tuz birikmesi oluşabilmektedir. Hatta yarı kurak ve kurak iklim bölgelerin tesiriyle de tuz birikimi gerçekleşebilmektedir. Tuz aynı zamanda doğduğu yerde kalmamakta, gerektiğinde bir bölgeden diğer bölgeye taşınabiliyor da. O halde tuzların bir bölgeden diğer bölgeye taşınmasında rol oynayan başlıca sebepleri şöyle izah edebiliriz:
1- Topraktaki tuzun asıl menşei denizler olması hasebiyle buharlaşan su içerisindeki tuz zerrecikleri havada yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak buluta dönüşmekte ve böylece oluşan bulut sayesinde yeryüzü rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Zaten çekirdek olmasa biliniz ki bulutta olmaz. Yani değişik yönden esen rüzgârların oluşturduğu dev dalgalar deniz suyunun içerisindeki tuz zerreciklerini havaya karıştırmaktadır. Derken havaya karışan tuz zerrecikleri ikinci kez bir rüzgâr marifetiyle yoğunlaşma çekirdekleri şeklinde bir bölgeden diğer bölgeye taşınıp atmosferin üst katmanlarında buluta dönüşüyor. Hatta bu çekirdekler sadece buluta dönüşmekle kalmamakta yağışların teşekkülüne de zemin hazırlamakta. Böylece hidrolojik devrin tamamlanmasının akabinde tuzlu su filtre edilip tatlı suya çevrilmiş olmaktadır.
2-Kurak iklimlerde bir takım maddelerin suda erimesi sonucunda ortaya çıkan ayrışma ürünleri buharlaşma yoluyla kısmen toprağın yüzeyinde veya daha alt tabakalarda birikerek tuzlu toprakları oluşturabilmektedir.
3- Nemli bölgelerde toprak içerisinde var olan minerallerin çözünmesiyle meydana gelen eriyebilir tuzlar aşağıya doğru hareket ederek taban suya karışmakta. Derken taban suyla karışan su, buradan akarsular vasıtasıyla okyanuslara taşınmaktadır. Anlaşılan o ki atmosfere taşınan su buharının büyük bir bölümü okyanuslar tarafından sağlanmakta. Bu yüzden nehir deltası, denize yakın alçak araziler ve deniz suyuna maruz kalan topraklar hariç genellikle nemli bölgelerde tuzlu topraklar bulunmamaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz üzere erimiş tuzlar taban suya karışıp okyanusa dâhil olmakta ve böylece hidrolojik dolaşım tamamlanmış olmaktadır.
Katyon mübadele kompleksleri
Toprak içerisinde katyon absorbsiyonu toprak yüzeyinde mevcut olan (-) yüklü toprak zerrelerinin reaksiyonu neticesinde gerçekleşmektedir. Böylece toprak zerreleri ile absorbe edilmiş katyonlar, t-katyonlar ve diğer katyonlar kendi aralarında yer değiştirme fırsatına kavuşmuş olurlar ki işte bu yer değiştirme işlemine katyon mübadelesi denmektedir. Nitekim Na, Ca ve Mg katyonları kolayca yer değiştirebilmektedirler. Fakat potasyum ve amonyum gibi katyonların mübadelesi(yer değiştirmesi) oldukça güç olmaktadır. Anlaşılan o ki kurak bölgelerde normal toprakların mübadele kompleksine en uygun olan katyon grubu şimdilik Ca++ ve Mg++ elementi gözükmektedir. Ayrıca bu sözkonusu elementler fazla tuzun birikmesine bağlı olarak sodyum içerisinde bile toplanabilmektedir. Hatta kalsiyum ve magnezyum buharlaşma yoluyla veya bitkiler tarafından alınan suyla birlikte toprak eriği içerisinde konsantre hale gelip CaSO3, CaCO3 ve MgCO3 gibi bileşikler bile oluşturabiliyor. Böylece söz konusu bileşikler toprak içerisinde çözünürek çökelmek durumunda kalıp ve bu sayede sodyumun nispi oranı artmış olmaktadır. Derken böyle şartlar altında Ca ve Mg’un sodyumla yer değiştirmesi olayı gerçekleşiverir.
Bir yüzey olayı olması sebebiyle katyon absorbsiyonu kirlenmiş topraklarda organik maddeler tarafından gerçekleştirilebilmektedir ki, bunlara mübadele kompleksleri denmektedir.

EKOLOJİ MUCİZESİ-4

ALPEREN GÜRBÜZER

İzoterm (eş sıcaklık eğrisi)
Yeryüzünün sıcaklık durumunu grafikte gösterebilmek için deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek gerekir ki, işte grafikte yer alan bu eğrilere izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu eğrilerin bize gösterdiği bir gerçek var ki; sirkülasyonunun (hava dolaşımı) ne sürekli yağış, ne de sürekli kuraklık şartlarına endeksli bir seyir takip etmeyip, sanki ilahi bir güç tarafından yeryüzünün kompleks bir şekilde planlanmış 5 sıcaklık eğrisine göre ayarlandığını göstermektedir. O halde bu ayarlanmış rahmet bölgelerini kısaca tarif etmeye çalışalım:
1-Ekvetoryal iklim bölgesi:
Bu tip iklim kuşağının yıllık temporatoral değişmeleri azdır. Aylık sıcaklık ortalaması ise 24 veya 28 santigrat dereceler arasında seyretmektedir.
2-Tropikal iklim bölgesi (dönence):
Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda ısı değişmeleri büyük olup sıcaklık ortalaması 23,2–24,7 santıgrat derecelerde kalmaktadır.
3-Subtropikal iklim:
Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışı sırasında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla böyle bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın o yıllarda bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizi teyit ediyor zaten. Bu durum bize o devirde yaşayan organizmaların C–14(karbon -14)/ C–12 (karbon–12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün sup tropikal iklim 25–40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık ise 17,4–19,3 santıgrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük olduğundan geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır.
4-Ilıman iklim:
Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir.
5-Kutup iklim Bölgesi:
Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu. Hakeza bütün göller ve iç havzalar da öyleydi. Çünkü kâinatın ilk yaratılış safhasında dünyamız adeta şiddetli fırtınalardan ve yağışlardan geçilmiyordu. Öyle anlaşılıyor ki yaşadığımız dünyanın tedrici bir şekilde en nihayet su dengesine kavuşması Nuh Tufanının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi su dengesi sayesinde kutuplarda temperatür yılın büyük bir kısmında 0 santıgrat derecenin altında seyretmektedir. Dolayısıyla kutuplarda hiçbir zaman sıcaklık 10 santigrat dereceye yükselememiştir. Zaten yükselmesi demek yeni bir Tufan hadisesi yaşamak demektir. Bu yüzden su dengemizi sağlayan Allah’a ne kadar şükretsek o kadar azdır diyebiliriz. Hatta öyle bir denge kurulmuş ki kutuplardaki buzullar sayesinde kışın bile derin sular donmamaktadır. Zira buzullar altında kalan derin sular donmak bir yana hayat için can damarı olmaktadır.
Yukarıda saydığımız temparatür şartlar tabiiki yatay istikamete yayılan bölgeler içindir. Dik istikametlerde (dağlar-tropikal bölgenin dağları hariç) biraz daha durum farklı olup her 100’m de bir sıcaklık 0,55 santıgrat derece düşebilmektedir.
Yüksek dağ iklimi ile kutup iklimi arasındaki bazı benzerliklerin göze çarpması vejatasyon devresinin kısa oluşuyla alakalı bir durumdur. Nitekim aylık temparetür ortalamasının benzerlik arzetmesi bu iki bölgenin tipik ortak özelliğini ortaya koymaktadır. Fakat yine de ayrışan yönler de var tabii. Mesela don’lu günler sayısı kutuplarda takriben 42 gün olduğu halde, boylu boyunca sıralanan yüksek dağlarda 80 günü geçebilmektedir. Hakeza yüksek dağlarda şiddetli güneş ışınları sebebiyle toprak yüzeyinin gündüz çok ısındığını, gece ise tropik bölgelerin dağlarından farklı olarak yansımayla ısı kaybına uğradıkları gözlemlenmiştir. Kutup bölgelerini ilginç kılan bir başka özellik gün saat diliminin çok uzun olmasıdır. Dolayısıyla buralarda büsbütün güneş batmadığından toprak yüzeyindeki ısı kaybı yok denecek kadar azdır diyebiliriz. Yine de herşeye rağmen gündüzün ortam çok sıcak değildir, keza geceleri de buna paralel olarak çok soğuk olmamaktadır. Tüm bu verilerden hareketle kutuplarda yer alan bitkilerin gelişmesi için yeknasak ısı şartlarının hüküm sürdüğünü tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Demek ki bitkilerin gelişmesi için vejetasyon devresinin uzunluğu önemli olmakla birlikte uzun süre 0 santigrat dereceler altında kalan bitkilerin istirahatte olduğu düşünüldüğünde hayati faaliyetlerin bir noktadan sonra durmuş olabileceğini de anlamamız icap eder.
Bilindiği üzere vejetasyon (büyüme) devresi don olmayan zaman kabul edilir. Hatta vejetasyon devresinin uzunluğundan başka, bir de bu devreye ait sıcaklık şartlarının bitkinin gelişmesinde çok büyük rol oynamaktadır. Mesela odunlu bitkilerin yeşermesi için gereken vejatasyon devresinin günlük sıcaklık ortalaması 10 santıgrat derecelik periotlarda seyretmesi gerekmektedir. Nitekim kış buğdayı 5 santıgrat derecede, Mısır 13 santigrat derece de gelişebilmektedir.
BİTKİLERİN DÜŞÜK SICAKLIK KARŞISINDA SERGİLEDİKLERİ DAVRANIŞLAR
Herbir bitkinin hayat devresine ait hayati fonksiyonlar sıfırın altı veya üstünde seyreden minimum ve maksimum ısı derecelerine bağlı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla havadaki su buharı bitkileri aşırı donlardan muhafaza edebilmektedir. Zira su buharının olmadığı durumlarda aşırı donmaya maruz kalan bitkilerin etkilenmesi gayet tabiidir. Allah’a şükür ki cm2 başına 1 kg’lık atmosferlik tabii basınç sayesinde tüm yeryüzü yorgana bürünmüş vaziyette korunmaya alınmış durumda. Ayrıca havada bulunan karbondioksit gazı yeryüzünden gökyüzüne yansıyan uzun dalga boydaki radyasyonu emmek suretiyle tıpkı su buharında olduğu gibi yerkabuğunu battaniye misali sararak (özellikle kış gecelerinde) bitkiyi aşırı donlardan koruyabilmektedir. Hatta bu mekanizma sayesinde turfanda sebze ve meyveler bile olumsuz soğuk hava şartlarına karşı korunmuş olmaktalar. Demek ki havada karbondioksit gazı olmasaydı doğurgan toprak ister istemez hem radyasyon kaybına uğrayacaktı hem de aşırı soğuklara maruz kalmasıyla birlikte sebze ve meyveler donarak telef olacaklardı.
Bitkiler düşük sıcaklık davranışlarına göre üç grupta değerlendirilebilir. Şöyle ki;
Birinci grup; donma noktasının biraz üstündeki derecelerde seyreden bitkiler olup, bunlar turgorlarını kaybederek ölürler. Mesela tropik bitkiler bu tiptendir. Mesela domates, tütün bunun tipik bir misalidirler.
İkinci grup; donmaya karşı mukavemet gösteren bitkiler olup, bunlar genellikle 0 santigrat derecenin altında yaşarlar. Ki, zaten sıfırın altı donma noktasıdır. Dolayısıyla donma esnasında bitki plazmasından su çekilmesiyle birlikte intersellular da (hücreler arası) buz kristalleri oluşmaktadır. Şayet plazma suyunu kaybederken eğer buzun erimesi yavaş yavaş sürerse dona bağlı zararların nispeti de o ölçüde azalır. O halde plazmanın çabucak suyunu kaybetmesine mani olacak faktörler yavaşlatıcı rol oynayıp, bir şekilde hücrenin (plazmanın) donmaya karşı mukavemetini artırdığını söyleyebiliriz. Ayrıca bitkinin donma olayından göreceği zararlar o bitki türünün dona maruz kalmadan önceki hayatına, genetik yapısına, fizyolojik yapısına göre bile farklılık arzetmektedir. Herşeye rağmen yine de bitkileri yavaş yavaş soğuğa alıştırmak suretiyle plazmanın mukavemetini artırmak pekâlâ mümkündür. Demek ki bitkiler plazma rezistanslarını artırmak suretiyle soğuğa karşı mukavemet ettikleri gibi bazı hayat formları oluşturaraktan da donun tesirinden korunabiliyorlar.
Üçüncü grup; bitki türleri ise donma noktasındayken çok farklı şekillerde mukavemet göstererek dikkat çekmektedirler.
S uni yöntemlerle dondan korunma çareleri
Don olayının tesiri bilhassa ilkbaharda kendini göstermektedir. Şöyle ki donma olayı ya geniş sahaları içine alan hava akımları olarak ya da geceleri toprak yüzeyinin şiddetli yansımasıyla karşımıza çıkmaktadır. Birinci durumdaki hava akımı kaynaklı don hadiseleri için pek koruyucu tedbir yoktur. Fakat ikinci husus donma olayının önüne iki şekilde mani olunabilir. Şöyle ki;
1-Kaybolan ısı ışınlarını azaltmak suretiyle (hasır, naylon, örtmek),
2- Isı nakliyle,
a-Soba, lastik, saman vs. yakımı metoduyla,
b-Vantilasyon yoluyla (vantilatör),
c-Sulama yoluyla. Yani donma noktasında bitkilere su püskürtülünce bitkinin üzerindeki su bir yandan buz haline geçerken diğer yandan da çevresine 80 cal/gr ısı vermektedir. Böylece 80 cal/gr’lık ısı sayesinde yaprak ısısının 0 santıgrat derecenin altına düşmesine mani olunmuş olunur. Ancak sulama yönteminin daha da başarılı sonuç vermesi için su püskürtme aletiyle bitkinin devamlı ıslatılması gerekmektedir.
Su mucizesi
Suyun yapısında % 88,89 oranında yanıcı hidrojen, % 11,1 oranında yakıcı oksijen gazı mevcuttur. Ne hikmetse yanıcı ve yakıcılar bir araya geldiklerinde alevlenmiyorlar, tam tersi her ikisi birleştirilip su haline geldiğinde yanan ateşe karşı adeta Yüce Allah tarafından “Ey kulum alda söndür” mesajı veriliyor. Hatta bu ince yüklü mesaj içerisinden suyun sıvı, katı (trihydrol) ve gaz (hdyrol) şeklinde üç hali olduğunun farkına varıyoruz. Bu üç hal bir değişim sayılmakla birlikte, ancak sıcak su ile soğuk suyun karışımıyla meydana gelen ılık su başlangıçtaki sıcaklık konumuna geri dönememektedir. Anlaşılan o ki değişim ileriye doğru işleyen bir mekanizma olup, asla geriye doğru işleyen dönüşüm değildir. Ayrıca değişim sürecinde göze çarpan bir diğer husus ise sıcak maddelerin soğuk materyalleri ısıttığı gerçeğidir. Nitekim soğuk maddelerin sıcak materyallari ısıttığı görülmemiştir. Hatta Newton bu konuda sıcak olan bir eşyanın soğuk bir cisme transfer olduğunda bir anda sıcaklık farklarının eşitlendiğini gözlemlemiştir. Böylece hem sıcak hem de soğuk maddelerin kendi kendine tesadüfü olarak meydana gelmediği, aksine eşyalar arası ısı transferlerin veya yer çekim ivmesi gibi birtakım faktörlerin devreye girmesiyle vuku bulduğu ortaya çıkmıştır.
Bu arada buharla ilgili çalışmalar neticesinde buharın enerji ile eş değerde olduğu keşfedilmiş, derken bu keşif sayesinde buhar çağına adım atılabilmiştir. Hatta bilim adamları bir kilogram buharın sıcaklık ve ısı ölçüm değerlerinden hareketle enerjinin düzensizlik eğrisi anlamına gelen entropi kavramıyla yüzleşme imkânı bulmuşlardır. Şurası muhakkak entropi denilen hadise Avusturyalı fizikçi Boltzman’ın gayretleri neticesinde açıklığa kavuşturulmakla birlikte aslında bu durum; “ısının sıcak bir kaynaktan soğuk bir kaynağa geçmesi sonucunda hararet bir noktada eşitlenir” prensibini açıklayan termodinamiğin ikinci kanunun bir başka değişik izah tarzıdır. Misal verecek olursak ağzı açık bir balondan çıkan hava moleküllerini gözlemlediğimizde çıkış kaynağından gittikçe uzaklaştıkları görülecektir. Ki; bu tıpkı iskeleye yanaşan vapur yolcularının düzensiz bir şekilde etrafa dağıldıkları olayına benzer bir manzarayı ortaya koymaktadır. Aslında verilen her iki örnekten anlaşıldığı üzere gerek vapur yolcu sayısında gerekse balondan ayrılan gaz moleküllerinin sayısında değişiklik olmamakta, fakat kaynaktan uzaklaşmakla birlikte aralarında irtibat bağlarının kesintiye uğramasının yol açtığı birtakım kayıplar görülür ki, bu olay termodinamiğin kanun literatüründe entropi olarak nitelenir. Aynen bunun gibi atmosferde buhar halinde bulunan suyun esas kaynağını okyanuslar ve iç sular teşkil etmektedir. Öyle ki; güneşin bir damlacık suyu okyanustan izole edip buharlaştırmak için 20 milyon derecelik ısı sarf etmeyi göze alacak kadar için için yanıp tutuştuğu olay bile tek başına entropi kavramını anlatmaya yeter artar da. Hakeza odanın bir köşesine sıkılan spreyin toplu halde bir köşe içerisinde kıskıvrak kalmayıp büsbütün odanın içerisine yayılması olayı da başlı başına bir entropi olayıdır. Hatta etrafa sıkılan bir spreyin sırf oda içerisinde haps kalmayıp atmosfere uzanması bile entropinin artması (değişen birşeyin geriye döndürülemez ilkesi) manasına gelen bir durumdur. İşte tüm misal getirdiğimiz örneklere ilaveten ayrıca bitkilerdeki tranprasyon, insan ve hayvanların solunumu sonucu hâsıl olan metabolizmik kaynaklı su buharını da dâhil ettiğimizde entropi olayının sıradan bir olay olmadığını farketmiş oluruz. Zira su metabolizmaya yönelik olaylarda eritici veya şişme fonksiyonu üstlendiği gibi metabolik maddelerin taşımasında da rol oynamaktadır.
Allah-ü Teala; “ Biz Azimaş-şan her diri şeyi sudan yarattık. Onlar hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30) ayetiyle suyun önemine dikkatimizi çekmektedir. Suyun
önemi o kadar belli ki insanoğlunu gelecekte su kaynaklarının tükenmesi noktasında endişelenmesine sevk etmektedir. Bilim adamları şimdiden bu ihtiyacı göz önüne alarak deniz suyunun buharlaşması gibi maliyeti yüksek ve nükleer enerji ile çalışabilecek tesislerin kurulmasına yönelik metot arayışlarına odaklanmışlardır. Oysa deniz suyunun buharlaşması demek, aynı zamanda çevreyi ısıtmak demektir. Çünkü oluşan tuz dağları iklimi kontrolsüz bir şekilde değiştirmeye neden olacağı gibi bu uğurda kullanılan kimyasal maddelerin etrafa saçtığı kirlilikte işin cabası olup hayatımızı zehirleyeceği muhakkak. Hadi diyelim tuz dağlarını insanoğlunun yaşadığı alanlardan çok uzaklarda ki denizlere transfer ettiğimizi varsaysak bile bu seferde taşınan tuz dağları oralara ait denizlerde bir başka problemlere yol açacağı kaçınılmaz kılacaktır. Yani her halükarda tabiat dengemiz yine değişecektir.
Su problemini çözme adına ortaya konan bir diğer metot ise gümüş iyodür jeneratörleriyle bulut tohumlama tekniğidir. Bir başka ifadeyle tabiatın su buharını yoğunlaştırma adına toz ve tuz zerreciklerine yaptırdığı işi, insanoğlu gümüş iyodür kristallerini havaya serpiştirici özellikte ki bir jeneratöre yaptırmaktadır. Böylece havada soğuyan gümüş iyodür iyonları kristalleşerek yağmur çekirdeklerine dönüşecektir. Fakat bulut tohumlama tekniği uygulanmaması halinde yağış miktarının ne olacağı bilgimizin dışında cereyan edecektir. O halde tekniğin uygulanması durumunda yağış miktarının suni yağmur yönteminin bir sonucu olarak mı, yoksa tabiat kanunlarının doğal akışı içerisinde mi yükseldiği hiçbir zaman netlik kazanmayacaktır. Kaldı ki tabiat dengesine gümüş iyodürle müdahalenin yol açacağı negatif yönleri gözardı edip şimdilik bu değerlendirme ile yetindik. Öyle anlaşılıyor ki su problemini çözmek çokta kolay olmayacak gibi.
Su esastan veya doğrudan enerji verici olmadığından daha çok gıda maddesi olarak kabul edilir. Çünkü içtiğimiz bir bardak su vücudumuzda su olarak kalmamakta, bilakis damarlardan geçtikten sonra tüm azalar için hayat olmaktadır. Çünkü 1000 kg tereyağı için 10.000 litre suya ihtiyaç vardır. Hakeza bir ton şeker üretimi için 100 m3 su lazımdır. Aynı zamanda suyun esas görevi hücre plazmasını sulu bir düzeye çıkarmakta rol oynamasıdır. Mesela bitkiye ekonomik özellik katan taşıdığı su miktarı değil su durumu (hidratür)’dur. Şöyle ki iki yetişme kabında bulunan buğday bitkilerinden birinin köküne şeker ilave etttiğimizde her ikisinin su miktarı aynı olmasına rağmen sakkaroz ilave edilmiş eriyikteki bitkinin su alma kapasitesinin güçleşeceği görülecektir. Çünkü ortamın osmotik değeri arttıkça bitkinin emme kuvveti de o nispette azalacaktır. Aynı şekilde belirli miktarlarda kum ve killi topraklara 1 litre su ilave edip yulaf ektiğimizde kumlu toprağın normal gelişme seyrine girdiğini, killi toprakta ise gelişmenin yavaşladığı gözlemlenecektir. Zaten killi toprağın nem miktarı % 5 olması hasebiyle suyun toprağa kuvvetle bağlanma kapasitesinin sınırlı olması bunu teyid ediyor da.
Bitkiler çimlenmeleri esnasında bile farklı miktarlarda su almaktadırlar. Mesela 100 gr darı ve mercimek tohumunu 30 gr su alıncaya kadar şişmeye bırakalım. Sonra bunları gözlemlemeye koyulalım. Derken gözlemlerimiz sonucunda her iki tohumun aynı ölçüde su almalarına rağmen şişme noktalarının farklı olacağı ortaya çıkacaktır. Yani mercimekte çimlenmenin olmadığı, darı da ise çimlenmenin varlığı görülecektir. Anlaşılan şu ki darı tohumu kuru ağırlığının % 30’u kadar su alınca şişip çimlenmekte, mercimek ise ancak %100 su alınca çimlenmeye başlayabilmektedir.
Bu misallerden hareketle bir bitkinin gelişmesini tayin eden faktörün sadece su miktarı olmayıp;
—Yetişme yerinin osmotik değeri,
—Toprağın emme kuvveti,
—Cisimlerin şişme noktaları gibi etkenlerin bile bitki hayatında destekleyici rol oynadıkları belirlenmiştir.
Bir cisim ya da yahut bir eriğikte ki hidratür havanın nemi; nisbi buhar gerilimi ile ölçülüp, % (yüzde) olarak ifade edilmektedir. Bir hücrede yeterli suyun olmaması turgor basınç azalmasına ve ozmotik değerin artmasına sebep olacağından ister istemez hayati olaylarda duraklama görülecektir ki, bu durum devam ettiği takdirde kseromorf yapılı yeni organların teşekkülüne sebep olacağı muhakkak.
Kseromorf özellikler şunlardır:
—Hacmin aynı kalmasına rağmen yüzeyin indirgenmesi.
—Epidermis ve kutikul tabakasında kalınlaşma.
—Yaprak üzerinde her bir mm2’ye düşen stomaların içeri gömülmesi.
Tüylerin sıklaşmasına neden olan unsurlar ise;
—Kök gövde ve yapraklarda su biriktirme özelliğinin artması.
—İyi gelişmiş bir kök sistemi.
—Yaprakların kırılması ve yaprak sathının parçalanması.
—Hücre öz suyunun viskoz oluşu ve eterik yağların teşekkül etmesi gibi etkenlerdir.
Bazen yetişme yerine bağlı olarak azot noksanlığı veya tuzlu toprakların sancısı diyebileceğimiz oksijen noksanlığı bitkilerde kseromorf belirtileri meydana getirir ki, buna pleinomorfoz denir.

EKOLOJİ MUCİZESİ-5

ALPEREN GÜRBÜZER
Hayat mücadelesi her canlı için geçerli bir kural. Dolayısıyla her bitki hayat devresi esnasında hayatta kalabilmek adına hidratürünü muayyen sınırlar içinde tutabilme gayreti içerisinde bulundukları gözlemlenmiştir. Elbette sözkonusu sınırlar maksimum, minumum ve optimum ölçüler arasında değişebilmektedir. Şayet bitkinin yetişme şartları normal sınırlar içerisinde bir denge arzediyorsa o bitkinin kendine has su durumuna (hidratür) sahip olduğunu gösterir ki, buna optimal su durumu denmektedir. Fakat bir bitki optimal şartların dışında kuraklığa maruz kalınca hücre özsuyunun ozmotik değeri yükselmeye başlayacağı görülecektir. Bazı hallerde ise bitki yeteri kadar beslenemezse erimiş depo maddeleri sarf edilerek osmotik değer minimuma düşüp, hidratür değeri maksimuma ulaşabilmektedir. Nitekim genellikle iğne yapraklı ağaçların toprak zemini asitli olduğundan kökler organik ve inorganik maddeleri almakta zorlanırlar. Neyse ki bu zorluğu aşmada köklere yardımcı bir cins mantar imdada yetişmekte. Yani mantar ağacın ihtiyacı olan besinleri suda eritip ona takdim etmektedir. Bu jest karşısında ağaç ise ürettiği şekerin bir kısmını mantara ikramda bulunarak adeta teşekkür etmektedir. Belli ki “ikram sünnettir” hadisini insanlardan daha çok bitkiler iyi uygulamaktadırlar.
Osmoz olayı
Osmoz olayı bitki için bir hidrolik kuvvet kaynağıdır. Nitekim bitkiler neredeyse tüm işlerini osmoz sayesinde gerçekleştirmektedir. Osmoz olayını tetikleyen ana unsur tuzların su ile karışıp yayılma ve çözülme şeklinde tezahür etmesidir. Bitkilerin yarı geçirgen (semipermeabel) zarların(filtreler)’dan geçen suda erimiş maddelerin bitki üzerinde şişme yapması sonucunda bir basınç meydana gelir ki, bu olaya osmoz denmektedir.Yani bitki hücresi her halükarda temas ettiği suyu emmek zorundadır. Mesela kurumuş bir şeker pancarını suya koyduğumuzda eski haline döndüğünü görmek pekâlâ mümkün. Hakeza bitki koparıldığında bitkinin solduğunu gözlemlemekte mümkün. Demek ki bu durum basınçla ilgili bir olay olsa gerek ki, basınç azaldığında bitki solmakta, basınç çoğaldığında ise canlılık kazanmaktadır. Ayrıca sulu bitkilerin tuzlu suya konduklarında hacimce büyüdüğü gözlemlenmiştir.
Yapraklar incelendiğinde orta ana damar ve bu ana damara bağlı olarak tıpkı insanda olduğu gibi sağlı sollu halde kılcal damarların varlığı görülecektir. Zaten bir insan için damarlar ne anlama geliyorsa bitki içinde aynı durum söz konusudur. Bu yüzden yaprağa sıradan bir yaprak gözüyle bakamayız. Dolayısıyla yaprağın hem iç hem iç güzelliğini inceden inceye temaşa eylemek gerekir ki en basitinden yaprağın dış katmanının bile parlak yüzeyli olduğunu farkedebilelim. Gerçekten farkedelim ki bu parlaklığın sıradan bir parlaklık olmayıp bitkide aşırı ısı kaybına bağlı olarak olası buharlaşma veya susuz kalmasına yönelik bir önlem olduğunu anlayabilelim. Bu arada çalışmalarımıza hız verdikçe osmotik değer ölçümlerin zamana göre değiştiğini anlamış oluruz. Böylece bu değerlerin sabah ve öğle arası yükseldiğini, öğleden sonra tekrar düşmeye başladığını farkederiz. Tabii belirttiğimiz bu değişken değerler bir günlük ölçümler için geçerlidir, bir de bunun mevsimsel değer ölçümleri söz konusudur. Nitekim osmotik değerlerin kurak mevsimlerde artıp, nemli mevsimlerde azaldığı artık bir sır olmadığı gibi aynı zamanda sözkonusu değişmelerin ya hücre içerisinde su sirkulasyonuyla ilgili değişiklikler ya da hücrenin osmotik değerini artıran şeker, tuz ve organik asitler gibi maddelerin birikmesinden kaynaklanan değişiklikler olduğu anlaşılacaktır. Mesela sene içerisinde osmotik basınç değerlerin yıllık bazda düşündüğümüzde yapılan ölçümler sonucunda özellikle ilkbahardan sonra değerlerin yavaş yavaş yükselmeye başladığı, sonbaharla birlikte değerlerin düşüp yaprakların bir noktadan sonra solmaya yüz tuttuğu görülecektir. Neyse ki yapraklar sonbahar gelmeden veya solma öncesi bünyelerinde mevcut biriken besinleri gövdeye aktararak ziyan olmalarına fırsat vermemektedir. Bunun sonucu olarak aktarılan besinler ta ki ilkbaharda yeniden ahiret dirilişi gerçekleşene kadar kış süresince gövde kabristanında muhafaza edilirler. Ayrıca kabir öncesi yaşlılık her canlı için ölümün habercisi sayılmaktadır. Zira yaşlı yapraklarda osmotik basınç değer genç yapraklara göre daha yüksek olması hasebiyle yaprak içerisinde birikmiş metabolizmik kalıntıların osmatik basınç değeri artırdığı belirlenmiştir. Zaten osmotik basınç değerin artması bir noktada tükeniş alarmı demektir.
Bu arada bitkiler yetişme yerine bağlı olarak hidratüre(su durumuna) uyma bakımdan 2 gruba ayrılıp bunlar;
1-Stenohidrit bikiler,
2-Euhidrit bitkiler diye tasnif edilirler.
Stenohidrit bitkiler
Bu gruba ait bitkilerin maksimum osmotik değer arasındaki hareket sahası dar olduğundan büyük rutubet değişikliklerine tahammül edemedikleri gözlemlenmiştir. Örnek-Su bitkileri ve gölge bitkileri.
Euhidrit bitkiler
Bu bitkilerde maksimum ozmotik değerler ile optimum osmotik değerler arasındaki fark çok büyük olduğundan herhangi bir zarar görmeden kuraklığa uyum sağlayabilmektedirler. Örnek- Timus (kekik), Cistus (laden) gibi tüylü yapraklı bitkiler.
Osmotik değer tayin metotu
Bu değer;
1-Plazmoliz
2-Kriyoskopi metot ile tayin edilir.
Plazmoliz metodu:
Su ile doymuş bitki hücresinin osmotik değerini belirlemek üzere yüksek eriyik içerisine koyduğumuzda sözkonusu bitki hücresinin eriğe su verdiği görülecektir. Hatta bu olay hücre özsuyunun yoğunluğu dış eriğin yoğunluğuna eşit oluncaya kadar devam etmektedir. Yani devam eden bu süreç içerisinde bitki hücresi dışarıya su verip, ta ki denge yoğunluğu hücre özsuyunun yoğunluğuna eşit olduğu noktaya geldiğinde dış eriğin yoğunluğu ölçülmesi sonucunda hücrenin yoğunluğu hesaplanmuş olur.
Kryoskopi metodu:
Bu metot hücre özsuyunun donma noktasının tayin esasına dayanmaktadır. Mesela dilsiz yaprakları suyla temas ettirmeksizin 20 dakika kaynatttığımızda plazma membranlarının semipermiabiletesinin ortadan kalktığı görülecektir. Sözkonusu bitki materyalini soğumaya terkettikten bir süre sonra hücre öz suyunu presle dışarıya çıkartıp, sonra elde ettiğimiz materyali kryoskopi aletiyle ölçümünü yaptığımızda donma noktasını tayin etmiş oluruz. Nitekim saf su 0 santigrat derecede donmakta olup, bu donma noktası aynı zamanda eriyiklerin osmotik değerini belirleyen sayısal değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani 0 noktası normal şartlara haiz bitki hücrelerin osmotik değerini veren bir skala özelliği taşımaktadır.
İlginçtir suyun sıcaklığı 0 santigrat dereceden 4 santigrat dereceye yükseldiğinde normal fiziki kurallar gereği hacmi artması gerekirken tam aksine azalmaktadır. Donma durumunda ise hacim artmaktadır. O halde tüm bu bilgiler ışığında saf suyun 0 santıgrat derecenin altına düştüğünü gösteren işareti b harfiyle sembolize ettiğimizde bilim adamlarınca osmotik değer ile donma noktası arasında ilişkiyi belirleyen; “Osmotik değer = 12,06 x b” şeklinde yazılan formüle ulaşacağız demektir.
İşte ortaya çıkan bu değer sadece bir hücreye ait değil birçok hücre topluluklarına (dokulara) ait bir değer olarak kabul görmektedir. Dolayısıyla aslında herşeyin başıboş cerayan etmediği, bitkilerin matematiksel bir plan veya formül dâhilinde çalıştıklarını ayan beyan ortaya koymaktadır. Fakat tüm eşyada aynı olan fiziki kuralların tek istisnası var ki, o da suya has kılınmıştır. Şayet suya has bu istisnai özellik olmasaydı yeryüzünün 3/4’ü sularla kaplı alanlarda meydana gelebilecek dondurucu soğuk hava şartları nedeniyle suyun kas katı hale dönüşmesi kaçınılmaz olacaktı. Hatta katılaşan su dibe çökerek buz kütlesine dönüşecekti. Ki; bunun manası su altındaki hayatın sona ermesi demektir. Bu durumda akarsuların ve okyanusların 4 santigrat derecelik derin sularında hacmi küçük yoğunluğu büyük olan buz kütlesini su üzerinde yüzdüren Allah’a şükretmekten başka ne diyebiliriz ki.
Bu arada “Osmotik değer = 12,06 x b” formülünü uygularken bitkinin toprak yüzeyi ile genç ve yaşlı yaprakları arasında yer alan organeller ve birbirlerine farklı mesafelerde konumlanmış organlara ait osmotik değer ölçüm sonuçlarına da dikkat kesilmemiz gerekiyor. Bu arada mutlaka ölçüm yapılacak numunelerin birbirleriyle aynı konumda bulunan materyallerden seçmeli ki yanlış hesaplamalardan dolayı sıkıntıya düşüpte başımız ağrımasın.
Sis
Havadaki su buharının doyma basıncı en aşırı noktasına ulaşmışsa çapları milimetrenin %17’i kadar su damlaları teşekkül eder ki; buna sis denmektedir. Belli ki bitkilerin havaya salıverdikleri fazlaca nem sis olayında birinci derecede etken rol oynamaktadır. Yani su damlacıkları hafif olduklarından havada asılı kalmaları sonucunda sis gerçekleşir.
Çiy
Çiyin yumuşak yüzeyi gündüz ısınıp gece ise süratle ısı kaybederken bu esnada çayır, çimen gibi bitkilerin ısısı hava ısısından daha düşük olacak seviyeye gelmektedir. Bilhassa bulutsuz gecelerde görünen bu olay, atmosferde bulunan nemin bitkiler üzerine sirayet etmesi veya ince su tanecikleri biçimde yoğunlaşması olarak izah edilir ki buna çiğ denmektedir. Şayet optimal sıcaklık donma noktasının altına düşerse çiy yerine kırağıdan söz edeceğiz demektir.
Bazı bitkiler çiy ve sis suyundan bile istifade edebilmektedirler. Şöyle ki havanın su buharıyla doymuş olması transprasyonu azaltacağından bitkilere çok fayda sağlamaktadır. Özellikle yazın orman havasında takriben %10 civarında nem olup diğer zamanlar daha da arttığı gözlemlenmiştir.
Kırağı
Bilindiği üzere kırağı çok küçük buz parçalarından teşekkül etmekte olup, buz ise hava içerisinde nemin donmasıyla ortaya çıkmaktadır. Böylece donmuş nem soğuk cam yüzeyine çaptığında kristal bahçelerinin oluştuğuna şahit oluruz. Öyle ki birbirinden güzel değişik türden kristal manzaraları seyredenler adeta kırağı buz bahçesinde gezer sandırır. Hatta gezi esnasında görülecektir ki kırağılar cam yüzeyinde ısının durumuna göre şekil almaktadır. Mesela Kırağılar donma noktasında düz veya altı kenarlı katmanlar halinde, donma sınırını biraz aştığında iğne şeklinde, ısı bundan aşağı düştüğünde içi boş kenarları döşenmiş borular halde, sıcaklık çok aşağılara düştüğünde ise yaprak şeklinde sahne almaktadır. Hepsinden öte yine de cam yüzeyinde en sık rastladığımız görünüm hiç kuşkusuz eğrelti otu manazarasıdır.
Şimşek
Şimşek aslında elektriksel bir deşarj (boşalma) hadisesidir. Öyle ki ansızın ısınan hava genleşmekte, yine ansızın soğuyan hava eski konumuna geçmekte, derken ardından büyük bir gök gürültü kopmasına neden olmaktadır. Belli ki ortamda iyonize bir durum söz konusudur. Zaten yerden 100 km yükseklikte kesin çizgilerle ayıramayacağımızı bildiğimiz atmosferin mezosfer ve termosfer katmanlarını da kapsayan iyonların mekânı sayabileceğimiz iyonosfer tabakası var. Öyle ki bu katman exosferin (termosferin bitiş sınırı) sınırına dayanmış durumda olup, içerisinde elektronlarını kaybetmiş veya kazanmış atomların yanısıra serbest elektronları da bünyesinde taşıyan iletken bir özelliğe sahiptir. Zira şimşek bulutunun tabanı negatif, tavanı ise pozitif yüklüdür. İşte bu noktada bulutun pozitif yüklü iyonları iyonosferin negatif yüklerini kendine cezb ederek pozitif konuma dönüştürmektedir. Bir başka ifadeyle şimşek bulutları aracılığı ile birlikte iyonosferdeki negatif yükler aşağıya doğru boşalarak yeryüzü sathı negatif hale gelmekte, iyonosfer ise pozitif duruma geçmek suretiyle elektriklenmeye yol açmaktadır. İşte pozitif hale gelmiş iyonosfer katmanı ve negatif konuma gelmiş arz ile ikisi arasındaki yalıtkan havanın üsten aşağıya doğru elektrik akımların sentezlenmesiyle ortaya çıkan yıldırım düşmesi denilen bu olay tüm elektrik mühendislerinin hayretine mucib olmaktadır. Niye hayret etmesinler ki. Çünkü şimşek çakması olmasaydı dünyamız elektrik kaybına uğrayıp yüksüz kalacaktı.
İlginçtir şimşek çakmasıyla birlikte etrafa hoş bir koku yayılıp, halk arasında bu koku taze hava olarak adlandırılmaktadır. Oysa sözü edilen taze hava mavimtırak renkli ve keskin kokulu bildiğimiz ozondan (O3) başkası değildir. İyi ki de ozon tabakası var. Çünkü ozon sayesinde atmosferden geçen ültraviyole ışınları emilerek korunmaya alınmaktayız. Nitekim sahillerde sürekli güneşlenip az miktarda olsa ültraviyole ışınların sebebiyet verdiği güneş yanıkların zararları göz önüne aldığımızda ozonsuz bir atmosferde acaba halimiz nice olurdu diye düşünmekte fayda var.
Ayrıca azotun toprakla buluşmasının bir diğer yolu da şimşek çakması sayesinde gerçekleşmektedir. Şöyle ki şimşek atmosferden geçeceği esnada bir miktar oksijenle azotun birbirine bağlanmasına vesile olup, böylece yağan yağmurla birlikte bağlanmış haldeki bileşik toprağa düşürülmektedir.
Anlaşılan o ki fırtınalar, yıldırımlar, soğuklar vs. unsurların her biri ilk bakışta felaket gibi görünsede, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş. Meğer altında nice bilmediğimiz güzel hikmetler gizliymiş.
Topraktaki suyun durumu
Toprağın geçirgenliğe elverişli yaratılması, su tutma kapasitesi veya suyun toprak üzerindeki dağılım dengesi mühim bir hadise olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu denge sayesinde hem su, hem de toprak cana can katmaktadır. Kaldı ki toprakta her canlının suya ihtiyaç hissettiği gibi, o da suya muhtaçtır. Öyle ki ısınan nemli toprak havayı bile ısıtarak gökyüzünde bembeyaz buluta dönüşmekte. Derken bulut yağmura dönüşmekte, yağmurda toprağın bağrında bereket olmakta. Hatta yağmur gerektiğinde yeraltı su kaynakları ile birlikte kurak bölgelerin susuzluğunu giderici rol oynamakta. Derken günlük vücudumuz için gerekli olan yaklaşık 2,5 litrelik su miktarı dâhil bu yoldan karşılanır. Belli ki “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözü boşuna söylenilmemiş.
Şurası muhakkak toprağın bereketinden yararlanmak için belli kurallar söz konusudur. Birkere bitkiler tarafından suyun topraktan alınması için kök hücrelerinin nemli toprak tabakasıyla temas etmesi gerekir. Bu da yetmez temas eden kök hücrelerinin hem şişmeleri gerekmekte hem de kök tüylerinin hücre özsuyu yoğunluğu toprak suyunun osmotik değerinden yüksek olması icap etmektedir. İşte bu ve benzer kuralların gereği yapıldığında artık toprağa tutunan bitki rahatlıkla filizlenip hayat bulabilmektedir. Şöyle ki yağmur suyu toprağa girince bir kısmı tutuk su olarak toprak zerreleri tarafından zapt edilirler. Arta kalan kısım ise boşluklara inmesiyle birlikte kılcal boruları doldurup sızan su konumuna geçmekte. Hatta bir damlacık (katre) su toprağın derinliklerine kadar sızdığında hem toprağın sıcaklığını hem de nemini ayarlayabiliyor. Böylece sızan su ziyan olmadan toprak tabanı suyla beslenme imkânına kavuşur ki; biriken bu tutuk su miktarına su kapasitesi denmektedir.
Ayrıca su kapasitesi toprak zerrelerin büyüklüğüne, yapısına ve kolloid madde (eriticilerin) miktarına bağlı olarakta değişebilmekte. Bu yüzden bilim adamları toprağın su kapasitesini tayin etmek için 10 cm’lik toprak sütununu tamamen arıttıktan sonra arta kalan yaş toprağı 105 santigrat derecelik ortamda ağırlıkça sabit oluncaya kadar kurutmaya tabi tutarlar. Böylece kurutma işleminin ardından yaş ağırlıktan kuru ağırlık çıkarılarak maksimum tutuk su miktarı tespit edilmiş olur. Bu miktar aynı zamanda toprağın su kapasitesini vermektedir. Çünkü su kapasitesi tayininde toprak zerrelerinin büyüklüğü veya küçüklüğü etken unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim su zerreleri küçüldükçe toprağın su tutma kapasitesi de o ölçüde artış kaydeder. Mesela killi, kumlu ve çakıllı üç tip toprak cinsine aynı anda aynı oranlarda yağmur düştüğünü varsaydığımızda her üç toprak cinsinin de su tutma kapasitelerinin birbirlerinden farklı oldukları görülecektir.

EKOLOJİ MUCİZESİ-6

ALPEREN GÜRBÜZER
Killi toprağın su kapasitesi
Killi toprağın su tutma kapasitesi diğer toprak cinslerine göre çok daha doruk noktadadır. İşte bu toprak cinsinin su tutma kapasitesinin yüksek seviyelerde seyretmesi biriken suyun geçirkenliğini azaltmasına neden olmaktadır. Fakat kumlu ve çakıllı topraklarda bu böyle değildir. Yani kumlu toprakta su daha derine inmekte olup, çakıllı toprakta daha da aşağılara inmektedir. Her üç toprak cinsi buharlaşmaya terkedildiğinde en fazla killi toprakta, en az kumlu ve çakıllı toprakta buharlaşma olduğu gözlemlenmiştir. Zira su toprak sathına ne kadar yakın olursa o nispette buharlaşma olayı hız kazanmaktadır.
Burdan şu sonuca varırız ki; kurak olan bölgelerde suyu en fazla muhafaza eden çakıllı topraklar olduğu gözüküp, en az muhafaza edenin killi topraklar olduğu anlaşılacaktır. Toprakta suyu en fazla bağlıyan maddelerin ise kolloid yapıdaki maddeler olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim bu kolloid maddeler (-) elektrik yüklü iyonları ve (+) yüklü iyonları (katyonlar) absorbe (bağlama) edecek güçte elemanlardır. Hatta absorbe edilen bu iyonlar H20 molekülleri ile çevrilidir. Keza katyonlar da öyledir, bunlarda malum, daha ziyade Ca++, Mg++, H+, ve Na+ iyonlar olarak sahne almaktadırlar.
Genellikle toprağın yumuşak yaratılması belli bir hesabın gereğidir. Şöyle ki toprak örtüsünün iç kısmı 50–400 atmosferlik bir kuvvetle kolloidin sathına bağlanmış olup, bu durağan suya Hıgroskobik (ölü) su denmektedir. Dolayısıyla yumuşak toprak zerreleri higroskopik suyu havadan emdiklerinde kendi ihtiyacı olan su moleküllerini 40–50 atmosfer arasında bir kuvvetle dışardan içeriye bağlayabilmektedirler. Böylece 50 atmosfer gücünde bir kuvvetle bağlanmış kurak bitkiler bile bu durumdan istifade etmeleri sağlanmış olur. Bu arada toprak zerrelerinin en dışındaki su çok küçük atmosferik kuvvetlerle bağlı olduğunda stabil kalmayıp devamlı hareket halinde oldukları belirlenmiştir ki, işte en dış halkadaki bu hareketli suya film suyu veya örtü suyu adı verilmektedir. Hatta bu durum Higroskobik su + film suyuna ikisine birden) → absorbe edilmiş su (bağlı olan su) formülü ile açıklanmaktadır. Ayrıca toprakta kolloidlerin (eriticilerin) etrafını kuşatan (higroskobik) sudan başka minarellere bağlı olan kristal su da var. Ancak bitkiler bu sudan istifade edemezler.
Bir toprak higroskobik suyla doyduktan sonra içerisinde boşluklar oluşmaktadır. Derken bu boşluklar suyla dolarak toprak zerrelerinin etrafı higroskobik ve film suyu ile kuşatılmış olur. Elbette ki bir bitki için topraktaki suyun tabanı değil bu sudan istifade edebileceği su miktarı çok daha önem arzetmektedir. Zira bir bitkiye yeter derecede su nakledilemediği zaman bitkide solma olayı başladığı gözlemlenmiştir. Birkere bitki solmaya yüz tutmasın, artık bu noktada solma anında bitki topraktan su almaya devam etse bile transprasyonda kaybolan suyu karşılayamadığı görülecektir. Bundan dolayı solma olayının başladığı andan itibaren toprakta biriken mevcut su miktarına kritik sıfır noktası veya solma noktası denmektedir. Mesela dengeli bir su ortamında (Mezofit) yaşayan bitkilerin solma noktası kurakcıl (kserofit) bitkilere göre çok daha fazla olup bu durum atmosfer kaynaklı nem miktarıyla ilgili bir husus veya herhangi bir fizyolojik durumun neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta bu noktada bitkilerin solma noktasında rol oynayan kapillarite ile su moleküllerinin yükselişi durmuş olsa bile yine de su iplikleri kopmuş film suyunun 50 atmosferlik basınçtan daha az kuvvetle bağlı olan kısmından istifade edilebilir.
Solma noktası tayini
Bir bitkinin solma noktasının belirlemek amacıyla incelemeye tabii tutulan bir bitki önce yetişmeye terk edilir. Sonra toprağın buharlaşmasını önlemek için üzeri mum tabakasıyla kapatılır. Böylece üzeri parafinlenen bitki bir müddet sonra solmaya başlayacağı gözlemlenecektir. Hatta solan bir bitkinin 24 saat nemli bir yere konsa dahi artık bu noktadan sonra topraktan su almasının mümkün olmadığı gözükecektir. Ayrıca toprağı bitkinin solmaya başladığı andan itibaren 105 santıgrat derecede kuruttuğumuzda elde edeceğimiz sonuç bitki tarafından kullanılmayan su miktarını bize verecektir. Böylece elde edilen rakamı topraktaki genel su miktarından çıkarttığımızda bitki için gereken faydalı suyu bulmuş oluruz.
Işık Mucizesi
Işık saniyede 300.000 kilometrelik bir hızla yol kat eden bir mucizevî rabbaniyedir. Öyle ki 300.000 kilometrelik hızı 60 ile çarptığımızda ışığın dakikada kat ettiği mesafeyi buluruz. Şayet çıkan sonucu tekrar 6 ile çarparsak 1 saatlik mesafeden söz ederiz. Derken bu çıkan rakamı 24 ile çarptığımızda ışığın bir günlük seyahatini, daha sonra çıkan sonucu 365 ile çarptığımızda ise 9.460.800.000.000 kilometrelik ışık yılı hızına dayalı ölçümle karşılaşırız. Kaldı ki herhangi bir kumaş rahatlıkla metre ile ölçülebilirken, ışığın saniyede kat ettiği mesafe hiçte sanıldığı gibi kolay ölçülememektedir. Yine de astronotlar herşeye rağmen alışılagele bildiğimiz kilometre, metre, santimetre ve milimetre gibi ölçüm birimlerin dışında ışık hızını ışık yılı birimi ile ifade edebilmeyi başarabilmişlerdir. Tüm bu ölçümler sonucunda dünyamızın ışık hızıyla güneşten gelen enerjinin ancak 2 milyarda birini aldığını öğrenmiş bulunuyoruz. İşte bitkiler sözkonusu enerjiden kendi hissesine düşen payı hücrelerine doğrudan almak suretiyle hayatlarını tanzim etmektedirler. Yani ışık bir noktada bitki hücresine hayat kaynağı olmaktadır. Zira güneş ışığını bitkilerin dışında en iyi kullanan bir canlı ve cansız mahlûka bugüne kadar rastlanılmamıştır. Hatta bakteri tabiatında Euglena gibi bir hücreli canlılar bile yapısında bulunan klorofil sayesinde güneş enerjisini doğrudan kullanıp, yeni hücreler üretebilmektedirler. Dolayısıyla ışık deyip geçmemeli. Pekâlâ, bu arada özellikle ışığın bitki üzerinde oynadığı önemli rol üzerinde iyiden iyiye tefekkür edip kararmış gönlümüzü ışıklandırabiliriz. Tabii birde bunun nimet boyutu var. Şöyle ki; sonuçta tüm yediğimiz besinlerin kaynağı bitkilere dayanmaktadır. Derken bu kaynak sayesinde ışık ve nimet kavramını hatırlamış oluyoruz. Anlaşılan o ki bitkiler ışık nimetini fotosentez yoluyla en iyi şekilde değerlendirip organik madde imal etmekteler ve böylece tüm canlılar bu ziyafet sofrasından yararlanmış oluyorlar. Hatta bitkiler sadece ziyafet sofrası sunmuyorlar, buna ilaveten temiz hava anlamına gelen oksijen de sağlamaktalar.
Fotosentez mucizesi

Bitkiler kökleriyle emdikleri su ve havadan aldıkları CO2’i güneş ışığının devreye girmesiyle birlikte klorofille özümleyip, dünyanın hiçbir şeker fabrikasında görülmeyen asimilasyon yöntemle evvela glikoz, sonra nişasta ve daha sonra da birtakım kimyasal bileşiklere dönüştürmekteler. Kimyagerleri bile hayrette bırakan bu olay ilk bakışta teorik olarak basit gibi görünse de, aslında kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Çünkü bitki âlemi içerisinde cerayan eden uygulamalara bakıldığında bu tür kimyasal olayların nasıl gerçekleştiği bir sır olarak kalmaktadır. Hatta kimyagerler akıllara hayret veren bu asimilasyon olayı karşısında aciz kalıp adeta dilleri tutulmakta. Madem öyle hem bilim adamları hem de bizler biyokimyasal hayatı yaratan Allah’ı ömrümüzde birkez olsun hatırlasak fena mı olur? Kaldı ki; bir şeker pancarı yaprağının her santimetre kare yüzeyinin fotosentez maharetiyle günde 1 mg glikozu sentez ettiğini okuma yazma bilmeyen bir insana söylediğimizde bunun ne anlama geldiğini bilmese bile “Amenna saddak” deyip pür dikkat kesilmekte. Üstelik sözünü ettiğimiz bu durum bir bitki yaprağının her santimetre kare alanı için bahsettiğimiz bir husus. Birde yaprağın tüm alanını hesaba kattığımızı düşünün ortaya çıkacak rakam hiçte göz ardı edilemeyecek boyutlarda olup, bu durum için sadece “amenna saddak “ demek yetmez, Allah’a hamdü senada bulunup şükretmekte gerekir. Demek ki bir ışık şiddeti ya da ışığın istikameti bitkinin toprak üstü kısmında organ teşekkülüne veya büyümesine olumlu etki yaptığı gibi doku ve hücrelerin farklılaşmasına kadar bir dizi olaylara da nüfuz edebilmektedir. Aynı zamanda ışığın bitki üzerinde kalma zamanı birçok bitkinin gelişimine tesir eder ki, bu durum fotoperyodizm olarak bilinip bitkilerde büyüme, metabolizma ve hareket gibi fizyolojik olayların doğmasına vesile olmaktadır. Böylece 1 kilogram glikozun sentezi için tüketilmesi gereken enerjinin 4.66 kwh (kilovat saaat) olduğunun farkına varmış oluruz. Yani klimaks sistem içerisinde alınan total enerji miktarı pay edildiğinde bitki, hayvan, insan ve her nevarsa tüm canlıların solunumuna yetecek derecede hammadde kaynağının varlığıyla karşılaşırız.
Aslında bitkilerden elde edilen gıdaların herhangi bir canlının sindirim sistemi içerisinde oksijenle yakılıp solunumla oksitlenmesi ve akabinde CO2 olarak atmosfere transfer edilme hadisesi fotosentez mucizesinin en can alıcı yönünü ortaya koymaktadır. İyi ki de karbon belli bir noktada sabit kalıp depo edilmiyor, aksi takdirde sabit bir yerde çivili kalan karbondioksitin zamanla tükeniş feryadı ile yüzleşecektik. Tabii onun feryadı aynı zamanda tüm âlemin feryadı. İşte Allah-ü Teala bu yüzden olsa gerek karbonu hava içerisinde az bir oranda depo etmiş, hatta fotosentez ya da birtakım oksidasyon ve tabiat olayları vasıtasıyla açığa çıkan bu önemli maddeyi tabiat çevrimine tabii tutmuştur. Şayet karbon döngüsü olmasaydı zaman içerisinde havadaki CO2’in azalmasıyla birlikte tüm canlılar ölüme mahkûm kalacaktı. Anlaşılan o ki canlılar âleminde sadece insanoğlunun kendi payına düşen yıllık bıraktığı CO2 miktarı takriben 140 milyon tonu bulmaktadır. Keza hayvanlar ve azotu toprağa bağlayan bakteriler ise yılda 24.000 milyon ton kadar katkıda bulunuyorlar. Bunlara ilave olarak belli ki Yüce Yaratıcı tarafından toprağın derinliklerinde muhafaza altına alınan turbo, kömür, petrol ve doğal gaz gibi rezervlerin tuttukları karbon kaynağıda yedek depo olarak bekletilmektedir. Görüldüğü üzere hayat her yönüyle bir yardımlaşma olarak yüzünü göstermekte. Böylece gözü görmez, sağır dilsiz sandığımız nice envai türlü varlıklarla gözü gören, işiten hayvan ve insanların el ele gönül gönüle vermesi sonucunda oluşan karbon dengesi kendi mecrasında akıp gitmektedir. İşte Gönül yanması” diyebileceğimiz bu işbirliği neticesinde “Ben yanmayım da kim yansın” dercesine “atmosferde 700 milyar ton karbondioksit birikmektedir. Fakat bu arada insanoğlunun bilinçsizce yeraltında depo edilen karbonu hoyratça kullanmasının ilerde bir takım sıkıntılara yol açıp karbon dengesini bertaraf edeceğini hesaba katmakta yarar var.
Işık doğudan doğar
Evet, ışık doğudan doğup batıya doğru uzanmakta. Hatta ışık batıya uzanmakla kalmayıp, ısı ve su (H2O) faktörünün tam aksine tüm yeryüzüne nispeten yeknesak olarak dağılmıştır. Yani her canlı kendine düşen hissesini almakta. Dolayısıyla yeryüzünde ışık noksanlığından ötürü bitkilerin yetişmediği herhangi bir yer hemen hemen yok gibidir. Hatta bazı bitkilerin yıldızlardan aldığı bir takım sinyallerle gelişmelerini tamamladığı artık bir sır değil. Şu halde ışığın özellikle küçük sahalarda bitkilerin yayılışında çok etkili olduğunu söyleyebiliriz. Fakat geniş alanlarda etkili olmadıkları da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kutup bölgelerinde enlemlerin durumuna göre kutup geceleri hüküm sürmektedir ki, buralarda vejatasyon eksikliğine neden olan ışık faktöründen ziyade sıcaklık şartlarının uygun olmaması rol oynamaktadır. Güneşli ve gölgeli yetişme yerlerinde ise tamamen farklı bir flora hâkimdir. Ayrıca günümüzde sanayileşme ile birlikte yerden yukarıya doğru ısı dengesinin tersine dönmesi (inversiyon) bir alarm olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani sıcaklık yerden yukarıya doğru azalacağı yerde tam tersi artmakta olup ciddi problemleri beraberinde getirmektedir. Hatta bu durum atmosferi kararsız kılmaya bile itmektedir. Ne diyelim, şimdilik kararlı dünyamızı kararsız hale getirenler utansın demek düşer bize.
Güneş ışığının bileşimi
Bakmayın güneşin evreni bir lamba gibi aydınlatmasına, dışı seni yakar içi beni derler ya aynen onun gibi güneşte 15–20 milyon derecelik sıcaklığı ile tüm cümle âleme hizmet için kendi iç âleminde dip kısmından yukarı çıkan dev hortumlar eşliğinde derin derin yanmakta. Güneş adeta odak merkezinden milyonlarca kilometre dışarılara doğru kazan misali fokur fokur kaynayan müthiş bir alev bombardımanıyla tüm âlemi selamlamakta. Belli ki bu selamlama sıradan bir selamlama değil. Bilakis birtakım termonükleer reaksiyonlar eşliğinde 564 milyon ton hidrojen gazının 560 milyon ton helyum gazına dönüşmesiyle ortaya çıkan güçlü bir enerji selamıdır. Sözkonusu toplam enerjinin 4 milyon tonu ise uzay sathına ışık ve radyasyon olarak yayılıp süzüldükten sonra arta kalan 2 milyarda biri dünyaya gönderilmektedir. Yani güneşin tek bir selamı bizim için ayrılmış durumda. Olsun önemi yok, güneşin tek bir selamı bile tüm evrende yaşayan mahlûkatı kuşatmaya yetiyor. Özellikle tek selamlık gelen bu ışığın % 45’i 400–750 mikro litre dalga boyları arasında konumlanan görünen ışınlar olup, diğerleri farklı bant dalga boylarında yer alan ışınlardır. Şöyle ki; güneş ışınları atmosferin termosfer tabakasının bitim noktası veya uzayla komşu olan exosferden başlayan yolculuğunu diğer katmanlara geçtiğinde bile sürdürmekte, hatta buralarda da birtakım değişikliklere uğrayıp süzüldükten sonra öyle yoluna devam etmektedir. Bu süzülme işlemi esnasında atmosferde kısa dalga boylu ışınların uzun dalga boylu ışınlardan daha fazla absorbe edildiği gözlemlenmiş olup, gözlemlenen bu ışınların maksimum enerji miktarının atmosferin en üst sınırında 470 mikrolitre dalga boyuna tekabül eden mavi ışınlara isabet ettiği tespit edilmiştir. Keza atmosferde % 21 oranında bulunan oksijenin güneşten gelen mor ötesi ışınları (kısa boylu ültraviyole ışınları) absorbe ettikleri ortaya çıkmıştır. İşte bu absorbe sayesinde üst atmosferde iki atomluk oksijen molekülünün ayrışmasıyla ortamda bulunan diğer bir atomluk oksijenin de bunlara dâhil olmasıyla birlikte üçü bir arada ozon (O3) molekülü oluşturmaktadırlar. İşte meydana gelen bu gaz molekülü hepimizin bildiği gibi güneşten gelen zararlı ışınları (ültraviyole ışınlar) yutan aynı zamanda bertaraf edebilecek nitelikte olan ozon tabakasından başkası değildir. Fakat ne yazık ki hayat kurtarıcı ozon tabakamız sanayileşmenin doğurduğu kozmik çevre kirliliğine paralel olarak ozon tabakasının incelmesine yol açmakta. Böylece incelen ozon tabakası güneşten gelen uzun dalgalı ışınların etkisiyle delinebilmektedir.
Demek ki güneşin kısa dalga boylu ışınlarına maruz kalan oksijenin ayrışmasıyla birlikte ortamda bir başka oksijenle izdivaca girmesi sonucunda hayat kurtarıcı ozon doğmakta. Tabii ozon doğmakla bu iş burda bitmiyor, dahası var. Şöyle ki ozonda kendi içerisinde parçalanma gerçekleştirip akabinde güneşin uzun dalga boylu ışınlarına muhatap kalmakta, derken ayrışan parçalar birleşip yeniden ozon oluşturabilmektedir. Hatta ortaya çıkan ozon gazı güneşten gelen zararlı mor ötesi ışınları absorbe ettiği için o bizim mükemmel koruyucu tabakamız olarak adından söz ettirecek konuma gelir. Çünkü hayatımız onunla anlam kazanmakta. Zaten Allahü Teala; “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hala bundaki delilleri inkâr ederler”(Enbiya, 32) diye beyan buyurarak buna işaret etmektedir.
Bilindiği üzere evrende her varlık kendine özgü elektro manyetik radyasyon diye tabir edilen bir ışık yaymaktadır. Şayet maddenin ısısı yeterli bir seviyeye ulaşmışsa tıpkı demirin akkor haldeki etrafa ışık neşretmesi olayında olduğu gibi karşımıza görünen ışık olarak çıkacaktır. Malum, ısının düşmesi halinde ise ışıma frekansı azalacağından kızıl ötesi (gözle görülemeyen ışınlar) radyasyon dalgalarına indirgenecektir. Nitekim yukarda belirttiğimiz üzere güneşten yayılan radyasyonun (ışıma) önce uzaya pay edildikten sonra ancak arta kalan enerjinin iki milyarda biri atmosferin kimyasal analiz süzgecinden geçip dünyaya ulaşabilmektedir. Derken yeryüzüne ulaşan güneş ışınları dik veya yayınık oluşuna göre farklı dalga boylara ayrılıp, bunlar içerisinden gözümüz sadece 0,4–0,7 mikron arasında değişen değerlerdeki ışığı seçecektir. Yani bu bant aralığı dışındakileri göremeyiz. Mesela güneş ışınları gözümüze beyaz görünmekle beraber gerçekte bir prizma ya da yağmur sonrası hava içerisinde su damlacıkları içerisinden geçtiklerinde 7 tayfa (renk) ayrıldığını görmüş oluruz. Özellikle ayrılan bu renkler arasında yeşil ve mavi renkler göz sağlığına iyi gelip, adeta ruhumuzu dinlendirmektedir. Hatta güneş ışığı yedi renkle sınırlı kalmayıp en ince ayrıntılarına kadar analiz edildiğinde mordan kırmızıya kadar sıralanmış değişik dalga boylarında ışık titreşimlerinden ibaret olduğunu fark ederiz. Bir başka ifadeyle 0,4 mikron altındakilerin kısa dalga boylarda yakıcı ve öldürücü, enerjice yüksek mor ötesi veya ültraviyole ışınları olduğunu anlarız. Ayrıca bunlar arasında en limit seviyesinde diyebileceğimiz X ışınları ve minumum dalga boyunda gamma ışınlarda mevcuttur.
Peki limit değerler böyleyse üstü nasıldır derseniz radyo dalgalarında olduğu gibi 0,7 mikron üzeri dalga boyuna sahip ışınlarla karşı karşıyayız demektir. Ki; bu ışınlar kızıl ötesi ışınlar diye adından (infraed veya infraruj) sözettirmektedir. Bu arada ışınlar dik düştüğünde renk spektrumun sarıya, yayınık düştüğünde kırmızıya isabet ettiğini farkederiz. Mesela ormanlarda gölge yapan ağaçlar özellikle ışınların bir kısmını veya kısa dalga boylu olanlarını emmektedir. Bir diğer ışınlarda yeşil ve koyu kırmızı ışınlar olup, bunların enerji seviyesi maksimum 550–710 mikrolitre seviyelerde seyretmektedir. Yaprakları gölgede kalmayıpta güneşte kalanlar ise hem nitelik hem de nicelik bakımdan farklı ışınlara maruz kalmaktadır.
Işığın renklere ayrılması
Renklerle yapılan analiz çalışmalar sonucunda; ince bir su tabakasından sadece kırmızı ötesi ışınların absorbe edildiği dolayısıyla suyun renksiz görünüm kazandığı anlaşılmıştır. Keza kalın bir su tabakasından uzun dalga boyunda gözle görülebilen ışınlar geçirildiğinde ise suyun mavi renkte görünüme kavuştuğu belirlenmiştir. Ayrıca bitkilerin klorofil maddesi ile gözün absorbsiyon spektrumu 0,4–0,7 mikron aralığında görünen ışınlara denk düştüğü tespit edilmiştir. Şu halde bu kriterlerden hareketle fotosentez için gerekli olan ışığın sadece görünen ışınlar olduğu sonucuna varırız. Ancak gözün absorbsiyon spektrumu ile klorofilinki arasında farkı da gözardı etmemek gerekir. Mesela gözümüz daha çok sarımsı yeşil ışınlar için hassas iken, klorofil maddesi göze nispeten daha az oranda sarımsı yeşil ışınları, daha fazla oranda kırmızı ve mavi ışınları absorbe ederek farklılığını ortaya koymaktadır. Bakterilerin klorifil cinsleri ise en fazla kırmızı ötesi ışınlara hassas olarak yaratılmışlardır. Böylece bu ışınları absorbe edip duyarlı olmaktalar. Hatta canlı protoplazmanın yapısında bulunan proteinler de ultraviyole ışınları absorbe ederek hassasiyet kazanmaktalar. Bu arada fotosentez olayında karotinin rolünün ne olduğu kesinleşmemekle beraber ışık enerjisini klorofile taşıdığı ileri sürülmektedir. Bilinen bir gerçek var ki, karotinin kısa dalga boylu mavi ışınlardan ultraviyoleye kadar olan ışınları emdiği gerçeğidir. Zira ultraviyole ışınları yüksek dozlarda bitkiler için zararlı olduğu tespit edilmiştir. Neyse ki hücre zarları kısa dalga boylu ışınları absorbe ederek plazmayı ultraviyole ışınların zararlarından korumuş oluyorlar.
Işığın bitkilerin gelişimine tesiri
Bütün bitkiler yaşayabilmeleri için minimal ışık şiddetine muhtaç olmakla beraber ışık şiddeti yetişme yerinin mükemmelleşmesine paralel olarak azalabilmektedir. Ayrıca çiçek ve meyvaların gelişebilmesi için gereken minimal ışık değeri, vejetatif organların gelişmesi için kullanılan ışığın 2 misli olduğu belirlenmiştir. Bu arada orman altı vejetasyonda (ormanın gölgesinde) yetişen yeni çimlenmiş bitkilerin devamlı açlıkla mücadele halinde oldukları farkedilmiştir. Öyle ki bu şartlar altında anlık bir ışık huzmesi bile hayatlarını devam etmelerine yardımcı olmaya yetebilmektedir. Nitekim orman altı bitkilerin minimal ışık isteği %1 olarak karşımıza çıkmakla beraber tropik bölge ormanlarında bu miktar % 0,3’e kadar düşmektedir. Hetetrof ve ilkel bitkilerin ışık isteği ise %1’in altında seyretmektedir. İlkel bitkilerde ışık isteğinin az olmasının sebebi hücrelerinin klorofille dop dolu olması veya klorofilsiz kısımlarında madde üretimine ihtiyaçlarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple birçok cyanophyceae türlerini ıslak bölgelerde 3,5 mm derinliklerde bulmak mümkündür. Keza eğreltilerin ve yosunların çoğunda ışık isteği %1’den % 0,2 arasında değişebilmektedir.
Orman altındaki vejetasyonda ışık durumu ise mevsime göre farklılıklar arzetmektedir. Mesela ilkbaharda ağaçlar yaprak vermeden önce çiçek açıp meyva verdikleri gözlemlenmiştir. Ayrıca ışık birçok ağaçların tomurcuklarının açılmasına tesir emekte. Mesela kayın ağacının tomurcukları sırf ışıkta açılabildikleri halde kaktüs tomurcuklarının açılmasında ışık tam tersi geriletici tesir yaptığı gözlemlenmiştir.
Işığın çimlenmeye tesiri
Işığın etkisi kendi gücünde derler ya. Gerçekten ışık bitkilerin çimlenmesinde tesirini göstermektedir. Fakat ışık bazı tohumların çimlenmesini tetiklerken, bazılarında ise tam tersi olabilmektedir. Mesela flatine bitkilerinin tohumları senelerce karanlıkta çimlenmeden kalabiliyorlar. Şayet sözkonusu bitki tohumu 11–18 gün ışıkta kalırsa çimlenme %100’e bile tamamlanabiliyor. Nigella sativanın tohumları ise aydınlıktan ziyade karanlık ortamı tercih edip daha hızlı çimlenmekteler.
Bu ara da çimlenme yalnız ışık şiddetine bağlı bir değer olmayıp aynı zamanda ışığın cinsine bağlı bir değer olarakta sahne almaktadır. Mesela Dcrenella, Heteromolla bitkisinin karayosunu sadece beyaz ışıkta, Tortella bitkisi ise kırmızı ışıkta çimlenmektedir.
Ekolojik bakımdan ışığın tesiri
Ekolojik bakımdan ışığın bitkilere olan tesiri iki şekilde incelenmekle beraber ışığın bitkilerin gelişimi üzerinde tesiri daha çok CO2 asimilasyonu şeklinde kendini göstermektedir. Bu yüzden yüksek dağlarda yetişen bitkiler kısa bodur (intermodüllü), sert yapraklı, parlak ve renkli çiçeklidirler. Hatta bu bitkilerde gelişme peryodu kısa olduğundan internodyumlar sürekli kısa kalmaktadır. Ayrıca bu bitkilerin ışık isteğide farklı olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki ova bitkileri daha az ışık şiddetinde asimilasyonu gerçekleştirdikleri halde dağ bitkilerinde bu ışık miktarı asimilasyona kâfi gelmemektedir.
Bu arada bitkilerin yetişme yerinde istifade edebildikleri ışık ışınların şiddetinin gün ışığının tümüne oranlayarak hesaplanmaktadır. Mesela gölgesiz yerde yetişen bir bitki için bu değer 1 olarak kabul edildiğinde 1/3 ışık isteği gün ışığının tamamının 1/3’üne karşılık geldiği anlaşılacaktır.
Işık isteklerine göre bitkiler üç ekolojik gruba ayrılır:
—Güneş bitkileri
—Yetişme yeri olarak hem güneş hem gölgeyi tercih eden bitkiler.
—Gölge bitkileri.

EKOLOJİ MUCİZESİ-7

ALPEREN GÜRBÜZER
Güneş Bitkileri
Işık güneş gören bitkilerin olmazsa olmaz şart unsuru olup daha çok ışığa doğru büyümektedirler. Bu yüzden aydınlık güneşimiz bu bitkilerin ışık isteğini % 100 olarak karşılamaktadır. Bu söz konusu bitkilerimiz tamamen açık ve alçak bitki grupları olup doğrudan doğruya güneş ışınlarına maruz kalırlar. Bu yüzden öğlen saatlerinde bu ışıkların zararlarından korunmak için yapraklarını profil (görünüm) duruma getirmekteler. Profil durumda yaprakların her iki yüzeyi de aynı yapıda olup daha çok yayınık ışınlardan istifade etmektedirler. Bu arada yapraklar gibi bitkiye renk veren ve aynı zamanda asimilasyonda aktif rol oynayan klorofil hücreleri de profil pozisyonu almaktadırlar.
Hem güneş hem de gölgeyi tercih eden bitkiler
Bunlarda maksimal ışık isteği %100, minimal isteği ise herbiri için farklı şiddettedir. Minimal nokta çiçeklilerde steril olanlara göre daha yüksek değerler göstermekte. Mesela Hederal helix’in (sarmaşık) çiçekli alanında %100–22, steril türünde minumum istek %2’dir. Bu gruba Sencio vulgaris %100–2, Dactylis glomerata %100–2 arasında dâhil olmaktadır.
Gölge bitkileri
Gölge bitkilerinde ışık isteği %100’den azdır. Tabii buradan güneş bitkilerinin gölgeden yetişemiyecekleri manası çıkarılmamalıdır. Öyle ki karanlıkta kalan bir filiz haldeki bir bitki bir saniyenin binde ikisinden daha fazla sürmeyen anlık bir flaş ışıkta bile neşvünema bulabiliyor. Dolayısıyla gölgelik bitkilerin gölgelik yerleri tercih etmesinin sebebini şimdi daha iyi anmış oluyoruz. Belli ki bu bitkiler iyi şartlarda yetişen bitkilerle rekabetten kaçındıklarını belirleyen emare olarak ekstrem güneşli ortamlara yayılmakla göstermekteler. Bir başka ifadeyle higromorf bitkiler yapraklarıyla güneş altında buharlaşmaya tahammül edemediklerini bölge değişikliği tarzında tavır sergileyerek su bilânçolarını dengede tutmaktadırlar.
Mutedil iklimde %100 ışık isteği olan bitkiler ise özellikle sıcak ve kurak iklimlerde tamamen gölgeye çekilmiş durumdadırlar.
Işığın CO2 asimilasyonuna tesiri
Fotosentezde tesirli olan ışınların absorbsiyonu kromotoforlar içerisinde yer alan pigmentler vasıtasıyla olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu pigmentler arasında en mühimi klorofil maddesidir. Yapraklarda bulunan klorofil maddesi güneşten gelen enerjiyi kendi iç mekanizmalarında özümleyip birtakım kimyasal dönüşümlere damgasını vurdukları gibi aynı zamanda “bitkilerin üreticisi” unvanı ile anılmasına vesile olmakta.
Oksijenli bakterilerin bulunduğu ortama yeşil bir alg konulup üzerine ışık gönderildiğinde bakterilerin en fazla kırmızı ve mavi ışınların olduğu yerlerde toplandıkları belirlenmiştir. Hatta bu bölgelerde oksijenin daha fazla biriktiği, böylece fotosentez olayının buralarda daha yüksek seviyelerde seyrettiği anlaşılmıştır. İşte bu yüzden bu yapılan deneye Engelman deneyi denmiştir. Zira bu deneylerden hareketle fotosentez olayının en fazla tesirli oldukları bölgeler spektrofotometre ile ölçüldüğünde klorofilin emilim miktarının maksimum kırmızı ışıkta yer aldığı görülecektir. Fakat yapılan bu deneyler sonucunda mavi ışınlar aynı derecede absorbsiyon edilse bile mavi ışığın fotosentezde rol oynamadığı tespit edilmiştir. Sadece karotin maddesi kısa boy dalga boydaki mavi ve mor ışınları absorbe etmektedir. Anlaşılan o ki fotosentez için gerekli olan ışık tayfı klorofilin ta kendisi olmaktadır. Hatta kendisi bile kendisine yetmeyip “klorofil a” ve “klorofil b” diye farklı kategorilerde bulunabilmektedir.
Klorofil a ve klorofil b’nin absorbsiyon spektrum değerleri genelde birbirine yakın duran ikili ikiz gibidirler. Buna rağmen bir ışık enerjisinin absorbe edilmesiyle birlikte klorofil a derhal enerji kazanıp aktif duruma geçebilmektedir. İşte absorbe edilen sözkonusu en küçük enerji birimi bilim adamlarınca kuantum veya foton diye tarif edilmiştir. Zira bir kuantum enerjisini Erg (E) cinsinden 12403/ dalga boyu formülüyle hesaplandığında dalga boyu küçüldükçe enerjinin artığı görülecektir. Şu halde mavi ışınlar enerjice kırmızıdan daha zengin olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki; absorbe edilen kuantum ya tekrar kuantum olarak iade edilir, ya ısı enerjisine çevrilir ya da fotokimyevi reaksiyonlar için kullanılmakta. Peki, bunlar arasında hangisi fotosentez için işe yarar deniliyorsa elbette ki fotosentezde rol oynayan bu sonuncu durumdur. Çünkü fotosentez olayı genel olarak ışık şiddetiyle paralel olarak artış göstermektedir. Fakat artışında bir sınırı var elbet. Nitekim bu artış miktarı doyma noktasına ulaşınca fotosentez olayında bir artış kaydedilmediği gözlemlenmiştir. Yani muayyen bir ışık şiddetinde fotosentez için kullanılan CO2 ile solunumda meydana gelen CO2 miktarı birbirine eşit olduğu anlaşılmıştır ki bu noktaya kompenzasyon noktası denilmekte. Fakat bu nokta gölge bitkilerinde düşük kalmaktadır. Güneş veya gölge bitkilerinde kompenzasyon noktasının farklı olması ise solunum şiddetine bağlı olan bir durumdan kaynaklanır. Gölge yapraklarında stoma âdeti az olması hasebiyle gaz alışverişi sınırlı kalıp, ister istemez solunumları da zayıf seyremektedir. Ayrıca gölge bitkilerinde fotosentetik faaliyetin başlaması için gerekli olan ışık şiddeti güneş bitkilerinin negatif CO2 bilânçosunu belirleyen noktadan başlamaktadır. Demek ki ışık şartları müsait olsa bile CO2 asimilasyonu gölge bitkilerinde muayyen sınırı aşamamaktadır.
Asimilasyon için kullanılan CO2 ile solunumda meydana gelen CO2 arasında ki farka net asimilasyon denmektedir. Net asimilasyon şiddetine etki yapan faktörler ışık şiddeti, temparatür ve havadaki CO2 miktarı olmaktadır.Yani asimilasyon şiddeti bu faktörlere bağlı olarak değişip 500 kilogram ağırlığında ki bir ağaç takriben 250 kg karbon ihtiva etmektedir. Ki, sözkonusu ağaç bu kadar karbonu ancak 12 milyon m3 havayı absorbe ederek üretebiliyor. Bu faktörler arasında en mühimi hiç kuşkusuz temparatür olup, asimilasyonla temparatür arasındaki ilişkiyi optimal eğri göstermektedir. Yani temparetür yükseldikçe asimilasyon şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Fakat temparetür optimal noktaya ulaştıktan sonra asimilasyon durmaktadır. Tekrardan asimilasyonun başlaması için mevcut sıcaklığın minimum temparatüre inmesi gerekmektedir.
Değişik iklim bölgelerine dağılmış olan muhtelif bitki türleri için temparetürün minumum, maksimum ve optimum değerleri farklılılık arzetmektedir. Mesela yaşadığımız coğrafyamıza ait enlemler için minimum değerler 0 santıgrat derece olarak kabül edildiğinde en uygun değerlerin 20–30 santıgrat derece olduğu belirlenmiştir. Maksimum değerler ise 35–50 santigrat derece civarında seyrettiği gözlemlenmiştir. Bu verilerden hareketle optimum değerlere sahip bir bitki de madde üretimi düşük temparatür ve az ışık şiddetinde gerçekleştiği tespit edilmiştir. Demek oluyor ki temparatür yükseldikçe solunumun fotosenteze göre daha fazla hızla arttığı ve kompenzasyon noktasının ise daha yüksek ışık şiddetine kaydığı anlaşılmıştır. Zaten yüksek temparatüre sahip bitkilerde solunum çok şiddetli olduğu için, en az ışık şiddetinde bile asimilasyon maddelerin hemen hepsi kullanılabilmektedir. Öyle ki madde bilânçosu ancak kuvvetli bir ışık şiddeti ile mümkün hale gelmektedir. Bu durum aynı zamanda soğuk iklimlerde yer alan bitkilerin minumum ışıktan istifade etme fırsatı tanıdığı gibi madde üretimi imkânı da vermiştir. Bir başka ifadeyle soğuk bölge bitkileri ekseriyetle zayıf ışık şiddetinde asimilasyon yapabildiklerinden madde üretimine geçebilmeleri için %10 ışık şiddeti onlar için yeterli sayılmaktadır. Dolayısıyla her temparatür için net asimilasyon ışık ihtiyacı farklı olduğu birkez daha teyit edilmiş olmaktadır.
CO2’in asimilasyona tesiri
Üçüncü faktör diye tanımladığımız CO2 şiddeti fire vermeksizin asimilasyona doğrudan etki yapmaktadır. Bilindiği üzere atmosferdeki CO2 miktarı % 00,03 olup, bu düşük miktar tüm yeşil bitkilerin fotosentez yapması için yeterli bir oran kabül görse de, yine de kritik bir nokta sayılmaktadır. Neyse ki karbondioksit her türlü yanma hadisesiyle ortaya çıkabilecek türden bir gaz (mesela kömür karbon demek, oksijenle yanarak karbondioksit olmakta) olduğu için tükenmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Her ne kadar CO2 gazı inatçı, aynı zamanda birbirine sıkı sıkıya birleşik halde bağlanmış ağır bir gaz olsa bile bir şekilde birbirinden ayrılabilmektedir. Mesela yapraklar bu inatçı karbondioksiti büyük bir ustalıkla güneş ışığı altında rahatlıkla karbona ve oksijene ayrıştırabiliyor. Yine hakeza odunun bizatihi kendisi oksijen, hidrojen ve karbondan meydana gelmiş bir ürün olmasına rağmen onu yaktığımızda bir yandan karbonla oksijen birleşip duman halinde karbondioksit oluştururken, bir taraftan da hidrojen oksijenle birleştiğinde su buharı oluşturduğu görülecektir. İşte çözülme ve ayrışmaya vereceğimiz en tipik misal bu tür olaylar olsa gerektir. Ayrıca bu olaylarla birlikte her türlü yanma olayına bağlı olarak CO2 miktarı arttıkça madde üretiminin de arttığını fark ediyoruz. Yani bu artış % 00,1 yoğunluğa tekabül edip bir hat halinde ilerlemektedir. Fakat bu yoğunluk % 1’i aşınca CO2 bu sefer de faydadan çok zarar verip, karbon monoksit cinsinden etrafa zehir saçabilmektedir. Hakeza CO2 çevremizde değil toprakta da birikmiş olup, özellikle toprağın en fazla 20 cm üst tabakalarında toplanarak diffuzyon yoluyla yayılabilmektedir. Hatta karbondioksit bileşeni toprakta yaşayan birtakım mikroorganizmalar ve bitki kökleri tarafından da dışarı verilebiliyor. Netice itibariyle yaşayan her hayvan oksijen emip açığa karbondioksit çıkarmak zorundadır. Hakeza insanda taş fırında yanan bir ocağın körüğü gibi solumakta, hatta solarken de karbondioksit akciğerine kaçabilmektedir. Neyse ki ikinci bir soluk almasıyla birlikte karbondioksit maddesini dışarı atıp boğulmaktan kurtulabilmektedir.
Karbondioksit asimilasyon miktar tayini
Bilindiği üzere muayyen bir zaman biriminde yaprak yüzeyinin absorbe edebildiği CO2 miktarı asimilasyon şiddeti diye tarif edilmiştir. Nitekim CO2 miktar tayini 1 dm2 sahada miligram cinsinden hesap edilmektedir. Bunun için yaprak yüzeyini ölçmek gerekir. Hatta bir yaprağın saat veya dakika olarak asimilasyon şiddeti hesap edilerek günlük asimilasyon eğrisi kolayca elde edilebilmektedir. Yine de şurası bir gerçek asimilasyon şiddeti bitkinin madde üretimi için kesin bir ölçü sayılmamaktadır.
Özellikle humus bakımdan zengin orman sahaların rüzgârsız gecelerinde havada ki CO2 miktarı normalin üç misline çıkıp, şüphesiz bu durum gündüz orman altı vejetasyon için çok faydalı bir imkân sağlamaktadır. Keza endüstri bölgelerinde birçok fabrika bacalarından tüten dumanların havaya karışmasıyla birlikte CO2 miktarı fazla vermektedir. Neyse ki 2 metre’den daha az hızla esen bir rüzgârın sürüklediği karbondioksit ağaç topluluklarına nüfuz edebilmektedir. Derken yapraklar tarafından diffuzyonla alınan CO2 maddesi stomalar vasıtasıyla işleme sokulmaktadır. Demek ki yaprak içerisinde bulunan stomalara su ve rüzgâr vs. tesir eden dış faktörler olduğu gibi iç faktörlerde vardır. Hatta tüm bu tesirler gözönünde bulundurulduğunda buna bitkinin gelişim durumu veya bitkinin önceki yaşama durumu yaşlı ya da genç olması gibi faktörleri de ilave edebiliriz.
Genel itibarı ile tropikal yapraklar hariç, diğer tüm yapraklar üzerlerine doğan güneş ışığına karşı dik duruş diyebileceğimiz bir tavır sergilemekteler. Bu tavırlarını sergilerken bilhassa kuvvetli ışıkların etkisinden korunmak adına birbirlerine gölgeleyecek şekilde dizilirler. İnsanoğlu ister istemez bu durum karşısında; “Nasıl oluyor da beyni olmayan yapraklar bunu akıl erdirip birbirleri üzerine saçaklar yaparak dizilim meydana getirebiliyor” diye düşünmeden edemiyor. Biz düşüne duralım Botanikçiler bitkinin ışık karşısında gösterdiği birbirinden güzel manevralara fototropizm diye tanımlayıp bu mükemmel olayla ilgili açıklama getirmişler bile. Şöyle ki; Nevroz çiçeğini rahatlıkla güneşe doğru nasıl çevrilebildiğinin sebebi, bu çiçeğin sap kısmının fototropik sisteme uygun bir donanıma sahip olması şeklinde açıklanmaktadır. Keza bu sistem sayesinde çiçek solma noktasına geldiğinde bu sefer sap kısım tersine dönüş sergileyerek oluşan meyveleri ışıktan kaçırırcasına tohumları uygun yerlere bırakabiliyor. Hatta bitki bu iş için yetişebileceği delhiz duvar aralıkları veya kaya çatlakları aramaya bile koyulabilmektedir. Mesela bu hususta alp dağlarında ki edelvays adında çiçekler, üzerinde ki gümüşi beyaz renkli narin tüyleri sayesinde şiddetli ışığın yan tesirlerinden kendilerini koruma becerisi gösterebiliyorlar.
Yine birtakım gözlemler sonucunda bazı bitkilerde osmotik değerin yükselmesine paralel olarak hidratürün düştüğü anlaşılmıştır. Keza nemli yerlerde yetişen bitkilerin yaprak başına düşen verim derecesi (kuru madde miktarı) kurak bitkilere göre daha az olduğu belirlenmiştir. Çünkü kurak bitkileri asimilasyon maddelerini kuvvetli bir kök sistemi içerisinde depo etmektedir. Böylece önceden depo ettikleri besin sayesinde kuraklığa karşı hazırlıksız yakalanmıyorlar.
Yapraklar küçücük ve kseromorf yapılı olduklarından özellikle nemli bitkiler kök içi sarfiyatında daima ekonomik davranırlar. Geniş yapraklıların yaprak başına düşen asimile madde miktarı ise kurak bitki yapraklarına nispeten az olmakla birlikte toplam genele vurduğumuzda fazla olduğu görülecektir. Nitekim soğuğun asimilasyon madde miktarına tesiri kuraklığın tesirinin aynı olmaktadır.
Muayyen bir zaman içerisinde, muayyen bir yaprak yüzeyinin meydana getirdiği kuru organik madde miktarına o yaprağın verimliliği denmektedir. Zira 1m2 yaprak yüzeyi 1 satte 1 kg şeker üreterek verimliliğe çok büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Birim yaprak sathına göre hesaplanmış asimilasyon şiddeti, kurakta yetişen bitkilerin nemli ortamdaki bitkilerden %11–25 daha fazladır. Buna mukabil nemli ortamda yetişen bitkilerin meydana getirdikleri ürün (kuru madde miktarı) kurak bitkilere göre % 50 daha fazladır. Öyle anlaşılıyor ki tek bir ağaç bile başlı başına verimlilik demektir. Bu verimlilik elbette ki biranda gerçekleşmiyor, yıllar süren birtakım faaliyetlerin sonucunda ancak bu nimete erişebiliyor. Nasıl ki bir çocuk süt emmeden veya emeklemeden ayağa kalkamıyorsa, aynen ağaçlar da filizlenmeden boy veremiyorlar.
Ekolojik bakımdan özel yetişme ve vejetasyonları
Tuzlu topraklar
Toprakları tuzluluk şekillerine 3 kısma ayırabiliriz:
—Tuzlu topraklar,
—Tuzlu sodyumlu topraklar,
—Tuzsuz sodyumlu topraklar.
Toprakta eriyebilir tuzlar genellikle Na, Ca, Mg katyonları ile Cl, SO3 (sülfat) anyonlarından teşekkül edip, az miktarda ise K (potasyum) katyonu, karbonat (CO3) ve NO3 anyonları bulunmaktadır. Mesela CO3 ve bikarbonat iyonlarının nispi bulunma miktarı PH değerine bağlı olarak seyretmektedir. Hatta PH değeri 9,5 veya daha fazlası olduğu durumda bile CO3 iyonları kendini gösterebiliyor. Bazı bölgelerin tuzlu topraklarında ise ağırlıklı olarak NO3 anyonu fazla miktarda bulunabilmektedir.
Yapılan çalışmalar sonucunda yer kabuğunda ortalama 5/10.000 Cl (klor), 6/1.000 SO3, %2,3 Na (sodyum), Ca (kalsiyum) ve Mg (Magnezyum) gibi elementler bulunduğu belirlenmiştir. Muhtemeldir ki kâinatın yaratılış safhasının başlangıcından beri denizi oluşturan sular asidik karakterde olup, bu suların temas ettiği kayalardan eriyen metallerden sızan sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzların zamanla deniz suyunun muhteviyatını oluşturduğu anlaşılmaktadır. Zira kayalardan ufalanmış metallerin hidroliz, hidratasyon, çözünme, oksidasyon ve karbonasyon gibi birtakım kimyevi işlemlerle parçalanması sonucunda tuzlar tedrici olarak açığa çıkıp eriyebilir duruma geçebilmektedir. Ayrıca her ne kadar CO2’in menşei atmosferik veya biyolojik kaynaklı olsa da H2O içerisinde CO2’in erimesi sonucu bikarbonat bile meydana gelmektedir. Yani CO2 ihtiva eden sular kimyevi çözünme vasıtası olup, katyonlarla birleşerek bikarbonatları oluşturmaktalar.

Zehir etkisi yapan tuzlar
Bilindiği üzere bor elementi tabiatta az miktarda bulunan büyük öneme haiz bir maden olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu arada bu önemli maddenin toksik tesir yapan bir madde olduğunu da unutmamak gerekir. Hakeza arsenik, cıva, kurşun gibi tuz içeren elementler de büyük önem teşkil eden maddeler olup, aynı zamanda bu söz konusu elementler adından kuvvetli zehir etkisi gösteren tuzlar diye söz ettirmektedir. Yine de bu maddelerin zehir etkisi özelliklerinden dolayı korkuya kapılmamalıdır. Çünkü denizin derinliklerine sızan birtakım zehirli tuzlar, bir bakıyorsun deniz suyu sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzlar sayesinde nötralize hale gelebilmektedir. Hatta bu sayede rahat rahat yüzebilmekteyiz. Sadece yüzmek mi? Elbette ki hayır. Şöyle ki bu dengelenmiş deniz suyu deniz altı canlıların yaşaması için hem ideal ortam oluşturmak, hem atmosferde bulutların oluşumu için gerekli yoğunlaşmış çekirdekleri üretmek, hem de insanların yüzmesinde çok kolaylıklar sağlamaktadır. Şurası muhakkak gerek uzaya rasgele yayılan ışınlar, gerek kozmik ışınlar, gerekse radyo aktif maddelerden saçılan elektrik yükler üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda; bunların çekirdek oluşturacak kapasitede olmadıkları tespit edilmiştir. Demek ki çekirdek oluşturmak denize has bir hususiyetmiş. Yani bulutun oluşması için tek çare deniz suyunun gizemin de gizli.
Tuz kaynakları
Tuz yataklarını gördüğümüzde ister istemez bu kadar tuz hammaddesinin nerden geldiğini merak etmişizdir hep. Yapılan çalışmalar sonucunda genel itibariyle topraktaki tuzların kaynağı yerkabuğunun atmosferle temas ettiği kayalarda bulunan primer mineraller olduğu anlaşılmıştır. Yani asıl orijinal tuz birikiminin kaynağı primer minerallerin ufalanıp aynı yerde çözünerek birikmesi sonucu oluşan tortulardır. Ayrıca tuz içeren topraklar şayet yanlış sulama metodlarıyla sulanırsa ister istemez toprak yüzeyinde tuz birikmesi oluşabilmektedir. Hatta yarı kurak ve kurak iklim bölgelerin tesiriyle de tuz birikimi gerçekleşebilmektedir. Tuz aynı zamanda doğduğu yerde kalmamakta, gerektiğinde bir bölgeden diğer bölgeye taşınabiliyor da. O halde tuzların bir bölgeden diğer bölgeye taşınmasında rol oynayan başlıca sebepleri şöyle izah edebiliriz:
1- Topraktaki tuzun asıl menşei denizler olması hasebiyle buharlaşan su içerisindeki tuz zerrecikleri havada yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak buluta dönüşmekte ve böylece oluşan bulut sayesinde yeryüzü rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Zaten çekirdek olmasa biliniz ki bulutta olmaz. Yani değişik yönden esen rüzgârların oluşturduğu dev dalgalar deniz suyunun içerisindeki tuz zerreciklerini havaya karıştırmaktadır. Derken havaya karışan tuz zerrecikleri ikinci kez bir rüzgâr marifetiyle yoğunlaşma çekirdekleri şeklinde bir bölgeden diğer bölgeye taşınıp atmosferin üst katmanlarında buluta dönüşüyor. Hatta bu çekirdekler sadece buluta dönüşmekle kalmamakta yağışların teşekkülüne de zemin hazırlamakta. Böylece hidrolojik devrin tamamlanmasının akabinde tuzlu su filtre edilip tatlı suya çevrilmiş olmaktadır.
2-Kurak iklimlerde bir takım maddelerin suda erimesi sonucunda ortaya çıkan ayrışma ürünleri buharlaşma yoluyla kısmen toprağın yüzeyinde veya daha alt tabakalarda birikerek tuzlu toprakları oluşturabilmektedir.
3- Nemli bölgelerde toprak içerisinde var olan minerallerin çözünmesiyle meydana gelen eriyebilir tuzlar aşağıya doğru hareket ederek taban suya karışmakta. Derken taban suyla karışan su, buradan akarsular vasıtasıyla okyanuslara taşınmaktadır. Anlaşılan o ki atmosfere taşınan su buharının büyük bir bölümü okyanuslar tarafından sağlanmakta. Bu yüzden nehir deltası, denize yakın alçak araziler ve deniz suyuna maruz kalan topraklar hariç genellikle nemli bölgelerde tuzlu topraklar bulunmamaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz üzere erimiş tuzlar taban suya karışıp okyanusa dâhil olmakta ve böylece hidrolojik dolaşım tamamlanmış olmaktadır.
Katyon mübadele kompleksleri
Toprak içerisinde katyon absorbsiyonu toprak yüzeyinde mevcut olan (-) yüklü toprak zerrelerinin reaksiyonu neticesinde gerçekleşmektedir. Böylece toprak zerreleri ile absorbe edilmiş katyonlar, t-katyonlar ve diğer katyonlar kendi aralarında yer değiştirme fırsatına kavuşmuş olurlar ki işte bu yer değiştirme işlemine katyon mübadelesi denmektedir. Nitekim Na, Ca ve Mg katyonları kolayca yer değiştirebilmektedirler. Fakat potasyum ve amonyum gibi katyonların mübadelesi(yer değiştirmesi) oldukça güç olmaktadır. Anlaşılan o ki kurak bölgelerde normal toprakların mübadele kompleksine en uygun olan katyon grubu şimdilik Ca++ ve Mg++ elementi gözükmektedir. Ayrıca bu sözkonusu elementler fazla tuzun birikmesine bağlı olarak sodyum içerisinde bile toplanabilmektedir. Hatta kalsiyum ve magnezyum buharlaşma yoluyla veya bitkiler tarafından alınan suyla birlikte toprak eriği içerisinde konsantre hale gelip CaSO3, CaCO3 ve MgCO3 gibi bileşikler bile oluşturabiliyor. Böylece söz konusu bileşikler toprak içerisinde çözünürek çökelmek durumunda kalıp ve bu sayede sodyumun nispi oranı artmış olmaktadır. Derken böyle şartlar altında Ca ve Mg’un sodyumla yer değiştirmesi olayı gerçekleşiverir.
Bir yüzey olayı olması sebebiyle katyon absorbsiyonu kirlenmiş topraklarda organik maddeler tarafından gerçekleştirilebilmektedir ki, bunlara mübadele kompleksleri denmektedir.

EKOLOJİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER
Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada ‘oikos’ ev ve mülk kökünden gelip, ‘logia’ ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel tarafından kullanılmakla beraber çevre bilimiyle ilgili ciddi manada çalışmalar 1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici konumda, tüketici konumda, ayrıştırıcı konumda diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun ekosistemin sacayağını oluşturduğu belirlenmiştir. Böylece tüm canlıların cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varırız. Tabii farkı fark edince de ister istemez tabiatta var olan canlıların yaşadığı ortama biyosfer olarak tanımlandı. Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa böylesi uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Bu demektir ki tabiat tüm canlıların üreyip gelişeceği ve yaşayabileceği donanımla donatılmıştır. İşte bu donanım sayesinde basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun hiç şüphesiz ki mükemmel biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde donatılarak yürüdüğüne şahit oluruz. Allah muhafaza bu mükemmel donatılmış denge âlemin ve nizamın sarsılması veya tepetaklak yörüngesinden kayması bir anda ekolojik hayatın durması demektir. Bunun neticesinde de hayatın büsbütün sona ermesi demektir.
Ekolojinin esas konusu tüm organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini incelemektir. Böylece ekoloji canlı cansız varlıkların kendi aralarında olduğu kadar çevresel ortamlarıyla da olan münasebetlerini araştıran bir bilim olarak tarif edilir. Anlaşılan o ki tabiatta topyekûn olarak birbirleriyle ilintili işleyen ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile dur durak bilmeksizin tüm canlı cansız varlıklarla birlikte hayat yolculuğuna devam etmektedir. Devam etmesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü maddenin en küçük birimi atomlardır. Ve tabiatta organik ve inorganik her ne madde varsa bunun görünmeyen kısmın her defasında bir takım hidrolojik ve biyolojik döngülerin bir saat kadranı misali işleyişinin arka planında hep atomlar vardır. İşte dur durak bilmeksizin işleyen bu söz konusu atom gerçeğinden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; kâinatta var olan her bir döngünün temelinde çekirdek ve etrafında elektronların seyri âlem eylediği bir atom gerçeği var olup bu sayede her bir döngü enerjisini kendi içinde israf etmeksizin deveran eylemekte.
Bu söz konusu alanlarda iyi yetişmiş bir ekolojiste tabiatta olan biten her ne varsa sorduğumuzda da genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji, klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan edindiği bilgilere dayanaraktan canlı cansız tüm toplulukların yaşayış biçimleriyle izah etmeye çalışacaktır. Hatta sadece izah etmekle kalmaz, mesela tabiatın bir küçük profilini temsilen seracılık üzerinden çalışmalara koyulmakla ya da serada yetiştireceği bitkiler üzerinde çalışmalar yaparaktan bile tabiatta ki ekolojik dengeyi okumaya çalışacaktır. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum, bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına ışık tutacak alanlardır. Öyle ki inceleyeceği ekolojik alan ne kadar çok büyük ne kadar ekosistem bakımdan zengin flora ve fauna yapısına sahip ne kadar kararlı tali sistemlerle donatılmışsa o ölçüde tabiat okumalarına daha da bir derinlik katacağı muhakkak. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla olan bağlantılarını da keşfedip bağlantılı olan dallarla ilgili dallardan da destek alma ihtiyacı duyacaktır. Böylece bütünüyle meseleye vakıf olunduğunda tüm ekolojik okumalar tam anlamıyla anlam kazanacaktır
Ekolojinin bölümleri
Evet, çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynamakta. Ve dahi hayat kaynayan çevremiz hakkında başlı başına bir mucizedir eseridir dersek yeridir. Nasıl mucize demeyelim ki, hayat kaynayan çevrenin işleyen tüm döngü safhalarına baktığımızda işleyişinin tüm matematiksel hesapların üstünde Yüce Allah’ın hayat sıfatın tecellisinin bir mucize eser olduğunu gayet çok rahatlıkla görebiliyoruz. Öyle ya, madem çevremiz başlı başına bir mucize eseri, o halde bu mucizevi âleme üstün körü seyirci kalamayız. Nitekim bakar kör olmamak içinde hele bilhassa çevre bilinci üst düzeyde olan bir takım ekolojistler hayat kaynayan ekolojik sistemi şu iki ana başlık altında tasniflemişlerdir:
-Autekoloji,
-Sinekoloji diye.
Autekoloji tek bir türe ait bireylerin veya ortamlarıyla olan münasebetlerini inceleyen ekoloji dalıdır. Sinekoloji ise çeşitli türden meydana gelen hem bir grubun hem de bireylerin ortamları arasındaki münasebetleri inceleyen bir ekoloji dalıdır.
Bu arada habitatla ekoloji arasındaki doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat, biyolojik türlerin biyosferin yapısına uygun yaşayacağı tabiat mekânının adı veya doğal olarak konaklayabileceği ortam manasına bir kavramdır. Böylece bu kavramların kavramsal anlamlarından hareketle biyolojik türlerin yaşanabilir ölçekte ki habitatın cinsine göre ekolojik adlandırması;
-Deniz ekolojisi,
-Kara ekolojisi,
-Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde incelenir:
Her üç ekolojik incelemelerin ortaya koyduğu verilere baktığımızda kendi ekolojik ortamlarında hayat bulan insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların vs. her türden canlıların birbirleriyle olan ilişkide bulunarak ortak yaşayacağı veya her türün kendi genetik yapısına özgü yaşayacağı habitatlarının rengârenk olduğu gözlemlenmiştir. Örnek mi? Mesela kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının (bitki habitatının) birlikte ortaklaşa toprak katmanını oluşturması ve her ikisine de adeta gök kubbe tabaka olan atmosfer katmanının varlığı bunun bariz tipik misallerini teşkil eder. Derken arz (yeryüzü) ve gök kubbe (atmosfer) kendilerine özgü birlikte abiyotik bir bileşen oluşturmuş olurlar. Öyle ki abiyotik bileşenler tüm olumsuzluklara geçit vermeyecek şekilde bir denge âlem olup o şekilde canlıların yaşayabileceği ortam hale gelir. Nitekim üzerinde yaşadığımız yerkabuğu şayet büsbütün 1–2 metre yükseklikte zemin katman halde olsaydı, canlıların devamlı solukladığı oksijen tamamen ortadan kaybolup asla hayattan söz edemeyecektik. Hakeza atmosfer tabakası mevcut halinden çok daha ince olsaydı adeta gök kubbe başımıza çökecekti.
Su ekosisteminde ise malum okyanuslar, denizler, göller, akarsular, dereler vs. bir ilahi çevreyle ilgili planlamanın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bakın konuk olduğumuz dünyanın yaratılışına, Yüce Allah (c.c) yeryüzünü yaratırken kuzey kısmını güneyden yüksek olarak yarattığını görürüz. Besbelli ki kuzey suları bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle programlanmış. Zaten kutuplardan birinin eğimli olması sayesinde tıpkı bir demlikten bardağa çay aktarılmasında olduğu gibi aynen okyanuslar, denizler, göller, akarsular ve dereler arasında bağlantı alanları oluşup akma olayı gerçekleşmekte. Aksi halde hiçbir su ekosistemi kendine özgü akış koridoru oluşturamayacağı gibi kendine akma yatağı da bulamayacaktı. Derken küçükten büyüğe tüm su ekosistemi arasında bağlantı yollar kesilmiş olup bunun sonucu olarak da tüm canlı âlem ihtiyaçlarını gideremeyeceklerdi. Hakeza okyanuslar mevcut durumundan fazla değil 1–2 metre daha derinliklerde olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı ki; bu tamamen bitki hayatına soluk olacak kılcal damarların kesilmesi anlamında bitkilerin ölümü demek olacaktır. Şurası muhakkak; su ekosisteminin abiyotik bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmaktadır. Çökelti halindeki toprak ekosisteminin bileşenleri genellikle omurgasızlar grubundan saprofitler (çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını ise omurgasız canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği tabanlarının heterotrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla bir arada bulunmalarıdır. Nitekim karaların üst katmanının yüzeyini bitki ve ağaçlar oluştururken, su katmanın yüzeyini de okyanus, deniz ve tatlı su ekosisteminde olduğu gibi plankton topluluğunun bileşenlerinden ototrof fitoplanktonlar oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla ister adına kara üst katmanı densin, ister su katmanı densin hiç fark etmez sonuçta her iki üst katmanın tipik özelliği ototrof canlılara ev sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri ve fare gibi hayvanlar, sular da ise zooplankton ve balık gibi tüketici hayvanlar istifade etmekteler, böylece bizler de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz. Şöyle ki toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı bereketlendiriyorlar da. Sadece toprak altındakiler mi? Elbette ki hayır, Akbabalar ne güne duruyor, onlarda havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi temizlemekteler habire. Nitekim su altı dünyasına bir bakıyorsun büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda kendisinden büyük olana gıda oluyor. Derken karasıyla, havasıyla, ırmağıyla, deniziyle ve okyanusuyla dünyamızda kurt, kuş, böcek her ne varsa tüm canlılar topyekûn olarak birbirlerine yem olaraktan rızıklanmaktalar. İşte hayatın cilvesi bu ya, elbette ki birbirlerine yem olmak bir anlamda birbirlerinden istifade edip yardımlaşmak demektir. Nitekim canlılar arasında hem avlayan hem de avlanan olacak ki rızık dengesi sağlanabilsin. Dahası sıkça dillendirdiğimiz “Hayat yardımlaşmadır” sözü bunun böyle olmasını gerektirir. Zira arılar bir bakıyorsun çiçek çiçek dolaşarak bir ömür boyunca toplayacağı bir çay kaşığının 1/12 kadarı nektar balı toplamak için daldan dala konduğu bitkiden istifade ederek hayatını sürdürmekte. Sadece arı mı, hiç kuşkusuz i buna çoban eşliğinde gün boyunca meralarda beslenen tüm sığır, koyun, kuzu gibi nice ahır hayvanları da dâhildir. Sakın ola ki, ahır hayvanları da neyin nesi deyip dalga geçercesine gülüp geçmeyin. Düşünsenize o gülüp geçeceğiniz varlıklar nice kimyagerlere taş çıkartırcasına, hatta kimya fabrikalarının bile yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü dere, tepe, çay bayır demeden otlayıp hem yavrularını beslemekteler hem de insanoğluna ikram etmek için canhıraş koşturmaktalar. Hakeza insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi daha nice bilemediğimiz memeli grubundan hayvanlarda doğum yaparak yavrularını sütle beslemekteler. İşte bu nedenledir ki tüm memelileri birbirinden farklı özellikleriyle tanır ve bağrımıza basarız da. Zira aralarından bir tanesinin bile yok olması ekolojik dengenin bir anda rayından çıkması demek olacaktır. Malumunuz ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de aynen onun gibidir. Nasıl ki üretimle tüketim arasında dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elimine edilirse ekonomik istikrar hale geliyorsa aynen canlılar arasındaki üretici ve tüketici canlılar arasındaki ilişkilerde ne kadar dengeleri altüst edecek ortam şartları bertaraf edilirse bir o kadarda çevre problemleri azalacak demektir.
Ekolojik niş
Ekolojik niş organizmanın ekosistem içerisindeki duruşu demektir. Bir organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı zamanda ne yapacağıyla da ilgili de bir husustur. Bunu bir benzetmeyle ifade edecek olursak habitat canlıların yaşadığı adresi belirleyen ortam olarak addedilirken, çevreyle ilgili nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda ekolojik nişini teşkil eder. Nitekim ekolojik niş faaliyetine katılan her canlının gerek terleme yoluyla gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngüsü devaran eylemiş olur. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta, bu cenahtan mesela deniz suyu kara örtüsüne nisbeten çok daha atmosfere buhar transfer ederekten dikkatimizi celb etmekte. Hem nasıl dikkatimiz celb etmesin ki, baksanıza karaların buhar nisbeti topraktaki nem oranıyla sınırlı kalıp hatta bu oran denizin buharlaşma oranıyla mukayese edildiğinde %1 gibi çok düşük oranlarda güdük kalmaktadır diyebiliriz. Düşünsenize yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun kısmını okyanuslarda buharlaşıp tekrar aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğü artık bir sır değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir gerçekliktir. Böylece bu bilinen gerçeklik sayesinde bizde bu arada böylesi bir devridaimin bizatihi ekosistem döngünün ta kendisi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Ekosistem
Bitkilerin bütünü ‘flora’ olarak addedilirken hayvanların bütünü de ‘fauna’ olarak addedilir. Her neyse, ister adına flora densin isterse fauna, hiç fark etmez, sonuçta her iki alanda da hayatiyetlerini devam ettiren tüm bitki ve hayvanların bir arada oluşturdukları birliktelikler bir şekilde yaşadıkları çevre veya habitatıyla kontrol edilmektedir. Kontrol edilmeleri de gerekiyor zaten. Çünkü canlıların hemen hepsi ancak bulundukları ortamlarda çevreye uyum sağladıkları müddetçe hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Derken böylesi bir uyumlulukla hayvan, bitki ve çevre birlikte üçlü sacayağı oluşturmuş olurlar. Ki, bu üçlü sacayağı üzerine kurulu canlı varlıkların kendi sınırları dâhilinde tabiatla birlikte deveran eyleyen uyumlu olan döngü sistemine ekosistem adı verilmektedir. Hiç şüphesiz insan ise bu ekosistem içerisinde hayvanlardan farklı olarak Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş haliyle yerini alır. İşte bu nedenledir ki insanı da bu söz konusu ekosisteme dâhil ettiğimiz de tüm canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer olarak karşılık bulur. Nitekim biyosfer denen âlem adına uygun davranıp masmavi denizleriyle, koyu mavi okyanuslarıyla, bembeyaz kutuplarıyla, buzullarıyla, çölleriyle, ırmaklarıyla, ormanlarıyla vs. hala bugün olmuş gelinen noktada yıkılmadım ayaktayım dercesine hayat döngüsünde durmak yok yoluna devam etmekte de. Her ne kadar gelinen noktada yaşanılan hayat bir bakıyorsun durağan halde, bir bakıyorsun hızla değişim eğiliminde, bir bakıyorsun bozulma eğiliminde bir yapı görünümünde olsa da ta ki kıyamet kopana kadar bir şekilde hayatın devam ettiği gerçeğini değiştiremeyecektir. Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar ibret alsın”(Sad, 29) diye beyan buyurarak yarattığı kullara tüm âlemlerin döngüsünün deveranını sürdürebilirliğinin bizatihi küllü iradesine tabii olduğunu mesajını vermektedir.
Ekolojik faktörler
Bütün canlı cansız varlıklar bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı cansız varlıkların hayat devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik faktör denmektedir. Bu tariften de anlaşıldığı üzere çevreyle alakalı tüm etken unsurlar da başıboş değildir, etken unsurlarda külli iradenin kanunlarına tabiidir. Bu kanunlar genel itibariyle iki kategoride tasnif edilir:
1-Minumum Kanunu
Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından ortaya atılmış olup, kanun gereği ortamdaki esas maddelerden hangisi en az miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yüce Yaratıcının yarattığı bu söz konusu kanunun kendi hal lisanıyla anlayana der ki, Ey canlılar! Hayatta yaşayabilmeniz için elde avuçta almanız gereken besin kaynağınız minimum seviyelerde olsa bile mutlaka o maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentez sizin en büyük desteğiniz olacaktır. Gerçekten de öyle değil mi, fotosentez sistemi sayesinde bir bakıyorsun kazanılan hayat enerjisi tüm canlıların can simidi olmaktadır. Hem nasıl can simidi olmasın ki, baksanıza bitkiler aldıkları ışığın ancak yarısı kadarını yapraklarında ki yeşil tanecikli klorofil tanecikleriyle özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı olarak glikoza dönüştürüvermekteler. Tabii sadece bununla da kalınmayıp elde edilen glikozla da karbonhidrat, aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddelere çevrilmektedir. İşte görüyorsunuz başlangıçta bitki bünyesi içerisinde bir takım gerçekleşen değişim ve dönüşüm işlemleriyle elde edilen ürünün brüt miktarın bir kısmını bitki bizatihi kendisi için kullanmakta, diğer geriye kalanını ise heterotrof canlılara hayatlarını idame etmelerine yardımcı olmak içinde kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir depo edilen bu ürün brüt ürünün % 90’nına tekabül etmektedir ki, insanoğlu pratik hayatta kendi aralarında “Önce can, sonra canan” derken, bitkiler ise tam aksine ürettiklerinin büyük bir bölümünü kendi dışındakiler için “Önce canan sonra can” diyerekten üretmekteler. Madem öyle, insanoğlu da bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” için kendini adaması icap eder.
2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans kanunu)
Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum (uygun olan) şartlarda maksimum ve minimim tolerans değerlerinin sınırlarının dışına çıkmayacak şekilde ancak hayatlarını normal standartlar çerçevesinde hayatiyetlerini devam ettirebileceğini öngören bir kanundur. Hatta tolerans değerleri canlıların davranış içgüdüleriyle ve stresle olan ilişkisine göre de karşılık bulabiliyor. Şöyle ki; gerek bitkiler gerekse heterotrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların üst kademede bulunan canlılara nisbeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üst tabakadakiler beslenip moral bulmaktalar. Asla ortada memnuniyetsizlik söz konusu değildir. Tüm yaratıklar hayat yardımlaşmadır gerçeğinden hareketle ilahi kanuna tabii olaraktan belli bir program dâhilinde birbirlerine gıda olup hayat bulmaktalar da. Hayat bulurken de bu arada hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak ve ölmek olduğu gerçeği ile de yüzleşiriz. Derken ölümle sonlanan bir hayatın ardından bırakılan besin zinciri mirası nesilden nesile devrolunur da. Baksanıza konuk olduğumuz şu fani dünyada öyle bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeksizin toprak altında bakteriler tarafından parçalanıp ayrıştırılıp bir başka yaşayan canlı âleme gıda olabiliyor. Hadi diyelim ki çürümüş bedenler hayatta yaşayan bir canlıya gıda olmasa bile en azından çürümüş organların etrafa yayacağı ait pis kokuların toprak altı faaliyetleriyle bertaraf edilmesi bile az buz bir iş değil elbet, böylece bu sayede çevremiz korunmaya da alınmış oluyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) kullarına hitaben “Gerek diriler ve gerek ölüler için biz dünyayı toplantı yeri olarak kılmadık mı?” (Mürselât, 25) diye beyan buyurarak bu hususlara dikkatimizi çekmekte. İşte ayet-i celile biz aciz kullara adeta besin zincirinin ilk ayağını fotosentez kanuna tabii gıda maddesi üreten yeşil bitkilerin oluşturduğunu, ikinci ayağını bitkilerden beslenen canlıların oluşturduğunu, üçüncü ayağını ise her iki kanaldan da beslenen canlılar oluşturduğunu, derken en nihayetinde tüm canlı cansız varlıkların toplanacağı yerin toprağın kara bağrı olacağını bildirmektedir. Hatta bunların dışında gözle göremeyeceğimiz elle tutamayacağımız trofik zincirin dördüncü halkasını oluşturacak bir başka boyutta var ki adına berzah âlem mi, yoksa bekleme salonu mu ya da kabir âlemi mi denir, bilinmez ama böyle bir boyutun içeriği bizi aşacağından en iyisi mi biz aklımızın ereceği hususlara kafa yoraraktan satırlarımıza devam etmekte fayda vardır elbet.
Canlıların trofik kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyelerde seyreden hoşgörülülük sınırlarını aşmayacak şekilde hayat döngüsünün deveran eylemesi kanun gereğidir. Malum kanun gereği bu sınırlar aşıldığında enerji ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Yüce Allah’ın yarattığı Termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister istemez trofik (beslenme yapısı) zincirin her bir halkasında enerji kayıpları yaşanacaktır. Kaldı ki enerji naklinde sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla su (H2O) gibi etken unsurlarda dâhildir. Mesela sürekli olarak atmosferden yeryüzüne normal sınırların dışında yağışlar gerçekleşseydi ortalık sel seli götürüp ağaçları bile köklerinden koparacak şekilde tüm bitkiler, molozlar bir yerde yığın halde kümelenmesiyle birlikte oluşacak gaz birikimleriyle etrafı çok kötü kokular saracaktı. Neyse ki Yüce Allah (c.c) biyolojik nizamın devamı için kâinatın yaratılış öncesinden yarattığı ilahi program gereği yağmurun yağış miktarından tutunda güneşten yararlanılacak enerji miktarı gibi daha nice bir dizi Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda programlanmış kodlarla birlikte hayat programı yaratılışından bugüne dek yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz kâinat programının formatında insanında yaşayabileceği tek gezegen olarak da dünyamız seçilmiştir. Zira dünya insanın yaşayabileceği donanımda yaratılmıştır. Malumunuz diğer gezegenler ya çok sıcak ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nefes alınacak veya gıdalanacak bir hayat söz konusu değildir. Kaldı ki konuk olduğumuz dünyada sadece insan değil, diğer canlılar içinde programlanmış hayat söz konusudur. Dünyada zaman zaman bir takım olağan üstü felaketler cereyan etse de ya da bir takım olumsuz faktörler zaman zaman nüksetse de tüm olumsuzlukları bertaraf edebilecek yeteneğe sahip canlılar olabildiği gibi aynı zamanda yaşadıkları çevreye anında adapte olabilecek canlılar da çıkabiliyor. Ancak şu da var ki bu tip canlılar birinci transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde bazı olumsuz etken unsurların devreye girmesiyle birlikte sekteye uğrayıp aynı başarı sergilenemeyebiliyor. Bunun nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
-Bu tür canlılarda ardı ardına gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda tüketimine bağlı olarak enerji kayıpları söz konusu olabiliyor. Bu itibarla ekosistem içerisinde trofik zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmakta.
-Bazı canlılar bir takım etken unsurlara karşı son derece geniş toleranslı tavır sergilerken, bir kısım etken unsurlara karşıda kısmi tolerans duyarlılık sergileyebiliyor. Mesela yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına ve toprak nemine karşı daha geniş toleranslı oldukları gözlemlenmiştir.
-Yüksek toleransa sahip canlılar değim yerindeyse engin hoşgörü olmanın içgüdüsüyle bir bakıyorsun geniş sahalara yayılabilme özelliği ile dikkat çekebiliyorlar. Dolayısıyla geniş sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırları içerisinde manevra yapabilen bitkiler aynı zamanda daha gür bir şekilde gelişme kayd edip rekabet bakımdan da üstün konuma geçme avantajına sahip olabiliyorlar. Ta ki, optimal sınırların maksimum ve minimum sınır değerlerinde sapmalar nükseder o zaman rekabetten düşüp üstün avantaj konumlarını kaybedebiliyorlar. Değim yerindeyse elden ayaktan düşmüş halde kendi kabına çekilmiş konumda olacaklardır.
-Şayet bir canlı için hayatı öneme haiz optimum şartlardan mahrumsa biliniz ki o canlı için tolerans sınırlarını aşan engel bir durum ortaya çıkacak demektir. Nasıl mı? Mesela çayırlarda azot noksanlığı bir canlı için sınırlayıcı solma faktörü olarak karşı karşıya kalması bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine de bu durumun önüne geçmek için azot bakımdan fakir mera ve çayırlar susuz bırakmayaraktan solma faktörü kısmen önlenebiliyor.
-Canlılar sadece tek bir faktörün çekim alanının etki altısı altında değil birçok faktörün çekim etkisi altında hayatiyetlerin devam ettirmekteler. Tabii bu etken faktörlerin etkisi canlıdan canlıya değişmekte de. Keza bölge farklılıkları da öyledir. Nitekim her hangi bir bitki için hem fiziki faktörler hem de optimum şartlarda yetişeceği minimum ve maksimum tolerans değerleri bölgeden bölgeye değişebiliyor. Mesela çay, fındık gibi mamuller Karadeniz’e özel has bitki toplulukları olup başka bölgelerde yetiştirilmeye çalışılsa da aynı verimliliği ve tolerans değerini sürdürebilirliği pek mümkün gözükmemekte.
-Ekolojik tolerans bakımdan sınır değerleri geniş olan canlılar ekseriyetle her habitat ortamında boy verebiliyor, malum toleransı kısıtlı olan canlılar ise bir araya gelip birliktelikler oluşturduklarında ancak bulunduğu habitata sadık kalabiliyorlar. Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bu türlere Karadeniz’de pek rastlanmaması bunun tipik örneğini teşkil eder.
-Çevre faktörleri canlıları sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak tezahür etmekte. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır.
Yine toleransla ilgili vereceğimiz bir başka örnekte böcek ve bitki ilişkisine baktığımızda bir bakıyorsun böcekler daldan dala konduğu birbirinden güzel rengârenk renk çiçeklerin adeta cazibesine kapılaraktan konduğu bitkinin tolerans cazibesine muhatap kaldıklarını görürüz. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgisini çekmiyorsa çokta dert değil, bu kez etrafa salacakları misk kokular sayesinde tekrardan kendilerini çekim merkezi konuma getirebiliyorlar. Böylece ister renk cazibeliyi, isterse koku cazibeliyi olsun hiç fark etmez sonuçta böcek ve çiçek ilişkisinin doğurduğu işbirliği sayesinde bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu ya, hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu kez rüzgârlar ne güne duruyor, yani tohumunu taşıttırmak için vasıta kılıp, böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşebiliyor. Hatta bir kısım bitkiler de var ki, bir bakıyorsun hiç bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışaraktan bile tohumlarını uzak diyarlara aktararaktan döllenme hadisesini gerçekleştirmekteler. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir.
Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları
Bir bitki türünün belirli bir coğrafi alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama genetik olarak uyumlu türlerin oluşturduğu biyotipler; ekotip veya ekolojik ırk olarak addedilirken mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik yatkınlığı olmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası muhakkak hangi ekotip ya da hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta Allah’a çok şükürler olsun ki yaşadığımız bu gezegende başta aş, su ve enerji vs. olmak üzere her ne ararsan diyebileceğimiz türden tüm canlıların ihtiyaçlarını giderecek her şey fazlasıyla var zaten. Nitekim toprak altında ki mikro canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nisbetinde bulunan karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanlara ise gıda olarak ekseriyetle bitkiler olmakta. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne varsa tüm canlılarla beslenebilen varlıktır. Kaldı ki tüm canlılar ister etçil olsun ister otçul olsun isterse her ikisinden olsun hiç fark etmez sonuçta ihtiyacını karşıladığı tüm gıdalar inorganik maddelerden oluşmakta. Ki, bu inorganik maddeler arasında bilhassa an hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm canlılara hayatiyet kazandıran maddelerdir. Kelimenin tam anlamıyla biyolojik hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda ve belirli sıcaklık şartlar altında bir araya gelmesiyle hem hayat bulmaktayız hem de hayatın dengesi sağlanmakta. Dikkat edin denge dedik, niye derseniz tabiatın denge ayarlarıyla oynandığında başımıza nice felaketlerin geldiğini tüm insanlık olarak görüp geçirdiğimiz için elbet. Dolayısıyla bitkinin doğal ortamına etki edecek tüm ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Nitekim bu söz konusu ekolojik faktörleri genel anlamda sıraladığımızda:
-Isı faktörü,
-Su faktörü,
-Işık faktörü,
-Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) gibi birkaç faktörün devreye girdiğini görürüz.
Isı faktörü
Hiç kuşkusuz hayatın temelinde enerji vardır, enerji olmadan bir yaprağın bile kıpırdamayacağı muhakkak. Ancak şu da var ki enerji de başıboş değildir, cana can katmasına rağmen enerjide başlı başına kanuna tabiidir. Nitekim enerjiyle aklınıza gelebilecek her türden oluşumların dayandığı veya tabi olduğu kanun termodinamik kanunu olarak karşılık bulmakta. Mesela bitkiler için yetişme yerinden ziyade ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık veya temparetür denmesi bu kanunun temel öğesi olması dolayısıyladır elbet. Bilindiği üzere canlılar tarafından kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmuş gibi gözükebiliyor. Oysa ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Böylece tekrar açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurarak aynı döngü devam etmekte de. Zira yeniden enerji kazanmanın birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenledir ki enerjinin mevcut durumdan değişikliğe uğrayarak farklı bir konuma geçmesi olayı termodinamiğin birinci kuralının yerine getirilmesinin sonucu bir konumlamadır. Nasıl ki kütle ve enerjinin korunumu kanunu gereği madde biçim değiştirdiğinde o madde sil baştan yeniden eski konumuna dönmediği gibi dönüşen maddede yok olmamaktadır, bilakis enerji halde ya buharlaşmakta ya da tabiatta işleyen pek çok döngü mekanizmalarının içerisinde moleküler düzeyde döngü halde işlev görmektedir. Yani bu demektir ki, buharlaşıp kaybolduğunu sandığımız pek çok madde işleyen enerji madde dönüşüm döngüsü içerisinde devri daim yaparaktan bir şekilde termodinamiğin birinci kanunuyla koruma altına alınmakta. Öyle ya, madem tabiatta hemen her şey değişikliğe uğramasına rağmen Yüce Allah’ın yarattığı korunma kanunuyla koruma altına alındığına göre o halde şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki termodinamiğin temel kanunları aslında bize tabiatın kendi kendini yaratamayacağı gerçeğini de kendi hal lisanıyla söylemiş olmaktadır. İnsanoğlunun buradaki katkısı kanun yaratmak değil, sadece yaratılmış olan kanunun keşfetmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz mutlak manada kanun koyucu yüce Allah’tır, bunun dışında iddiada bulunan (haşa) kendisini Yaratıcı konuma koymak olur ki, bu noktada böylelerine bize Allah hidayet versin demekten başka elimizden birey gelmez de. Oysa biz biliyoruz ki Yüce Allah’ın yarattığı kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik hiç bir şey de israf olmamakta. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında azot olmakta, petrol olmakta, mineral olmakta ya da bir başka canlıya gıda olmakta. Nitekim söz konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından (saprofitlerce) ayrışmaya tabii tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir.
Peki ya Termodinamiğin ikinci kanunu ne işe yarar derseniz, malum ikinci kanun enerjinin kaybolması manasına gelip termodinamiğin birinci kanununun tam aksine korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbirinin yaşanmadığı bir kanundur. Kelimenin tam anlamıyla ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte entropinin artacağını öngörmektedir. Dahası değim yerindeyse mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını bize kendi hal lisanıyla bildirmektedir. Hakeza ikinci kanun bize yararlı bir iş yapmak adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, hatta ve hatta iş gücünün azalacağını da hal lisanıyla bildirmektedir.
Evet, eşyanın da kendine has dili vardır. Sakın ola ki eşyada konuşur mu deyip kanun manun tanımazlık yapmayalım. İşte görüyorsunuz ikinci kanun bize hal lisanıyla başlangıçta orijinal olan her ne varsa bir şekilde zaman içerisinde rotasının bozulma yönünde tezahür edeceğini bildirmekte. Kaldı ki, her şeyin bir yükselişe olduğu gibi düşüşü de olmakta. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi artarak çürümeye yüz tutup vücut sistemi en küçük parçalara ayrışmasıyla birlikte orijinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi madde de enerjisi halinde uzaklaşıp eski haline geriye dönmeme işlemi gerçekleştirmektedir. Bu tıpkı sobadan etrafa yayılan duman ve ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi benzer bir durumun ta kendisi geri dönmemektir. Tabii burada sözü edilen kaybolma mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçiş manasına ortadan kaybolmaktır bu. Bilindiği üzere transformasyona giren herşey özüne uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta, soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının sabit kaldığını, ancak entropinin artmasına bağlı olarak mekanik ve termodinamik yönden ısı kayıpların yaşanması veçhiyle sayıca değiştiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total halinden değişikliğe uğramamakta, sadece mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene sahip yapısını korusa da bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var olan enerji işe yaramaz halde ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şu iyi bilisin ki kâinat kendi kıyametini yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan başkası değildir.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri sağlansa da bu demek değildir ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam edecektir. Baki olan sadece Allah’tır. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok unsur Yaratıcının dışında her şeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık, nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne su, ne de toprak tek unsur olarak canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınların belirli bir kısmı bir şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olabiliyor. Şöyle ki;
-Atmosfere geri verilerek,
-Toprağın alt tabakalarına iletilerek,
-Toprağı saran hava tabakaları arasında alışveriş şeklinde,
-Toprak nemli ise buharlaşma ısısı şeklinde,
-Doğrudan ısınma şeklinde,
-Yansıma şeklinde tezahür etmekte.
Dünya sathında hayat denen yolculuğun devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle birlikte Nuh tufanına benzer bir durumla sulara gark olup haritadan siliniverecektir. Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en bariz gösterge çizelgesi güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin yaydığı radyasyon enerji miktarı güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabitesi ölçümleri atmosferin dış kısmında 1cm2’lik (bir santimetre karelik) dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir. Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu radyasyonlarını %100 birim olarak kabul edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya) yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir. Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi allak bullak olacaktır. İşte görüyorsunuz ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis canlı cansız varlık her ne varsa herkesim kendi payına düşeni alıp hayat yolculuğuna devam etmektedir. Derken ışığın %1,5 oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları tarafından emilmekte, geriye kalan % 25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri % 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır) yeryüzü için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar olarak sahne almaktadır. Ayrıca ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer tabakası) tarafından emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki; direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp akabinde toprağın bağrından yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre de yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine fazlasıyla yetecektir.
Isının alt tabakalara geçişi
Yüce Allah (c.c) yeryüzü sathını kuruluk oranı ve soğukluk oranını belli bir ayarda yaratmıştır. Belli ki kuruluk oranı olması gerekenin dışında gelişi güzel boyutlarda olsaydı bir anda dengeler allak bullak olup yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak demektir. Hatta bir toprağın ısı geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın maksimum seviyeye ulaştığı ‘tepe noktası inversion’ olarak tanımlanırken, bunun tam aksine alt seviyede yer alan değer de ‘yer iniversin’ olarak tanımlanır. Nitekim ıslak topraklar ışığı aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı iletmektedir.
Isı tekrar atmosfere geri verilmez
Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma) şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi söz konusudur ki, bu faktörleri özetle şöyle sıralayabiliriz de:
a-Havanın nem miktarı
Bilindiği üzere güneş etkisiyle yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma) dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi gibi bir probleme zemin hazırlamakta. İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Yüce Allah; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) diye beyan buyurduğu ayeti celilenin mana ve ruhunun idrakiyle tabiat dengesinin başlı başına büyük bir nimet olduğunun farkına varırız.
b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma durumu
Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, akabinde su damlacıklarına dönüşür ve en nihayetinde dolu hale bürünür ki bu zincirlemesine gelişen oluşuma bulut denmektedir. İyi ki de bulut gibi doğal şemsiyemiz var. Hele bilhassa bulutların üst tabakası öyle muhteşem donanımla donatılmış ki, bir bakıyorsun güneşten gelen ışınları kendine has manevrasıyla uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne geçmektedir. Hiç kuşkusuz bulut bu manevrasını yaparken, yani yansıta bilirlik anlamında albedo görevi üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engellerde yansıyan ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Malumunuz açık çayırlarda hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre alberdo oranı yüksek seviyelerde seyretmektedir. Hakeza kar yüzeyleri de öyledir.
c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu
Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kışın müjdecisi kar beyaz tanelerin marifetiyle gerçekleşen bir değer ölçüsüdür. Toprak taneleri öyle değil elbet, Nitekim söz konusu yansıma ölçüsü kuru toprakta % 15–40, çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında vuku bulmaktadır.
d-Işınların yüzey durumu
Bilindiği üzere ıslak toprak kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla ısıyı iletme kabiliyetiyle donatılmıştır. Mukayese yaptığımızda mesela iletim kabiliyeti az olan topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri atmosfere iade edilebildiklerini müşahede ederiz. Derken geceleri toprak yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit oluruz.
Toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı alışveriş durumu
Toprak nedir diye sual edildiğinde hiç kuşkusuz taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde ki örtü tabakasına toprak denildiği herkesin malumu bir tariftir. Tabii tariften ziyade bizi daha çok toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı faaliyetleri daha çok meraklandırıyor dersek yeridir. Öyle ya madem litosfer tabakası toprak örtüsüyle kaplı, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın var olup olmadığı merak etmek son derece gayet tabii bir durumdur. Hiç kuşkusuz merak ettiğimiz o donanım var zaten. Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalarla birlikte hafif veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzandığı artık bir sır değil. Derken bu tabakalar arasında ısı alışverişi sayesinde ısı dengelenmiş olur. Bu arada ısı alışverişi bize aynı zamanda toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Böylece bu hatırlamanın akabinde toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik yüklenmiş nizami enerjinin farkına varmış oluruz.
Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı
Hiç kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneş sayesinde gerçekleşen bir hadisedir. Güneş ışınlarının toprak yüzeyinin ısındırmasına paralel olarak buharlaşmayla birlikte ister istemez nem oranı değerleri de değişebiliyor. Yani bu demektir ki toprağın ısı geçirgenliği ve kendine has özel ısısı azaldıkça o nisbet de toprak ortamı daha da fazla ısınmaktadır. Keza bir yandan toprak tarafından emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak yoğunlaşmış bir halde çekirdek oluşturabiliyorlar. Derken buharlaşan nem ve yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulutlaşmanın tüm fiziki şartlarının tamamlanmasıyla birlikte yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise yeryüzü sathından geri dönen uzun dalga boylu ışınlarının havadaki nem sayesinde yutulup arta kalanının ise uzaya salınması olayıdır. Her ne kadar bu olay bize sıradan bir faaliyet gibi gelse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, tam aksine bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesinin ta kendisi bir hadisedir. Zira Yüce Allah (c.c) “Göğü o yüceltti ve dengeyi koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta.
Vesselam.

EKOSİSTEM
SELİM GÜRBÜZER
Kutuplarda yaşayan hayvanların hemen hemen hepsinin beyaz renge bürünmesi onların korunmasına yönelik armağan bir zırh olsa gerektir. Dahası penguenlerin o buzlar ülkesinde 800 kilometrelik yolu göze alarak onca harcadıkları enerji kaynağının neye dayandığı bizim için bir sır perde olsa da sonuçta kar tipi demeden yavrularını doğurmak için yola çıkıyorlar ya, bu yetmez mi? Elbette ki kar beyaz doğum için yeter artar da. Zira kutlu doğum için kat edilen yürüyüştür bu.
Bir ayı balığı düşünün ki buzullarla kaplı Antarktika kıtasında yaşamakta, hiç kuşkusuz yaratılışında vücudu korunmaya alınmasaydı ne mümkün ki o kıtanın bumbuz soğuk sularına dalabilsin, yani dalamayacaktı. Besbelli ki o balığı yaratan Yüce Mevla vücudunda ısı ayarı yapan otomatik bir termostat donanımla yaratmış. Nitekim öyle de.
Çekirge deyince akıllara düşen hiç kuşkusuz tarlaları istila eden mahlûkat olmaları yönüyle tanımamızdır. Bazen öyle olur ki onları senelerce görme imkanımız kalmaz, nedeni besbellidir, bu süre zarfında larvalarıyla toprağın derinlerinde kendilerini kamuflaj etmek içindir. Yine de biz onları senelerce göremesek de sonuçta hafızamıza istilacı mahlûkatlar olarak kazıdık ya, bir daha asla varlıklarını unutmayız.
Dünyanın çeşitli ekosistemlerinde yaşayan canlı örnekleri bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Yine bir başka ilginç örnek ise Amerika’nın doğusunda çok sayıda geyik türünün avcıların kıyımına maruz kaldığı halde hala neslini devam ettiriyor olmalarıdır. Her ne kadar canlı cansız varlık âleme bilinçsizce gelişi güzel müdahaleler hız kesmese de kâinatta öyle mükemmel bir ekosistem kurulmuş ki tıpkı bu geyik türünde olduğu gibi pek çok canlı türü adeta ''Yıkılmadım ayaktayım” dercesine kökümüzü kurutamazsınız mesajını verebiliyor. İşte bu ve buna benzer örnekleri çoğalttığımız da ister istemez biyolojinin bir alt dalı olan ekoloji biliminin sınırları içerisine girdiğimizi fark ederiz. Öyle ki gerek hava kirliliği, gerek zaman zaman etrafımızın siyahımsı dumanla kaplı sis perdesine bürünmesi gerekse nükleer santrallerin etrafa saçtıkları insan sağlığını tehdit eden radyasyon yayılımı gibi olaylarla alakadar olaraktan adından söz ettirmektedir.
Evet, ezelden buyana kurulu olan eko sistemi sadece çevre bilimciler değil tüm insanlıkta gün boyunca soludukları havadan da önemini fark etmiş durumdadır. Hem nasıl fark edilmesin ki, nefes alıp verdiğimiz hava sayesinde tüm hücrelerimiz oksijenlendiği gibi tüm vücut metabolizmamız işleyiş halede gelebiliyor. Nitekim akciğerlerimize çektiğimiz temiz havanın kanımızı pırıl pırıl temizlenmesi bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Bilindiği üzere jeolojik zaman içerisinden süzülüp milyonlarca yıl hazırlığın sonucunda yeryüzü üzerinde dağlar yükselmiş ve bu arada depremlerle çalkalanan dünyamız nice badirelerden geçtikten sonra üzerinde çatlaklar oluşmuş, derken yüksek tepeler meydana gelmiştir. Hatta dünyamız birçok tufan hadiseleriyle ufalanıp parçalanmış, akabinde yer kabuğu üzerinde üst üste katmanlar teşekkül edip birtakım kara parçaları su altında kalmıştır, Eski kıtaların meydana getirdiği kum tabakaları ise okyanusların dibinde adeta ince tül örtü oluşturmuştur. İşte dünyamız tüm bu olağan üstü geçirdiği doğal afetlere rağmen bir bakıyorsun hayat denen iksir bir şekilde yoluna devam etmekte. Tabii afetler ilk bakışta hiç arzu edilmeyen olağan üstü bir durum olsa da, öyle olağan üstü hadiselerde vardır ki bizim şer gördüklerimizin altında hayırlara vesile olan durumlar ortaya çıkarabiliyor. Nitekim bugünkü ormanlar, kömür yatakları, gaz ve petrol kaynakları dünyamızın yaratılışından bugüne geçirmiş olduğu bir takım olağan üstü tabiat olaylarının ortaya koyduğu hammadde kaynaklarımızdır. Kaldı ki tüm dünya sathı olağanüstü gelgitlerden geçse de halen bugün olmuş yeryüzümüz tüm canlıların ana rahmi olmaya devam etmekte. Bu ana rahminde her organizma türünü gruplandırdığımızda bunu popülasyon olarak niteleriz. Böylece grupladığımız her popülasyon canlı toplulukların kendi aralarında ki oluşturdukları birliktelikler anlamına gelen community (organizmalar toplumu) gerçeğiyle yüzleşiriz. Esasında her türden organizma toplukları yeryüzü sathında birbirlerine göbekten bağlıdırlar. Nitekim bir orman alanı düşünün ki, kuş, böcek, bakteri ve memeli hayvanlardan yoksunsa o ormanın hiçbir anlam ifade etmez, hem kaldı ki bu söz konusu unsurlardan yoksun bir ormanın uzun süre ayakta kalması imkânsız gibi bir şeydir. Üstüne üstük birlikte yaşamak denen hadise kâh yardımlaşma kâh kâinat dengesinin korunması adına var oluş veya yok oluş mücadelesi tarzında tezahür etmektedir. İşte bu noktada ekolojistler dünyanın yaratılışından bugüne bir takım olağan üstü hadiseler eşliğinde hiç duraksamaksızın işleyen ekosistemin sırlarını çözmek için habire çırpınıp durmaktalar. Çırpınmaları da gerekir zaten. Zira makro ve mikro âlemde o kadar merak edilecek birçok olaylar zinciri var ki, doğrusu ilim uğruna çırpınmaya değer de. Öyle ya, şimdi gel de merak etme:
-Bir bakıyorsun bazı aynı cins ağaçların bir kısmı su kenarlarında boy verdikleri halde bir kısmı da etli tohumlara sahip olmadıklarından veya başka sebeplerden olsa gerek kurak ve güneşli alanları mesken tutabiliyor.
-Yine bir bakıyorsun bazı kuş türlerinin park bahçelerine gruplar halinde konmadıklarını, daha çok boş arazilere konduklarını merakla gözlemleyebiliyoruz.
-Yine mesela yavru ördeklerin güzün kendilerine rehberlik eden herhangi bir eğitmen olmadığı halde kendiliklerinden bir araya geldikten sonra belirli bir hedef doğrultusunda göç uçuşuna çıktıklarını merakla gözlemleyebiliyoruz.
-Yine bir bakıyorsun zirai mücadele adına güvelere yönelik ister ilaç kullanılsın veya kullanılmasın ansızın ortadan kaybolduklarını gözlemleyebiliyoruz.
-Yine bir bakıyorsun algler için hem besinlerin akan suyun karşında eşit olduğu hem de ışık şiddetinin dönüşümlere uğradığı nehirler ideal bir ortam olduğunu merakla gözlemleyebiliyoruz. Gözlemleyemesek de ekolojistler bu durumu çoktan gözlemleyip tespit etmiş durumdalar. Hiç kuşkusuz ekolojistler tabiatta ki bir takım oluşumları gözlemlerken de sebep netice ilişkisinden hareketle bilimsel verilere ulaşmaktalar. Zaten verilere ulaşma çabası kâinat ekosistemin bir büyük laboratuvar olduğunu göstermektedir.
Ekosistem içerisinde yer alan canlı cansız varlıklar icabında kendi artık döküntülerinden bile istifade edebiliyor. Bu tür istifade için mıntıka temizliği gibi bir şey dersek yeridir. Zaten kurulu ekosistemden istifade edilecek mekanizmalar olmasaydı değim yerindeyse her bir canlı ben ekosistem filan tanımam deyip kendi başına buyruk kesilecekti. Böylece kabından çıkıp çevreyi istila etmeye kalkışmalarıyla birlikte ekosistem çökmüş olacaktı. Dünyanın yaratılışından bugüne ekosistem tam takır çalışıyorsa biliniz bu ilahi güç tarafından ototrof ve heterotrof canlılar arasındaki ilişkilere ince bir ayar çekilmenin neticesi bir tamtakır çalışmadır bu. Mesela çekirgelerin ekosistem içerisinde diğer canlılar tarafından otokontrole tabii tutulmaksızın istilasına göz yumulsaydı bitki âleminden söz edemeyecektik. Belli ki ototrof canlılarla heterotrof canlılar arasında da bir otokontrol sistemi söz konusudur.
Bilindiği üzere kendi kendine beslenen ve kendi besin kaynağını üreten canlılara ototrof canlılar olarak addedilirken ototrof canlıların ürettiklerinden beslenen canlılar ise heterotrof canlılar olarak addedilirler. Heterotrof canlılar daha çok dışarıdan aldıkları maddeleri sentezleyerek yeni bir bileşene dönüştürmekle mahir canlılardır. Ototrof canlılar da enerjisini güneşten karşılamakla beraber büyük ölçüde üretici konumlarını koruyabilen varlıklardır. Bu arada karadaki üreticilerin kahır ekseriyeti köklü bitkiler oluşturmaktadır. Suda ki üretici konumda olanlar ise daha çok mikroskobik düzeyde fitoplankton (fito=bitki, plankton=yüzen) gibi yüzme kabiliyeti olan bitki türleri olarak dikkat çekerler. Bilhassa bu türler arasında üretici yönüyle su altında en çok çeşitlilik yönünden dikkat çekense diatomlardır.
Ekosistem başta element düzeyinde abiyotik temel maddeler olmak üzere ototrof ve heterotrof canlıların birlikte oluşturdukları fiziki şartlarda buna dâhil olmak üzere çok geniş alanı kapsayan bir sistem üzerine kuruludur. Malumunuz abiyotik maddeler ekosistemin kapladığı alan üzerinde inorganik ve organik maddeler olarak ekosistem içerisinde yerini alırken üretici ve tüketici konumda canlılar ise bu alan üzerinde ototrof ve heterotrof bileşenler olarak yerini alır. Tüketici konumda grupların büyük ölçekte kapladığı alan sırasıyla insan, omurgalı canlılar ve kara ekosistemin en yüksek düzeyinde yer alan kuşlar oluşturmaktadır. Küçük ölçekte tüketici gruplardan ise bu alan içerisinde omurgasızlar sınıfından bilhassa saprofit (çürükçül) cinsinden bakteriler ve mantarlar en dikkat çeken gruplar olarak göze çarpmakta. Yine de bakmayın siz öyle onların küçük gruplar olarak söz edilmelerine, bir bakıyorsun boyundan büyük işlere karıştıkları bilinen bir gerçekliktir. Nitekim saprofitlere bir bakıyorsun ölmüş protoplazma ve döküntüleri parçalayıp ayrıştırmakla kalmayıp birde üstünü üstük ayrıştırdıkları ürünleri tüm canlıların istifadesine sunmakla boyundan büyük işlere mührünü vurmakta. Mesela Fransız tabiat bilgini Jean Henri Fabre’nin dikkatinden kaçmayan bir başka daha tipik bir böcek örneği daha vardır ki, o da boyundan büyük işlere mührünü vuracak derecede adına gönüllü çöpçüler dediği Nicrophorus (burying beetle) böceğinden başkası değildir elbet. Ki, bu söz konusu böcek hayvan leşlerini büyük bir ustalıkla toprağa gömerek tırtıl devresindeki yavrulara protein bakımdan zengin besin kaynağı sunmakla meşhur bir böcek türüdür. Ve bu böcek türleri hem çevre temizleyicileri olarak hem de gübre böcekleri olarak adından söz ettirmeleriyle meşhurdurlar.
Anlaşılan o ki; tabiatta muazzam bir ekosistem döngüsü işler haldedir. Bu döngü sayesinde her türlü israfın önüne geçilebilmekte de. Tüketilen her zerrenin mutlaka bir geri dönüşü (recycying) olduğu gibi kendi kendini yenilemesi de (regenerasyon) söz konusudur. Mesela süt çocuğu ailesine ait Dischidia türü bitkiler kullanılmış suyu tekrar kullanım haline getiren bir kabiliyete haizdirler. Özellikle yapraklarının tepe üstüne yağan yağmur suları elektrostatik bir çekim gücü sayesinde bir bakıyorsun su damlacıkları bağıl bir şekilde asılı halde kalabiliyor. Böylece bu sayede böceklerin bu baloncuk haldeki asılı duran bağıl su damlacıklarına düşmesi neticesinde oluşan çürümüş artık maddeler bitki için iyi bir besin kaynağı olmakta. Mesela yine adından havayı temizleyen çiçekli bitkiler olarak söz ettiren Bromeliad türü bitkiler ise bir bakıyorsun su ihtiyacını pulları vasıtasıyla havadaki nemden ve geceleri oluşan sis damlacıklarından gidererekten aylarca solmayan çiçek haliyle hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Hatta nemsiz kuru olduklarında da kindel aracılığıyla filizlenip yeniden kendini üretebiliyorlar. Keza bir başka süs bitkisi olan orkidelerin köksüz olanları da öyledir. Köklü olanlarsa köklerini ağaca tutunmak için kullandıkları gözlemlenmiştir. Her neyse anlaşılan o ki çöl bitkilerinin yıllarca susuz bir halde nasıl ayakta kalabildiklerinin sırrı bu ve buna benzer bitki türlerinin genetik yapısında kodludur.
Genellikle tabiat döngüsü hidrolojik ve biyolojik döngü ana başlığı altında incelenmektedir. Gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur damlaları ister gök kubbeden bardaktan boşalırcasına yağsın isterse kar taneleri halde, hiç fark etmez. Sonuçta her iki halde de su molekülleri şeklinde tüm canlıların ihtiyaçlarını karşılayaraktan biyolojik döngü sağlandığı gibi buharlaşma, terleme vs. yoluyla da atmosfere tekrardan geri dönerekten hidrolojik döngü sağlanmış olur. Kelimenin tam anlamıyla tabiatta bir taraftan su eksilirken diğer taraftan da tabii olduğu ekosistemin çarkları içerisinde eksikliğini tamamlayıp böylece bu muhteşem döngü sistemi hiç aksamaksızın yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz bu döngü sistemin buharlaşma hadisesinin işleyişinde birinci derecede güneş faktörü etkin rol oynarken ikinci derecede deniz ve okyanuslar etkin rol oynamakta, üçüncü derecede ise karalar etkin rol oynamaktadır. Aynı şekilde buna benzer hadiseleri organizmamızın temel taşlarını oluşturan hidrojen, oksijen, kükürt ve azot dörtlüsünün oluşturduğu döngü sistemlerinde de pekâlâ görmek mümkün. Nitekim fotosentez hadisesi sayesinde bir bakıyorsun su, oksijen ve karbonun birlikte oluşturduğu döngü sistemi hayatımıza can katmaktadır. Fotosentez olayında açığa çıkan oksijen serbest halde ekosisteme dâhil olduğunda ise bir bakıyorsun tüm canlı âleme bir nefes sıhhat soluk olunmakta. Malumunuz bu noktada fotosentez kanununa tabi bitkiler ekosistem içerisinde oksijen üretmek için vazifelidirler. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz havadan aldıkları karbondioksit ve kökleriyle aldıkları su ve güneşten gelen ışığı yapraklarındaki klorofille özümleyip neticesinde karbonhidrat (besin) ve oksijen üretmekle elbet. Derken bitkilerin ürettikleri oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları vücudunda yavaş yanma denen metabolik mekanizmalarla (yapım yıkım işlemlerle) yakaraktan dışarıya karbondioksit gazı halinde atmosfere salıverirler. Fotosentez formülünden de öyle anlaşılıyor ki ‘insan-bitki-hayvan’ arasında nefes alıp verme şeklinde cereyan eden bir dizi reaksiyonlar neticesinde ortaya tüm canlılar için hayat enerjisi doğmaktadır. İşte hayatımıza giren bu enerji tüm canlıların kullanacağı şekilde tek yönlü entropi kanunuyla kendini hissettirir de. Düşünebiliyor musunuz ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevriliyor, oradan da hayat enerjisine dönüşmekte. Bu demektir ki ışık bir bitki bünyesine girmeye dursun bir anda tüm canlı âleme karbonhidrat gıda olmakta ve oksijenin serbest olarak açığa çıkmasıyla birlikte de bir nefes sıhhat olmaktadır. Üstelik serbest salınan oksijen arz tarafından yutulmaz da. Zaten yutuluyor olsaydı hayat enerjisinden asla söz edemezdik. Baksanıza tabiatta tüm mühendislik hesapların üstünde öyle kurulu mükemmel bir ekosistem işler haldedir ki, bir bakıyorsun hem hidrojen alınımı vuku bulmakta hem oksijen üretilmekte, hatta bu arada karbondioksitte boş durmayıp su molekülünden ayrışan oksijen için alıcı rol konumuna girip icabında karbonhidrat bileşikleri oluşturabiliyor. Derken üretilen bileşikler hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılmakta. Her şeyden öte fotosentez hadisesinde de belirttiğimiz gibi karbondioksit suyla girdiği reaksiyonda bizlere glikoz şeklinde besin kaynağı olmakta ve solumamız içinde oksijen şeklinde hayat enerjisi olmakta. Hakeza ekonomik yönden de kâğıt olmaktadır. Zira 1 ton kâğıt için 250 m3 (metre küp) suyun gerekliliği bunun bir teyididir zaten.
İşte görüyorsunuz bitki görünüş bakımdan bir ağaç, ya da bir çimen veya bir ot gibi bize gözükse de, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Asıl maharet bitki içerisinde konumlanan kloroplastlar sayesinde hava ve suyun özünde bulunan en temel üç element olan karbon, hidrojen ve oksijenin sentezlenmesindedir elbet. Düşünsenize bitkiler tarafından üretilip serbest olarak salınan oksijenle bir anda atmosferimiz temiz havaya bürünmek suretiyle teneffüsümüz sağlanabiliyor. Tabii tüm bu anlatılanlar bunlarla sınırlı değil, işin içinde birde hücre boyutu kısmı var. Şöyle ki; hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılarak bir başka türden enerji kaynağının varlığına da şahit oluruz. Yani bitki ve hayvanların artıklarından oluşan karbon maddesi ve ölen canlılardan açığa çıkan azot, karbon ve kükürt ihtiva eden maddelerin aerobik oksidasyonla atmosfere karbondioksit saldıklarını gözlemleriz. Bunun sonucu olarakta karşılığında aerobik döngü içerisinde yer alan amonyak ilk evvela nitriğe dönüşürken, nitriğin ise nitrata dönüştüğünü müşahede ederiz. Ve kükürtlü hidrojenin de oksitlenerek sülfata dönüştüğünü, derken atmosferdeki azotun nice canlılara gıda olup böylece tabiat ekosistem döngüsünün tamamlanmış olduğunu idrak etmiş oluruz. Madem tabiat döngüsünün nasıl işlediğini idrak eder olduk, o halde yaşadığımız ekosistem kaynaklı hayatın aynı zamanda mükemmel hayat kimyası bir laboratuvar olduğunu da idrak etmiş olmamız icap eder.
Canlıların büyük çoğunluğu havaya ihtiyaç duysalar da anaerob bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılar oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin metabolik faaliyetlerle parçalanıp ayrıştırılmasıyla karşılarlar. Keza bir kısım ototrof bakterilerde enerjilerini birtakım kimyasal reaksiyonlar neticesinde temin ederler. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşmesiyle oluşan enerji bu kabilden enerji olup, ayrıca bu enerjik durum glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla birlikte mayalanma ürünlerini de beraberinde getirir. İşte görüyorsunuz oksijensiz bir ortam da bile birçok kimyasal olaylar gerçekleşebiliyor. Nitekim aneorobik bir bir ortamda kimyasal bileşiklerden karbon metan gazına dönüşürken, sülfatlar sülfüre, nitratlarda amonyağa dönüşmektedir. Üstelik oksijensiz ortamda tüm bu kimyasal reaksiyon dönüşümler vuku bulurken arkalarında en ufak bir kirlilik bırakmaksızın gerçekleşmektedir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bilhassa askerde sıkça dillendirdiğimiz mıntıka temizliği denen hadise bu olsa gerektir. Fakat hızlı sanayileşmeyle birlikte kara, hava ve deniz trafiğinin saçtığı zehirli artıklar her geçen işleyen ekosistemi rayından çıkaracak derecede kırmızı alarm verir hale gelmiştir. Şayet tüm dünyada topyekûn bir çevre bilinci oluşmadığı sürece mesela bir bakmışsın deniz kirliliği denen hadiseyle birlikte en önemli protein kaynağımız olan balıkların toplu ölümleriyle karşı karşıya kalacağız demektir. Hele böylesi vurdumduymazlık ve işgüzarlıkla işler rayından çıkmaya bir görsün yine bir bakmışsın sürekli asit yağmurlarına maruz kalan ormanların heba olmasıyla birlikte yeşil sahaların çölleşeceği ve yeraltı zenginliklerinin tükeneceği, aşırı şehirleşmeyle birlikte tarım alanlarının heba olacağı noktalara gelinip kıtlık günlere adım atılacağı an meselesidir diyebiliriz. Oysaki Allah’ın kullarına emanet ettiği dünyamızı bu denli acımasızca hoyratça ekosisteme müdahale ederekten heba etmeye ne insanlığa sığar ne de vicdana.. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne buyuruyor; “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetine verdi. Şüphe yok ki, bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.”(Casiye,13)
Evet, gerçekten de düşünen topluluklar için ekosistem içerisinde Allah’ın lütfu canlı cansız her ne varsa her birinden alınacak nice dersler vardır elbet. Lafa geldiğinde ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili olduğundan söz ederiz, ama her nedense denizlerimizi hoyratça kirletmekten geri durmayız. Oysaki denizlerimizin altında zengin donanımlı su ekosistem yataklarımız söz konusudur. Şu iyi bilinsin ki hiç kimsenin bu mükemmel engin su ekosistem yataklarımızı kirletmeye hakkı yoktur. İşte bu nedenle çevre katledicilere aman vermemek gerekir. Hele bilhassa su altında canlı organizmaların ürettiği aragonit yapılar olarak bilinen mercan resiflerini bu çevre katledicilere karşı korumamız en önceliğimiz olmalıdır. Ki, mercan resifleri doğal deniz altı bakım merkezleri olarak görev ifa etmektedir. Bilindiği üzere su altında plankton halde gözle görülemeyecek parazit türden yüzen canlılar mevcut olup her birinin gözle görülemeyecek canlılar olmanın verdiği avantajla bir balığın vücuduna çok rahatlıkla yapışıp parazit halde yaşayabiliyorlar. Tabiri caizse balığın hem bu illet durumdan kurtulabilmesi hem de üzerine sirayet eden birtakım kirliliklerden kurtulabilmesi için bir doktora gitmesi icap etmektedir. Tabii bu doktor bizim anladığımız manada insan doktoru değil, bilakis adına temizleyici balık denilen ve mercan resiflerinde yuvalanıp mesken tutmuş uzman temizleyici balık doktorlardır bunlar. Ancak hastalar kendisine musallat olan parazit artığı kirlilikleri giderecek bu söz konusu bakım merkezlerine geldiğinde bir şekilde derdini anlatacak birkaç kelamda bulunmaları gerekir ki şifa bulabilsinler. İşte bu noktada Allah Teâlâ iletişimi sağlayacak bir donanımı o hasta balığa yüklemiş bile. Şöyle ki mercan resifine gelen bir balık temizleyici görev ifa eden doktor balığı görünce tıpkı bukalemun gibi renk değiştirerek meramını dile getirmiş olmaktadır. Yani bu renk değişikliği tedavi olmak istediğinin bir işaretinin ta kendisi bir renk değiştirmedir. Böylece temizleyici balık aldığı bu işaretle hastanın tedavisini karşılayacak operasyonu yapmış olur. Derken hasta balık bu yapılan basit bir operasyonla kendisine musallat olan parazitlerden kurtulduğunda tekrar eski rengine dönüverip yerini sırada bekleyen bir diğer balığa bırakarak oradan mutlu bir şekilde ayrılıverir. Anlaşılan sadece yeryüzünde değil denizin altında da hastane ve bakım merkezleri faaliyet içerisinde konuşlanmışlardır. Hatta temizleyiciler grubuna bazı karides türleri de bakım merkezlerinde görev ifa eden elamanlar olarak adından söz ettirmekteler. Malum bu türlerde gayet kendi çaplarında mercan resiflerinin bulunduğu polikliniklere konuk olan hasta balıkların etrafına üşüşerek ya derilerini kıskaçlarıyla ya da ağızlarıyla adeta mıntıka temizliği icra etmekteler. Amma velakin gel gör ki mercan resifleri insanoğlunun müdahalesine maruz kalmış, hatta birçok meraklı dalgıçlar temizleyici balıkları akvaryumlara taşıması neticesinde su altı ekosistemi ciddi manada darbe almıştır. Nitekim su altı temizleyici bakım merkezlerinin ve bu merkezlerde görev ifa eden pek çok canlı türlerinin yara alması parazitlerin su altındaki balıkların yok edilme sürecini ve kirliliği beraberinde getirmiştir.
Maalesef insanoğlunun ekosisteme müdahil olduğu olaylarda bir takım problemleri de beraberinde bugüne taşımıştır. Nitekim 1970’li yıllara baktığımızda Doğu Amerika’nın güneydoğu kısımlarında kırmızı kanatlı kuşlar ve kahverengi başlı sığırcık kuşların istilasıyla karşı karşıya kalındığı yıllar olduğunu görürüz. Bu yıllarda vuku bulan sığırcık kuşu istila hadisesi gerek kara ulaşımında gerekse hava ulaşımında bir takım aksaklıklara yol açtığı gibi hem pek çok kazalara davetiye çıkarmış hem de tarlalarda ekilen biçilen ürünlerin telef olmasına yol açmıştır. Belli ki bu istilacı sığırcık kuşları bir zamanlar bataklıkları mesken tutup da sonradan ziraatın gelişmesi ve artan nüfusla birlikte söz konusu bataklıklar kurutulunca göç etmek zorunda kalan böceklerin yaşadığı diyarlar uzakta olsa kokusunu almış gibiydiler. Tam da beslenmeleri için bulunmaz fırsat bir durumdu bu. Dolayısıyla kokusunu aldığı diyarların zirai alanlarına konduklarında ne buluyorsalar kursaklarına indiriyorlardı. İşte bu noktada iplerin koptuğu an gelmişti ki, insanoğlunun müdahalesiyle göç eden böcekler ve istilacı sığırcıklar bir anda toplu kıyımla yok edilecek bir uygulamanın kurbanı olarak kendi paylarına düşeni alacaktır. Yani bir hatayı telafi edelim derken bir başka hataların kapısı aralanıp bu kez yeni problemlerle karşı karşıya kalmanın davetiyesi oluşturulur. Oysa bilinen bir gerçeklik vardı ki, o da ekosistemin en ufak bir müdahaleye gelmeyeceği gerçeğidir. Malumunuz plansız programsız gelişigüzel ekosistemin kodlarıyla oynandığında nice bir dizi felaketlerin yaşandığına hem tarih şahit hem de tüm insanlık şahittir. Nitekim her geçen gün ekosistem eskisine göre daha da bir kırmızı alarm vermektedir. Bakınız bu hususta; “Tabiat haklıdır” diyen Maurice Messegue bir yazısında ne diyor: “Silahını alan ava çıktı. Bir tane şahin vuran alkışlandı. Hatta bazı yerlerde ödül olarak avlayanlara para bile verildi. Fakat sonunda gelinen süreç itibariyle yırtıcı kuşların kökü kazınınca tarla farelerine gün doğdu. Bu kezse fareler katledilmeye başlandı. Fareler ortadan kalkınca tarlaları sümüklü böcekler kaplar oldu. Hâlbuki sümüklü böcekleri fareler; fareleri ise şahinler yiyordu... Tabii yanlışlarımız bununla sınırlı kalmadı, ormanları çalı çırpıdan temizleyelim derken milyonlarca karıncayı öldürdük. Bu küçük yaratıkların ormanlarımızın koruyucusu olduklarını o zamana kadar maalesef tam anlayamamıştık.”
Gerçekten de bu akıl dolusu sözler karşısında karıncaların ormanların hakiki temizleyici topluluklar olduklarını geçte olsa nihayetinde anlamış olduk. Hadi diyelim ki, anlamamış olsak bile karıncaların çam ağaçlarına üşüşüp pervane olmuş parazitleri, meşe ağaçlarını içten içe kemiren tırtılları, bacaklı sinekleri ve pislik böcekleri yiyerekten ekosisteme katkıda bulundukları her hallerinden kendilerini besbelli ediyorlar zaten. Karıncalar iyi ki de varlar, bu sayede ekosistem içerisinde yer alan ormanlarımızı oluşturan ağaçlardan defosuz bir şekilde faydalanmış olmaktayız. Tarihi süreç içerisinde bilhassa insanoğlunun ekosisteme fütursuzca müdahalelerde bulunmasına rağmen bir şekilde ekosistem kendini korumaya devam edip direnmekte de. Öyle ki Yüce Allah (c.c) ekosistem içerisinde yer alan kimi canlılara hayat koşuşturmasında koşması için uzun bacaklı yaratıp ihsan etmiş, kimine hayat mücadelesinde kendini savunması için boynuz, çene, pençe gibi uzuvlar yaratıp ihsan etmiştir. Kimine avının ayak seslerini duyması için işitme cihazı, avlaması için koku duyusu, görmesi içinde göz lütfetmiş, kimine de havada uçması için kanat ihsan etmiştir. Hatta kimi böceklerin korunması için tıpkı bukalemun gibi gizleyici maske donanımla korunaklı yaratıp ihsanda bulunurken kimi böcekler içinde tıpkı hamam böceğinde olduğu gibi vücudundan bolca yakıcı sıvı denen kimyasal madde varı püskürtücü donanımla korunaklı yaratıp ihsanda bulunmuştur.
Velhasıl-ı kelam; Yüce Allah (c.c) “Yeri, sizin faidenize hor (ve müsahhar) kılan (her türlü istifadenize uygun yaratan) O’dur. O halde O’nun omuzlarında yürüyün. (Allah Teâla’nın) rızkından yeyin. (Fakat şunu devamlı iyi bilin ki) son gidiş ancak O’nadır (Allah’adır)” (Mülk, 15) diye beyan buyurarak yaşadığımız ekolojik sistemin kıymetini ve şükrünü kullarından murad etmektedir.
Vesselam.

ISI VE İKLİM MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Hayat için gerekli olan sıcaklık, toprak, hava ve suyun hep birlikte uyum içerisinde olması gerekir. Nasıl ki solunum sistemi için temiz hava bir nefes sıhhat gereklilik şartsa, ab-ı hayat için su da olmazsa olmaz diyebileceğimiz en elzem bir gerekliliktir. Hakeza konu başlığımız ısı da öyledir. Ancak unutmayalım ki hayat için gerekli olan ısıyı güneşten ayrı bağımsız olarak asla düşünemeyiz. Güneşle adeta içli dışlı gibidirler.
Bilindiği üzere güneşten gelen ışığın yeşil bitki örtüsü üzerinde yansıma oranı % 50 civarında olup diğer geriye kalanı da fotosentezde kullanılmak üzere absorbe edilmektedir. Şöyle ki; ışık başlangıç itibariyle bitkinin bünyesinde tek yönlü enerji olarak ilerlerken daha sonraki aşamalarda bitkinin bünyesinde absorbe edilerekten bir takım kimyasal reaksiyonların tetikleyicisi olur. Böylece ışık sayesinde bir yandan fosfor, sülfür ve magnezyum gibi maddeler teşekkül ederken diğer yandan da bitkilerle beslenen canlılara vitamin ve gıda olunur. Üstelik canlı âlem ışığın marifetiyle üretilen bu hayati öneme haiz maddeleri vücutlarına aldıklarında hem kendi metabolizmik faaliyetleri için kullandıkları gibi hem de dışarıya karbondioksit salaraktan fotosentez döngüsüne katkı sunmuş olurlar. Derken ışık sayesinde bitkiler tarafından üretilip kullanım hale gelen bu inorganik madde transferi dönüşümü nesilden nesile devam eder de. İşte bu noktada tüm canlı organizmaların vücut yapılarında ve hücrelerinde yapıcı ve yıkıcı nitelikte işleyen tüm kimyasal değişim ve dönüşüm tepkime süreçlerinin her biri Fransızca besinlerin organizma tarafından özümsenmesi süreleri manasına gelen ‘metabolizma’ olarak karşılık bulur.
Her neyse, ister adına özümsenme densin ister metabolizmik faaliyetler densin hiç fark etmez sonuçta tüm vücut içinde cereyan eden her çeşit yapım ve yıkım faaliyetlerin kaynağı ışığa dayanmakta. Mesela kendimizi bir an ormanlık alanlarına attığımızı varsayıp araştırmaya koyulduğumuz da ısı emilimi noktasında bir ormanda en fazla ısı ışınlarının emildiği alanların ağaçların tepe noktaları olduğu gerçeği ile yüzleşeceğiz demektir. Ve yüzleştiğimizde de ister istemez bu kez aklımıza ikinci bir araştırma konusu takılacaktır. Öyle ya, madem ağaçların en tepe noktaları en fazla emilmeye müsait kısımlar olduğu gözüküyor, o halde bu durumda Tropikal iklim kuşağındaki sıcak ülkelerde konumlanan ağaçlar nasıl oluyor da kendilerini aşırı bunaltıcı sıcaklardan koruyabiliyorlar sorusunun akla takılması son derece gayet tabii bir durum. Hiç şüphe yoktur ki bunun cevabı Yüce Allah’ın (c.c) her bir bitki türünün yaşadığı bölgeye göre kendilerine serinletecek donanımlı kılmasında kodludur. Nitekim Yüce Allah (c.c), bitkileri soğuktan korumak için kimine kalın kürk, kimine yumuşak kürk ihsan ederek hayatiyetlerini halk ettiği gibi bitkilerin bunaltıcı sıcaklardan korumasına yönelikte farklı donanımlarla donatarak korunaklı kılmıştır. Misal mi? İşte kaktüslerin en tepe noktasındaki sürgün kısmı bir yandan boy atarken diğer yandan da boy atmanın verdiği enerjik ısının oluşturduğu terlemeyle kendi kendini gölgelendirebiliyor olması bunun en bariz misalini teşkil eder. Kaldı ki terleme tertibatı olmasa da bir bakıyorsun Neoraimondia Gigantea türünden kaktüsün köşegenli yapıda olması bir tür ona gölgelik avantajı sağlayaraktan aşırı sıcaklıklardan korunmasına ziyadesiyle yetiyor. Hakeza Kanarya adalarında yaşayan Euphorbia Canariensis adında kaktüs bitkisi de öyledir. Hadi diyelim ki bir kısım bitkilerde gölgelik tertibatı yoktur, çokta önemi yoktur. Zira Yüce Allah (c.c), dünya sathında yarattığı öyle de bitkiler var ki, bir bakıyorsun yapraklarına yerleştirilen otomatik termostat diyebileceğimiz türden serinletici buharlaşma sistemi sayesinde güneşin kavurucu sıcaklığına karşı kendilerini koruma altına alabiliyorlar.
Evet, ısı deyip es geçmemek gerekir. Nitekim bilim adamları önemine binaen bitki topluluklarını bulunduğu ortamın ısı şartlarını da göz önünde bulunduraraktan açık bitki toplulukları, kapalı küçük boy bitki toplulukları, kapalı yüksek boy bitki toplulukları ve yüksek boy bitki toplulukları (ormanlar) şeklinde dört grup başlık altında incelemeye alıp özetle özelliklerini şöyle ortaya koymuşlardır:
-Açık bitki toplulukları adından da anlaşıldığı üzere bu tür bitkilerde ısınma hadisesi toprak yüzeyinin kısmen bitki örtüsüyle örtülü olması hasebiyle güneşten gelen ışınların sadece toprak üzeri görünen yüzeylerine sirayet etmesiyle vuku bulacaktır. Tıpkı çorak topraklarda olduğu gibi ısınma gerçekleşecektir.
-Kapalı küçük boy bitki toplulukları dendiğinde malum yabani otlar, kısa çimenler ve 20 cm’ye kadar olan bitkiler grubuna giren topluluklar akla gelmektedir. İster istemez bu özelliğe sahip bitkilerde ısınma hadisesi güneşten gelen ışınların daha toprağın derinliklerine nüfuz etmesine fırsat vermeden, yani gelen ışığı absorbe etmeleriyle vuku bulacaktır. Böylece bu sayede küçük ve alçak olan boylarını muhafaza eden bitkiler olarak adından söz ettirmiş olurlar.
- Kapalı yüksek boy bitki toplulukları ise adı üzerinde kapalılıkla meşhurdurlar. Hatta değim yerindeyse sorsan adın ne diye, cevaben susmayı tercih edip asla konuşmazlar, kapalı kutu gibidirler. Olsun yine de biz onların kapalı kutu olmalarına aldanmayalım, bir bakıyorsun boyları 1 metreye kadar bulan bitkiler olarak, yani “yüksek boylu kapalı bitki topluluklar” olarak adından söz ettirebiliyorlar. Öyle ki bu tür gruplarda ısınma hadisesi daha çok hububat tarlalarında uzun otlaklar, çalılar olarak neşet bularak vuku bulmakta. Özellikle bu gruptakiler için ısı ışınlarının en fazla tesir ettiği bölge bitkinin 1/3’ü olan üst kısımları olmaktadır.
-Yüksek boy bitki toplulukları ise ormanlık alanları oluşturmakla meşhur ağaç topluluklarıdırlar. Ki, daha önce ormanları oluşturan ağaçların en tepe kısımlarının yine en fazla ışık alan kısımlar olduğunu belirtmiştik. Ancak orman alanını oluşturan ağaçlar sık sık olarak değil de seyrek halde kaplıysa bu durumda ısınma hadisesi seyrek ağaçlar arasından sızan ışınlar toprak yüzeyine kadar nüfuz edip ikinci bir maksimal bölge oluşturarak vuku bulacaktır. Hatta böylesi seyrek bitki örtüyle kaplı alanlarda geceleri ısının düşmesiyle birlikte soğuk hava akımı hızla aşağılara nüfuz ederekten toprak zemininde minimal düzeyde sıcaklık şartların oluşmasına yol açacaktır. Hava akımlarının doğrudan ağaçların gövdelerine sirayet eden orman alanlarında ise malum bu kez bambaşka ısınma hadiselerin vuku bulacağı bir başka iklim şartların oluşmasını beraberinde getirecektir. Sonuçta hangi iklim şartlarıyla karşı karşıya kalınırsa kalınsın bu tür orman alanlarında gövdenin kabuk kısımları ağaçları dış faktörlerden korunaklı kılmaya yeter artar da. Bu arada gövde sadece korumak için mi vardır derseniz, elbette ki yaradılış gayesi gereği koruma vazifesinin yanı sıra daha pek çok hayati fonksiyonları icra etmek içinde misyon üstlenmiştir. Şöyle ki ağaç gövdesinde kesit alıp mikroskobik incelemeye aldığımızda iç kısmın halkalardan oluştuğu gözlenir ki bu halkalar aynı zamanda ağacın yaşını da belirleyen işaretler olarak karşımıza çıkar. Hele iç halkaların merkez konumunda ki çekirdek kısmın sert olması hasebiyle etrafındaki dış halkalardan su sızmasına geçit vermemesi de bir bambaşka yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkar. Hatta bir başka dikkatimizden kaçmayan yaratılış mucizesi ise çekirdek kısmının adeta kurşungeçirmez yelek özelliği yönüyle gövdenin çürümesinin önüne geçiliyor olmasıdır.
Peki, yaratılış mucizesi iyi hoşta, bu mucizevi hadise sadece bitki gövdesinin iç halkalarıyla mı sınırlıdır, hiç kuşkusuz iç halka ya da dış halka hiç fark etmez her yaratılan varlık bütün yapısıyla da Allah’ın mucizesi şahika eserdirler. Ne var ki kullar olarak bizler bu gerçeği kimi zaman idrak etmekten aciz kalıp sadece olağan üstü hadiseler vuku bulduğunda hemen mucize kavramına sığınmaktayız. Hem şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bir şeyin dışı iç yansımanın bir ürünüdür. Keza mucize noktasında da iç dış bir bütün olup bu demektir ki cemi cümlenin tamamı yaratılış mucizesidir. Nitekim dış halkalarda iç güzelliğin gereği hem köklerden iletim kanalları yoluyla gelen suyun ve besi suyunu belirli oranlarda dallara pay etmeleri cihetiyle de başlı başına mucizevi bir eser olduğunu çoktan hissettiriyorlar. Kelimeni tam anlamıyla iç ve dış etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir şekilde gövdeye katkı sağlayarak mucizevi eser olduklarını gösterirken bu arada gövdeye bağlı dallar da kendi payına düşenden nasiplenip kendine bağlı yapraklarıyla birlikte serinlemek isteyenleri selamlayaraktan mucizevi eser olduklarını göstermektedir.
Şu da var ki orman alanlarında bitki örtüsü sıklaştıkça toprak zemini üzerinde günlük sıcaklık göstergelerinin değişimi de o nisbette küçüldüğünü gözlemlemekteyiz. Ayrıca bitkiler tarafından emilen ısı enerjisinin cüzü miktardaki kısmın karbondioksit asimilasyonu için kullanıldığını, aslan payının transprasyon için kullanıldığını, geriye kalanın ise çevredeki hava ve ısı alışverişinde kullanılmak üzere transfer edildiğini gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz ısı enerjisi nerede kullanılırsa kullanılsın sonuçta bir bitkinin çoğu karbon maddesinden teşekkül ettiğine göre ısının kullanımı noktasında kendisi için değil bilakis daha çok kendi dışındakiler için kullandığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Değim yerindeyse bitkiler kendi hal lisaniyle “Hizmet nimettir” mesajı vererekten kendisinden daha ziyade başkaları için karbondioksiti (CO2) asimile etmek için kendilerini adamış gözükmektedirler.
Sıcaklık rezistansı
Bilindiği üzere güneş ışınları 150.000.000 kilometre öteden atmosferden filtre edilerek dünyamıza arınmış halde nüfuz etmektedir. Her ne kadar nüfuz eden ışınlar kimi zaman aşırı sıcaklar halinde insanın canından bezdirecek halde bunaltsa bile her külfetin birde nimeti olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla o kadarını da hoş görüp güneş ışınlarının gerek toprağın derinliklerine gerekse denizin derinliklerine kadar nüfuz ederekten sızıp hayat enerjisi olarak baş tacımız olacaktır hep. Hem kaldı ki her şey zıddı ile bilinir ya, aynen öyle de aşırı sıcaklıktan bazen bunalmamız gerekir ki serinlemenin kıymetini bilmiş olalım. Öyle ya güneş bir bakıyorsun bizi aşırı sıcaktan bunalttığı gibi bir bakıyorsun yeryüzünde oluşturduğu buharlaşma hadisesiyle gökte oluşmasına vesile olduğu masmavi bulutlarıyla bize serinletici şemsiye olmakta. Yetmedi her şeyden öte birinci derecede büyük bir enerji kaynağımız olarak bizi her daim selamlamakta da. Burada bitkilerin enerji yönden rolleri malum yukarıda da belirttiğimiz üzere güneş sayesinde elde ettikleri enerjiyi kimyasal enerjiye çeviren bir aracı eleman olarak tüm canlı âleme hizmet etmiş olmalarıdır.
Elbette ki her canlıda olduğu üzere bitkiler de aşırı ve kavurucu sıcaklıklardan olumsuz etkilenmekteler. Zira bitkilerin yüksek temperatüre dayanma kabiliyetlerine sıcaklık rezistansı denmektedir. Şayet bir yerde sıcaklık değerleri 60 veya 60 üzeri santigrat derecelere gelmişse ora da canlı bir hayattan artık söz edemeyiz. Bu türden aşırı sıcaklıklara karşı her canlı kendi çapında direnç göstermeye çalışsa da nereye kadar direnç gösterebilir ki, nihayetinde genelde ölüm kaçınılmaz alın yazısı olur. Hiç kuşkusuz ideal bir hayat için ne aşırı sıcaklık işe yarar, ne de aşırı düşük sıcaklık. Mutlaka sıcaklığın optimal düzeylerde olması gerekir ki normal hayat devam edebilsin. Zira aşırı sıcaklıkların hemen her canlı üzerinde olumsuz yönde metabolik bozukluklara yol açtığı malum. Her ne kadar düşük sıcaklıklar pek çok canlının vücut ikliminde metabolik bozukluklara yol açmasa da şu da bir gerçek soğukluk canlı âlemin gelişimine mani bir durum ortaya çıkarabiliyor. Ancak gelişim bakımından bunun istisnai durumları da söz konusudur. Şöyle ki, bir takım mikroskobik canlılar da tabir caizse bulundukları dağlar üşür, ovalar üşür, topraklar üşür, yaslandığı taşlar üşüdüğü halde kendilerine gelince tam aksine çok düşük sıcaklıklara karşı dayanıklılık gösterip çok rahatlıkla hayat yolculuğunda gelişim gösterebiliyorlar. İşte bu tip istisnai durum mikro canlılardan hareketle bazı bilim adamları hayattan ümidi kesilmiş olan hastalara buz aküsü destekli dondurucu soğuk iklim şartlarına tabii tutaraktan bir süre yaşatmak arzusunu taşısalar da maalesef bu yönde yapılan denemeler her seferinde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Zira düşük sıcaklık ileriye doğru bir gelişim kaydetmiyor, bikere adı üzerinde donduruculuk, yani hayatı durdurmaya yönelik donduruculuktur bu. Anlaşılan o ki, canlıların gelişimi için mutlaka hem ısı dengesine hem de enerjiye ihtiyaç vardır. Kaldı ki her canlı için gerekli olan enerji yaratılışında yeterince bünyesine kodlanmış zaten, hele ki bitkilerde bu enerji kodu daha fazlaca dersek yeridir. Bakınız Allah Teâlâ bu hususta tüm canlılara hem soğuktan hem de sıcaktan koruyacak yuvalar halk ettiğini ve cümle âlemin enerjik olduğunu mealen şöyle beyan etmekte: “Yeri de (Bak biz dört mevsim hep) Biz döşeyip-yaymaktayız, (hala görmüyor musunuz ki) ne güzel ve mükemmel (yaratıp) döşeyici(yiz) iz” (Zâriyât, 48).
İşte cümle âlemin enerjisini sağlayan sıcaklık rezistansı malumunuz primer sıcaklık rezistansı ve sekonder sıcaklık rezistansı olarak iki şekilde incelenir:
-Primer Sıcaklık rezistansı protoplazmanın yüksek sıcaklıklara karşı gösterdiği dayanıklılık mukavemet direnci demektir. Dolayısıyla bir protoplazmadan sümüklü böceğe kadar her tür canlının göstereceği bir dayanıklılık mukavemet direnç sınır noktası söz konusudur. Hele bu sınır aşılmaya bir görsün, bak o zaman kızılca kıyameti. İşte o kızılca kıyametin kopmaması adına bu söz konusu mukavemet (dayanıklılık) dengesi içerisinde her canlının hayata tutunmada oynayacağı rolün elbette ki küçümsenemez noktada direnç gösterdiğini söyleyebiliriz.
-Sekonder sıcaklık rezistansında (yapısal sıcaklık rezistansı) bir takım bitkilerin kendini yaşatacak, ayakta durmasını sağlayacak morfolojik strüktür yapısı veya transpransyon mekanizmalarıyla yüksek sıcaklığın öldürücü etkilerinden koruyabildikleri gibi bünyesinde mevcut iletim şebekesi mekanizmalarıyla da taşıdığı suyu ekonomik olarak dengede tutabiliyorlar da. Zaten dengede tutmaları da gerekir ki bilhassa belli bölgelere has narenciye, pamuk, çay, tütün, üzüm, fındık gibi bitkiler o bölgelerin ürünü olarak yetişebilsin.
İKLİM
İklim ölçümleri bilindiği üzere meteorolojik uzmanlar tarafından atmosferin ilk tabakası olan troposferde meteorolojik balon yöntemiyle ölçümlenmekte. Ve bu ölçümler günde iki kez incelenip ortalaması alınarak ölçüm tayini yapılır. Belli ki kâinatın yaratılışında sadece kâinatın kendisi değil ezelden ebede ikliminin nasıl olacağı da kodlanmıştır. Hele bu iklim kodunun şifreleri çözüldükçe ilahi program gereği okyanuslardan buharlaşan suyun uçup kaybolmadığını bilakis iklim kodlaması içerisinde sirkülasyona tabi tutulup yine dünya iklimine yağmur, kar ve dolu olarak geri dönüş yaptığı gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Hakeza ısınma hadisesi de öyledir. Nitekim atmosferde alçak ve yüksek basınç sistemlerinin ürettiği kuzey-güney istikametinde yer alan konveksiyon akımların veya tropoz ara katmanında (troposferin son bulduğu stratosferin başladığı alan) yer alan rüzgâr akımlarının etkisiyle ısınma denen hadisenin bir yerlerden bir yerlere kütle halinde taşınmayla vuku bulduğu bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki uzmanlar bir yandan kuzey enlemlerde soğuk hava dalgası şeklinde aşağılara doğru düşük sıcaklık halde yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunurken diğer yandan da güney enlemlerde sıcak hava akımı şeklinde atmosfere doğru yüksek sıcaklık olarak yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunmuşlardır. Derken uzmanlar tespitte bulundukları donelerden hareketle sıcak hava akımlarıyla soğuk hava akımlarının karşılıklı yer değiştirmeleri neticesinde her bölge kendi payına düşen veya nasipleneceği iklim klimasının günlük ya da haftalık ne olabileceğini hava tahmini şeklinde önümüze koyabiliyorlar. İşte önümüze konulan hava tahmini raporlarından da anlaşıldığı üzere tıpkı cemrede olduğu gibi güneş ışınlarının önce havaya, sonra suya ve en nihayetinde toprağa düşerekten ısınma hadisesinin gerçekleştiğini öngörebiliyoruz. Sadece ısınma mı, işin içinde elbette ki ısınan havanın hafifleyerek yeryüzünde yükselmeye başlamasıyla birlikte yerini soğuk hava tabakasına bırakmakta vardır. Bu sayede havaların soğuyacağını ön görebiliyoruz da. Yine hava raporlarına bakaraktan rüzgârın esip esmeyeceğini de ön görülebilmekte. Bilindiği üzere karşılıklı hava akımlarının yer değişmeleriyle rüzgâr denen hadise vuku bulmakta. Misal mi? Mesela deniz üzerindeki soğuk hava tabakasının karadan yükselen sıcak havanın yerini alaraktan sahil şeridine dalga halinde akması rüzgâr hadisesinin tipik bir dalgalanma örneğini teşkil eder. İyi ki de denizde dalgalanmalar olmakta, bu sayede bilhassa yazın bunaltıcı sıcaklar eşliğinde sahil boyunca serinletici bir iklim oluşturmakta. Bu arada unutmayalım ki, güneşin yeryüzündeki havaya hareket manevrası vermesi de rüzgâr oluşumu olarak tanımlanmakta. Hele ki bariz bir şekilde gözle görülür rüzgâr esintisini de malum atmosferin değişik basınç sistemlerin etkisi altında ısınmasından kaynaklanan farklılıkların bir döngü içerisinde hava hareketi tarzında vuku bulmasıyla gözlemleriz. Böylelikle rüzgârların iklimlerin oluşmasında büyük ölçüde aktif rol oynadığını fark etmiş oluruz. Dahası rüzgârlar denizlerin nemli havasını her yönden estirme yetenekleri sayesinde adına ister poyraz, ister lodos, ister alize rüzgârları denilsin her türden değişik yelpazelerini karalara, dağlara, ovalara, ormanlara taşıyabiliyor da. Hatta hava akımları esmekle kalmayıp uzaydan gelen (+) ve (–) iyon yüklü parçacıkları, meteorları ve güneşin ültraviyole gibi zararlı ışınları filtre ederek canlılar için tertemiz bir iklim yaşatmaya vesile oluyorlar. Zira Yüce Allah (c.c) rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelamın da; “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) diye beyan buyurduğu gibi bir diğer kelamında ise “ Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri sıvardık” (Hicr, 22) diye beyan buyurmaktadır. Dahası dünyanın 363 milyon kilometre karesini (km2’sini) denizler ve 148 milyon kilometre karesini de karalar oluşturmaktadır. Bunu yüzdeye vurduğumuzda denizlerin % 71’lik ve karaların da % 29’luk bir alanı oluşturduğu ortaya çıkar ki, işte bu verilerden hareketle dünya sathındaki iklimin ekolojik bakımdan makro iklim, mezo iklim ve mikro iklim diye üç ayrı kategoride tasnif edilir.
-Makro iklim (Meteorolojik veya bölge iklimi):
Makro iklim meteorolojik merkezlerce tayin edilir. Bu iklime mahsus canlılar bu bölgelerde hayatiyet kazanırlar. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan penguenleri çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaşatamayacağınız gibi bunun tam aksine bir kelebeği de kutuplara hapsedip yaşatamazsınız.
-Mezo iklim (lokal iklim):
Mezo iklim orman, çöl gibi özel tip ortamların iklimidir. Elbette ki bu iklim şartlarına adapte olmuş canlılar için mezo iklim bulunmaz bir fırsat olacaktır.
-Mikro iklim:
Mikro iklim organizmaların vücut yüzeyi ile doğrudan ilişkili iklimdir. Bu klimaksın özellikleri ancak özel bir sistem yoluyla tanınır. Mesela devamlı güneş altında kalan kayalarla ağaç altında veya su kenarında bulunan kayalar arasında farklı klima etkisi altında olduğunu görürüz. Keza toprak altı yuvalarının toprak sathına yatkın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlarında farklılık arz ettiği gibi bir duvarın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar içinde farklılık sözkonusudur. Hatta konumlandığı bakış yönü bakımdan da öyle olup mesela bir duvarın alt ve üst yüzeyi olsun hiç fark etmez kuzeye bakan yüzü farklı mikro iklim tesiri altındadır. Tüm bu örnekler bize gösteriyor ki birbirinden farklı fiziki şartlar asla göz ardı edilemeyecek unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak şu da var ki, bir yamacın taşıdığı su miktarı yön tayinine göre büyük bir değişiklik göstermez. Çünkü her tarafı güneşten gelen dik ve yayınık ışınlara maruzdur. Zira yamaçların farklı pozisyon almasına neden olan asıl etken unsur coğrafi enlemlerdir. Nitekim ekvator bölgesinde güneş tam tepedeyken yön farkı ortadan kalkıp, en fazla ısı ışınları öğleden evvel ve öğleden sonra doğu ve batı yamaçlarına alındığı gözlenir. Ekvatordan uzaklaştıkça kuzey yarımkürede güney yamaçların ısınır olduğu gözlenirken, güney yarım kürede ise kuzey yamaçların en fazla ısınan bölgeler olduğu gözlenir. Bu arada kutuplara doğru gidildikçe de güneşten gelen dik ışınların git gide azalıp yerini yayınık ışınlara bıraktığı gözlemlenir. Yani bu demektir ki kutuplar da yöne bağlı olan sıcaklık farklılıkları fazla farklılık arz etmeyip sadece deniz seviyesinden yükseldikçe yayınık şekilde ışınların azalması söz konusudur.
Peki, yamaçlara doğan ışınların oluşturduğu ısınma etkisi nedir ne değildir denildiğinde, buna cevaben olarak hele bilhassa orta enlemlerde görenleri hayretler içerisinde bırakacak derecede farklılık arz ettiği görülecektir. Nitekim buralarda güney yamaçlardaki bitkiler ilkbaharda çiçek açtığı görülürken kuzey yamaçlarda ise tam aksine yaz ortalarına kadar hala karla kaplı olduğu görülür. Mesela yine bir bakıyorsun Orta Avrupa da olduğu gibi güneş ışınları yamaçların eğimine doğru düştükçe enerji miktarı da o nispette değişiklik arz ettiği görülmekte. Şu bir gerçek; güney yamaçlara güneş ışınları hem uzunlamasına hem de dik olarak düşerken kuzey kısımlara ise daha zayıf bir şekilde düşmektedir. Keza ışınların düşüş durumuna göre ağaç cinsleri de bulunduğu konuma göre değişik konumlanma göstermektedir. Nitekim bir bakıyorsun soğuk vadilerin en üst yamaçlarında iğne ve geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlarla kaplı olduğu sıkça görülürken vadi tabanına inildikçe ormanların yerini çalıların ve otlakların yer aldığı görülür. Böylece tüm bu örneklerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; güneş ışınlarının yeryüzüne düşüşü ne denli ölçüde dik düşüyorsa o nisbette de düşen ışığın oluşturacağı ısı enerji miktarı da o nisbette artmaktadır. Öyle ki bu durumu güneş tam zenit’te (tepe noktasında) iken ısı enerjisinin artış kaydettiğini gözlemlemek pekâlâ mümkün de.
Bilindiği üzere dünyamız hava denilen gaz karışımıyla birlikte çepeçevre sarılıdır. Hele bilhassa dünyanın engebeli arazilerinde soğuk hava akımlarının ağır gaz diyebileceğimiz türden hava katmanı oluşturduğu içindir çukur alanlara inme eğiliminde olduğu gözlemlenmiştir. Geceleyin ise gaz basıncının etkisiyle toprak sathı hızla soğuyacağından bu soğuk hava kütlesi çukur alanlara doğru daha çok birikim sergileyecektir. İşte bu nedenledir ki çukurlara doğru akaraktan oluşan soğuk hava birikintisi Soğuk dolin (soğuk çukur) olarak tanımlanır. Yükseklerde de soğuk dolinin tam aksine sıcak hava birikimi söz konusudur. Dolayısıyla bu gözlemlenmiş bilgilerden hareketle soğuk dona karşı hassas olan bitkilerin yetiştirilmesinde arazi şekli mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Aksi halde etrafı dağlarla çevrili meskûn yerlerde soğuk dolinler ister istemez meyve ağaçlarını ve üzüm bağlarını ya da bir başka türden yetiştirilen ürünleri doğrudan olumsuz yönde etkileyip üreticilerin zarara uğraması kaçınılmaz olacaktır. Bu demektir ki, bu tip arazi alanlarda ziraat ve tarımla uğraşan üreticilerin mutlaka soğuk havanın birikintisinin yol açacağı zararlara karşı bir takım sulama metotlarını devreye sokmaları gerekecektir.
İzoterm (eş sıcaklık eğrisi)
Yeryüzünün sıcaklık durumunu bilhassa deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek suretiyle ortaya konan grafiksel sıcaklık eğrilerine izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu grafiksel eğrilerin bize gösterdiği bir gerçeklik vardır ki; o da malum hava sirkülasyonu (hava dolaşımı) denen hadisenin ne sürekli yağış halde seyrettiği, ne de sürekli kuraklık yönünde seyrettiğidir. Gerçek olan 4 mevsimli iklim klimanın dönüşümlü olarak yaşandığı gerçeğidir. Ayrıca mevsimsel iklimlerin yanı sıra ilahi bir güç tarafından yeryüzünün nizami bir şekilde beş sıcaklık eğri eksen üzere ayarlandığını görmekteyiz ki bu söz konusu iklim bölgelerinin özelliklerini özetle şöylece tanımlayabiliriz de:
-Ekvatoral iklim bölgesi:
Bu iklim kuşağının yıllık sıcaklık eğrisi değişmeleri minimal düzeylerde olup aylık ortalama sıcaklık değerleri 24 -28 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Tropikal iklim bölgesi (dönence):
Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda sıcaklık eğri düzeyi maksimal düzeylerde değişiklik arz edip ortalama sıcaklık değerleri 23,2-24,7 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Subtropikal iklim:
Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğudur. Dolayısıyla böylesi bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın yaratılış yıllarında bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizin doğrular niteliktedir. Bu durum bize o devirlerde yaşayan organizmaların C-14 (karbon -14)/ C-12 (karbon12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün subtropikal iklim 25-40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık değerleri 17,4-19,3 santigrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük değişiklik arz ettiği içindir geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır.
-Ilıman iklim:
Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir.
-Kutup iklim Bölgesi:
Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu. Hakeza bütün göller ve iç havzalar da öyleydi. Çünkü kâinatın ilk yaratılış safhasında dünyamız adeta şiddetli fırtınalardan ve yağışlardan geçilmiyordu. Öyle ki yaşadığımız dünyanın tedrici bir şekilde en nihayet su dengesine kavuşması Nuh Tufanının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi su dengesi sayesinde kutuplarda temperatür yılın büyük bir kısmında sıfır santigrat derecenin altında seyretmektedir. Dolayısıyla kutuplarda hiçbir zaman sıcaklık 10 santigrat dereceye yükselememiştir. Zaten yükselmesi demek yeni bir Tufan hadisesinin yaşanması demektir. Bu yüzden su dengemizi sağlayan Yüce Allah’a ne kadar şükretsek o kadar azdır. Hatta kâinatta öyle bir denge kurulmuş ki kutuplardaki buzullar sayesinde kışın bile derin sular donmamaktadır. Zira buzullar altında kalan derin sular donmak bir yana hayat için can damarı olmaktadır.
Tabii ki yukarıda izah etmeye çalıştığımız ısı şartları hiç kuşkusuz paralel eksen üzere konumlanmış bölgeler için geçerlilik arz eden kurallardır. Malumunuz dikey eksen üzerine yayılıp konumlanmış bölgelerde (dağlar-tropikal bölgenin dağları hariç) biraz daha durum farklılık arz edip her 100 metrede bir sıcaklığın 0,55 santigrat derece düştüğü gözlemlenmiştir.
Yeryüzünde yüksekçe uzanan sıra dağlar iklim kuşağı ile kutup iklim kuşağı arasındaki bazı benzerliklerin göze çarpması vejatasyon devresinin kısa oluşuyla alakalı bir durumdur. Nitekim aylık sıcaklık ortalamasının benzerlik teşkil etmesi de bu iki bölgenin tipik ortak özelliğini ortaya koymaktadır. Fakat yine de birbirinden ayrışan yönler belirgindir elbet. Mesela donlu günler sayısı kutuplarda takriben 42 gün olduğu halde bunun tam aksine boylu boyunca sıralanan yüksek dağlarda ise 80 günü geçebilmektedir. Hakeza yüksek dağlarda şiddetli güneş ışınları sebebiyle toprak yüzeyinin gündüz çok ısındığı gözlemlenirken gece ise tropik bölgelerin dağlarından farklı olarak yansımayla ısı kaybına uğradıkları gözlemlenmiştir. Kutup bölgelerinde bir başka dikkat çeken ayırıcı özellik ise gün saat diliminin çok uzun olmasıdır. Dolayısıyla buralarda büsbütün güneş batmadığından toprak yüzeyindeki ısı kaybı yok denecek kadar azdır diyebiliriz. Her şeye rağmen yine de gündüzün ortam sıcaklığı çok değildir, keza geceleri de gündüz sıcaklığına paralel olarak çok soğuk olmamaktadır. İşte tüm bu ayırıcı verilerden hareketle kutuplarda konumlanmış bitkilerin gelişmesi için yeknesak ısı şartlarının hüküm sürdüğünü tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Bu demektir ki bitkilerin gelişmesi için gerekli olan vejetasyon devresinin uzunluğu önemli olmakla birlikte uzun süre sıfır santigrat dereceler altında kalan bitkilerin ise istirahatte olduğu düşünüldüğünde hayati faaliyetleri bir noktadan sonra durağanlık arz etmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bilindiği üzere vejetasyon (büyüme) devresi don olmayan zaman kabul edilir. Hatta vejetasyon devresinin uzunluğundan başka bir de bu devreye ait sıcaklık şartlarının bitkinin gelişmesinde çok büyük rol oynadığı bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla bunun için mesela odunlu bitkilerin yeşermesine yönelik gereken vejetasyon devresinin günlük sıcaklık ortalaması 10 santigrat derecelik periyotlarda seyretmesi gerekir ki yeşerebilsin. Nitekim kış buğdayı 5 santıgrat derecede, Mısır 13 santigrat derece de gelişebilmektedir.
Velhasıl-ı kelam, ısı ve iklim canlıların hayat bulmasında tıpkı ab-ı hayat su gibi gerekli olan Allah’ın mucizesi şahika eserdirler.
Vesselam.

IŞIK MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Işık saniyede 300.000 kilometrelik bir hızla yol kat eden bir mucize-i rabbaniyedir. Öyle ki 300.000 kilometrelik hızı 60 rakamıyla çarptığımızda ışığın dakikada kat ettiği mesafeyi buluruz. Çıkan sonucu da 6 rakımıyla çarparsak bu kez ışığın 1 saatlik kat ettiği mesafeyi buluruz. Ve bu çıkan rakamı da 24 rakamıyla çarptığımızda ışığın bir günlük kat ettiği mesafeyi hesaplamış oluruz. Hakeza bu çıkan sonucu da 365 rakamıyla çarptığımızda ise 9.460.800.000.000 kilometrelik ışık yılına denk düşen mesafeyi ölçümünü tespit etmiş oluruz.
İşte görüyorsunuz yukarıda çarparaktan belirlenen bu ışık hızı ölçüm değerleri bizim bildiğimiz türden ölçümlerden farklı bir ölçüm değerleridir. Nitekim bizim bildiğimiz ölçüm değerlerinden başka mesela herhangi bir kumaşı rahatlıkla metre ile ölçebilirken, söz konusu ışık olunca bu iş değişmekte, yani bu demektir ki ışığın bir saniyede kat ettiği mesafe hiçte sanıldığın aksine kolay ölçülememektedir. Nitekim astronotlar bu yüzden ışık hızını o bizim alışık olduğumuz kilometre, metre, santimetre ve milimetre cinsi gibi ölçüm birimlerin dışında ışık birimiyle ifade etmektelerdir. Derken bu ölçü birimi sayesinde ışık hızıyla dünyamıza ulaşan güneş enerjisinden ancak iki milyarda bir oranından istifade edildiğini öğrenmiş oluruz. Üstelik ışıktan istifade noktasında büyük oranda aslan payını bitkiler doğrudan hücrelerinde absorbe etmek suretiyle almaktalar. Dikkat edin satır aralarında absorbe dedik, zira tabiatta yaratılmışlar içerisinde bitkilerden başka güneş ışığını absorbe etme yeteneğine haiz şimdiye kadar hiçbir canlı ve cansız varlığa pek rastlanılmamıştır. Bu öyle müthiş bir yetenektir ki, malumunuz bakteri tabiatında kamçılı ökaryotların bir cinsi Euglena türü bir hücreli canlılar bile yapısında bulunan klorofil sayesinde güneş enerjisini doğrudan bünyelerine alıp çoğalma yeteneğini ortaya koyabiliyor. Madem öyle, ışığın değil bitkiler üzerinde ki etkisi, bir hücreli canlılar üzerinde oynadığı etkinliğini bile iyiden iyiye tefekkür etmekte fayda vardır. Tefekkür ettiğimizde bitkiye hayat veren ışık, elbette ki bizimde kararmış olan gönlümüzün ışık feneri olur. Hakeza habire tefekkür edelim ki, ışığın nimet boyutunu da idrak edip şükredenler olalım. Hem nasıl şükretmeyelim ki, baksanıza ışık sayesinde tüm yediğimiz besinlerin kaynağı bitkilere dayanmaktadır. Öyle ki bitkiler ışığı fotosentez yoluyla en iyi şekilde değerlendirip organik madde imal etme nimetiyle bizi buluşturup bu sayede ziyafet sofrasından yararlanmış oluruz. Bitkiler fotosentezle sadece ziyafet sofrası mı sunmaktalar, hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ürettiği oksijenle nefes almamızı da sağlamaktalar. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Fotosentez mucizesi
Bitkiler kökleriyle emdikleri su ve havadan aldıkları karbondioksiti (CO2’i) güneş ışığının devreye girmesiyle birlikte bünyesinde bulunan klorofil maddesiyle özümlemek suretiyle dünyada ki tüm şeker fabrikalarına taş çıkartacak derecede ilk evvela glikoz, sonra nişasta ve daha sonra da birtakım kimyasal bileşiklere dönüştürmektedir. Bu olay ilk bakışta teorik olarak basit gibi görünse de, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis kimyagerler bitki içerisinde cereyan eden bu asimilasyon olayı karşısında hayretler içerisinde bırakacak derecede çok yönlü komplike reaksiyonları bağrında taşımaktadır. Madem gıdalandığımız bitkiler bu denli maharet sahibi varlıklar o halde hem bilim adamları hem de bizler böylesi gıda fabrikalarımıza yaratan Yüce Allah’ı ‘fikir-zikir-şükür’ ekseninde her daim anıp tabiat okumalarına derinlik katmak gerekir. Ki, bu noktada bir şeker pancarı yaprağının her santimetre kare yüzeyinin fotosentez maharetiyle günde 1 mg glikoz ürettiğini okuma yazma bilmeyen bir insana söylediğimizde bunun ne anlama geldiğini bilmese bile “Amenna saddak” deyip hemen Allah’a sığındığını görmekteyiz. Hele birde bitkinin tamamını hesaba kattığımızda ortaya çıkacak rakamı bir düşünün, şimdi gel de bu durumda Allah’a şükretme, ne mümkün. Hele Yüce Allah’ın halk ettiği güneş ışığının şiddetine bakar mısınız, hem bitkinin toprak üstü kısmında organ teşekkülünün oluşumunu etkilemekte, hem de bitkinin iç bünyesini oluşturan doku ve hücrelerin farklılaşması gibi bir dizi metabolik faaliyetlere etki yapmakta. Kelimenin tam anlamıyla ışık şiddeti bitkinin hem içine hem de dışına etki yapmakta. Bu demektir ki ışığın gücü kendisinde değil etkisinde gizli. Nitekim ışığın bitki üzerinde ki etkisi belli bir zaman dilimi içerisinde gelişim evresiyle kendini gösterir ki, bitkilerde ki bu gelişim evresi (süreci) fotoperiyodizm olarak karşılık bulur. Bir başka ifadeyle fotoperiyodizm bitkilerde filizlenme, büyüme, tropizm, metabolik faaliyet gibi bir dizi olayların tamamını kapsayan bir süreci ifade eder. Böylece bu ifadeden de anlaşıldığı üzere bitkinin doğuşundan gelişimine, gelişiminden meyve verme sürecine gelen fotoperiyod takvimine baktığımızda 1 kilogram glikozun üretimi için tüketilmesi gereken enerjinin 4.66 kilovat saatlik (kwh) güçte bir enerji potansiyelini sırtlandığını görürüz. Bir de bunu total bazda düşündüğümüzde tüketilecek olan total enerjinin bitkinin kendisi de buna dâhil olmak üzere tüm hayvan ve insanların beslenmesinden tutunda her nefes alışverişinde solunumuna dek fazlasıyla yetecek derecede büyük bir enerji dolaşımı söz konusudur. İyi ki de böylesi büyük çapta enerji dolaşımı varda, tüm canlıların inorganik ve organik ihtiyaçları bitkilerin ürettikleri hammadde kaynağı sayesinde büyük ölçüde giderilmiş olmakta.
Enerji dolaşımı bitkinin iç dünyasında cereyan ettiği gibi dış âleminde de cereyan etmekte. Öyle ki bitkilerden elde edilen gıdaların herhangi bir canlının sindirim sistemi içerisinde oksijenle yakılıp solunumla oksitlenmesi ve akabinde karbondioksit olarak atmosfere transfer edilme hadisesi enerji dolaşımının en can alıcı yönünü ortaya koyar ki, bu tür enerji dolaşımı biyoloji bilim dalında fotosentez mucizesi olarak karşılık bulur. İyi ki de fotosentez olayında aktif rol oynayan karbon yerinde çivili kalıp sabitlenmiyor, aksi halde yerinde kıpırdamaz bir halde tükenişe geçen karbondioksitin feryatlarıyla yer gök inlemiş olacaktı. Tabii karbondioksitin imdat feryatları aynı zamanda tüm canlı cansız varlıklarında tükeniş feryadı olacaktı. Allah’a şükürler olsun ki, Yüce Mevla’mız karbonu hava içerisinde az bir oranda tutup depoladığı gibi bitkiler tarafından havadan alınan karbondioksitin fotosentezle işlendikten sonra canlı vücuduna konuk olduğunda oksidasyon ve bir takım kimyasal reaksiyonlarla solunum yoluyla yeniden açığa çıkarıp böylelikle tabiattaki karbon çevrimine tabii tutmuştur. Yüce Allah (c.c) karbondioksiti şayet tabiatta karbon döngüsüne tabi tutmasaydı zaman içerisinde havadaki karbondioksitin (CO2’in) tükenişe geçmesiyle birlikte tüm canlılar ölümle burun buruna geleceklerdi. Anlaşılan o ki, canlılar âleminde sadece insanoğlunun kendi payına düşen atmosfere bıraktığı yıllık karbondioksit miktarı takriben 140 milyon tonu bulmaktadır. Keza hayvanlar ve azotu toprağa bağlayan bakteriler ise yılda 24.000 milyon ton kadar bırakarak katkıda bulunmaktalar. Birde bunlardan ayrı olarak Yüce Allah’ın lütfu keremiyle toprağın derinliklerinde muhafaza altına alınan turbo, kömür, petrol ve doğal gaz gibi rezervlerin tuttukları karbon kaynağıda yedek depo olarak bulunmakta. Görüldüğü üzere hayat her yönüyle bir yardımlaşma olarak yüzünü göstermekte. Böylece gözü görmez, sağır dilsiz sandığımız nice envai türlü varlıklarla, gözü gören, işiten insan ve hayvanların adeta el ele gönül gönüle vermeleriyle oluşan karbon dengesi kendi mecrasında akıp gittiğini görmekteyiz. İşte “Gönül yanması” diyebileceğimiz bu işbirliği neticesinde “Ben yanmayım da kim yansın” dercesine atmosferde 700 milyar ton karbondioksit birikmektedir. Tabii gönül yanması iyi hoşta, şu da bir gerçek insanoğlu bir yandan da bilinçsizce yeraltında depo edilen karbonu hoyratça kullanmakla bu işbirliğine gölge düşürmektedir. Şayet bu çevre hassasiyetinde umursamazlık ve bilinçsizlik devam ederse maazallah karbon denge ayarlarının altüst olmasıyla birlikte hayatın durma noktasına gelebileceğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Işık doğudan doğar
Evet, ışık doğudan doğup batıya doğru uzanmakta. Hatta ışık batıya uzanmakla kalmayıp, ısı ve su (H2O) faktörünün tam aksine tüm yeryüzüne nispeten yeknesak olarak dağılmıştır. Yani her canlı kendine düşen hissesini almakta. Dolayısıyla yeryüzünde ışık noksanlığından ötürü bitkilerin yetişemediği herhangi bir yer hemen hemen yok gibidir. Hatta bazı bitkilerin yıldızlardan aldığı bir takım sinyallerle gelişmelerini tamamladığı artık bir sır değil. Şu halde ışığın özellikle küçük sahalarda bitkilerin yayılışında çok etkin bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Fakat geniş alanlarda etkili olmadıkları da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kutup bölgelerinde vejetasyon eksikliğine neden olan etken faktör enlem boyutuyla alakalı kutup gecelerinin hüküm sürmesidir elbet. Yani bu durum vejetasyon eksikliğine neden olan ışık faktöründen ziyade sıcaklık şartlarının uygun olmamasından kaynaklı bir durumdur. Diğer taraftan güneş etkisinin ziyadesiyle egemen olduğu bölgeler de ise tamamen farklı bir flora hâkimdir. Ancak buralardan kaynaklanan hızlı sanayileşmenin önümüze koyduğu gerek hava kirliliği gerek küresel boyutta fabrika bacalarından tüten dumanlar, gerek yoğun trafikle birlikte arabalardan çıkan egzoz dumanları, gerekse enerji santrallerinin yeryüzünden atmosfere doğru saldığı gazlar ısı dengesini ve iklim şartlarını tersine döndürecek (inversiyon) bir şekilde küresel ısınma tehlike söz konusudur. Öyle ki küresel ısınma denen hadise bir zamanlar tertemiz olan dünyamızı kararsız hale getirmiştir. Tabii çevre duyarlılığından yoksun sanayileşmeye bu şekilde adım atılırsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Artık bu noktadan sonra bize ancak züğürt tesellisi babından kararlı dünyamızı kararsız hale getirenler utansın demek düşer, zaten bundan başka diyecek ne sözümüz olmadığından elimizden bir şey gelmez de.
Güneş ışığının bileşimi
Bakmayın siz öyle güneşin sanki enerjisi hiç tükenmeyecekmişçesine tüm evreni ışığıyla aydınlattığına, oysaki dışı seni yakar içi misali elbette ki güneş enerjisi de tükenecektir. Güneş enerjisi her şeye rağmen yine de 15–20 milyon derecelik sıcaklığı ile tüm cümle âleme ışık olmak için kendi iç âleminde dip kısmından yukarı çıkan dev hortumlar eşliğinde derin derin yanaraktan kıyamet saati gelinceye dek yaratılış gayesi doğrultusunda misyonunu devam ettireceği muhakkak. Nitekim güneş bulunduğu noktadan milyonlarca kilometre dışarılara doğru kazan misali fokur fokur kaynayaraktan müthiş bir alev bombardımanıyla tüm âlemi selamlamak için vardır. Belli ki bu selamlama sıradan bir selamlama değil, bilakis birtakım termonükleer reaksiyonlar eşliğinde 564 milyon ton hidrojen gazının 560 milyon ton helyum gazına dönüşmesiyle ortaya çıkan ve kendi etrafında pervane olmuş gezegenlere de ışık saçan bir enerji selamıdır bu. Ki, güneşin bu selamlamasıyla toplam enerjiden 4 milyon ton olan kısmı uzay sathına ışık ve radyasyon olarak yayılıp süzülürken diğer arta kalan 2 milyarda bir kısmı da dünyaya gönderilmek için vardır. Yani bu demektir ki, güneşin tek bir selamı bile dünyanın bağrında yaşayan tüm anlı cansız varlığa yetecek derecede pay edilmiş durumda. Özellikle tek bir selamlamayla gelen bu ışığın % 45’i 400 –750 mikro litre dalga boyları arasında konumlanan görünen ışınlar olup, diğerleri farklı bant dalga boylarında yer alan ışınlardır. Şöyle ki; güneş ışınları atmosferin termosfer tabakasının bitim noktası veya uzayla komşu olan ekzosferden başlayan yolculuğunu diğer katmanlara geçtiğinde de ziyası süzülerekten yol almakta. Bilim adamları işte bu süzülen ışınları mercek altına alıp incelediklerinde atmosferde ki kısa dalga boylu ışınların uzun dalga boylu ışınlara göre daha baskın bir şekilde absorbe edildiğini tespit etmişlerdir. Hatta tespit ettikleri bu absorbe ışınların maksimum enerji miktarının atmosferin en üst sınırında 470 mikrolitre dalga boyuna tekabül eden mavi ışınların ta kendisi ışınlar olduğunu tespit etmişlerdir. Bilim adamları bunla da kalmayıp atmosferde % 21 oranlarında bulunan oksijenin bizatihi güneşten gelen mor ötesi ışınları (kısa boylu ültraviyole ışınları) absorbe ettiklerini ortaya koymuşlardır. Böylece ortaya konan bu bilgiler ışığında üst atmosferde ayrışan iki atomluk oksijen molekülüyle yine ortamda bulunan bir atomluk oksijenin bir araya gelmesiyle birlikte ozon (O3) molekülünü oluşturduklarını ortaya koymuşlardır. İşte atmosferde oluşan bu gaz molekülü hepimizin bildiği üzere güneşten gelen zararlı ışınları (ultraviyole ışınları) adeta yutup aynı zamanda bertaraf edebilecek nitelikte olan ozon tabakasından başkası değildir elbet. Ancak ne var ki, burada da bilinçsiz sanayileşmenin hamlelerinin neden olduğu çevre kirlilikleri hayat kurtarıcımız diyebileceğimiz ozon tabakasının incelmesine yol açıp böylece incelmeye yüz tutan ozon tabakasının güneşten gelen uzun dalgalı ışınların etkisiyle delineceği noktasında alarm vereceği bilinen bir gerçekliktir.
Öyle anlaşılıyor ki, güneşin kısa dalga boylu ışınların etkisine giren oksijenin ayrışması demek, aynı zamanda ortamda bir başka oksijenle reaksiyona girmesiyle birlikte hayat kurtarıcı diye addettiğimiz ozon molekülünün oluşması demektir. Ve oluşan bu ozon döngüsü devam edip dururda. Bu tıpkı bir amibin bölünüp çoğalmasında olduğu gibi ozonda kendi iç parçalanmasını gerçekleştirme esnasında güneşin uzun dalga boylu ışınlarının etkisine maruz kalmasıyla birlikte ayrışan parçaların yeniden ozon moleküllerine dönüşmesi hadisesidir bu. İyi ki de ozon molekülleri kendini yenilemekteler, bu sayede hem güneş ışığının mor ötesi zararlı ışınlarından absorbe edici kabiliyetleri sayesinde korunmuş oluruz hem de dünya hayatımızda her daim gök kubbe de koruyucu tabakamız olmaktalar. Nitekim Allah Teâlâ (c.c) bu hususta “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hala bundaki delilleri inkâr ederler” (Enbiya, 32) diye beyan buyurarak bu misyonuna işaret etmekte zaten.
Bilindiği üzere evrende her varlık kendine özgü elektro manyetik radyasyon diye tabir edilen bir ışın yaymaktadır. Şayet maddenin ısısı yeterli bir seviyeye ulaşmışsa tıpkı demirin akkor haldeki etrafa ışık neşretmesi olayında olduğu gibi karşımıza görünen ışık olarak çıkacaktır. Malumunuz ısının düşmesi halinde ışıma frekansı azalacağından gözle görülemeyen ışınlar olarak bilinen kızıl ötesi radyasyon dalgalarına indirgenmekte. Nitekim yukarıda belirttiğimiz üzere güneşten yayılan radyasyonun (ışımanın) önce uzaya pay edilip sonrada geriye kalan iki milyarda birinin de atmosferde bir takım işlemler eşliğinde süzülerekten dünyamıza ulaştırılaraktan ihtiyacımız karşılanmakta. Atmosferde güneş ışınlarının işlendiği şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının dik veya yayınık oluşuna göre farklı dalga boylara ayrılıp gözümüzün bunlar içerisinden sadece 0,4–0,7 mikron aralığındaki tayfta olan cisimleri görebileceğini müşahede etmekteyiz. Yani bu bant aralığı dışındaki ışınları makroskobik olarak biz göremeyiz. Nitekim güneş ışınları gözümüze beyaz görünmekle beraber gerçekte bir prizma ya da yağmur sonrası hava içerisinde su damlacıkları içerisinden geçtiklerinde ancak 7 tayf halde renk kuşağına ayrıldığını görebilmekteyiz. Özellikle gökkuşağı şeklinde ayrılan bu renkler arasında yeşil ve mavi renkler göz sağlığına iyi gelip ruhumuzu dinlendiriyor da dersek yeridir. Kaldı ki bilim adamları güneş ışınlarını sadece yedi renk tayf üzerine değil en ince ayrıntılarıyla iyice analiz ettiklerinde mordan kırmızıya kadar tutunda daha pek çok bir dizi sıralanmış değişik dalga boylarında ki ışık titreşimlerinin varlığını da tespit etmişlerdir. Mesela tespit ettikleri ışık titreşimlerinden bilhassa 0,4 mikron altındakilerin kısa dalga boylarda olanların yakıcı ve öldürücü olduğunu, enerjice yüksek olanların ise mor ötesi denen ultraviyole ışınları olduğunu da ortaya koymuşlardır. Ve bu arada ışık tayflarından ayrı olarak röntgen ışınları denen X ışınları ve gama ışınlarının da minimum dalga boylarında olduğunu tespit etmişlerdir. Bu demektir ki elektromanyetik radyo dalgalarında olduğu gibi metallerden ve beton engellerden geçebilecek türden 0,7 mikron üzeri dalga boylarına sahip ışınlarla karşı karşıyayız demektir. Ki; bu ışınlar yaklaşık bir iğne başı büyüklüğünde ve aynı zamanda görünür ışıktan daha uzun dalga boyunda kızıl ötesi ışınlar olarak adından (infrared veya infraruj) söz ettirmektedir. Öyle ki söz konusu ışınları electromagnetic spektrum üzerinde dik düşürdüğümüzde renk spektrumunun sarı renge büründüğünü, yayınık bir şekilde düşürüldüğünde de kırmızı renge büründüğü gözlemlenmiştir. Bitkiler üzerine düşen ışınların durumuna baktığımızda ise mesela ormanlarda gölge yapan ağaçların özellikle ışınların kısa dalga boylu olanlarını absorbe ettikleri gözlemlenmiştir. Yaprakları gölgede kalmayıp güneşte kalanlar da hem nitelik hem de nicelik bakımdan farklı ışınlara maruz kaldığı gözlemlenmiştir, Bir diğer ışık tayflarından ayrı olarak değerlendireceğimiz ışınlar ise yeşil ve koyu kırmızı ışınlar olup bu tür ışınların enerji spektrumu maksimum 550 – 710 nm dalga boyu seviyelerde seyrettiği gözlemlenmiştir.
Işığın renklere ayrılması
Işık tayfları üzerinde yapılan renk analiz çalışmalarıyla uzun dalga boyunda gözle görülebilen ışınların ince bir su tabakasından geçirildiğinde suyun renksiz bir görünüm aldığı gözlemlenirken kalın su tabakasından geçirildiğinde ise suyun mavi renkte görünüm aldığı belirlenmiştir. Hakeza ışığın bitkinin klorofili ile insanın gözü üzerinde ki absorpsiyon spektrumunun da 0,4–0,7 mikron aralığında görünen ışınlara denk düştüğü tespit edilmiştir. Böylece tespit edilen bu aralık aynı zamanda bize fotosentez için gerekli olan enerjinin de bu dalga boyu aralıkta gerçekleştiğini göstergesidir. Ancak tespit edilen bu dalga boylarında insan gözü daha çok sarımsı yeşil ışınlar için hassasiyet gösterirken bitkilerde ışığı emmekle vazifeli klorofil ise sarımsı yeşil ışınları daha az miktarlarda absorbe ettiği gözlemlenmiştir. Kırmızı ve mavi ışınları ise tam aksine daha fazla miktarlarda absorbe ettiği gözlemlenmiştir. Mesela öyle bakteri türleri vardır ki bitki hücreleri ile hayvan hücreleri arasında geçit teşkil etmeleri hasebiyle, yani bünyelerinde klorofil maddesi bulundurmalarından dolayı kırmızı ötesi ışınlara daha duyarlı oldukları belirlenmiştir. Hatta bitiki ile hayvan arasında geçit teşkil eden bu tip canlı protoplazmaların yapısında öyle de bir takım protein partikülleri de vardır ki, tıpkı klorofilde olduğu gibi bunlarda ultraviyole ışınları absorbe etmekle mahirdirler.
Hadi diyelim ki klorofili, protein partiküllerini anladık diyelim, peki ya, şu bitkilerde karotin maddesi için ne demeli? Doğrusu karotin maddesi hakkında fotosentez olayında oynadığı rol tam açıklık kazanmamakla beraber muhtemeldir ki ışık enerjisini klorofile taşıdığı yönünde bir işlevi söz konusudur. Ayrıca karotinin kısa dalga boylu mavi ışınlarından tutunda ultraviyole ışınları da buna dâhil daha bir dizi ışınları absorbe ettiği bilinen bir gerçekliktir. Derken bu işlevi sayede yüksek dozda ki ultraviyole ışınları bitkiler üzerinde oluşturacağı zararlar bertaraf edilebiliyor. Yani hücre zarları bir noktada kısa dalga boylu ışınları absorbe ederek plazmayı ultraviyole ışınların zararlarından korumuş oluyorlar.
Işığın bitkilerin gelişimi üzerinde oluşturduğu etki
Malumunuz tüm bitkiler hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için minimal seviyelerde bile olsa ışık şiddetine maruz kalmaları gerekir. Ki, maruz kalınabilecek ışık şiddeti bitkinin yetişme ortamının şartlarına göre değişiklik gösterebiliyor. Bu değişiklik az veya çok ölçüde ışığın şiddet derecesini gösterir. Genellikle çiçek ve meyvelerin oluşumu için gereken minimal ışık değeri vejetatif organların gelişmesine bağlı olarak kullanılan ışığın 2 misli olduğu belirlenmiştir. Bu arada gelişmişlikten söz etmişken orman altı vejetasyonda (ormanın gölgesinde) yetişen yeni çimlenmiş bitkilerin devamlı açlıkla mücadele halinde olduklarını belirtmekte fayda vardır. Yine de bu şartlar altında anlık ya da eser miktarda bir ışık şiddetine maruz kaldıklarında hayatlarını sürdürebildikleri gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki orman altı bitkilerin minimal ışık isteği %1 değer olarak belirlenirken tropik bölge ormanlarında bu miktar % 0,3’e kadar düştüğü belirlenmiştir. Keza heterotrof ve ilkel bitkilerin ışık isteğinin %1’in altında bir değerlerde seyrettiği gözlenirken eğreltilerin ve yosunların çoğunda ışık isteğinin %1’den % 0,2 arasında değiştiği gözlenmiştir. İlkel bitkilerde ışık isteğinin az olmasının sebebi malum hücrelerinin klorofille dopdolu olması veya klorofilsiz kısımlarında madde üretimine ihtiyaçlarının olmamasından kaynaklanan bir durumdur. Dolayısıyla birçok cyanophyceae türlerini ıslak bölgelerde 3,5 mm derinliklerde hayatiyetlerini sürdürdüklerini görmek pekâlâ mümkün. Orman altı vejetasyonun ışık durumu ise mevsime göre farklılıklar arzetmektedir. Nitekim ilkbaharda ağaçlar yaprak vermeden önce çiçek açıp meyva verdikleri gözlemlenmiştir. Ayrıca ışık birçok ağaçların tomurcuklarının açılmasına da tesir etmekte. Ancak şu da var ki kayın ağacının tomurcukları sırf ışıkta açılabildikleri halde kaktüs tomurcuklarının açılmasında ışık tam tersi geriletici etki yaptığı gözlemlenmiştir.
Işığın çimlenmeye etkisi
Işığın etkisi kendi gücünde derler ya, gerçekten de ışık en bariz bir şekilde daha çok bitkilerin çimlenmesinde tesirini göstermektedir. Tabii bunun istisni durumları da söz konusu, öyle ki ışık bazı tohumların çimlenmesini tetiklerken, bazılarında tam tersi bir durum oluşturmakta. Mesela flatine bitkilerinin tohumları senelerce karanlıkta çimlenmeden kalabiliyorlar. Şayet sözkonusu bitki tohumu 11–18 gün ışıkta kalırsa çimlenme %100’e bile tamamlanabiliyor. Nigella sativanın tohumları ise aydınlıktan ziyade karanlık ortamda daha gür bir şekilde çimlenmekteler.
Bu arada çimlenme yalnız ışık şiddetine bağlı bir değer olmayıp aynı zamanda ışığın cinsine bağlı bir değer olarakta kendini gösterebiliyor. Mesela Dcrenella, Heteromolla bitkisinin karayosunu sadece beyaz ışıkta çimlenme eğilim gösterirken Tortella bitkisi de kırmızı ışıkta çimlenme eğiliminde olduğunu gösterir.
Ekolojik bakımdan ışığın tesiri
Ekolojik bakımdan ışığın bitkilere olan tesiri iki şekilde incelenmekle beraber ışığın bitkilerin gelişimi üzerinde tesiri daha çok karbondioksit asimilasyonu şeklinde kendini göstermektedir. Bu yüzden yüksek dağ ortamlarında yetişen bitkiler genellikle hep kısa bodur (intermodüllü) halde, sert yapraklı, parlak ve renkli çiçekli olarak görünüm sergilerler. Besbelli ki bu bitkilerde gelişme periyodu kısa olduğundan internodyumları sürekli olarak kısa kalmaktadır. Keza bu bitkilerin ışık isteği de farklılık arz etmekte. Nitekim ova bitkileri daha az ışık şiddetinde asimilasyonu gerçekleştirdikleri halde dağ bitkilerinde bu ışık miktarı asimilasyona yetmeyebiliyor.
Işık şiddeti bitkilerin yetişme yerinde istifade edebildikleri gün ışığının tümüne oranlayarak hesaplanmaktadır. Mesela gölgesiz yerde yetişen bir bitki için bu değer 1 olarak kabul edildiğinde 1/3 ışık isteği gün ışığının tamamının 1/3’üne karşılık gelen bir değer olarak hesaplandığı görülecektir.
Işık isteklerine göre bitkiler üç ekolojik gruba ayrılırlar:
-Güneş bitkileri,
-Yetişme yeri olarak hem güneş hem gölgeyi tercih eden bitkiler,
-Gölge bitkileri.
Güneş Bitkileri
Bilhassa güneş gören bitkilerin gelişimi için ışık olmazsa olmaz şart mesabesinde etken bir unsurdur. Nitekim bu tür bitkilerin yüzü hep ışığa doğru olacak şekilde büyüdükleri belirlenmiştir. Zaten güneşte bu bitkilerin ışık isteğini % 100 olarak karşılar da. Dahası ışık sever diyebileceğimiz bu tür bitkiler tamamen açık ve alçak bitki türünden gruplar olup doğrudan doğruya güneşle özdeşleşmiş bitkilerdir. Peki özdeşleşme iyi hoşta, güneş ışınlarının zararlı etiklerinden nasıl korunuyorlar dediğimizde bir bakıyorsun bilhassa öğlen saatlerinde zararlı ışınların etkisinden korunmak için yapraklarını profil (görüntü) konumda tuttuklarını görüyoruz. Malum, profil konumda yaprakların her iki yüzeyi de aynı yapıda olup daha çok yayınık ışınlardan istifade etmektedirler. Sadece yapraklar mı, hiç kuşkusuz bitkiye yeşil rengini veren ve aynı zamanda asimilasyonda aktif rol oynayan klorofil hücreleri de profil pozisyonu almaktadırlar.
Hem güneş hem de gölgeyi tercih eden bitkiler
Bunlarda maksimal ışık isteği %100, minimal isteği ise bitki türünden türüne değişen değerler şiddetinde tezahür etmekte. Hatta minimal nokta çiçeklilerde steril olanlara göre daha yüksek değerler de olduğu gözlenmiştir. Örneğin Hedera Helix (sarmaşık) bitkinin çiçeğinde ışık şiddeti isteği %100–22 civarlara tekabül ederken, sterilite bölümlerinde minumum ışık şiddet isteği %2 olduğu görülmüştür. Keza Senecio vulgaris bitkinin ışık isteği %100-2 civarlarda seyrederken domuz ayrığı olarak bilinen Dactylis glomeratanın ışık isteği ise %100-2 civarlarda seyretmektedir.
Gölge bitkileri
Gölge bitkilerin ışık isteği tam olarak yüzde yüz olarak gerçekleşmez. Tabii bu demek değildir ki yüzde yüz istifade edemiyorlar diye gölge bitkileri asla yetişmez, oysaki değil gölge bitkileri neredeyse karanlığa mahkûm bir halde daha henüz filizlenmeye yüz tutmuş öyle bitki türleri var ki saniyenin binde ikisinden daha fazla sürmeyen anlık bir flaş ışıkta bile gelişim gösterdikleri gözlenmiştir. Derken bu tür bitkiler hem iyi şartlarda yetişen bitkilerle rekabet etmekten kaçınaraktan kendi gelişimine odaklanmakta hem de fazlaca güneş altında buharlaşmaya meydan vermemek için su bilânçolarını dengede tutmuş olurlar. İşte bu tür özelliklerinden dolayı kendilerinden nemcil anlamında higromorf bitkiler olarak adından söz ettirmiş olurlar. Kaldı ki mutedil, sıcak ve kurak iklimlerde yetişen bitkilerde gerektiğinde buharlaşmaya karşı gölgelenme refleksi göstererekten su bilançosunu dengesini tutma eğilimi gösterebiliyorlar.
Işığın karbondioksit asimilasyonuna olan etkisi
Fotosentez olayı isminden de anlaşıldığı üzere ışığın bitki içerinde pigment içeren kromatofor hücre grupları tarafından absorbe edilip sentezlenmesi sayesinde asimilasyon gerçekleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu pigment hücre grupları arasında en dikkat çekeni klorofil maddesidir. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bilhassa yaprakların iç gözeneklerinde konumlanmış bu söz konusu klorofil maddeleri güneşten gelen ışığı kendi iç mekanizmalarında özümleyip fotosentezin gerçekleşmesinde başrol oyuncu oldukları gibi değim yerindeyse bitkilerin üretici ağababaları olarak da adından söz ettirmektedirler.
Peki, alg bitkilerinde durum vaziyet nasıldır acaba? Hele bilhassa oksijenli bakterilerin bulunduğu ortama yeşil bir alg konulup üzerine ışık gönderildiğinde bakterilerin en fazla kırmızı ve mavi ışınların olduğu yerlerde toplandıkları belirlenmiştir. Bu demektir ki alg bitkilerin bulunduğu bölgelerde oksijenin daha fazla birikeceği, dolayısıyla fotosentez olayının da bundan ötürü buralarda daha yüksek seviyelerde gerçekleşeceği sonucu ortaya çıkar. Nitekim bakterilerle bu doğrultuda yapılan elde edilen sonuçlar Engelmann deneyi ile ispatlanmış gözüküyor da. Ve yapılan bu deneylerle fotosentez olayının en fazla tesir ettiği alanlarda spektrofotometre ile yapılan renk ölçümlerinden elde edilen veriler bize klorofilin emilim miktarının maksimum kırmızı ışık dalga boyu spektrum aralığında konumlandığını göstermekte. İster istemez bu durumda mavi ışınlar aynı ölçekte absorbe edilse de fotosentezde rolü kırmızı dalga boyundaki gibi etkin olmayacaktır. Bilindiği üzere bu noktada sadece karotin maddesi kısa boy dalga boyundaki mavi ve mor ışınlara duyarlılık gösterip absorbe etmekte. Öyle anlaşılıyor ki bu alanlarda söz sahibi konumda olan, yani fotosentez için gerekli olan ışık tayfı klorofilin bizatihi kendisi olmaktadır. Hatta bir bakmışsın klorofil maddesi icabında kendi kendine de yetmeyip “klorofil a” ve “klorofil b” şeklinde farklı kategorilerle de sahne alabiliyor.
Klorofil a ve klorofil b’nin spektrum absorbsiyon değerleri genelde birbirine yakın duran ikili ikizler şeklinde gerçekleşmekte. Tek başlarına kala kaldıklarında ise mesela klorofil a’nın güneşten gelen ışığı absorbe etmesiyle birlikte derhal enerjik durum kazanaraktan aktif konuma geçebiliyor. İşte minimal düzeyde de olsa bu söz konusu kazanılan enerji birimi bilim adamlarınca ışık parçacıkları temsil anlamında kuantum veya foton olarak tanımlanır. Nitekim bir kuantum enerjisi Erg (E) cinsinden 12403/ dalga boyu formülüyle hesaplandığında dalga boyu küçüldükçe enerjinin artığı görülecektir. Şu halde mavi ışınlar enerjice kırmızıdan daha zengin olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki; absorbe edilen kuantum ya tekrar kuantum olarak iade edilir, ya ısı enerjisine çevrilir ya da fotokimyevi reaksiyonlar için kullanılmakta. Peki, bunlar arasında hangisi fotosentez için işe yarar diyorsanız elbette ki fotosentezde rol oynayan bu sonuncu durumdur. Çünkü fotosentez olayı genel olarak ışık şiddetiyle paralel olarak artış kaydetmekte. Ancak bu artış bir yere kadar elbet, o sınıra dayandığında ister istemez fotosentez hadisesi durağanlaşıp stabil kala kalacaktır. Yani bu demektir ki doyum noktasında fotosentez için kullanılan karbondioksit ile solunumla üretilen karbondioksit miktarının birbirine eşitleneceği hızda bir eşik noktası oluşur ki, işte bu eşik nokta birçok bilim dalında kompensasyon noktası olarak ifade edilir. Ancak bu söz konusu kompensasyon nokta gölge bitkilerinde çok düşük değerlerdedir. Işık bitkilerinde ve gölgeye dayanıklı bitkilerde kompensasyon noktasının farklı olması ise solunum şiddetine bağlı olan bir durumdan kaynaklanır. Bilhassa gölgeye dayanıklı bitkilerin yapraklarında stoma sayısının azlığı nedeniyle gaz alışverişlerin de azalmalar nüksedip ister istemez solunumları da buna paralel zayıf seyredecektir. Nitekim gölge bitkilerinde fotosentez olayının vuku bulması için gerekli olan ışık şiddeti miktarı güneş bitkilerinin negatif karbondioksit bilânçosunu belirleyen noktasından başlaması bunu teyit ediyor. Demek ki ışık şartları müsait olsa bile karbondioksit asimilasyonu gölge bitkilerinde belirli standart limitlerin dışına çıkamamaktadır.
Asimilasyon için kullanılan karbondioksit ile solunumda meydana gelen karbondioksit arasında ki farka net asimilasyon denmektedir. Net asimilasyon şiddetine neden olan faktörler ışık şiddeti, ısınma derecesi ve havadaki karbondioksit miktarıyla belirlenmektedir. olmaktadır. Nitekim bitkilerde asimilasyon faaliyeti bu faktörlere bağlı olarak değişip mesela 500 kilogramağırlığında ki bir ağacın asimilasyonla takriben 250 kg karbon içerdiği belirlenmiştir. Üstelik bu miktardaki karbonu ancak 12 milyon metre küplük havayı absorbe ederekten üretilebiliyor. Keza ısı faktörü de asimilasyonda en önemli etken faktörlerden olup, asimilasyonla temperatür arasındaki ilişki bağının optimal eğri üzerindeki değerlerden görebiliyoruz da. Önemine binaen grafikteki izlediği eğrilere baktığımızda temperatür yükseldikçe asimilasyonunda o ölçüde artış kaydettiğini görürüz. Ancak yukarıda da dedik ya, bu artış bir yere kadardır, belirli bir noktadan sonra yani temperatür optimal seviyelere ulaştıktan sonra asimilasyonun durağanlık göstermesi kaçınılmazdır. Yeniden asimilasyonun start alması için mutlaka mevcut sıcaklığın minimum seviyelerde ki sıcaklığa inmesi gerekmektedir.
Değişik iklim bölgelerine dağılmış olan muhtelif türden bitkilerin sıcaklık değişimlerinin minimum, maksimum ve optimum sıcaklık değerlerinin farklılık arz ettiği gözlemlenmiştir. Mesela bulunduğumuz coğrafyamızın enlem boylarındaki bölgelerde konumlanmış bitkilerin optimal sıcaklık değerlerinin 20-30 santigrat derecelerde seyrederken maksimum değerlerin ise 35-50 santigrat derecelerde seyrettiği gözlemlenmiştir. İşte bu ve buna benzer verilerden hareketle uygun değer değerlere sahip bir bitkinin organik madde üretiminin düşük temperatürde ve az ışık şiddetinde gerçekleştiği görülmüştür. Ayrıca temperatür yükseldikçe fotosenteze nispeten solunumun daha fazla hızlı artış kaydettiği, kompensasyon noktasının daha hızlı bir şekilde eşitlendiği gözlemlenmiştir. Şu bir gerçek yüksek sıcaklık şartlarda gelişme kaydeden bitkilerde solunum hadisesinin daha yüksek tempoda seyretmesi demek bu tür bitkilerin aynı zamanda minimal ışık seviyelerde bile asimilasyon maddelerin hemen hepsini tüketeceği demektir. Zira ortada solunum için harcanan enerji söz konusudur. Dolayısıyla stok organik madde üretimi ancak kuvvetli bir ışık şiddeti ile mümkün hale gelmektedir. Bir başka ifadeyle soğuk bölge bitkileri ekseriyetle zayıf ışık şiddetinde asimilasyon yapabildiklerinden madde üretimine geçebilmeleri için %10 ışık şiddeti onlar için yeterli sayılmaktadır. Böylece her sıcaklık temperatürü için net asimilasyon ışık ihtiyacı farklı olduğu ortaya çıkar.
Karbondioksitin asimilasyona olan etkisi
Yukarıda üçüncü faktör olarak nitelendirdiğimiz karbondioksitin fire vermeksizin asimilasyona doğrudan etki yaptığı gözlemlenmiştir. Bilindiği üzere atmosferdeki karbondioksit oranı % 00,03 düşük değerlerde seyretmesine rağmen tüm yeşil bitkilerin fotosentezi için yeterli olabiliyor, ancak yine de bu oran kritik bir eşik nokta sayılır. Neyse ki karbondioksit her türlü yanma hadiseleriyle ortaya çıkabilecek türden bir gaz (mesela kömür karbon demek, yani oksijenle yanarak karbondioksit olmakta) olması hasebiyle bu kritik eşik yeryüzünden atmosfere yükselen karbon gazlarıyla telafi edilebiliyor. Bu yüzden karbondioksitin tükenmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Hem kaldı ki karbondioksit tabiata tutunmada inatçı bir gaz olduğunu birbirine sıkı sıkıya birleşik halde bağlanışıyla ağırlığını ortaya koymakta. Ama bu demek değildir ki birbirine sıkı sıkıya bağlanıyorlar diye hiç ayrılmayacak gibiler, malum ayırıcı ve ayrıştırıcı bir takım işlemler içinde bitki yaprakları devreye girerekten üstesinden gelinmekte. Öyle ki yapraklar bu inatçı karbondioksiti büyük bir ustalıkla güneş ışığı altında rahatlıkla karbon ve oksijene ayrıştırabiliyorlar da. Yine bir bakıyorsun odun denen nesnenin bizatihi kendisi oksijen, hidrojen ve karbondan müteşekkil ormanlardan elde edilen bir ürün olması hasebiyle onu bir yandan yakma esnasında karbonla oksijen birleşip duman halinde karbondioksit oluştururken, diğer yandan yanma esnasında hidrojenle oksijen birleştiğinde su buharı oluşturduğu görülür. Ne diyelim işte görüyorsunuz gerek birleştirme gerekse gerekse ayrıştırma denen hadiselerin arka planında belli ki ilahi kanunlarla kodlu olan bir programın şifreleri söz konusudur. Hiç kuşkusuz bu noktada insanoğluna düşen bu şifreleri çözüp tabiat okumalarını anlamlandırmak olmalıdır. Hele bir insan tabiat okumalarımıza derinlik kattıkça tabiatta cereyan eden her türlü yanma olayları karşısında karbondioksit miktarının artış kaydettiğini gördükçe madde üretiminin de buna paralel olarak artış kaydedeceğini ve bu artışın % 00,1 yoğunluktaki bir artış oranına tekabül eden bir hat halinde ilerlediğini fark etmiş olacaktır. Şayet bu karbondioksit yoğunluğu % 1’leri aşacak şekilde ilerleme kaydederse bu durumda insanoğlu bu kez karbondioksitin faydasından çok zarar vericiliğini kara kara düşünür olacaktır. İnsanoğlu nasıl kara kara düşünüyor olmasın ki, baksanıza çağımızda hızlı sanayileşmeyle birlikte karbondioksitinde buna paralel olarak daha şimdiden karbon monoksit hale dönüşerekten çevre kirliliğine ve zehirlenmeye sebebiyet teşkil ettiğini bilmeyen yoktur dersek yeridir. Hakeza karbondioksit sadece çevremizde değil bilhassa toprağın 20 cm üstü kısımlarında difüzyon yoluyla yayılıp birikerekten de etkisini gösterebiliyor. Yetmedi karbondioksit bileşenleri bir bakıyorsun toprakta yaşayan birtakım mikroorganizmalar ve bitki kökleri tarafından da dışarı salınabiliyor. Malumunuz bu arada hem insanlar hem de hayvanlar boş durmayıp habire oksijen emip solunum yoluyla her nefes alışverişinde dışarıya karbondioksit çıkarmak suretiyle salınıma bilfiil katkı sunmuş olmaktalar. Ancak insanın bu noktada hayvandan tek farkı tabiatın sadece belli bir alanında değil tabiatın hemen hemen her değişik noktalarında ve alanlarında mesken tutaraktan karbondioksitle her daim muhatap kalmasıdır. Nasıl mı? İnsanoğlu mesela mesleği icabı bir bakıyorsun taş fırında yanan bir ocağın körüğünü soluduğu gibi solarken de karbondioksiti akciğerine almış oluyor. Hayvan öyle değil, ya merasında otlayarak gün geçirmekte ya da ahırında kalaraktan karbon kirliliği ile doğrudan içli dışlı olmaktan kendini arındırabiliyor.
Karbondioksit asimilasyon miktar tayini
Bilindiği üzere belirli bir zaman biriminde yaprak yüzeyinin absorbe edebileceği karbondioksit miktarı asimilasyon şiddeti olarak tarif edilir. Nitekim karbondioksit miktar tayini 1 desimetre karelik bir alanda miligram cinsinden hesap edilmektedir. Hatta bu hesaba yaprağın birim yüzey alanı da dâhildir. Derken yapılan hesaplamalarla bir yaprağın saat veya dakika cinsinden asimilasyon şiddeti veya günlük asimilasyon eğrileri istatiksel bir biçimde kolayca grafik üzerinde ortaya konulabiliyor. Yine de ortaya veri halde grafiksel ve istatiksel olarak konulan bu hesabın bitkinin madde üretimini belirleyicilik yönünden tek başına kesin bir kıstas sayılmaz, illa ki başka parametrelerin de bir doküman halde ortaya konulup bu hesabı doğrulaması gerekir ki kesin kıstas sayılabilsin.
Her neyse meseleye hesap kitap üzerinden değil de kabul görmüş genel bilgiler yönüyle baktığımız da mesela tabiatta humus bakımdan zengin orman alanlarının bilhassa rüzgârsız geçen gecelerinde havada ki karbondioksit miktarının normalin üç misline çıktığı gözlenmiş bir durumdur. Şüphesiz gözlenen bu durum en çokta gündüz orman altı vejetasyon için çok fayda sağlayan bir durum olarak karşımıza çıkmıştır. Faydadan çok zararı olan diğer karşılaşacağım durum vaziyet ise deminde vurguladığımız gibi çağımızda hızla sanayileşmeyle birlikte bilhassa endüstri bölgelerinde fabrika bacalarından tüten dumanların havaya karışmasıyla ortaya çıkan karbondioksit miktarının hava kirliği yönünden artış kaydetmesidir. Neyse ki, 2 metreden daha az hızla esen bir rüzgârın sürüklediği karbondioksit ağırlıklı maddelerin difüzyon yoluyla bitki yapraklarının stoma hücrelerince emilimi sayesinde ve akabinde işleme tabi tutması sayesinde karbon kirliliğinin doğrudan insana ve çevreye yapacağı zararları bir nebze olsun dizginlenebiliyor. Hatta bu sayede karbon dengelerinin tamamen sarsılmasının önüne de geçilmiş olunmakta. Tabii tabiatta aşırı karbondioksit maddesinin birikmesinin ortaya koyduğu olumsuz faktörlerden başka bir diğer başka olumsuz artçı deprem niteliğinde diyebileceğimiz faktörlerde söz konusudur. Nitekim meseleyi yine bitki yaprağının stomaları üzerinden örneklendirecek olursak aşırı su baskınları ya da ağaçları kökünden koparacak şekilde kasırga halde esen rüzgârlar bitkinin havalandırma gözenekleri diyebileceğimiz aynı zamanda bitkide ki gaz değişimini ve terlemeyi kontrol eden stomaların karşısına olumsuz yönde dış faktör olarak çıktığı gibi ayrıca stoma hücrelerinin kendi iç bünyesinde kopan dalgalanmalar ise karşısına iç artçı faktör olarak çıkmakta. Hatta tüm bu artçı etkilenmelere bitkinin gelişim durumu veya bitkinin önceki yaşam öyküsü, daha gencecik veya daha yaşlıca olması gibi daha pek çok etken faktörleri de ilave edebiliriz.
Bilindiği üzere yapraklar, genellikle üzerlerine doğan güneş ışınları karşısında dik duruş sergilerler. Üstelik dik duruş sergilerken de güneşten gelen kuvvetli ışınların yakıcı veya kavurucu etkisinden korunmak içinde birbirlerine gölgeleyecek şekilde dizilim sergilerler. Doğrusu böyle bir diziliş manzarası karşısında hayretler içerisinde adeta kendimizden geçip dona kalmaktayız. Hayretimiz ve heyecanımız yatıştıktan sonra işin birde muhasebesini yapmaya koyulduğumuzda “Nasıl oluyor da akıldan yoksun yapraklar böylesi bir dizilişe akıl sır erdiripte birbirlerini gölgelendirebiliyorlar” şeklinde merakımıza mucib olan sorunun cevabı için ufkumuzu zorlamaktan kendimizi alamıyoruz da. Her neyse biz ufkumuzu ve hafızamızı zorlayıp cevabını araya duralım, oysaki botanikçiler bu işin sırrını bitkinin ışık karşısında gösterdiği bir takım değişik türden yönelme manevralarını fototropizm olarak tanımlayaraktan çoktan çözmüşler bile. Derken bizde bu arada geçte olsa yıllar sonra Nevroz çiçeğinin yüzünü güneşe doğru nasıl doğrulttuğunun sırrını çiçeğin sap kısmının fototropizme uygun donanım sayesinde gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Hatta yetmedi bitkilerde fototropizmin sadece güneşe yönelmek için işlev yüklenmediğini, bilhassa çiçeğinin solma noktasında ışıktan korumak içinde sap kısmının tersi istikametinde işlev yüklendiğini de öğrenmiş olduk. Böylece bu söz konusu işlevi sayesinde bitki yaprakları üzerinde ters bir döngü manevrasıyla hem meyve vermekte olan çiçekler tohumlarını aşırı ışıklara maruz kalmasına meydan vermemiş olur hem de tohumlarını toprağın bağrına sağ salim bir şekilde uygun şartlarda yeniden doğmak üzere bırakmış olurlar. Hatta daha da olmadı bitki bu iş için yetişme ortamı bulabileceği duvar aralıkları veya kaya çatlaklarına da sokularaktan yeniden doğuşunu gerçekleştirebiliyor da. Örnek mi, işte alp dağlarının yüksek kesimlerinde yetişme ortamı bulan beyaz çiçek olarak bilinen edelvays adlı bitki türü bunun en tipik misalini teşkil eder. Öyle ki bu bitki türü üzerinde ki gümüşi beyaz renkli narin tüyleri sayesinde ışık şiddetinin yan etkilerinden kendini korunaklı kıldığı gibi kendi hal lisaniyle hayatta her daim varım diyebiliyor da.
Yine bilim adamları tarafından bir kısım yetişme ortamlarından elde edilen verilere baktığımızda bir takım bitkilerde osmotik basınç değerin yükselmesine paralel olarak bitki hücre özsuyu bağıl aktivitesi denen hidratürünün de düşük seviyelerde seyrettiği bilgisini ediniriz. Hakeza bu arada nemli ortamlarda yetişen bitkilerin her bir yaprak başına düşen kuru madde miktarının ise kurak bitkilere göre daha az miktarlarda olduğunun bilgisine vakıf oluruz. Ki, bu durum bitki için bir zaafiyet değil, bilakis kurak bitkilerin üstün becerisine işaret bir durumdur. Nitekim bu durum kurak bitkilerin asimile ettikleri maddeleri kendi kök sistemi içerisinde depo ettiklerinin bir göstergesi güçlülüktür bu. Böylece kurak bitkiler üstün beceri kabiliyetleriyle önceden ürettikleri besinleri depolamakla bir şekilde kuraklığa karşı hem hazırlıksız yakalanmamış olurlar hem de değim yerindeyse kuraklığa karşı meydan okumuş olurlar.
Malumunuz bitki yaprakları küçücük ve kseromorf yapılı olduklarından özellikle nemli bitki gruplarında kök içi sarfiyatında ekonomik davranış sergiledikleri gözlenmiştir. Bu arada geniş yapraklıların yaprak başına düşen asimile madde miktarı baktığımızda kurak bitki yapraklarına nispeten düşük miktarlarda olmakla birlikte toplam geneline baktığımızda ise hatırı sayılı miktarlarda olduğu görülecektir. Nitekim soğuğun asimilasyon madde miktarına tesiri kuraklığın tesiriyle hemen hemen aynı olduğu gözlemlenmiştir.
Belli bir zaman dilimi içerisinde belli bir yaprak yüzeyi üzerinde gerçekleşen kuru organik madde miktarına o yaprağın verimliliği olarak tarif edilir. Dolayısıyla siz siz olun sakın ola ki yapraktan ne köy olur ne de kasaba deyip bitki yapraklarını hafife almayasınız. Hele ki yukarıda onca anlatımlardan sonra şunu iyi görelim ki, bikere bir bitki topluluğunun toplamda 1 metre karelik yaprak yüzeyinde 1 saatte 1 kg ağırlığında şeker ürettiği artık bir sır değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir mucize-i rabbaniyedir. Böylece bu mucize-i rabbaniye sayesinde yapraklar bir bakıyorsun ışığı absorbe etmek suretiyle tüm canlılara meyvesiyle yemişiyle gıda olmakta. Hatta bulunduğu bölgelerin verim ekonomisine de çok büyük katkı sağlamış olmaktalar. Zaten bu noktada tek bir ağaç bile başlı başına verimlilik dersek yeridir. Elbette ki bu verimlilik durduk yere kendiliğinden biranda gerçekleşmiyor, ta milyarlarca uzaklıkta gök kubbe üzerinde gelen ışınların yeryüzü sathına inmesiyle başlayan yıllar süren bir sürecin neticesinde ancak bu verimlilik neşvünema bulmakta. Nasıl ki bir çocuk süt emmeksizin ve emeklemeksizin ayağa kalkıp yürüyemiyorsa aynen öyle de gök kubbede konumlanmış güneş ışığı olmadan bir bitkide tohumlanıp filizlenmeksizin asla ne kök olabilir, ne gövde olabilir ne de dallarıyla budaklarıyla boy verip meyve olabilir. Besbelli ki işin sırrı ışık mucizesinde gizli.
Vesselam.

TABİATTA OLAN BİTENİ NASIL OKUMALI?
SELİM GÜRBÜZER
Tabiatta olan biteni tek bir pencereden değil çok yönlü pencerelerden bakarak okumakta fayda vardır elbet. İcabında bu da yetmez, tabiat okumalarına ruhta katmak gerekir ki madde kalıbında donuk kalınmasın. Madem öyle, tez elden tabiat okumalarına ruh kataraktan tabiat hadiselerini irdelemeye çalışalım.
Malumunuz her bir bitkinin hayat devresine ait hayati fonksiyonları sıfırın altı veya sıfırın üstünde seyreden minimum ve maksimum ısı derecelerine bağlı olarak gelişmektedir. Öyle ki tabiatta bitkileri aşırı donlardan muhafaza edecek tertibat havadaki su buharında ziyadesiyle mevcut bile. Havada buharlaşma vuku bulmadığı durumlarda bitkiler ister istemez don olayından olumsuz yönde etkilenmesi an meselesi diyebiliriz. Neyse ki bitkiler havada santimetre kare (cm2) başına düşen 1000 gramlık havadaki su buharının gram cinsinden basınç ağırlığı sayesinde donma hadisesi karşısında kendilerini korunaklı kılabiliyorlar. Sadece atmosferdeki su buharı basıncı mı, hiç kuşkusuz havada ki karbondioksitte yeryüzünden yansıyan uzun dalga boylu radyasyonları emmek suretiyle de bitkiyi aşırı donlardan korunaklı kılabiliyor. Hele bilhassa turfanda sebze ve meyvelerin kış gecelerinde havada ki karbondioksit gazının varlığı sayesinde kendilerini olumsuz soğuk hava şartlarına karşı kendilerini korumaya almaları bakımdan bulunmaz bir korunaklı zırh edinmiş olurlar da. Şayet bitkiler havadaki bu koruyucu zırhtan mahrum kalsaydılar hem toprak yüzeylerinde radyasyon kayıpları yaşanacaktı hem de sebze ve meyvelerin donmaya maruz kalaraktan telef olmaları kaçınılmaz bir hal alacaktı.
Bilindiği üzere bitkiler düşük sıcaklık davranışlarına göre üç grupta kategorize edilirler:
Birinci grup bitkiler donma noktasının biraz üzeri diyebileceğimiz derecelerde hayatiyetlerini sürdürebilecek türden bitkilerdir. Bu tür bitkiler ancak tropik bitkilerde olduğu gibi turgorlarını, yani su dolu halini, tonusunu ve şişkinliğini kaybettiklerinde hayatiyetlerini yitirme riskiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Nitekim domates, tütün gibi bitkilere bu kabilden bitki türleridir.
İkinci grup bitkilerse donmaya karşı mukavemet gösteren türden bitkilerdir. Bir başka ifadeyle bu gruptakiler daha çok sıfır santigrat derecenin altında hayatlarını idame ettirebilecek türden bitkilerdir. Ki, sıfırın altı demek donma noktası demektir. Öyle ki donma noktasında bitki plazmasından su çekilmesiyle birlikte intersellular da (hücreler arası) buz kristalleri oluşmakta. Neyse ki bu tür bitkilerin intersellular safhasında plazması su kaybına uğrasa da bu noktada oluşan kristalize buzlanmayı bünyesinde bulunan tertibat mekanizmaları sayesinde yavaş yavaş potasından eritmek suretiyle dona bağlı oluşacak olan zararları bir şekilde elimine edebiliyorlar. Ancak bu tür bitkilerin bünyelerinde var olan donmaya karşı eritici tertibatları her daim kâfi gelmeyebilir de, bu durumda hele bilhassa seracılıkla uğraşan üreticilerin bitki plazmasının suyunu kaybetmesine mani olacak veya donma hadisesini yavaşlatacak benzer iklim şartlarını oluşturacak tedbirleri almaları gerekecektir. Nitekim bu yönde bitki için gerekli olan iklim şartları oluşturulduğunda görülecektir ki hücrenin (plazmanın) donmaya karşı mukavemeti daha da bir artış kaydedecektir. Seracılığın dışında meseleye birde işin doğal akışı yönünde işleyen tertibata baktığımızda bitkinin donma olayından göreceği zararlar her bitki türünün dona maruz kalmadan önceki hayat akışına, genetik yapısına ve fizyolojik yapısına göre farklılık arz ettiği gözlenmiştir. Tabiatta her ne kadar bitkiden bitkiye değişen farklılıklar söz konusu olsa da bir şekilde bitkileri aşama aşama soğuğa karşı alıştırmak suretiyle de plazmanın mukavemetini artırıcı tedbirlerin alınması pekâlâ mümkün diyebiliriz. Kaldı ki tedbir alınmasa da tabiatta bir takım bitkiler vardır ki plazma akışkanlığını artırmak suretiyle soğuğa karşı mukavemet ettikleri gibi kendince bir takım hayati formlar oluşturaraktan da don olayına karşı direnç gösterip kendilerini bir şekilde koruma altına alabiliyorlar.
Üçüncü grup bitki türleri ise malum donma noktasındayken çok farklı şekillerde mukavemet göstererekten direnç sağlamaktalar. Bilhassa bu tür bitki gruplarında çiçek açmaya başladığı dönemlerde soğuğa karşı daha çok duyarlıdırlar. Ancak bu noktada çiçek tomurcuklarının soğukları mukavemeti içinde bulundukları gelişme periyoduna göre de değişebiliyor. İcabında bu durum tamamen bitkinin bünyesinde ki metalik değişimlere bağlı olarakda değişim göstermekte. Örnek mi? Mesela dinlenme halindeki hücrelerde şeker oranının ve proteinlerin artışı bir bakıyorsun hücre içindeki buz oluşumunu azaltarak dona karşı dayanıklılığını artırdığının gözlemlenmesi bunun tipik misalini teşkil eder.
Hiç kuşkusuz bitkilerin donmaya karşı kendi kendilerini koruyacak bir takım mekanizmaların dışında bir diğer koruma yöntemlerden biride dışarıdan müdahale yapılacak olan türden koruma yöntemleridir. Ki, bu tür yöntemler insan aklının üretebileceği türden bildik suni koruyucu yöntemlerden başkası değildir elbet. Suni koruyucu yöntemler iyi hoşta ancak şu da var ki insan aklının ürettiği suni yöntemlerle hemen öyle sabahtan akşama ya da akşamdan sabaha sonuç alınacak diye bir kayıt yoktur. İlla ki daha pek çok suni yöntemlerin geliştirilmesi için sürekli çaba sarf etmekte gerekir ki donma riskine karşı daha akılcı sonuçlar alınabilsin. İlk evvela şunu iyi bilmemiz gerekir ki don olayının etkisi daha çok ilkbaharda kendini göstermektedir. Öyle ki donma olayı ya geniş sahaları içine alan hava akımlarının oluşturduğu ayaz soğukluğu olarak ya da geceleri toprak yüzeyinin şiddetli soğuğa maruz kalaraktan bumbuz kesilmesinin doğurduğu donma hadisesiyle karşımıza çıkmaktadır. Ki, bu tip birinci durumda hava akımı kaynaklı don hadiseleri için şimdilik pek yapacak bir şey gözükmüyor, ama ikinci konumda donma hadiseler için ya kaybolan ısı ışınlarını azaltmak suretiyle (hasır, naylon, örtmek) ya da ısı nakli türünden bir takım tedbirler alaraktan sonuç alınabileceğini gözlemlemekteyiz. Nasıl mı? Mesela gözlemlediğimiz ısı nakli yoluyla uygulanan yöntemlere başvuraraktan elbet. Nitekim o başvurulacak olan yöntemlerden birkaçını sıraladığımızda:
-Soba, lastik, saman vs. yakmak veya tütsü verme metodu,
-Vantilasyon metodu (tali havalandırma metodu),
-Su püskürtmek türü metotlarla sonuç alınabildiğini görebiliyoruz.
En son şıkta sunduğumuz su püskürtme metodunda dikkatimizden kaçmayan bir husus var ki, o da tam donma noktasındayken su püskürtüldüğünde oluşacak olan 80 cal/gr’lık ısı yayılımı sayesinde bitki yaprakları üzerinde ısının sıfır santigrat derecelerin altına düşmesinin önüne geçilebiliyor olmasıdır.
Öyle ya, madem yukarıda sıralanan suni yöntemlerle don riskinin önüne geçilebiliyor, o halde donma riskine karşı bitkilerden verim alınması için neydik edip bıkmadan usanmadan daha da geliştirilmiş suni yöntem tekniklerinin kullanımı yönünde azami gayret göstermek gerekir.
Su mucizesi
Bilindiği üzere su molekülleri % 88,89 oranında yanıcı hidrojen ila % 11,1 oranında yakıcı oksijenin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bu arada ne ilginçtir ki yanıcı ve yakıcı bu ikili bir araya geldiklerinde alevlenmiyorlar, bilakis bir araya geldiklerinde tüm canlılar için ab-ı hayat su olunmakta. İyi ki de su molekülü olarak ab-ı hayat olmaktalar, bu sayede tüm canlı âlem canlılığını iri ve diri tutmaktadırlar. Hatta su molekülleri canlı âleme sadece can suyu ab-ı hayat olmakla kalmayıp zaman zaman yüreklerimizi dağlayan yangınlara karşı koruyucu ve söndürücü kalkan olmakta da. Hele ki 2021 yılı yaz aylarında bir dizi yaşanılan orman yangınlarında şunu daha da iyi idrak eder olduk ki suyun ateşi söndürücülük etkisinin ötesinde ilahi kanunlara tabi olaraktan kendi içerisinde sıvı, katı (trihydrol) ve gaz (hdyrol) şeklinde üç hal üzere işlevsel özelliğe sahipliği de söz konusuymuş meğer. Öyle ya, durağan haldeki su donma hadisesiyle katı halde buza dönüşürken, buhar haldeyken de gaza dönüşebilmekte, derken aşama aşama hep ileriye doğru bir halden diğer bir hale dönüşümü söz konusudur. Ancak bu dönüşümün bir istisnai durumu vardır ki, o da malum sıcak su ile soğuk suyun karışımıyla meydana gelen ılık suyun başlangıçtaki sıcaklık konumuna geri dönememe durumudur. Anlaşılan o ki, dönüşüm denen hadise hep ileriye doğru işleyen bir süreç olup asla geriye doğru işleyen bir süreç değildir. Ayrıca bir diğer dönüşüm süreçlerinden en göze çarpan hadiselerden biride hiç kuşkusuz sıcak maddelerin soğuk haldeki materyalleri ısıttığı gerçeğidir. Gerçekten de öyle değil midir, baksanıza şimdiye kadar soğuk maddelerin sıcak materyalleri ısıttığı hiç görülmüş müdür? Bilakis adına uygun davranıp soğuttuğu görülmüştür hep. Nitekim bu konularda Newton, yaptığı çalışmalarda sıcak olan bir eşyanın soğuk bir cisme transfer olduğunda bir anda sıcaklık farklarının eşitlendiğini gözlemlemiştir. Böylece bu gözlemler eşliğinde hiçbir oluşumun tesadüfü olarak meydana gelmediği, tam aksine eşyalar arası ısı transferlerin veya yer çekim ivmesi gibi birtakım etken unsurların bir plan dâhilinde mucizevi bir şekilde işlerlik kazanmasıyla birlikte yeni oluşumların vuku bulduğunu ortaya koymuştur.
Mesela bir başka tabiat oluşumlarından buharlaşma hadisesine odaklanan bilim adamlarının çabalarıyla da bir bakıyorsun hem buharın varlığı keşfedilmiş hem de keşfedilen buharın enerjisinden istifadeyle buhar çağına geçiş yapılmıştır. Hatta bilim adamları çalışmalarına derinlik kattıkça bir kilogram buharın sıcaklık ve ısı ölçüm değerlerinden hareketle enerjinin düzensizlik eğrisi anlamına gelen entropi hadisesinin nasıl gerçekleştiğini de ortaya koymuşlardır. Öyle ki, Avusturyalı fizikçi Boltzman’ın gayretleri neticesinde entropi hadisesinin açıklığa kavuşturulmasıyla birlikte aslında bu yaşanan hadisenin termodinamiğin ikinci kanununda yer alan “ısının sıcak bir kaynaktan soğuk bir kaynağa geçmesi sonucunda hararet bir noktada eşitlenir” prensibinin bir başka versiyonunun tezahürünün neticesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim ağzı açık bir balondan buharlaşan hava molekülleri gözlemlendiğinde çıkış kaynağından gittikçe uzaklaştıkları görülmüştür. Ki; bu tıpkı iskeleye yanaşan vapur yolcularının düzensiz bir şekilde etrafa dağıldıkları olayına benzer hadiseyi gözler önüne serin bir durumdur. İşte balon ve vapur örneğinden anlaşıldığı üzere gerek vapur yolcu sayısında gerekse balondan buharlaşan gaz moleküllerinin sayısında değişiklik olmamakla birlikte asıl kaynağından uzaklaşıldıkça bir takım savrulmalar görülür ki bu olay entropi olarak karşılık bulur. Bu arada atmosfere savrulan buharın kaynağına baktığımızda bu kaynağın yeryüzünde ki okyanuslar, denizler, göller ve iç sular olduğunu görürüz. Burada güneşin entropi hadisesinde fonksiyonu ise ister yeryüzü sathı mahallindeki sular olsun ister okyanusta ister denizde nerede olursa olsun hiç fark etmez bir damlacık suda olsa onu buharlaştıraraktan izole edip 20 milyon derecelik ısı sarfiyatını harcama fonksiyonunu üstlenmiş olmasıdır.
Entropi hadisesini yine bir başka açıdan örneklendirecek olursak mesela odanın bir köşesine sıkılan spreyin toplu halde bir köşeye sıkışmış halde kıskıvrak kalmayıp büsbütün odanın içerisine yayılması da bir şekilde entropiye örnek teşkil eden bir hadisedir. Hakeza etrafa sıkılan bir spreyin sırf oda içerisinde kala kalmayıp bir daha geriye dönmeyecek şekilde atmosfere doğru yol alması da tipik entropi hadisesinin bir göstergesidir. Derken bu arada gerek bitkilerdeki transpirasyon, gerek insan ve hayvanlarda solunum yoluyla vücuttan buharlaşan sıvı kayıplarını da buna dâhil ettiğimizde entropi olayının sıradan bir olay olmadığını fark etmiş oluruz da. Kaldı ki tabiatta işin içinde hayati öneme haiz suyun hem canlı vücudunun metabolizmasında eritici ve şişme fonksiyonlarını üstlenmişliği söz konusudur hem de vücut içerisinde başlattığı metabolik faaliyetlerden arta kalan maddelerin taşımasında entropi rol üstlenmişliği sözkonusudur. Bu demektir ki, su ister canlı varlıkların vücudunda, ister tabiatta buharlaşıp atmosfere uçup gitse bir şekilde canlı cansız varlık âleme ab-ı hayat olma yönünde kâinatta kurulu bir devri daim döngü sistemi içerisinde fonksiyonunu sürdürebiliyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30) ayetiyle suyun ab-ı hayat kaynak olduğunu beyan buyurmakta da.
Gerçekten de suyun abı hayat kaynağı olduğu o kadar net ortada ki, baksanıza daha gelecekte su kaynaklarının tükenmesi noktasında yediden yetmişe hemen herkesi telaş almış durumda bile. Hele bu telaş hali bilhassa bilim adamlarını daha şimdiden deniz suyunun nükleer enerjiyle çalışabilecek nitelikte tesislerle buharlaşmasına yönelik maliyeti yüksek bir takım metot arayışlarına sevk etmiş durumda da. Hiç kuşkusuz bu tür arayışlara odaklanmak iyi hoşta, ancak şu da var ki deniz suyunun buharlaşması demek, aynı zamanda ekosistemin ısınması demektir. Üstelik bir yığın oluşacak kümeler halde tuz dağlarının iklimi kontrolsüz bir şekilde değiştirmeye neden olacağı gibi bu uğurda kullanılan kimyasal maddelerin etrafa saçacağı kirliliğinde hayatımızı bir anda zehir zembereğe çevirmesi kaçınılmaz olağan bir hal kılacaktır. Hadi diyelim ki küme halde oluşan tuz dağlarını insanoğlunun yaşadığı meskûn alanların dışında çok uzak diyarlardaki denizlere transfer ettiğimizi varsaysak bile bu kez bir başka problemle karşı karşıya kalınıp denizlerimizin denge ayarlarının bozulacağı bir olağan üstü tabiat hadiseleriyle yüzleşeceğiz demektir. Dahası tabiat dengeleri yerli yerinde oynayıp her şeyin orijinal halinden sapmasıyla birlikte bozulma yönünde entropi bir durum ortaya çıkacaktır.
Bir başka su kıtlığı problemini çözme adına ortaya konan bir diğer metot ise gümüş iyodürle bulut tohumlama tekniğidir. Bu uygulanmaya çalışılan metottan anlaşılan o ki tabiatın su buharını yoğunlaştırmak marifetiyle toz ve tuz zerreciklerine yaptırdığı işi, bu kez insanoğlunun elinden gümüş iyodür kristallerini havaya serpiştirecek teknik özelliğe sahip bir jeneratör marifetiyle yaptırılacağı düşünülen bir suni tohumlama metodudur bu. Elbette ki bu metot marifetiyle havada soğuyan gümüş iyodür iyonları kristalize ederek yağmur çekirdeklerine dönüşerekten yeryüzünün yağış alması sağlanacak düşüncesi iyi hoşta, ancak bulut tohumlama tekniğinin sürekli olarak uygulanamaması halinde yağacak olan yağış miktarının ne olacağı bilgimizin dışında cereyan edecektir. Hadi bu neyse de bu arada yağacak olan yağış miktarının suni yağmur yönteminin bir sonucu olarak mı gerçekleştiği, yoksa tabiat kanunlarının doğal akışı içerisinde mi gerçekleştiği bu da tam muamma bir soru olarak akıllara takılacaktır. Hadi diyelim ki bu metot sayesinde yağdığını varsaysak bile bu arada tabiat dengelerine gümüş iyodürle müdahalenin yol açacağı hasarları düşündüğümüzde bu durum nasıl telafi edilebilir ki? İşte görüyorsunuz hayatımıza olumsuz olarak yansıyacak bir takım negatif faktörleri göz ardı etsek bile bize öyle geliyor ki susuzluk problemini gelecekte çözmek hiçte kolay olmayacak gibi gözüküyor.
Su esastan veya doğrudan enerji verici madde gibi gözükmediğinden daha çok sıvı ihtiyacımızı giderecek gıda maddesi olarak gözükür bize. Oysa içtiğimiz bir bardak su aslında vücudumuzda sırf su olarak kalmamakta, sıvı halde damarlarımızdan geçtikten sonra tüm azalarımıza hayat enerjisi olmak için yol almaktadır. Nitekim 1000 kg tereyağı elde etmek için 10.000 litre su ihtiyacından ziyade 10.000 litre suyun vereceği enerjiye daha çok ihtiyaç vardır. Malum bir ton şeker üretimi için de 100 metre küp suya ihtiyaç vardır. Ayrıca suyun bir diğer esas görevi de hücre plazmasının sululuk aktivetisini belli bir düzeye çıkarmasıdır. Öyle ki bitkiye asıl ekonomik değer katan bünyesinde taşıdığı su miktarı değil protoplazma suyunun bağıl termodinamik aktivitesinin ölçüsü diyebileceğimiz hidratür durumudur. Nasıl mı? Mesela hidratür durumunu gözlemlemek için iki yetişme kabında bulunan buğday bitkilerinden birinin köküne şeker ilave ettiğimiz de her iki durumda da su miktarı aynı olmakla beraber sakkaroz ilave edilmiş eriyikteki bitkinin ise su alma aktivitesinin ve doluluk kapasitesinin güçleşeceği görülecektir. Nedeni nedir sorulduğunda, nedeni son derece gayet basit, ortamın osmotik değeri arttıkça bitkinin emme kuvveti de o nisbette azalış kaydettiği içindir elbet. Bir başka örnek deney olarak yine aynı şekilde belirli miktarlarda kum ve killi topraklara 1 litre su ilave edip yulaf ektiğimizde kumlu toprağın normal şartlarda gelişme kaydettiğini killi toprakta ise tam aksine gelişmenin durağanlaşıp yavaşladığı görülecektir. Nitekim bunun böyle olmasının nedeni de hiç kuşkusuz killi toprağın nem miktarının % 5 olması ve suyun toprağa kuvvetle bağlanma kapasitesinin sınırlı olması dolayısıyladır. Hakeza aynı durum değişik türden bitkilerin çimlenme safhalarında da gözlenip kimi bitkinin kimi bitkiye göre birbirinden farklı miktarlarda su aldıkları gözlemlenmiştir. Nasıl mı? Mesela 100 gr darı ve mercimek tohumunu aynı anda 30 gr su alıncaya kadar şişmeye bırakıldığında her iki tohumunda aynı ölçüde su almalarına rağmen şişme noktalarının farklı olacağı görülüp netice itibariyle ilk etapta mercimekte çimlenme olmazken darı da çimlenmenin varlığı görülecektir. Anlaşılan o ki, darı tohumu kuru ağırlığının %30’u kadar su alınca şişip çimlenmekte, mercimekte de ancak %100 su alınca çimlenmeye yüz tuttuğu görülmekte.
İşte yukarıda değişik türden verdiğimiz örneklerden hareketle bir bitkinin gelişmesine temel kriter olabilecek etkenlerin sadece su miktarıyla sınırlı olmayıp aynı zamanda;
-Bir bitkinin yetişme yerinin osmotik değeri,
-Toprağın emme kuvveti,
-Cisimlerin şişme noktaları gibi bir dizi etken unsurlarında bitki hayatında destekleyici rol oynadıklarını çok rahatlıkla söyleyebiliriz elbet. Nitekim sadece sözel olarak değil rakamsal olarak da bir cismin ya da bir eriyikte ki hidratür kapasitesi ve havanın nem oranı çok rahatlıkla nisbi buhar gerilim katsayısı ölçülerekten artık % (yüzde) değer olarak ortaya koyulabiliyor. Artık öyle ki yapılan ölçümlerden edindiğimiz bilgiler bize gösteriyor ki, bir bitki hücresinde yeterli suyun olmaması durumlarında bitkilerde hem turgor basıncın azalmasına ve ozmotik değerin artmasına yol açmakta hücre faaliyetlerinde bir takım duraksamalara ve kseromorf yapılı organların teşekkülüne neden olmaktadır. Madem hazır kseromorfluktan söz etmişken bitkilerde kseromorfa neden olan etken unsurları şöyle sıralayabiliriz de:
-Hacmin aynı kalmasına rağmen yüzeyin indirgenmesi.
-Epidermis ve kutikul tabakasında kalınlaşma.
-Yaprak üzerinde her bir milimetre kareye düşen stomaların içeri gömülmesi.
-Bitkilerde bir takım yetişme ortamlarına bağlı olarak azot noksanlığı ve tuzlu toprakların varlığından kaynaklanan oksijen noksanlığının nüksetmesi gibi arazlar.
İşte yukarıda sıraladığımız bu tip etken unsurlar bitkiler üzerinde kseromorf arazlar oluşturur ki, böylesi türden pleomorfik kısırlıklara pleomorfizm olarak tanımlanır. Ne diyelim hayatta kalma ya da hayat tutunabilme mücadelesi bu ya, hayatın içinde gürbüz olarak kalmakta var bunun tam aksine zayıf cılız kalmakta vardır. Dolayısıyla her bitki türü de hayatta kalabilmek adına hidratürünü muayyen sınırlar içinde tutabilme gayreti içerisinde bulundukları gözlemlenmiştir. Ve söz konusu o sınırlar maksimum, minumum ve optimum ölçüler arasında değişen bir sürecin haberci elçileri olarak bilinirler. Şayet bitkinin yetişme şartları normal sınırlar içerisinde bir denge arzediyorsa o bitkinin kendine has öz su hidratüre sahip bir özellikte olduğunu gösterir ki, bu gösterge optimal su olarak karşılık bulur. Malum bir bitki optimal şartların dışında kuraklığa maruz kaldığında hücre özsuyu ozmotik değerinin yükselmesine kapı aralayacaktır. Hatta bunun tam tersi durumda söz konusudur. Şöyle ki şayet bir bitki türü yeteri derecede beslenemezse bünyesinde birikmiş hammadde sarfiyatının git gide erimesiyle birlikte bu kez osmotik değerin bir anda minimum seviyelere düşmesi denen bir durum vaziyete kapı aralayacaktır. Örnek mi? Mesela iğne yapraklı ağaçların asitli toprak zemin üzerinde konumlanmalarından dolayı bir bakıyorsun toprağa bağlı ağaç köklerinin organik ve inorganik maddeleri almakta zorlanmaları bunun en tipik örneğini teşkil ettiği gözlemlenmiştir. Neyse ki bu tür bitkilerin zorluğu aşmalarında mantarlar Hızır misali yetişip destek oluyorlar da bu sayede bu zorluğun hakkından gelebiliyorlar. Böylece mantarlar ağacın imdadına Hızır gibi ihtiyacı olan besinleri suda eritip ona takdim ederekten destek olurken ağaçta mantarın bu jesti karşısında ürettiği şekerin bir kısmını mantara ikramda bulunaraktan birbirlerini onurlandırmış olurlar. Derken bizde bu arada “ikram sünnettir” hadis-i şerifin tatbikini insanlardan daha çok bitki âleminde daha net bir şekilde uygulanmakta olduğunu idrak etmiş oluruz.
Her neyse bitki âlemi birbirlerine ikram ede dursunlar konumuz gereği şunu da belirtmekte fayda var bitkilerde tüylerin sıklaşması denen hadisede çok önem arz eden bir husustur. Buna neden en olan unsurlar malumunuz;
-Kök gövde ve yapraklarda su biriktirme özelliğinin artması,
-İyi gelişmiş bir kök sistemi,
-Yaprakların kırılması ve yaprak sathının parçalanması,
-Hücre öz suyunun viskoz oluşu ve eterik yağların teşekkül etmesi gibi etkenler neden olmaktadır.
Osmoz olayı
Osmoz olayı bitki için bir hidrolik kuvvet kaynağıdır. Nitekim bitkiler neredeyse tüm işlerini osmoz sayesinde gerçekleştirmektedir. Osmoz olayını tetikleyen en etken unsurlardan biride hiç kuşkusuz tuzlu maddelerin suyla karışıp çözünür halde yayılması şeklinde tezahür etmesidir. İşte bu ve benzer yollarla bitkilerin yarı geçirgen (semipermeabel) zarlarından (filtrelerinden) geçen suda erimiş maddelerin bitki üzerinde şişme yapmasıyla oluşan basınç hadisesi olarak karşılık bulur ki, bu olay osmoz olarak tanımlanır da. Nitekim bu tanımdan da anlaşıldığı üzere bitki hücresi her halükarda temasta bulunduğu suyu emmek zorundadır. Mesela kurumuş bir şeker pancarını suya koyduğumuzda canlılık kazandığını bir bitki yaprağını da dalından kopardığımızda solmaya yüz tuttuğunu çok rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz da. Derken bu gözlemlerimize dayanaraktan osmotik basınç azaldığında bitkinin solmakta olduğunu, osmotik basınç çoğaldığında canlılık kazandığını, ayrıca bitkiler tuzlu suya konduklarında ise hacimce daha da büyüdüklerini müşahede etmiş oluruz.
Gerçekten de öyle değil mi, hele bir yaprak tutunduğu ağacın dalından kopmaya bir görsün, bu durum tıpkı sonbahar yapraklarının tel tel dökülüp ahiret yolculuğunu bize hatırlatır da. Hatta yaprakların solma noktasında ahireti hatırlatan özelliklerinin yanında bir de kendi biyolojik yapımızı hatırlatan yapısı da söz konusudur. Nitekim gerek morfolojik yönden gerekse mikroskobik yönden incelendiğinde orta ana damar ve bu ana damara bağlı olarak tıpkı insanda olduğu gibi sağlı sollu halde kılcal damarların varlığı görülecektir. Zaten bir insan için damarlar ne anlama geliyorsa bitki içinde kılcal damarlar hemen hemen aynı anlam ifade eder. İşte bu nedenledir ki yaprağa sıradan bir ot parçası gözüyle bakamayız. Şayet böyle bakarsak tabiat okumalarında bakar kör olmaktan farkımız kalmaz. Dolayısıyla yaprağın hem iç hem iç güzelliğini inceden inceye temaşa eylemek gerekir ki, gerçek anlamda tabiat okumalarının hakkını vermiş olalım. Tabiat okumalarında en basitinden yaprağın dış katmanının bile parlak yüzeyli olduğunu fark etmiş olmamız gerekir ki bakar körlük konumuna düşmüş olmayalım. Gerçekten de farkı fark ettiğimizde yaprağın dış yüzeyindeki bu parlaklığın sıradan bir parlaklık olmayıp bitkide aşırı ısı kaybına bağlı olarak olası buharlaşma veya susuz kalmasına yönelik bir önlem olduğunu idrak etmiş oluruz. Bu arada bilim adamlarının ortaya koydukları bilimsel çalışmalarını da iyiden iyi incelediğimizde osmotik değer ölçümlerin zamana göre değiştiğine dair verilere ulaşmış oluruz da. Derken bu veriler ışığında bu arada değer ölçümlerinin sabah ve öğle arası yükseldiğini, öğleden sonra tekrar düşmeye başladığını fark etmiş oluruz. Tabii belirttiğimiz bu değişken değerler bir günlük ölçümler için geçerlidir, bir de bunun mevsimsel değer ölçümleri söz konusudur. Nitekim osmotik değerlerin kurak mevsimlerde artıp nemli mevsimlerde azaldığı artık bir sır olmaktan çıkıp söz konusu değerlerin ya hücre içerisinde su sirkülasyonuyla ilgili değişikliklere bağlı ölçümler olduğu ya da hücrenin osmotik değerini artıran şeker, tuz ve organik asitler gibi maddelerin birikmesinden kaynaklanan değişikliklere bağlı olarak gerçekleşen ölçümler olduğu da anlaşılmaktadır. Mesela sene içerisinde osmotik basınç değerlerin yıllık bazda yapılan ölçümlerin sonuçlarına baktığımızda özellikle ilkbahardan sonra değerlerin yavaş yavaş yükselmeye başladığı, sonbaharla birlikte değerlerin düşüp yaprakların bir noktadan sonra solmaya yüz tuttuğu görülecektir. Neyse ki yapraklar sonbahar gelmeden veya solma öncesi bünyelerinde mevcut biriken besinleri gövdeye aktararak ziyan olmalarına fırsat vermemektedir. Bunun sonucu olarak da aktarılan besinler değim yerindeyse ta ki ilkbaharda yeniden kendi ahiret dirilişi gerçekleşene dek kış süresince gövde kabristanında muhafaza edilirler bile.
Evet, nasıl ki mezar insan ahirette dirilmek için geçit teşkil eden bir kabristansa aynen bitki içinde hem kendi gövdesi hem de toprağa düşen tohum ta ki ilkbaharda çiçek açıp meyve vermek için bir kabristandır. Zira yaşlı ve olgunlaşmış yapraklarda osmotik basınç değer genç yapraklara göre daha yüksek olması hasebiyle yaprak içerisinde birikmiş metabolizmik kalıntıların osmatik basınç değeri artırdığı belirlenmiştir. Zaten osmotik basınç değerin artması bir noktada ecelin kapıya dayandığı anlamında tükeniş alarmı demektir.
Bu arada bitkiler yetişme yerine bağlı olarak hidratür (su durumu) yönünden iki grupta değerlendirilip bunlar;
-Stenohidrit bitkiler,
-Euhidrit bitkiler diye tasnif edilirler.
Stenohidrit bitkiler
Bu gruba ait bitkilerin maksimum osmotik değer arasındaki hareket alanı dar ölçekte olduğundan büyük rutubet değişikliklerine tahammül edemedikleri gözlemlenmiştir. Nitekim su bitkileri ve gölge bitkileri bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Euhidrit bitkiler
Bu gruptaki bitkilerde maksimum osmotik değerler ile optimum osmotik değerler arasındaki çok büyük fark olduğundan bu durumdan herhangi bir zarar görmeksizin kuraklığa uyum sağlayabildikleri gözlemlenmiştir. Nitekim Timus (kekik) ve Cistus (laden) türü tüylü yapraklı bitkiler bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Bu arada şu önemli ayrıntıyı unutmayalım ki osmotik değerin belirlenmesinde iki yöntemle tayin edilip bunlar; plazmoliz ve kriyoskopi metodu olarak bilinmektedir.
Plazmoliz metodu
Su molekülleriyle doymuş bitki hücresinin osmotik değerini belirlemek üzere içerisinde yüksek eriyik bulunan bir kabın içerisine koyduğumuzda bitki hücresinin eriyiğe nüfuz edip su verdiği görülecektir. Öyle ki eriyiğe olan nüfuzu hücre özsuyunun yoğunluğu dış eriyiğin yoğunluğuna eşit oluncaya kadar devam eder de. Derken devam eden bu süreçte bitki hücresi dışarıya su verip, ta ki denge yoğunluğu hücre özsuyunun yoğunluğuna eşit olduğu noktaya geldiğinde analist tarafından dış eriyiğin yoğunluğu ölçülmesiyle birlikte hücrenin yoğunluğu hesaplanmış olur.
Kriyoskopi metodu
Bu metot hücre özsuyunun donma noktasının tayin esasına dayanmaktadır. Mesela yaprak çeşitlerinden dilsiz türü yaprakları suyla temas ettirmeksizin 20 dakika kaynatttığımızda plazma membranlarının semipermiabiletesinin ortadan kalktığı görülecektir. Sözkonusu bitki materyalini soğumaya terkettikten bir süre sonra hücre öz suyunu preslemek suretiyle adeta pestilini çıkartırcasına açığa çıkarılan mayiinin kriyoskopi aletiyle ölçümünü yaptığımızda donma noktasını tayin etmiş oluruz. Nitekim saf su sıfır santigrat derecede donmakta olup, aynı zamanda bu donma noktası eriyiklerin osmotik değerini belirleyen sayısal değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu demektir ki sıfır noktası normal şartlarda bir bitki hücresi için osmotik değerini belirleyen bir skala özelliği taşımaktadır.
İlginçtir suyun sıcaklığı sıfır santigrat dereceden dört santigrat dereceye yükseldiğinde normal fiziki kurallar gereği hacmi artması gerekirken tam aksine azalmaktadır. Donma durumunda ise hacmin arttığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla tüm bu bilgiler ışığında saf suyun sıfır santigrat derecenin altına düştüğünü gösteren işareti b harfiyle sembolize ettiğimizde osmotik değer ile donma noktası arasında ilişkiyi gösteren ölçüm değeri “Osmotik değer = 12,06 x b” formülüyle hesaplanarak belirlenir. Ve bu hesaplanan bu değer sadece bir hücreye ait değil birçok hücre topluluklarını da (dokuları da) kapsayan bir değer olarak ortaya çıkar. Ne diyelim, işte görüyorsunuz tabiatta olan biten her ne varsa hiçbir zaman gelişi güzel, rastgele ve başıboş cereyan etmediği, bilakis her var oluş veya yok oluş matematiksel bir plan veya formül dâhilinde vuku bulduğu ayan beyan ortada durmaktadır. Ancak şu da var ki yaratılan canlı cansız varlıklarda geçerli olan tüm fiziki kuralların tek istisnası var ki, o da suya has kılınmıştır. İyi ki de bu istisnai özellik suya has kılınmış, hele ki yeryüzünün 3/4’ü sularla kaplı olduğunu düşündüğümüzde aksi durumun tam bir felaket olacağı muhakkak. Öyle ya, su da diğer varlıklar gibi ısınınca genleşir soğuyunca büzülür konumda olsaydı, hele bilhassa soğuk iklim hava şartlarının hüküm sürdüğü bölgelerde ki suların bir anda kas katı kesilmesiyle birlikte bumbuz hale dönüşmesi kaçınılmaz bir hal alacaktı. Derken kaskatı kesilen suların büyük çapta buz kütlelerine, yani aysberglere (buz dağlarına) dönüşüp su altındaki hayatın sona erdiğinin ilanı olacaktı. Şimdi gel de tabiat okumalarını böyle okuma, ne mümkün. Zira akarsuların ve okyanusların 4 santigrat derecelik derin sularında hacmi küçük, yoğunluğu büyük olan buz kütlesini su üzerinde yüzdüren Yüce Rabbimizdir, elbette böyle okumamız gerekir. Dolayısıyla Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Zaten hayatta yaşadığımız sürece “fikir, zikir ve şükür” üzere olmamız icab eder, buna mecburuz da. Çünkü her yaratılan varlığın kendine has bir kanunu vardır. Bu noktada insan ise noktada sadece yaratılan kanunları açığa çıkarıp formüle etmek için vardır. Nitekim deminden beri izah etmeye çalıştığımız bitkinin bağlandığı toprak yüzeyi ile yapraklar arasında osmotik değer ölçümleri de sonuçta yaratılış formülüne dayanarak ortaya konan ölçümlerdir. Madem öyle, Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu “ Ölçtüğünüz vakit tam ölçün, tarttığınız zamanda doğru teraziyle tartın. Bu ticaretiniz için daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzeldir” (İsra, 35) ayeti celilenin hükmünce deney ve analiz çalışmalarında da aynen “Osmotik değer = 12,06 x b” formülünü uygularken bitki üzerinde osmotik değer ölçümleri hususunda da doğru dürüst ölçümler yapmak gerekir.
Evet, tabiat okumaları bunlarla sınırlı değil elbet, sis, çiy kırağı, şimşek ve topraktaki suyun durumu gibi daha nice tabii hadiselerde görülmeye değer okumalardır. Madem öyle her birinden birer cümlede olsa bahsetmekte fayda vardır:
Sis
Havadaki su buharının doyma basıncı en aşırı noktasına ulaşmışsa çapları milimetrenin %17’i kadar su damlaları teşekkül eder ki; buna sis denmektedir. Belli ki bitkilerin havaya salıverdikleri fazlaca nem sis olayında birinci derecede etken rol oynamaktadır. Yani su damlacıkları hafif olduklarından havada asılı kalmaları sonucunda sis gerçekleşir.
Çiy
Çiyin yumuşak yüzeyi gündüz ısınıp gece ise süratle ısı kaybederken bu esnada çayır, çimen gibi bitkilerin ısısı hava ısısından daha düşük olacak seviyeye gelmektedir. Bilhassa bulutsuz gecelerde görünen bu olay, atmosferde bulunan nemin bitkiler üzerine sirayet etmesi veya ince su tanecikleri biçimde yoğunlaşması olarak izah edilir ki buna çiğ denmektedir. Şayet optimal sıcaklık donma noktasının altına düşerse çiy yerine kırağıdan söz edeceğiz demektir.
Bazı bitkiler çiy ve sis suyundan bile istifade edebilmektedirler. Şöyle ki havanın su buharıyla doymuş olması transprasyonu azaltacağından bitkilere çok fayda sağlamaktadır. Özellikle yazın orman havasında takriben %10 civarında nem olup diğer zamanlar daha da arttığı gözlemlenmiştir.
Kırağı
Bilindiği üzere kırağı çok küçük buz parçalarından teşekkül etmekte olup, buz ise hava içerisinde nemin donmasıyla ortaya çıkmaktadır. Böylece donmuş nem soğuk cam yüzeyine çaptığında kristal bahçelerinin oluştuğuna şahit oluruz. Öyle ki birbirinden güzel değişik türden kristal manzaraları seyredenler adeta kırağı buz bahçesinde gezer gibisine sandırır. Hatta gezi esnasında görülecektir ki kırağılar cam yüzeyinde ısının durumuna göre şekil almaktadır. Mesela kırağılar donma noktasında düz veya altı kenarlı katmanlar halinde, donma sınırını biraz aştığında iğne şeklinde, ısı bundan aşağı düştüğünde içi boş kenarları döşenmiş borular halde, sıcaklık çok aşağılara düştüğünde ise yaprak şeklinde sahne almaktadır. Hepsinden öte yine de cam yüzeyinde en sık rastladığımız görünüm hiç kuşkusuz eğrelti otu manazarasıdır.
Şimşek
Şimşek aslında elektriksel bir deşarj (boşalma) hadisesidir. Öyle ki ansızın ısınan hava genleşirken, ansızın soğuyan hava eski konumuna geçip akabinde büyük bir gök gürültü kopmasına neden olabiliyor. Belli ki ortamda iyonize bir durum söz konusudur. Zaten yerden 100 km yükseklikte kesin çizgilerle ayıramayacağımızı bildiğimiz atmosferin mezosfer ve termosfer katmanlarını da kapsayan iyonların mekânı diyebileceğimiz iyonosfer tabakası vardır. Öyle ki bu katman exosferin (termosferin bitiş sınırı) sınırına dayanmış durumda olup, içerisinde elektronlarını kaybetmiş veya kazanmış atomların yanısıra serbest elektronları da bünyesinde taşıyan iletken bir özelliğe sahiptir. Zira şimşek bulutunun tabanı negatif, tavanı ise pozitif yüklüdür. İşte bu noktada bulutun pozitif yüklü iyonları iyonosferin negatif yüklerini kendine cezb edip pozitif konuma dönüştürmektedir. Bir başka ifadeyle şimşek bulutları aracılığı ile birlikte iyonosferdeki negatif yükler aşağıya doğru boşalaraktan yeryüzü sathı negatif hale gelmekte, iyonosfer tabakası da pozitif duruma geçmek suretiyle elektriklenmeye yol açmaktadır. İşte pozitif hale gelmiş iyonosfer katmanı ve negatif konuma gelmiş yeryüzü sathı ile ikisi arasındaki yalıtkan havanın üsten aşağıya doğru elektrik akımların sentezlenmesiyle ortaya çıkan yıldırım düşmesi denilen bu olay tüm elektrik mühendislerinin hayretine şayan odaklanması gereken bir hadise olmaktadır. Hem niye hayretler içerisinde kalmasınlar ki, baksanıza gökyüzünde şimşek çakması olmasaydı belli ki dünyamız elektrik kaybına uğrayıp yüksüz kalacaktı. Malumunuz negatif yüklü iyonlar elektron taşıyıcılar olarak adından söz ettirirler. Yani dünyadaki tüm hamallara taş çıkartırcasına elektronları bir yerden bir yere taşımakla mahirdirler. Bu yüzden şimşek olayı bu noktada önem arz etmektedir.
İlginçtir şimşek çakmasıyla birlikte etrafa hoş bir koku yayılıp, halk arasında bu koku taze hava olarak adlandırılmaktadır. Oysa sözü edilen taze hava mavimtırak renkli ve keskin kokulu bildiğimiz ozondan (O3) başkası değildir. İyi ki de ozon tabakası var. Çünkü ozon sayesinde atmosferden geçen ültraviyole ışınları emilerek korunmaya alınmaktayız. Nitekim sahillerde sürekli güneşlenip az miktarda olsa ültraviyole ışınların sebebiyet verdiği güneş yanıkların zararları göz önüne aldığımızda ozonsuz bir atmosferde acaba halimiz nice olurdu diye düşünmekte fayda var.
Ayrıca azotun toprakla buluşmasının bir diğer yolu da şimşek çakması sayesinde gerçekleşmektedir. Şöyle ki, şimşek atmosferden geçeceği esnada bir miktar oksijenle azotun birbirine bağlanmasına vesile olup, böylece yağan yağmurla birlikte bağlanmış haldeki bileşik toprağa düşürülmektedir.
Anlaşılan o ki; fırtınalar, yıldırımlar, soğuklar vs. unsurların her biri ilk bakışta felaket gibi görünsede, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş. Meğer altında nice bilmediğimiz güzel hikmetler gizliymiş.
Topraktaki suyun durumu
Toprağın gerek geçirgenliğe elverişli bir yapıda olması, gerek su tutma kapasitesinin toprağın cinsine göre ayarlanmış olması gerekse suyun toprak içerisinde belirli oranlarda dağılım dengesi içerisinde bulunması tabiat okumalarımızda çok önemli bir hadisedir. Hem nasıl böyle okunmasın ki, baksanıza hem su hem de toprak tabiatta olan bitene adeta cana can katmaktalar. Ne topraksızlık ne de susuzluk, he iki unsurda birbirlerine göbekten bağlı ikildirler. Toprağın nasıl suya ihtiyacı varsa suyunda tüm canlılara ab-ı hayat olması için mutlaka toprağa ihtiyacı vardır. Hatta suyun oluşumunda da toprak birinci derecede etken unsurdur. Nitekim ısınan nemli toprak buharlaşaraktan gökyüzünde bembeyaz buluta dönüşmekte. Derken bulut yağmura dönüşmekte, yağmurun yağmasıyla da toprağın bağrında tüm canlılara can suyu katıp ab-ı hayat olmakta. Hatta bir bakıyorsun yağmur suları kurak bölgelerde yeraltı su kaynağı oluşturup susuzluğa çarede olmakta. Ve bu sayede günlük vücudun su ihtiyacı için gerekli olan yaklaşık 2,5 litrelik su miktarı bu yoldan karşılanmış olur. Belli ki toprağın üstü kadar toprağın altı da canlıların susuzluğunu gidermek yönünde aktif durumda. Derken bu arada “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” kelamı tabiatta olan biteni okumada çok büyük anlam kazanır da.
Şurası muhakkak toprağın bereketinden yararlanmak için belli kurallar söz konusudur. Birkere bitkiler tarafından suyun topraktan alınması için kök hücrelerinin nemli toprak tabakasıyla temas etmesi gerekir. İcabında bu da yetmez temas eden kök hücrelerinin hem şişmeleri gerekir hem de kök tüylerinin hücre özsuyu yoğunluğunun toprak suyunun osmotik değerinden yüksek olması lazım gelir. İşte bu ve benzer kuralların gereği yapıldığında artık toprağa tutunan bitki rahatlıkla filizlenip hayat bulabiliyor. Şöyle ki yağmur suyu toprağa girince bir kısmı tutuk su olarak toprak zerreleri tarafından adeta zapturapt altına alınıp geriye kalan su toprağın boşluklarına nüfuz etmesiyle birlikte, yani toprağın kılcal borularını dolduraraktan sızan su konumuna geçmektedir. Öyle ki bir damlacık (katre) su bile toprağın derinliklerine kadar sızdığında hem toprağın sıcaklığını hem de nemini ayarlayan konumda olabiliyor. Böylece sızan su ziyan olmaksızın toprak tabanının suyla beslenme imkânına kavuşmuş olur ki, işte biriken bu tutuk su miktarı tabii bilimler literatüründe su kapasitesi olarak karşılık bulur. Dolayısıyla suyunda kapasitesi mi o deyip geçmeyelim. Kapasite ölçümleri bilinmedikçe toprak analizi yapmak sağlıklı sonuç vermeyecektir. Dedik ya, su ve toprak etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bütünlük teşkil etmektedir. Dolayısıyla su kapasitesi toprak zerrelerin büyüklüğüne, yapısına ve kolloid madde (eriticilerin) miktarına bağlı olarakta değişiklik gösterebiliyor. Bu yüzden toprak analizlerinde bilim adamları toprağın su kapasitesini tayin etmek için 10 cm’lik toprak sütununu tamamen arıttıktan sonra arta kalan yaş toprağı 105 santigrat derecelik ortamda ağırlıkça sabit oluncaya kadar kurutmaya tabi tutarlar. Derken bu sayede kurutma işleminin ardından yaş ağırlıktan kuru ağırlık çıkarılarak maksimum tutuk su miktarı tespit edilmiş olur. Bu miktar aynı zamanda toprağın su kapasitesini vermektedir. Çünkü su kapasitesi tayininde toprak zerrelerinin büyüklüğü veya küçüklüğü etken unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim su zerreleri küçüldükçe toprağın su tutma kapasitesi de o ölçüde artış kaydeder. Mesela killi, kumlu ve çakıllı üç tip toprak cinsine aynı anda aynı oranlarda yağmur düştüğünü varsaydığımızda her üç toprak cinsinin de su tutma kapasitelerinin birbirlerinden farklı oldukları görülecektir.
Killi toprağın su kapasitesi
Killi toprağın su tutma kapasitesi diğer toprak cinslerine göre çok daha doruk noktadadır. İşte bu toprak cinsinin su tutma kapasitesinin yüksek seviyelerde seyretmesi biriken suyun geçirgenliğini azaltmasına neden olmasına yetecektir. Fakat kumlu ve çakıllı topraklarda bu böyle değildir. Yani kumlu toprakta su daha derinlere nüfuz ederken çakıllı toprakta derininde derinine nüfuz edecek şekilde aşağılara inmektedir. Her üç toprak cinside buharlaşmaya terkedildiğinde en fazla buharlaşmanın killi toprakta olduğu görülürken kumlu ve çakıllı toprakta ise buharlaşmanın en az olduğu gözlemlenmiştir. Zira su molekülleri toprak sathına ne kadar yakın olursa o nisbette de buharlaşma olayı işlevlik kazanmaktadır.
Toprakla ilgili yapılan analiz çalışmalarında şu sonuca varırız ki; kurak olan bölgelerde suyu en fazla muhafaza eden çakıllı topraklar olduğu gözükürken en az muhafaza edenin ise killi topraklar olduğu anlaşılacaktır. Toprakta su moleküllerin en fazla bünyesinde tutan maddelerin ise kolloid yapıdaki maddeler olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim bu kolloid maddeler (-) elektrik yüklü iyonları ve (+) yüklü iyonları (katyonlar) absorbe (bağlama) edecek güçte elemanlardır. Hatta absorbe edilen bu iyonlar su molekülleri ile çevrilidir. Keza katyonlar da öyledir, bunlarda malum, daha ziyade Ca++, Mg++, H+, ve Na+ iyonlar olarak sahne almaktadırlar.
Genellikle toprağın bağrı yumuşak yapıdadır, böyle bir yapıda olması ilahi programlanın ve belli bir hesabın gereğidir. Şöyle ki toprak örtüsünün iç kısmı 50–400 atmosferlik bir kuvvetle kolloidin sathına bağlanmış olup, bu durağan suya Hıgroskobik (ölü) su denmektedir. Dolayısıyla yumuşak toprak zerreleri higroskopik suyu havadan emdiklerinde kendi ihtiyacı olan su moleküllerini 40–50 atmosfer arasında bir kuvvetle dışardan içeriye bağlayabilmekteler. Böylece 50 atmosfer gücünde bir kuvvetle bağlanmış kurak bitkiler bile bu durumdan istifade etmeleri sağlanmış olur. Bu arada toprak zerrelerinin en dışındaki su çok küçük atmosferik kuvvetlerle bağlı olmaları hasebiyle stabil kalmayıp devamlı hareket halinde oldukları belirlenmiştir ki, işte en dış halkadaki bu hareketli suya film suyu veya örtü suyu denmektedir. Hatta bu durum “Higroskopik su + film suyuna ikisine birden) → absorbe edilmiş su (bağlı olan su)” formülü ile izah edilir. Ayrıca toprakta kolloidlerin (eriticilerin) etrafını kuşatan higroskopik sudan başka minerallere bağlı olan kristal su da vardır. Ancak bitkiler bu sudan pek istifade edemezler.
Bir toprak higroskobik suyla doyduktan sonra içerisinde boşluklar oluşmaktadır. Derken bu boşluklar suyla dolarak toprak zerrelerinin etrafı higroskobik ve film suyu ile kuşatılmış olur. Elbette ki bir bitki için topraktaki suyun tabanı değil bu sudan istifade edebileceği su miktarı çok daha önem arzetmektedir. Zira bir bitkiye yeter derecede su nakledilemediği zaman bitkide solma olayının vuku bulduğu gözlemlenmiştir. Hele bir bitki solmaya yüz tutmaya görsün, artık bu noktada solma anında bitki topraktan su almaya devam etse bile transprasyonda kaybolan suyu karşılayamadığı görülecektir. Bundan dolayı solma olayının başladığı andan itibaren toprakta biriken mevcut su miktarına kritik sıfır noktası veya solma noktası denmektedir. Mesela dengeli bir su ortamında (mezofit) yaşayan bitkilerin solma noktası kurakcıl (kserofit) bitkilere göre çok daha fazla olup bu durum ya atmosfer kaynaklı nem miktarıyla ilgili bir durumdur ya da herhangi bir fizyolojik durumun neticesi bir durumdur. Yine de bitkilerin solma noktasında rol oynayan sıvının kapillaritesi yüksek halden düşüşe geçmesiyle birlikte su molekülleri durağanlaşsa da bitki bir şekilde bağrındaki ipliklerinden kopmuş film suyunun 50 atmosferlik basınçtan daha az kuvvetle bağlı olan kısmından istifade ederekten bir süre daha hayatını idame ettirebiliyor.
Solma noktası tayini
Bir bitkinin solma noktasının belirlemek amacıyla incelemeye tabii tutulan bir bitki önce yetişmeye terk edilir. Sonra toprağın buharlaşmasını önlemek için üzeri mum tabakasıyla kapatılır. Böylece üzeri parafinlenen bitki bir müddet sonra solmaya başlayacağı gözlemlenecektir. Hatta solan bir bitkinin 24 saat nemli bir yere konsa dahi artık bu noktadan sonra topraktan su almasının mümkün olmadığı gözükecektir. Ayrıca toprağı bitkinin solmaya başladığı andan itibaren 105 santıgrat derecede kuruttuğumuzda elde edeceğimiz sonuç bitki tarafından kullanılmayan su miktarını bize verecektir. Böylece elde edilen rakamı topraktaki genel su miktarından çıkarttığımızda bitkiye fayda temin eden su miktarını bulmuş oluruz.
Velhasıl-ı kelam, tabiatta olan biteni bilimsel çalışmalara hem analitik yönden hem de ruh kataraktan okumalı ki, her hadise karşısında bakar kör olmaktan kurtulmuş olalım.
Vesselam.