GEZEGEN ALEMİ

GEZEGEN ALEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Gezegen deyince ister istemez bizim medeniyetimizin baş tacı Ez-Zerkali gelmektedir. Bu bilge şahsiyet 11 asırda Usturlab adında güneş devrini ölçen bir cihaz bulmanın heyecanıyla geliştirdiği toledo cetveli vasıtasıyla yörüngesinde seyreden gezegenlerin hareketlerini gözlemleyebilmiştir. Öyle anlaşıyor ki her yaratılan maksatsız yaratılmamış, bilakis bizim bilmediğimiz, fakat daha önceden belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı olarak üstün bir planlamayla yaratılan her ne varsa kendine biçilmiş bir ömür süresi içerisinde yoluna devam etmektedir. Kanun koyucu hiç şüphesiz Allah’tır. Mahlûkatın görevi sadece bu kanunları icra etmektir. Kâinat sarayında bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan birtakım kanunlardan anlaşılıyor ki insanın yaşayabileceği şartları oluşturan tek gezegen dünya gözükmektedir. Belli ki eşsiz mavi mücevher gibi parlak görünüme sahip dünyanın 23 derecelik bir açıyla eğik olması bile belli bir hesabın ve planın olduğuna işaret etmektedir. Nedir o plan derseniz, gayet basit. Şöyle ki; eğer böylesine 23 derecelik bir açı olmasaydı dünyamızın kuzey ve güney kutupları sürekli karanlıkta kalacaktı. Ve bunun sonucu olarak ta okyanuslardan yükselen su buharıyla birlikte her taraf buzlarla kaplı kıtalar doğacaktı. Dünyamız muhtemeldir ki bundan 1 milyar önce oluşum devresinde yapısı itibariyle demir ve nikel tabakaları üzerine hafif taştan sarılmış kabuktan (taş küre) teşekkül etmiş yapısıyla diğer gezegenlere nazaran en ağır olarak sahne almıştır. Hatta üzerini bir şal gibi saran muazzam bir hava okyanusu (atmosfer) ve oksijenin hidrojenle beraberce oluşturduğu müthiş kara okyanusu(su küre) özelliği ile kendini fark ettiren bir gezegendir. Tüm bu bilgilerden sonra bir an olsun insanoğlunun meçhul bir yolculuğa çıktığını düşünün, bu yolculuğun bir bölümünde şayet soluyacak bir hava bulamıyorsa, o insan artık dünyadan çıkıp uzaya adım atmış demektir. Niye? Çünkü kâinatta dünyadan başka solunum yapabilecek tek bir mekân yoktur. Zira dünyanın dışında diğer gezegenler insanın nefes alıp yaşayabileceği şartları taşımasalar da, yine de onlar belli bir emrin ve bir programın gereği olarak birbirlerine çarpmadan özgürce yörüngelerinde seyretmeye devam etmekteler.
Güneş etrafında pervane olan seyyareler içerisinde en yakın gezegen Merkür'dür. Bu yüzden ekseni etrafında döngüsünü 59 günde tamamlamaktadır. Anlaşılan Merkür sadece bir yönünü güneşe çevirmiş durumda olup kendi ekseni etrafında ise bir tur yapmaktadır. İşte bu yüzden Merkür’ün güneş etrafında bir tam seyir dönüş turuna Merkür yılı denmektedir.
Ayrıca güneşe yakın olması hasebiyle takriben 400 santigrat derecelik sıcaklıkla fırını aratmayacak niteliğe sahip bir gezegendir. Madem onu fırına benzettik, o halde böylesine bir sıcaklıkta sudan eser görülmemesi icap eder, öyledir de. Ancak bir nebze olsun çok ince bir atmosfer tabakası izlerinin mevcut olduğu anlaşılmıştır. Fakat havayı getiren tabakanın tamamen karbondioksitle kaplı olması bu gezegende hayata dair her hangi bir emarenin varlığını güçleştirmektedir. Dolayısıyla kendisine bundan ötürü çöl dünyası denilmektedir. Diğer bir ismi ise Utarit’tir. İlginçtir Merkür’ün güneş görmeyen arka yüzeyi eksi sıcaklıkları bulup hatta -246 santigrat dereceleri bile gördüğü belirlenmiştir.
Çıplak gözle görülebilen tek gezegen Venüs’tür elbet. Hatta bazen güneşin battığı anda parlak bir yıldız olarak bizleri selamladığına da şahit olmuşuzdur. Keza dünyamızla eşit hacim ve eşit kütlede olmasına nispetle kendisine hep kardeş gezegenimiz gözüyle bakmışızdır. Tabii ki ayrılıklarımız da var. Şöyle ki; Venüs atmosferini oluşturan gazlardan; karbondioksit miktarının % 97, azotun % 2, oksijenin % 1 oranında bulunması itibariyle dünyadan farklı özellik taşımaktadır. Dahası sıcaklığında 475 – 625 santigrat derecelerde seyretmesi dünyamıza ait sıcaklık göstergelerinin dışında olduğunu göstermektedir. O halde bu ısı göstergelere sahip olan Venüs gezegenin de hayat aramak basınç değerleri yüksek buharlı kazanda hayat aramak gibi boşa harcanan çaba olsa gerektir. Bu gezegende ortalama yüzey sıcaklık 427 santigrat derecedir. Güneş görmeyen arka kısımlarının Venüs'te olduğu gibi eksilerde seyretmeyip tam aksine 227 santigrat derecelerde olması bir kez daha dikkatleri üzerine çekmiştir. Öyle ya güneş görmeyen yüzey nasıl olur da bu kadar sıcağı görür şaşmamak elde değil tabi. Ancak bu durumu bilim adamları hava akımları ile açıklamaya çalışıyorlar. Nitekim dünyamızın kutuplarında 6 ay kış, 6 ay gündüz olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kış aylarında bile sıcaklığın aşırı derecede azalmadığı belirlenmiştir. Belli ki ekvator bölgesinde yüksek sıcak hava akımlarının belirli periyotlarla buralara transfer edilerek sıcaklığın düşüşü engellenmiş oluyor. O halde aynı durumun Venüs’te de olması gayet tabiidir. Bu gezegenin bir başka ilginç özelliği ise aşırı sıcak bir gezegen olmasına rağmen gökyüzünün tamamen bulutla kaplı olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu bulut bizim bildiğimiz bulutun dışında farklı niteliğe sahip. Şimdilik ancak değişik tipte karbonat tuzlarından, kimyasal bileşiklerden ve toz partiküllerinden oluşmuş demekten başka diyebilecek söz yok gibi. Nitekim atmosferinin % 97’si karbondioksit oluşturup, geriye kalan % 2 azot ve % 1 oranında ise su buharı oluşturması bu durumu teyit ediyor da. Ayrıca Venüs yüzeyin de sıkça volkanik faaliyetlerin seyretmesi hasebiyle gezegene gönderilen araçların çektiği resimlerden anlaşıldığı üzere volkanik patlamalar sonucu sülfürik asit kaynaklı bulutların varlığı tespit edilmiştir.
Bilindiği üzere atomun merkezinde pozitif elektrik yüklü proton ile elektrik yük içermeyen nötron bulunmaktadır. Çekirdek hükmündeki merkezin etrafında ise belli bir matematik hesap dâhilinde yerleştirilmiş negatif yüklü elektronlar mevcuttur. Söz konusu elektron parçaları tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi onlarda durmadan hareket ederek pervane olmaktalar. Zaten kâinat doğmadan önce elektron yüklü bir buluttan ibaretti. Derken büyük bir patlama ile birlikte etrafa dağılan zerreler küme küme toplanıp yıldızlar ve onların etrafında gezegenleri oluşturmuşlar. Hele hele yaratılan bu gezegenler arasında öylesine itina ile seçilmiş bir tanesi var ki; o bir nazlı gelin olup canlıların tek yaşayabileceği donanıma sahip bir seyyaredir. Hatta bu özel konumdaki seyyarenin taç kısmında güneşten gelen zararlı ışınları süzgeçten geçirebilecek atmosfer tabakasının yanı sıra 23 derecelik bir eğik konumla yörüngesine oturtulmuş, aynı zamanda dört mevsim ve her iklim şartları sağlanarak saniyede 30 kilometre sabit bir hızla dönme ayarı yapılan bir gezegendir. Öylesine hassas bir muazzam seyyare ki dönüş hızının 1 saniyelik değişmesine bile tahammülü olmayan bir gezegen. Zaten es kaza değişse bütün astronomik sistemin çökeceği besbelli. Şimdi hepinizin merak ettiği bu özellikli seyyare elbette ki dünyadan başkası değildir. Yani güneş etrafında seyreden Venüs’ten sonra ki gezegen dünyadır. Zira Dünya tüm canlıların yaşayabileceği şekilde iç içe kürelerden (-sfer) meydana gelecek donanımla tasarlanarak yaratılmış ve anbean gözümüzün önünde seyreden şahika bir eser. Anlaşılan o ki yaratılan her şey eşrefi mahlûkat ilan edilen insanın hizmetine sunulmuş durumda. İşte bu hizmet gereği mavi görünüm özelliğe sahip gezegene misafir edilmişiz. Ancak bir gün yaşadığımız gezegen de vakti saati geldiğinde maviliği solup ömrünü tamamlayacaktır. Bu yüzden dünyaya hem misafirhane, hem de imtihan salonu demişiz. Ne diyelim, Allah yardımcımız olsun.
Merih, beynin yarım küresi diyebileceğimiz, yani dünyanın yarı hacme sahip, ancak aydan daha büyük bir gezegendir. Bu gezegenin iki uydusu mevcut. Belki de Merih gezegeni kadar astronotlara saç baş yolduran gezegen çıkmamıştır. Bu gezegende hayat var mı yok mu derken birçok bilim adamlarının neredeyse tüm ömrünü almış. Hatta tartışmalar öylesine hız kazandı ki bir takım yarıkların kanallara benzemesinden hareketle oralarda ileri bir medeniyetin olabileceğinden bile dem vurulmuş. Oysaki sonradan anlaşıldı ki oralarda kanal filan yok, tamamen göz yanılmasının ortaya koyduğu birtakım tezahürlermiş meğer. Belli ki tüm bu düşüncelere sevk eden etken kaynağın Merih (Mars) üzerinde atmosfer ve su buharını andıran manzaraların yanı sıra su ve oksijenin bulunması gibi faktörler orada bir hayat olabileceği kanaatini tetiklemiş gözükmektedir. Tüm bu iyi duygular eşliğinde dünyadan kumanda edilebilen Viking 1 adlı ufacık bir aletin yapımı gerçekleşir. Böylece 3,5 kg ağırlığında yapımı gerçekleşen bu uzay aracı hem hava şartlarını ölçecek hem de birtakım kazılar yapıp en ufak canlılık belirtisi olabilecek mikroorganizmaların olup olmadığının tespitini yapacak şekilde dizayn edilerek gönderilir de. Derken uzaya bir takım veriler ve sinyaller göndermekle yükümlü uzay aracı gönderilir. Fakat gönderilmesine gönderildi, ama gelen sonuçlar hiçte beklentileri karşılayacak cinsten değildi. Çünkü söz konusu gezegenin ince donanımlı atmosferinde % 95 karbondioksit, % 3 azot, % 1,5 argon ve % 0,03 oranında oksijen bulunup, toprağın eşlenmesi sonucu mikrop türünden herhangi bir canlıya rastlanılmamıştır. Yine de her şeye rağmen bu gezegenin sıvı halde suya sahip özellik gösterebilme yeteneğine haiz olması dolayısıyla toprak katmanında hayat olabileceği ihtimallerini hafızalardan silip atamamıştır. Tek net bir gerçek var; dünyamızın sahasında hayat dolu lider bir gezegen olduğunun bir kez daha tescillenmiş olmasıdır.
Tüm gezegenleri iç bünyesine sığdıracak devasa büyüklükte özelliği ile dikkatleri üzerine çeken bir diğer gezegen ise Jüpiter’dir. Bilindiği üzere Jüpiter gezegeni ile ilgili çalışmalara ilk imza atan Galile’dir. Yani böylesine devasa gezegeni ilk keşfeden Galile’dir. Onun teleskopik çalışmaları neticesinde 4 değişik tipte uydusunun varlığı keşfedilmiştir. Daha sonraları bunlara ilave olarak 8 uydunun varlığı tespit edilmiştir. Dahası Jüpiter üzerinde çok miktarda hidrojen gazının belirlenmenin yanı sıra az da olsa metan, amonyak ve neon gibi gazlara da rastlanmıştır, ama oksijenin ve azotun bulunamaması bir canlının bu gezegen de yaşanılabilir bir hayat şansı tanımamaktadır. Hatta bu gezegenin en karakteristik özelliği üzerinde yer yer 33.000 kilometre uzunluğunda neredeyse dünyamızın tam hacmine eşit değerde alanı kaplayan kırmızı ben olmasıdır. Bu kırmızı benler insanoğlunda amansız hastalık olarak bildiğimiz kanseri hatırlatsa da Jüpiter’de ne işe yaradığı henüz tam anlamını bulmuş değiliz. Belli ki bu kırmızı lekeler hakkında bilim adamları değişik görüşler sunarak daha çok ter dökecekler gibi. Bilinen ortada bir gerçek var lekelerin hareketli olması, bir o kadar da parlak olmasıdır.
Satürn’de değişik organik molekülleri oluşturabilecek reaksiyon yeteneğine sahip metan, amonyak, hidrojen ve helyum gibi gazların olmasına rağmen yine de bu gezegeni hayat sahibi kılmaya yetmiyor, ama onu seyretmek bir ömre bedel diyebiliyoruz, bu yetmez mi? Hele hele etrafındaki sarımsı-yeşil renkli üçlü kuşağımsı halka var ya. İşte bu gönül halkaları hem zikir halkalarını hem de halk dilinde üçler, yediler kırklar diye bilinen üç manevi Gönül Sultanını hatırlatmaktadır. Her şeyden öte bize adeta nefeslerin tutulduğu bir ruh iklimi aşılamakta. Dahası bu gezegenin güzelliğini tarif etmek hiçte öyle kolay sayılmaz. Onu tarif etmekten zorlanan tutku gözler zaten ona Zuhal yıldızı demekten kendini alamamışlardır. O gerçekten muhteşem görünüşüyle kraliçe bir yıldız olmayı çoktan hak ediyor. Görünüşü ile ününe ün katan Satürn aynı zamanda Astronotların kendi aralarında söz birliği etmişcesine bir numaralı tacı ve tahtı olmuştur. İlim adamları taçlı yıldızın atmosferinin donmuş amonyak kristallerinden oluştuğu kanaatindedirler. Buna ilaveten metan ve buz kristallerinin izlerini de taşımaktadır.
Uranüs gezegeninin Merkür, Venüs, Dünya, Merih (Mars) ve nihayet Jüpiter güneş sisteminin orta kuşağı diyebileceğimiz devasa gezegenlerin dışında bir başka konumda yer almaktadır. Yani farklı devasa yapısal özelliğinin yanı sıra, hidrojen ve helyum gazlar ihtiva eden atmosferiyle onu – 185 santigrat derecelik donuk bir gezegen kılıyor. Hatta diğer gezegenlerde olmayan tipik yönü ise yörüngesindeki eğim açısının onlardan farklı bir şekilde yatık olarak ayarlanmış olmasıdır. İşte bu özelliği sayesinde Uranus’ta mevsim 21 yıl sürmektedir.
Neptün’ün birçok yönlerden Uranüs’e benzemesi ister istemez her ikisini ikiz gezegenler olarak literatüre geçirmiştir. Ancak sıcaklık Uranüs’e nispetle daha düşük olup -225 santigrat derecedir. Ayrıca Neptün’ün şimdiye kadar iki peyki tespit edilebilmiştir.
Güneşten en son uzaklıkta konumlanan son gezegen kuşkusuz Pluton'dur. Dolayısıyla sona kalan dona kalır misali yörüngesinde seyrini 248 yılda tamamlayıp sıcaklığı -212 santigrat derecelerde kalan ve mevsimi ise 62 yıl süren bir gezegen olarak adından söz ettirir.
Hâsıl-ı kelam kâinat kitabında gördüğünüz üzere muazzam hassas bir denge düzeni var. Bakın bu hassas teraziyi Yunus Emre ne güzel ifade etmiş. Diyor ki;
Yerden göğe küp dizseler
Birbirine bend etseler
Altından birini çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü..

GEZEGEN ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Gezegen deyince ister istemez bizim medeniyetimizin baş tacı gök bilimci Ez-Zerkali gelmektedir. Bu bilge şahsiyet 11 asırda Usturlab adında güneş devrini ölçen bir cihaz bulmanın heyecanıyla geliştirdiği toledo cetveli vasıtasıyla yörüngesinde seyreden gezegenlerin hareketlerini gözlemleyebilmiştir. Öyle anlaşıyor ki her yaratılan maksatsız yaratılmamış, bizim bilmediğimiz, fakat daha önceden belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı olarak üstün bir planlamayla yaratılan her ne varsa kendine biçilmiş bir ömür süresi içerisinde yoluna devam etmektedir. Kanun koyucu hiç şüphesiz Allah’tır. İnsanoğlunun üzerine düşen görev ise var olan kanunları bulup buluşturmak ve icra etmektir. Nitekim kâinat sarayında bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan birtakım kanunlardan öyle anlaşılıyor ki, insanın yaşayabileceği şartları oluşturan tek gezegen dünya gözükmektedir. Belli ki eşsiz mavi mücevher gibi parlak görünüme sahip dünyanın 23 derecelik bir açıyla eğik olması bile belli bir hesabın ve planın olduğuna işarettir. Nedir o plan derseniz, gayet her şey net açık ortada. Şöyle ki; eğer dünyamız 23 derecelik bir açıyla eğik olmasaydı kuzey ve güney kutupları sürekli karanlıkta kalacaktı. Ve bunun sonucu olarak ta okyanuslardan yükselen su buharının etkisiyle her taraf buzlarla kaplı kıtalardan geçilmeyecekti. Neyse ki dünyamız muhtemelen bundan 1 milyar önce oluşum devresinde yapısı itibariyle demir ve nikel tabakaları üzerine hafif taştan sarılmış kabuktan (taş küre) teşekkül etmiş yapısıyla diğer gezegenlere nazaran kütlesi en ağır olarak sahne almıştır. Hatta üzerini bir şal gibi saran muazzam bir hava okyanusu (atmosfer) ve oksijenin hidrojenle beraberce oluşturduğu müthiş kara okyanusu (su küre) özelliği ile kendini fark ettiren bir gezegen olarak doğa gelmiştir. İşte tüm bu bilgilerden hareketle bir an olsun insanoğlunun meçhul bir yolculuğa çıktığını düşünün ve çıktığı bu yolculuğun ilerleyen bölümlerinde şayet soluyacak bir hava bulamıyorsa, bu demektir ki o insan artık dünyanın sınırlarını aşıp uzaya adım atmış demektir. Zira kâinatta dünyadan başka bir nefes sıhhat soluk alınabilecek tek bir mekân şimdilik gözükmüyor. Ancak şu da var ki, her ne kadar dünyanın dışında diğer gezegenler insanın nefes alıp yaşayabileceği şartlara elverişli olmasalar da yine de onlar belli bir emrin ve bir programın gereği olarak yörüngelerinden çıkmaksızın hatta birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin ve çarpmaksızın adeta güneşin etrafında tavaf eylemek için varlardır. Ve böyle de yörüngelerinde seyr-i âlem eylemeye devam edeceklerdir.
Malumunuz güneş etrafında pervane olan seyyareler içerisinde en yakın gezegen Merkür'dür. Bu yüzden kendi ekseni etrafında döngüsünü 59 günde tamamlamaktadır. Bir başka ifadeyle, Merkür güneş etrafında her attığı 2 tur boyunca, üç kerede kendi ekseni etrafında dönecek şekilde seyr-i âlem eylemekte. Ve Merkür’ün güneş etrafında sabit kalmaksızın böylesi ilginç bir şekilde ki tam seyirlik dönüş turuna Merkür yılı denmektedir. Ayrıca Merkür’ün güneşe yakın olması hasebiyle takriben 400 santigrat derecelik sıcaklıkla fırını aratmayacak niteliğe sahip bir gezegen olmasına rağmen bilim adamlarının ortaya koyduğu verilerden hareketle bir yüzünde buz formunda suyun varlığından söz edilmekte. Öyle ya, madem çok sıcacık bir gezegen, o halde kendisinde sudan eser görülmemesi icap eder. Zira Merkür’de buz formunda diyebileceğimiz suyun olmasının sebebi Merkür’ün kutup çevrelerinde yer alan devasa büyüklükteki kraterlerin varlığı Güneş ışığından mahrum kalmasına yetiyor. Dolayısıyla güneş almaması buz formu da korunmuş oluyor. Hakeza Merkür de ince bir atmosfer tabakası izlerinin varlığından söz edilse de mevcut havayı getiren tabakanın tamamen karbondioksitle kaplı olması bu gezegende hayata dair her hangi bir emarenin varlığını güçleştirmektedir. Dolayısıyla kendisine bundan ötürü çöl dünyası denilmektedir. Diğer bir ismi ise Utarit’tir. İlginçtir Merkür’ün güneş görmeyen arka yüzeyi eksi sıcaklıkları bulup hatta -246 santigrat dereceleri bile gördüğü belirlenmiştir.
Çıplak gözle görülebilen tek gezegen Venüs’tür elbet. Hatta bazen güneşin battığı anda parlak bir yıldız olarak bizleri selamladığına da şahit olmuşuzdur. Keza dünyamızla eşit hacim ve eşit kütlede olmasına nispetle kendisine hep kardeş gezegenimiz gözüyle bakmışızdır. Tabii ki farklılıklarımız da var. Şöyle ki; Venüs atmosferini oluşturan gazlardan; karbondioksit miktarının % 97, azotun % 2, oksijenin % 1 oranında bulunması itibariyle dünyadan farklı özellik taşımaktadır. Dahası sıcaklığının da 475 ila 625 santigrat dereceler arasında olması yaşadığımız dünyamızdaki normal sıcaklık göstergelerinin dışında bir sıcaklığa sahip olduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla bu ısı göstergelere haiz Venüs gezegenin de hayatın olabileceğine dair emare aramak basınç değerleri yüksek bir buharlı kazanda hayat aramak türünden boşa çaba harcamak olacaktır. Hem nasıl boşa çaba olmasın ki, bikere bu gezegende yüzey sıcaklığının ortalamasını aldığımızda 427 santigrat derecelerde seyrettiğini görürüz. Üstüne üstük güneş görmeyen arka kısımlarının eksilerde seyretmeyip tam aksine 227 santigrat derecelerde seyretmesi bile hayatın olmayacağına dair bir işaret taşı olmanın ötesinde ilginçte bulunmakta. Öyle ya güneş görmeyen yüzey nasıl olur da bu sıcaklık değerlerde olur şaşmamak elde değil. Tabii bu durumu bilim adamları hava akımlarıyla açıklamaya çalışıp mesela dünyamızın kutuplarında da 6 ay kış, 6 ay gündüz olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kış aylarında sıcaklığın aşırı derecede azalmadığı belirlenmiştir. İşte kutuplarda ki olan bitenden hareketle öyle anlaşılıyor ki Venüs’te de tıpkı dünyamızın ekvator bölgesinde ki yüksek sıcak hava akımlarının belirli periyotlarla kutuplara transfer edilerek aşırı derecede sıcaklık düşüşlerinin engelleniyor olmasındaki durum yaşanmakta. O halde Venüs’te de benzer durumların yaşanmasına şaşmamak gerekir. Bu gezegenin bizi şaşırtacak bir başka özelliği de malum aşırı sıcak bir gezegen olmasına rağmen gökyüzünün tamamen bulutlarla kaplı olmasıdır. Oysa derinlemesine analiz edildiğinde burda da şaşılacak durumun olmadığı görülecektir. Nitekim Venüs’ün bu söz konusu bulutla kaplı hali bizim bildiğimiz bulutun dışında farklı bir özelliğe sahiptir, yani değişik tipte karbonat tuzlarından, kimyasal bileşiklerden ve toz partiküllerinden oluşmuşluğu da söz konusudur. Nitekim Venüs atmosferinin % 96’si karbondioksit oluşturup, geriye kalan % 3 azot ve % 1 oranında ise su buharı oluşturması bu durumu teyit ediyor da. Ayrıca Venüs yüzeyin de sıkça volkanik faaliyetlerin seyretmesi hasebiyle gezegene gönderilen araçların çektiği resimlerden anlaşıldığı üzere volkanik patlamalar sonucu sülfürik asit kaynaklı bulutların varlığı tespit edilmiştir ki, bu da yeterince şaşkınlığımızı gidermeye yetecek derecede bir veridir bu.
Bilindiği üzere atomun merkezinde pozitif elektrik yüklü proton ile elektrik yük içermeyen nötron bulunmaktadır. Çekirdek hükmündeki merkezin etrafında ise belli bir matematik hesap dâhilinde yerleştirilmiş negatif yüklü elektronlar mevcuttur. Söz konusu elektron parçaları tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi onlarda durmadan hareket ederek pervane olmaktalar. Zaten kâinat doğmadan önce elektron yüklü bir buluttan ibaretti. Derken büyük bir patlama ile birlikte etrafa dağılan zerreler küme küme toplanıp yıldızlar ve onların etrafında gezegenleri oluşturmuşlardır. Hele ki yaratılan bu gezegenler arasında öylesine itina ile seçilmiş bir tanesi vardır ki; o bir nazlı gelin misali canlıların tek yaşayabileceği donanıma sahip bir seyyaredir. Hatta bu özel konumdaki seyyarenin taç kısmında güneşten gelen zararlı ışınları süzgeçten geçirebilecek atmosfer tabakasının yanı sıra 23 derecelik bir eğik konumla yörüngesine oturtulmuş, aynı zamanda dört mevsim ve her iklim şartları sağlanarak saniyede 30 kilometre sabit bir hızla dönme ayarı yapılan bir gezegendir. O öylesine muazzam yaratılmış bir seyyaredir ki dönüş hızının 1 saniyelik değişmesine bile tahammülü olmayan bir gezegendir. Zaten aksi bir durum olsa bütün astronomik sistemin çökeceği muhakkak. Şimdi bu denli muazzam özelliklere sahip hangi seyyaredir dediğimizde hiç üzerinde düşünmeye gerek kalmaksızın hepimizin bildiği gibi güneş etrafında seyreden Venüs’ten sonra ki dünya seyyaresinden başkası değildir elbet. Zira Dünya tüm canlıların yaşayabileceği şekilde iç içe kürelerden (-sfer) meydana gelecek donanımla yaratılmış ve anbean gözümüzün önünde seyreden şahika bir eserdir. Dahası Konuk olduğumuz dünya gezegeni cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş insanın yaşayabileceği şartlarda yaratılmış bir seyyaredir. Peki, bu mavi görünümlü seyyarede ki insanoğlunun konukluğu ne zamana kadar devam edecek sual edildiğinde, ta ki maviliği solup kıyamet saatinin alarmı çaldığı zamana dektir elbet. İşte gelmiş geçmiş tüm insanlık içerisinde bu gerçeğin idrakinde olan tüm inananlar dünyaya hem misafirhane gözüyle bakmışlardır hem de dünyanın bir imtihan salonu gözüyle bakıp baki olanın sadece Yüce Allah olduğuna iman getirmişlerdir.
Merih, beynin yarım küresi diyebileceğimiz, yani dünyanın yarı hacme sahip olmakla birlikte aydan daha büyük bir gezegendir. Ve dahi bu gezegenin iki uydusu mevcut olup belki de, astronotlara şimdiye kadar saç baş yolduracak derecede üzerinde bu denli kafa yorucu gezegen çıkmamıştır dersek yeridir. Öyle ki bu gezegende hayat var mı yok mu sorusunun cevabını almak için neredeyse bu işe kafa yoran astronot bilim adamlarının tüm ömrünü almıştır. Hatta üzerinde daha da kafa yoruldukça bu gezegende ki bir takım yarıkların kanallara benzemesinden hareketle oralarda ileri bir medeniyetin olabileceğinden bile söz edilebilmiştir. Neyse ki, sonraki çalışmalar neticesinde oralarda kanal filan yok, tamamen gözlemleme yanılgısı bir öngörüdür bu. Belli ki bu tür yanılgılara sebebiyet teşkil eden temel neden Merih (Mars) gezegeninde atmosfer ve su buharını andıran emarelerin gözlemlenmesidir. Böylece bu emarelere dayanarak su ve oksijenin de olabileceğinin kanaatinin hâsıl olmuştur. Derken konunun açıklığa kavuşması bakımdan bu uğurda Viking 1 adlı 3,5 kg ağırlığında hem hava şartlarını ölçecek hem de birtakım kazılar yapıp en ufak canlılık belirtisi olabilecek mikroorganizmaların olup olmadığının tespitini yapacak şekilde ufacık bir uzay aracının yapımı gerçekleşir. Tabii uzay aracının yapımı iyi hoşta, ancak uzaya gönderilen bu uzay aracından gelen sinyaller hiçte beklentileri karşılayacak cinsten veriler değildi. Çünkü sözü edilen gezegenin ince donanımlı atmosferinde % 95 karbondioksit, % 3 azot, % 1,5 argon ve % 0,03 oranında oksijen bulunup, toprağın eşelenmesiyle ortaya çıkan neticelere bakıldığında mikrop türünden herhangi bir canlıya rastlanılmamıştır. Her şeye rağmen yine de hafızalardan bu gezegenin sıvı halde su oluşturabilme ihtimalinden hareketle toprak katmanında hayat olabileceği düşüncesi silinip atılmış değildir. Dahası ortada net somut bir gerçek vardı ki, o da malum dünyamızdan başka hayatla özdeşleşecek tek bir gezene şu ana kadar denk gelinmemiş olmasıdır.
Neredeyse tüm gezegenleri bağrına basacak derecede diyebileceğimiz devasa büyüklükte özelliği ile dikkat çeken bir diğer gezegen ise hiç kuşkusuz Jüpiter’dir. Dikkat çeken sadece Jüpiter mi, onunla bizatihi yakından ilgilenen ve uydularından dördünü keşfeden Galileo Galilei’de dikkat çeken bir isimdir. Ve onun gökyüzüne çevirdiği yeni icat edilmiş teleskopunu güçlendirerekten 4 değişik tipte uydunun varlığını keşfetmesiyle birlikte astronomi bilimi alanında çığır açmıştır. Derken açtığı bu çığır sayesinde daha sonra ki yıllarda 8 uydunun varlığı daha tespit edildiği gibi Jüpiter üzerinde çok miktarda hidrojen gazının varlığı, aynı zamanda az da olsa metan, amonyak ve neon türü gazlara da rastlanmıştır. Bu arada hız kazanan çalışmalar neticesinde bu gezegende oksijen veya azota dair herhangi bir emare teşkil edecek bir maddeye ve herhangi bir canlı türünün izine rastlanılmamasıyla birlikte kesin kes hayatın olmayacağı açıklık kazanmış olur. İlla da buralarda hayatın dışında dikkat çeken bir şeyin üzerinde durulacaksa da, o da bu gezegenin en karakteristik özelliği diyebileceğimiz türden üzerinde yer yer 33.000 kilometre uzunluğunda, yani neredeyse dünyamızın tam hacmine eşit değerde alanı kaplayacak ölçüde kırmızımsı ben lekeleri üzerinde durmak daha isabetli bilimsel araştırma olur. Şu ana kadar bu gezegene has lekelerle ilgili sadece bildiğimiz bir fiziki gerçeklik var ki; o da malum lekelerin hareketli ve parlak oluşudur. Bu demektir ki araştırmaya değer bu söz konusu kırmızı benli lekelerin ne anlam ifade ettiği hususu bilim adamlarına dün olduğu gibi bugün de, gelecekte de bir hayli ter döktürecek gibi gözüküyor da.
Satürn’de değişik organik molekülleri oluşturabilecek reaksiyon yeteneğine sahip metan, amonyak, hidrojen ve helyum gibi gazlar var olmasına var elbet, ancak yine de bunların varlığı Satürn’de hayatın olabileceğine dair bir karine teşkil etmez. Olsun, hiçte önemi yok, hayat olmasa da sonuçta onu tefekkür ederekten seyretmekte hakkında bir ömre bedel hayat diyebiliriz pekâlâ. Hele ki etrafındaki sarımsı-yeşil renkli üçlü kuşağımsı halkası var ya, işte bu gönül halkaları hem zikir halkalarını, hem de halk dilinde üçler, yediler, kırklar halkalarının hırka giymiş baş tacı Gönül Sultanlarını da hatırlatmakta. Derken bu gezegeni izleyip seyre dalanların nezdinde nefeslerin tutulduğu bir ruh iklimi oluşturmakta bile. Nasıl böylesi bir ruh iklimi oluşturmasın ki, baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmeye ne nice kalem sahiplerinin gücü yetiyor ne de bilim adamların sunacakları sunumlar güç yetirebiliyor, onu ancak bizatihi temaşa etmekle güzelliği hissedilmesi mümkündür. Gerçekten de öyle değil midir? Baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmek için adeta bin bir türlü nağmeler döken ister yazar, çizer, düşünür taifesi olsun, isterse yazılı ve görsel sunumlarla şeklini şemalını ortaya koymaya çalışan astronotlar olsun, ister istemez bir noktadan sonra artık yorgun ve bitap düştüklerinde tutku gözlerle ona atfen ‘Zuhal yıldızı’ demekten kendini alamadıklarını görmekteyiz. Gerçekten de muhteşem görünüşüyle kraliçe bir yıldız olmayı çoktan hak ettiği gibi Astronotların da gözde bebeği ve tacı tahtı olmuştur. İşte bu noktada gezegenin taçlı şeklinin veya zuhal şemalının dışında birde kendisine bilimsel yönden bakıldığında atmosferinin donmuş amonyak kristallerinden oluştuğu ve buna ilaveten metan ve buz kristallerinin de izlerini taşıyan bir gezegen olduğu görülecektir.
Uranüs gezegeni üzerinde kısaca değinecek olursak, bu gezegenin Merkür, Venüs, Dünya, Merih (Mars) ve nihayet Jüpiter güneş sisteminin orta kuşağı diyebileceğimiz devasa gezegenlerin dışında bir başka konumda yer aldığını görürüz. Bir başka ifadeyle farklı devasa yapısal özelliğinin yanı sıra, hidrojen ve helyum gazlar ihtiva eden atmosferiyle onu -185 santigrat derecelik soğuk ve donuk bir gezegen kılıyor. Hatta diğer gezegenlerde olmayan ayrıcalıklı tipik yönü ise yörüngesinde 98 derecelik eksen eğikliği özelliğe haiz oluşu sebebiyle, yani yatık olması hasebiyle yaz kış olmak üzere iki mevsimi birden yaşıyor olmasıdır. Ve bu söz konusu gezegende her mevsim 42 yıl sürmekte sürmektedir. Yani bu demektir ki, şayet biz dünyalılar olarak Uranus’un kuzey kutbunda konumlanmış olsaydık bu gezegenin 21 yıl boyunca güneşin ufuk çizgisinin üstünde yükseldiğini, 21 yıl boyunca da alçaldığını ve en nihayetinde ise battığını müşahede etmiş olacaktık.
Neptün’ün birçok yönlerden Uranüs’e benzemesi ister istemez her ikisini ikiz gezegenler olarak görmemize sebep teşkil etmekte. Ancak yine de aralarında bir takım farklılıklarından dolayı yine de birbirinden ayırt edilebiliyor. Nasıl mı? Mesela sıcaklığının Uranüs’e nispetle daha düşük olup -225 santigrat derecelerde seyretmesi ayırt edici özelliklerinden diyebiliriz. Daha da en ayırt edici özelliği ise malum Neptün’ün şimdiye kadar tespit edilebilen iki peyke sahip oluşudur.
Plüton’un bir gezen mi yoksa cüce bir gök cismi mi türünden yapılan tartışmalar bir kenara bırakıp meseleye biz bir gezegen gözüyle baktığımızda, Plüton’un güneşin en son halkasında yer alan ve en son uzaklıkta konumlanan bir gezegen olduğunu görürüz. Dahası değim yerindeyse sona kalan dona kalır misali yörüngesinde dünya yılı olarak bir turunu 248 yılda tamamlayan, yüzey sıcaklık değerleri olarak eksi -1228 ila -238 santigrat dereceler arısında değişiklik gösteren ve mevsimsel değişimleri ‘çok soğuk’ ile ‘çok daha soğuk’ arasında gerçekleşen bir gezegen olarak adından söz ettirir.
Öyle anlaşılıyor ki miligram seviyelerde ayarlanmış hassas terazinin denge ayarlarında olduğu gibi kâinatta da milim sapmaksızın işleyen muazzam denge âlem nizamı söz konusudur. İşte Yunus Emre hassas terazi misali kâinat nizamının hassasiyetini bakın nasıl dile getiriyor:
Yerden göğe küp dizseler
Birbirine bent etseler
Altından birin çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü.
Velhasıl-ı kelam, Yunus Emre’nin de dikkat çektiği gibi hele kâinat nizamı ayarları bir yerinden oynamaya görsün, sen gör bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti…
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/gezegen-alemi-5285-kose-yazisi

DÜNYA ASLA BAŞIBOŞ DEĞİL
SELİMGÜRBÜZER
Dünyamız havadan, karadan ve denizden insanoğlunun yaşayabileceği ölçülerde yaratıldığı muhakkak. Bu yüzden ne kadar şükretsek azdır. Baksanıza hiçbir gezegene nasip olmayan atmosfer tabakası sadece dünyamıza has bir halde hizmetimize sunulmuş durumda. Hizmetimize sunulduğu şundan besbellidir ki, biz onsuz, o da bizsiz olamayacak şekilde dizayn edilmiş bir halde kardeş gibiyiz de. Aramızdaki kardeşlik bağını ise yer çekiminin etki gücü sağlamakta dersek yeridir. Şayet ortada yer çekim etki gücü olmasa atmosferdeki gazları bir arada tutmak ne mümkündü, her biri uzayın bir taraflarına savrulacaklardı.
Hiç kuşkusuz atmosfer dünyanın yaratılışından bu güne çeşitli gazların karışımından müteşekkil ve dahi içinde bulunduğumuz dünya gezegenini etraflıca saran binlerce kilometre kalınlıkta gaz kütlesinden ibaret bir tabakamızdır. Dahası bizi etraflıca saran atmosfer kuşağımız ne sıradan incecik bir örtü ne de sıradan kap kalınca bir yorgandır, bilakis gök kubbede yumuşak tül örtüsü görünümünde kuşağımızdır. Öyle gök kubbede bizi saran bir kuşak edinmişiz ki, şayet mevcut halinden biraz daha kalınca tül örtüsü halde bizi sarmış olsaydı güneş ışınlarından gerektiği kadar asla istifade edemeyecektik. İyi ki de her şey yerli yerinde atmosfer tabakamız ekvator üzerinde kalın bir tabaka halde, kutuplar üzerinde ince tabaka halde, uzayda da iğ tabakası halde dünya ve dünya içindekilerin hizmetine sunulmuşta bu sayede kalınlığı dünya sathından gök kubbeye uzanan bir yelpazede 560 kilometrelik bir koruyucu şemsiye edinmiş olduk. Malumunuz koruyucu şemsiyemiz kütle bakımdan ay’ın kütlesinden 81 kat daha büyüklükte olup yeryüzünün su ihtiyacının bu büyüklükteki kapasiteyle yaratılışından bugüne karşılayarak varlığını devam ettirmektedir.
Atmosfer tabakamız bilindiği üzere gök kubbenin yere bakan alt yüzeyinden yukarıya doğru sırasıyla; Troposfer (ilk tabaka), Stratosfer (son derece narin incecik bulutların görüldüğü ikinci tabaka), Mezosfer (orta tabaka), Termosfer (güneş etkisinin belirgin olduğu uzaya üst komşu sınır tabakası) diye adlandırılan tabaka halkalarının oluşturduğu koruyucu zırhlı yeleklerimiz olarak dikkat çekmektedir. Öyle ki her bir koruyucu halka dünyada her türden canlı türünün hayat bulmasına yönelik koruyucu yelekler olarak konumlandırılmışlardır. Nitekim Rabb’ul âlemin bu hususta; “Gökyüzünü korunmuş tavan yaptık” (Enbiya, 32) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Öyle ya, gök tavanımız yaratılışından bugüne;
- Dünyamız cehennem sıcaklarına sahne olmuyorsa,
-Tüm yeryüzü sathı kışın tamamını Sibirya soğuklarıyla geçirmiyorsa,
-Gök kubbeden her salise mikro ve makro düzeyde yıldırım hızıyla akmakta olan milyonlarca göktaşı tepemize inmiyorsa,
-Üzerimize doğan güneşin o zararlı mor ötesi ışınlarına maruz kalmıyorsak,
-Ve daha nice tehlikelere muhatap kalmıyorsak, biliniz ki Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu veçhiyle bu koruyucu zırhımız ve tavanımız olan atmosfer yeleklerimiz sayesindedir elbet.
Mademki atmosfer için koruyucu zırhımız diye tanımlıyoruz, o halde koruyucu zırhımızı hafife almamak gerekir. Zira meteor denen göktaşlarının büyük ölçüde uzayda iken yanıp tutuşup atmosfer tabakaları arasında sönmesiyle birlikte yeryüzüne toz olarak inmekteler. Böylece koruyucu zırhımız sayesinde gökten başımıza taş yağmamış olunmakta. Hani çoğu insan zaman zaman gökyüzünde havai fişekleri andıran ışık kaymalarını gördüğünde “felekten bir yıldız daha kaydı” demekten kendini alamaz ya, oysa yıldız kayması sanılan o havai fişekler aslında astronotların meteor dedikleri (göktaşı) cisimlerin uzaydan atmosfere düştüğü andan itibaren oluşan sürtünme kuvvetinden doğan alev pırıltılarının yansımasından başkası değildir. Şayet bu meteorlar alev pırıltısı veya ışıldama olarak kala kalmayıp direk gök cismi olarak atmosferi delip geçmiş olsalardı yeryüzü meteor taşlarından geçilmeyecekti. Kelimenin tam anlamıyla gökten başımıza taş yağması an meselesi bir durum olacaktı. Nitekim gökten zaman zaman bir iki meteorun düştüğü de vaki olabiliyor. Ama bu demek değildir ki gökten bir iki meteor düştü diye her daim gök kubbeden devamlı olarak başımıza taş yağacak. Oysa bu tür hadiseler istisna kabilinden hadiseler olarak vuku bulup neticesine bir baktığımızda meteorlardan bazılarının atmosfere indiğinde toz buz olmuş bir alev ışıldaması olarak değil de aşınmaksızın doğrudan dünyamıza gök cismi olarak düştüğünde meteor çukuru (göktaşı çukuru) olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. İşte bu noktada bir iki istisnalar dışında atmosferin ne denli önemli koruyucu bir tabaka olduğu ortaya çıkmış olur. Hakeza atmosfer tabakası sayesinde bir yandan üzerimize sağanak sağanak yağan yağmur eşliğinde yeraltında kaynak su rezervi oluşurken bir yandan da canlı cansız varlıklar filtre edilmiş yağan yağmurlar eşliğinde hayat bulmakta, diğer yandan da oksijen olup bu sayede tüm canlı âlem için bir nefes sıhhat olmaktadır. Daha da yetmedi can yeleğimiz atmosferimiz bünyesinde taşıdığı ozon gazı marifetiyle güneşten gelen 0,29 milimikrondan daha kısa dalga boylu ışınların yanı sıra toplam sekiz adet öldürücü nitelikte zararlı ışınları süzüp bu sayede güneş ışınlarından gerçek anlamda istifade etmiş olmaktayız. Nitekim görünmez denilen mor ötesi ışınlar (X ve gama ışınlar) emilip süzüldükten sonra, tüm canlı cansız varlıklar üzerine yararlı ışık olarak sirayet etmekte. Keza ses dalgaları bakımdan da öyle olup gerektiği ölçüde istifade etmemizde atmosferin katkısı çok büyüktür. Öyle ki atmosferin iyonosfer tabakasının ayırt edici ve filtre özelliği sayesinde ses dalgaları arasında herhangi frekans karışıklıklarına meydan vermeksizin işitmemiz sağlanmakta. Belli ki atmosfer olmasa ne bir ses, ne bir tılsım, ne bir renk, ne de bir ışık huzmesi bizim için hiç bir anlam ifade etmeyecekti. Dahası atmosfersiz bir hayat -3 santigrat derecelik ölü bir hayata mahkûm kalmak olacaktı. İyi ki de atmosferin kendi iç bünyesinde tuttuğu % 78 azot, % 21 oksijen gazları vs. var da bu sayede ölü bir hayata mahkûm kalmayıp tüm dertlerimize deva olunmakta. Tüm bunlardan da öte bu koruyucu şemsiyemiz sayesinde ne başımıza gökten taş yağmuruna tutulmaktayız ne de herhangi tehlike arz eden bir kozmik ışın bombardımanına.
Her neyse atmosfer hakkında bu kadar bilgi edindikten sonra gelelim konuk olduğumuz dünyamızın ahvali ne, ne değildir birde ona bakalım. Malumunuz daha düne kadar, yani 1831 yılına dek dünya dönmüyor güneş sabit deniliyordu. Acaba öyle miydi? Oysa Kur’an ayetlerine baktığımızda tam aksini görüyoruz. Nitekim Yüce Allah kullarına elçisi vasıtasıyla bu hususu şöyle duyuruyor da:
- “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik.” (Hicr suresi ayet19)
-“Göğü kendi kudretimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (Zariyat, 47)
-“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder.” (Enbiya, 33)
-“Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman suresi (55), 5. Ayet )
İşte Yüce Allah yukarıda beyan buyurduğu ayetlerden de anlaşıldığı üzere güneşin, dünyanın ve ayın belli bir hesaba göre hareket ettiği apaçık bir şekilde ortaya konmuş durumda. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın bu haberine kulak verilmiş olsaydı bu vahim hataya düşülmeyecekti. Hadi sözde çağdaşlığın kapısı denilen Batı dünyasının Kur’an’a duyarsız kalınmasını bir noktada anlayabiliyoruz, peki ya şu kilise papazlarınca bilimin giyotine vermelerine ne demeli. Bilindiği üzere insanlık uzun bir süre gerek kilise papazlarınca gerekse skolastik çevrelerce bilimin giyotine verildiği dönemlerin algısıyla dünyanın batıdan doğuya doğru dönmesinden hareketle güneşin yerinde sabit kaldığına kör kütük inanıvermişlerdi. İnanıverdiler de ne oldu yıllarını bu düşünceyle heba etmiş oldular. Neyse ki, artık gelinen nokta itibariyle güneşin Samanyolu galaksisinin merkezine yakın bir konumda yer aldığının bilimsel olarak ispatlanmasıyla birlikte güneş ve beraberinde bizler saniyede 200 kilometre veya saatte 720.000 km hızla evrensel çekim kanunlarına uygun bir şekilde döndüğü netlik kazanmıştır. Öyle ki, yerin güneşe ve ay’a olan mesafesi çok ince hesaba dayandığı, hatta dünyamız güneş etrafında dönerken uzaklaşma eğiliminde olmasına rağmen aralarındaki çekim gücü kanunun buna izin vermeyip böylece yörüngelerinde seyir halde ki bir takım dengelerin bu şekilde sağlandığı anlaşılmaktadır. Düşünsenize aralarında bir an çekim kanunun işlemediğini varsayalım, bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti, her an dünyamızın güneşle yakınlaşması neticesinde alev alacağı an meselesi diyebiliriz. Allah’a şükürler olsun ki çekim kanununun bir gereği olarak matematiksel Güneş Sabite'si değeri G= 6,67x10–8 buna izin vermemektedir. Bu sayısal değer elbette ki güneşin kendi kendine akıl erdirip ortaya koyduğu bir rakam değildir, bilakis Yüce Yaratıcının yarattığı ilahi kanunlara tabii olmanın bir göstergesi bir rakamdır. Zaten yaratılmış olan madde, istese de böyle bir sayısal değer üretmeye ne akl edebilir ne de güç yetirebilir, madde ancak neyle programlanmışsa kurulu saat misali işlevini yerine getirir, asal kurulu saat işlevinin veya programının dışına çıkamaz.
Şimdiye kadar anlatılanlardan sanki sadece dünya ile güneş arasında mesafe dengesi varmış gibi bir izlenim vermiş olabiliriz. Elbette bu olay yaratılan tüm kâinat âlemini de kapsayan bir durum. Malumunuz ay dünyamızın uydusu olması hasebiyle mesafe olayı onun içinde geçerli bir kural elbet. Nitekim ay dünyadan biraz daha büyük veya biraz daha yakınında olsaydı med-cezir olaylarından her an başımızı alamayıp kim bilir belki de her gün tsunami felaketleri yaşıyor olacaktık. Yine Allah’a şükürler olsun ki med-cezir hadisesi yılda bir iki defa meydana gelmekte. Ki; bunun iki kez cereyan etmesi hem ayın varlığını hatırlatmakta, hem de ay çekim gücünün etkisiyle ara sıra yer kabuğunu esnetmesiyle birlikte yer kabuğu içerisinde birikmiş enerjinin boşaltılması sağlanmaktadır. Böylece dünyamıza bir tür denge ayarı yapılmaktadır. Bu yüzden Yaratıcı ve yaratılan ilişkisini göz ardı edemeyiz. Keza dünyamız ve diğer gezegenler yaratılıştan bu güne dek hala sabit bir yörüngede seyrediyorsa bu önceden belirlenmiş ve programlanmış planın bir gereğidir. Dolayısıyla dünyanın güneşe en fazla yaklaştığı noktaya “Perihlion”, en uzak olduğu kısma ise “Apelon” denip, bu iki nokta sayesinde güneşe yaklaştıkça hızlanırız, uzaklaştıkça yavaşlarız. Derken yanmaktan kurtuluveririz.
Albert Einstein başlangıçta durgun bir dünyadan söz etmiş, ama geçte olsa hatasını anlayabilmiştir. Dahası sonradan anlaşıldı ki tabiatta cereyan eden hadiseler geriye döndürülemeyecek şekilde bir akış içerisinde seyretmekte. Bu gerçekler ışığında Alexander Freidman genişleyen evrenden bahseden ilk bilim adamı olarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Hubble ise genişleyen modeli formüle edip kanunlaştırmayı başaran bir isim. İşte bu tip çalışmalar sonucu sürekli büyüyen ve genişleyen kâinat karşısında olduğumuzu fark ettik. Üstelik birbirlerinden yaklaşık 60 bin kilometre hızla uzaklaşan galaksiler bu genişlemeye rağmen zerre miskal hacimlerinde değişikliğe uğramamaktalar. Dahası parçalanan yıldızlar, meteoritler, kuyruklu yıldızlar başlangıçtaki mükemmel nizamın bozulacağına dair adeta birer işaret fişekleri olurcasına baki olanın sadece ve sadece Yüce Allah (c.c) olduğunu haykırmaktalar. Hatta dünyamızın koruyucu şemsiyesi diye ilan ettiğimiz atmosfer bile bir miktar gazın merkezkaç ve diğer gök cisimlerinin çekim etkisine girerek uzaya kaçış temayülü gösterdiği artık bir sır değil. En son gelinen nokta itibarı ile teleskopların hüneri ile kâinatın sonsuz olamayacağı hakkında tüm şüpheler ortadan kalkmıştır.
Bakın Allah Teâlâ; “Yemin olsun döndürücü semaya” (Tarık,11) diye beyan buyurmakla gökyüzüne sadece bir sema olarak değil içeriğine de vakıf olmamızı murad ediyor. Öyle ki içeriğine vakıf olmaya çalıştığımızda bilhassa bu noktada atmosferin gökyüzünü (semayı) kaplayan koruyucu örtümüz olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Ve bu örtünün yere bakan ilk katmanının ise troposfer olduğunu müşahede ettikten sonra kar, yağmur, kasırga gibi tüm meteorolojik olaylar bu katmanın yere yakın kısmında cereyan ettiğini gözlemlemiş oluruz. Malumunuz troposferden yeryüzüne indirilen yağmurlar buharlaşıp tekrar geriye döndüğünde bu katmanda tekrar çeşitli işlemlerden geçip yağış döngüsü sürdürülür de. Belli ki atmosferle yeryüzü arasında bir döngü ve çekim ilişkisi söz konusudur. Döngü ve çekim ilişkisinin olması da gerekiyor, aksi halde azot, oksijen ve karbondioksit gibi yoğunlukça büyük temel gazlar kaçış eğilimi gösterip uzaya firar edeceklerdi. Bu demek oluyor ki yerkürenin kütlesine bağlı devasa nitelikte bir mıknatıs çekim gücü ilişkisinin varlığı atmosferdeki gazların kaçışına mani olup kendine cezb etmektedir. Bu arada aydınlık lambamız güneşte boş durmayıp bağrından çıkan elektrik yüklü enerjik parçacıklarla üst atmosferi adeta bombardımana tutaraktan bir taşta iki kuş vururcasına hem üst atmosferi hem de ekvatoru ısıtmış olur. Böylece ısınan hava troposfere yükseldikten sonra alize rüzgârları vasıtasıyla kutuplara doğru yol aldığında soğuyup havanın dengesi sağlanmış olur. Hakeza bundan başka atmosferdeki gazlar tabiatı gereği kaçış istidadı gösterdiklerinden yer çekim kuvvetinin etki gücüyle uzaya kaçmalarının önüne geçilerekten atmosfer dengesi sağlanmış olur. Anlaşılan hava uçmak için var olan iyi bir ortam, arzda (yeryüzü sathı) bağrına basmak için iyi bir ortam. İşte her şey uçma ile bağrına basma arasındaki ilişkide gizlidir. Derken bu ilişki sayesinde denge âlem, uçma ve bağrına basma dediğimiz çekme kuvvetlerinin birbirlerini karşılıklı kontrol etmesiyle gerçekleşmiş olur. Baksanıza Isaac Newton belirlilik (determinizm) prensibinden hareketle bir ağaçtan yere düşen elmanın zihninde oluşturduğu şokla bütün kâinatın bir çekim gücü kanunuyla deveran olduğunu gözlemlendiğinde kendisinin bir anda Hıristiyanlığın ortaya koyduğu teslis inancından uzaklaşmasına yeterli sebep olmasına yetmiştir. Öyle ya, mademki çekim kanunu gerçeği ile yüzleşilmiş o halde baba-oğul-ruhban üzerine kurulu bir teslis inancına körü körüne kendini kaptırmak ahmaklık olurdu. Zira Yaratıcı güç asla ortaklık kabul etmez, bikere bu eşyanın tabiatına aykırı bir durum olurdu. Bu yüzden Yüce Allah (c.c) kanun koyucu olarak tektir, eşi ve benzeri de asla söz konusu olamaz da. Kaldı ki bugün bilim dünyası geldiği nokta itibariyle Newton’u da aşarak kâinatta cereyan hadiselerin tek elden Allah’ın belirlediği hudutlar dâhilinde nizam bulduğu noktasında hem fikir olmuşlardır dersek yeridir. Nasıl ki bir derin dondurucu (buzdolabı) mühendisin belirlediği plan dâhilinde soğudukça ısınan, ısındıkça soğuyan bir termostatik ayarla otomatiklik işlev kazanıyorsa aynen öyle de kâinatın yaratılış kanunları da otomatik olarak yaratıcı gücün külli iradenin murad ettiği doğrultuda işlevlik kazanıp hayat dengemiz sağlanmakta. Nitekim Yüce Yaratan: “Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye ister istemez gelin dedi. İkisi de isteyerek geldik dediler” (Fussilet, 11) beyan buyurarak bu gerçeğe işaret ettiği gibi “Gece gündüzü, gündüzde geceyi takip eder” (A’raf 54) ayetiyle de dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne de vurgu yapmıştır.
Bilindiği üzere dünyamız kendi ekseni doğrultusunda güneş etrafındaki yörüngesi 23,5 derece ve 27 dakikalık bir eğim üzerine konumlandırılmıştır. İşte bu konumlanma üzerine dönen dünyamız kendi ekseni üzerinde yirmi dört saat turlamasıyla bir günlük zaman dilimini kat etmiş olur. Dünyamız aynı zamanda kat etmiş olduğu bu zaman dilimi içerisinde güneş yazın kuzey kutbunda, kışın ise güney kutbunda yer alarak dünya üzerinde değişik iklim kuşaklarına haiz dört mevsimlik iklim şartları oluşur. Öyle ki 23 derecelik eksen dönmesi mevsimlerin oluşumu için bulunmaz büyük bir nimet olarak karşımıza çıkar. Bu arada dünya kendi ekseni etrafında dönerken saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Bu sayı yüz mil olmuş olsaydı vay halimize. Bu durumda ister istemez gündüz ve geceler daha da uzayarak tüm canlılar gündüz sıcaklardan kavrulacaktı, gece soğuktan mahvolacaklardı. Belli ki yerküreyi oluşturan katmanların farklı yoğunlukta yaratılması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi esnasında bir dinamo sisteminin devreye girmesi içinmiş. Böylece fiziki dinamonun oluşturduğu manyetik alanlar eşliğinde eksen kaymasının önüne geçilip dünyamız dengede tutulmaktadır. Şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyılda erimesini tamamlayarak tüm denizleri buz kaplayacaktı. Ya da dünyamızın eğimi 22 derece olsa idi bu sefer kutuplardaki buzullar, ekvatora yakın kısımlar hariç Avrupa kıtasını bütünüyle istila edecekti. Yine dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte değil de 30 saatte tamamlasaydı dünyamız fırtınalar ve kasırgalardan geçilmeyecekti. Peki, dünyamız 20 saatte dönmesini tamamlasa ne olurdu? Olacak olan malum; dünyamız kuraklıktan kırılıp, bitkisel kuraklık içinde kıvranacaktık. Belki de hayattan söz edemeyecektik. Mesela dünyamız sırf okyanus alanlarından ibaret kalsaydı dünya sıcaklığı 4 santigrat derecede kalacaktı, ya da tam tersi dünyamız tamamen buzullarla kaplansaydı bu sefer sıcaklık –8 santigrat derecelerde olacaktı. Anlaşılan buzullarla kaplı Antartika kıtası bile boşuna yaratılmamış. Söz konusu bölgenin meteorolojik konumu sanki ılık bölgelerden rüzgârlar eşliğinde gelen havayı yutan etüv vazifesi yapmak için tasarlanmış. Her şeyden öte dünyamızın fiziki şartları canlıların yaşamasına yönelik hava basıncı, nem, sıcaklık, içerisindeki gaz yoğunluğu ve kalınlığını göz önünde bulundurduğumuzda ortalama 15 santigrat dereceye ayarlanmış bir yapı söz konusudur. Aynı zamanda atmosferin bize sunduğu gazların firar etmelerini önleyecek kaçış hız değerleri ayarlanmış durumdadır. Böylece hem atmosfer tabakası kalınlığı sabit kalmakta, hem de bu takdir edilen değerler sayesinde tüm canlılar yaşama standartları garantiye alınmıştır. Allah korusun atmosfer tabakası incelmiş olsa her an ültraviyole ışınlarıyla kavrulmamız an meselesidir diyebiliriz.
Anlaşılan fezadan gelen zararlı ışınlara karşı dünyamız atmosferle korunma altına alınmıştır. Bilhassa atmosferin en önemli halkasını teşkil eden ozon tabakası zararlı ışınları absorbe etmek için vardır. Yetmedi atmosferin ozon tabakasından başka ısı geçirmez atomlardan oluşan kalın bir tabakada bu iş için vardır.
Bilindiği üzere farklı ısı merkezlerinden gelen ister adına poyraz, ister lodos, ister yıldız, ister karayel, ister meltem, ister keşişleme, ister kıble, ister gündoğusu rüzgârları densin hiç fark etmez sonuçta dünyamız çepeçevre hava akımlarıyla kuşatılmış olduğumuzu gerçeğini değiştirmeyecektir. Zira evrende öyle işleyen mükemmel bir program söz konusudur ki, yılın her günü ayrı ayrı cephe sistemlerinden gelen rüzgârlar tüm insanlığa hem esenlik kaynağı olmakta hem de esintisiyle selamlanmış olunmakta. Rüzgâr insanlara esenlik olup selam göndermekle kalmayıp bu arada bitkilerin döllenmesi için polenlerin taşınmasında da aracılık rol üstlenmiş olmakta. Böylece bu sayede bağ bahçelerimiz, ovalarımız, dağlarımız, vadilerimiz oğul veren rengârenk çiçek cümbüşüyle yeşermiş olunmakta. Ve bu hususta Yüce Allah (c.c) “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) diye beyan buyurarak bu gerçeğe işaret etmekte zaten.
Velhasıl-ı kelam; yaşadığımız kâinat nizamı içerisinde bizim için dünya cennet ve cehennemin küçük bir kopyası bir misafirhane, güneş misafir olduğumuz dünyanın ışık kandili, ay takvimimiz, mevsimler konukların sayılı tüketecek olan nefeslerinin ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimi yaprak dönüşümleri, toprak ise bizi bağrına basacak olan ana kabristanımızdır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dunya-asla-basibos-degil-5328-kose-yazisi