KADININ YERİ
KADININ YERİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Moltke; “Bizde bir genç kız evlenince sosyal mevki bir derece alçalır. Çünkü onu evlilik boyunca sevmek imkânı yoktur. Şarkta ise kadın evlenince yükselir. Kocasının evine itaate mecbursa da ev idaresinde çocukların reisidir ..” diyor.
Fertler birçok alanda birbirine eşittirler. Fakat karşı cinsler birçok alanda birbirlerinden farklıdırlar. Bir kere fiziki yönden erkek ve kadın tâ baştan eşit değildir. Hatta ruh halleri de öyledir. Dolayısıyla toplum içerisindeki fonksiyonları da farklı mecrada yürür hep. Eşlerden biri diğerinin görevine müdahale ederse hemencecik huzursuzluk baş gösterir. Fıtrat gereği erkek dışa, kadın ise içe yönelik görev üstlenir. Bu yüzden erkeğe gündüz, kadına gece dersek yeridir. Şüphesiz evine yorgun dönen erkeğin stresini alacak en etkin güç kadının fendidir. Boşa dememişler “kadının fendi erkeği yendi” diye. Kadın huzur verebilecek yaratılıştadır zaten. Nitekim Allah Resulü: “Bu dünyada bana üç şey sevdirildi:
—Namaz,
—Güzel koku,
—Kadın” diye beyan buyurmakta.
Maalesef vahşi kapitalizm kadının fıtri yapısına bile el atıp kadını yuvasından koparmıştır. Kadın yuvasından dışa karşı dönük olarak görev yapmaya başlayınca bir takım huzursuzları da beraberinde getirmiştir. Şimdi batı günah çıkarırcasına kadını eve döndürme arayışı içerisinde, dağılan parçaları tekrar bütünleştirmek için çareler aramakta, dolayısıyla bu konuda feryat eder haldeler. Gündüz geceye, gecede gündüze karışınca olacağı buydu. Batı, son pişmanlık fayda vermez derler ya onun gibi bir şey yaşıyor kendi içinde.
İslam’da kadın çalışmasa da önemi yok, ekonomik yönden emniyete alınmıştır. Bu yüzden mirastan kadınlara bir, erkeğe iki pay verilir. Kadın daha evliliğe adım atmadan nikâhla kayıt altına alınan mihir (bir nevi evlilik tazminatı) hakkı vs. gibi birtakım haklarla donatılıp ekonomik yönden güçlendirilmiştir. Evlilikle birlikte hem kocasının malından belirli ölçülerde faydalanır, hem de kocasının ölümüyle mirastan hissesine düşen payı da alır. Keza kendi ebeveyninden kalan mirasa da ortaktır.
İslam’da nikâhın üç şartı vardır:
—Eş adaylarının karşılıklı rızası,
—Şahitler huzurunda akdi,
—Yazılı sözleşmeye bağlanması.
İmam-ı Azam; akıl ve baliğ olan kız çocuğun evlenmesi için velinin izni şart değildir der. Ancak diğer imamlar velinin iznini gerekli görmüşlerdir.
İslam poligami hayatına (çok eşle evlilik) ruhsat vermekle beraber monogami evliliği (tek eşle evlilik) tavsiye etmiştir. Bir anlamda İslam çok eşliliği belirli kaide ve kurallara bağlamış, ama bu tür evliliği emretmemiştir. Zira Kur’an-ı Kerim de; “Kadınlar arasında icra etmenize, ne kadar hırs gösterirseniz asla güç yetiremezsiniz” buyurmuştur (En Nisa Suresi Ayet 129). Anlaşılan evlilik nikâh akdiyle teminat altına alınıp şahitler huzurunda yazılı sözleşmeye bağlanmıştır.
Yukarıda kadınların mirastan pay aldıklarını belirtmiştik. Tabiî ki mesele burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki; kadın mirasa ilaveten mal mülk edinmek, ticaret yapma hürriyeti, kendi mülkünü tasarrufta bulunma gibi bir dizi haklar da verilmiştir. Ticari ve gündelik hayatta çek-senet işlemlerinde bulunabileceği gibi mukavele imzalama yetkisi de tanınmıştır. Sadece bunlar mı? Bakın bir kadın doğurduğu çocuğu isterse emzirmeyebilirde, yani kocasından sütanne talebinde bulunabiliyor. Fakat sütanne bulunamadığı durumlarda anneliğin gereği emzirmek zorundadır. Ayrıca kadın maddi fonksiyonlarını icra etmesinin ötesinde ilim tahsil etmesi içinde müsaade vardır. Bu yüzden Rasulüllah (s.a.v); “İlim talep etmek kadın erkek bütün Müslümanlar için farzdır” buyurarak cinsiyet ayırımına geçit vermemiş, ilim kapısının herkese açık olduğunu beyan etmiştir.
İslamiyet ailenin geçiminden birinci derecede erkeği mesul tutmuştur. Şayet koca bu görevi savsaklıyorsa, devleti ikinci derecede mesul kılar. Anlaşılan her halükarda kadın ekonomik yönden kurda kuşa yem olmamakla birlikte İslamiyet’in öngördüğü kurallar çerçevesinde güvence altına alınmıştır. Faraza bir kadın çalışmak mı istedi, bu isteğine engel konulmaz, hatta çalıştığı işyerinden elde ettiği kazancı evin geçimi için harcamayabilir de. Koca eşinin kazancına hiç bir şartta müdahalede bulunamaz, çünkü kazandığı parasını tasarruf yetkisi kadına aittir. Oldu ya bu konuda kocasından baskıya maruz kaldı, bu durumda kadın kocası hakkında dava açma hakkına sahiptir. Görüldüğü üzere kadın gerçek kişiliğini İslamiyet’te bulabiliyor. Maalesef kadına özgürlük diye ortalıkta bağırıp çağıranlar, her ne hikmetse İslam’ın kadına bahşettiği hakları görmezlikten geliyorlar.
İslamiyet kadını camiye de hapsetmez. Nitekim kadını bayram ve cuma namazlarından muaf tutup bu konuda mecburiyet getirmemiştir. Asli görevini ihmal etmemek adına İslami vecibeleri yerine getirmede bile bir takım kolaylıklar sağlanmıştır. Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Ey İnsanlar! Camilere gelmeleri zamanında kadınlarınızı (bu gibi) süs verici elbiseden men edin. Çünkü muhakkak, Ben-i İsrail hanımları camilerinde kibirlenip ziynetli elbiselerini giymekten başkası ile lanetlenmediler” beyan buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Keza yine Peygamberimiz (s.a.v); “Camiye gitmek için kendisine koku süren kadından koku belirtisi oluyorsa o kadın evine dönüp yıkanıncaya kadar Allah tarafından lanetlenir ve namazı kabul olmaz” buyurmuşlardır.
Kadının asıl görevi evinde çocukların hem maddi hem de manevi eğitimine katkıda bulunmaktır. Böylece sıcak bir yuvada annenin şefkatli ellerinde büyüyen çocuğun çok daha sağlıklı olacağı muhakkak. Zira güçlü nesil, bilinçli toplum iyi bir terbiye eğitimi almış ailelerden meydana gelebiliyor. Bu yüzden Fransız sosyologu F. Le Play; sosyal hayatın temeline (atom yahut hücre mesabesinde) aileyi oturtur Dahası aile gül tütsü bir ocaktır. Elbette ki bu ocağın tütmesinde temel birim kadın olup kendisine aile içerisinde çok iş düşmektedir. Nasıl düşmesin ki annenin asli vazifesi yuva içerisinde sağlıklı evlat yetiştirmektir. İslam bu yüzden kadına fiziki sorumluluk yüklememiş, evin geçimini kocanın ve devletin omuzlarına havale etmiştir.
İslam’da karıkoca arasında avret yoktur, ama yinede bir takım edeplere riayet söz konusudur. Şöyle ki; İslam âlimleri birbirlerinin avretlerine bakmalarının unutkanlığa yol açacağını beyan etmişlerdir. Erkeğin dışa karşı avret mahalli diz ile göbek arasıdır, kadının ise el ve yüzün dışındaki bütün vücut azalarıdır. Dolayısıyla edep hem iç, hem dış için önemli bir kaidedir. Edepsizlik fitneye meydan vereceğinden hiçbir şartta tasvip görmez. Bakın evliyaullah gözü haramdan korumak için kadın erkek karışık bulunan ortamlardan kendilerini soyutlamışlardır. Niye, edebe mugayir bir durum çıkmasın diye. İmam-ı Azam bu yüzden; göz daima helal haram demez bakmak ister, diyerek bu hususa dikkat çekmiştir. Hatta değil karşı cinse, kendi cinsine bakmanın bile birçok edep dışı sakıncaları vardır.
Bazı çevreler erkek kadın münasebetlerinde kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmamalarını haremlik selamlık olarak değerlendirip, güya kendilerince eğlenilecek bir malzeme bulmanın sevinciyle bu konuyu destursuz gündeme taşıyıp sürekli dedikodu üretiyorlar. Belli ki onlar karışık toplu halde yaşamayı, çıplak ve yarı çıplak dolaşmayı modernlikten addediyorlar. Modernlikten anladıkları bu olduğu için İslam’ın bu uygulamadaki inceliğini kavrayabilmekten acizdirler. Zaten isteseler de İslam’ın ortaya koyduğu birçok haramların vücuda zehirli bir ok gibi tesir yaptığını anlayamazlarda, üstelik bu meseleyi izah etmeye kalkıştığımız da bir sürü hakaretlere maruz kalacağımız herkesin malumu. Bu konu çok daha su götürür elbet. Çünkü anlatan ne derdini tam ortaya koyabiliyor, ne de dinleyen kafasındaki ön yargıyı yıkabiliyor. Bir kere bu düşünceye sahip insanlar erkek kadın karışık bir hayat tablosuna alışmışlar, oysa böyle bir hayatın her geçen gün ruhunda birçok şeyler götürdüğünü bir bilseler, o zaman Saliha hatunun o ruh halini idrak edebilecekleri gibi, belki de Saliha kadınlık görünümüne bürünmeleri anbe an gerçekleşebilirde.
Rasulullah (s.a.v); “Bir arada bulunan yabancı bir erkekle kadını üçüncüsü şeytandır” buyurmakta. Evliyaullah bu konuda Rabia’tül Adeviyye dahi olsa kadınla sohbete girme diyor. Zira olur ki şeytan seni kandırır demişlerdir. Dolayısıyla İslam’da kadın, yanında helalleri olmadan bir erkekle bir arada bulunmasını halvet sayar. Bakın Hz. İsa (a.s) mağaranın kapısına geldi, o an şiddetli bir fırtına vardı, oracıkta çadırı gözüne kestirdi. Ne var ki içerde kadın olduğunu görünce orayı terk ediverdi. Kaldı ki peygamberler masum, günahsız oldukları halde (ismet sıfatı) bu edebe riayet etmişlerdir, madem öyle, peki bize ne demeli. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v) hiç bir kadına elini vermediği gibi tokalaşmamışta. Bir kere kadın İslamiyet’te musafahayla değil sözle beyat eder. Nitekim asrısaadette erkekler el ile kadınlarsa sözle beyat almışlardır.
Kadın erkek arasında, tıpkı mıknatısın eksi ve artı kutupları arasındaki gibi çekim alanı mevcuttur. Evren böyle yaratılmış, incelendiğinde zıtlıklar arasında manyetik çekim, ayniler arasında ise geri itme söz konusudur. Zaten bu çekim alanı olmasa ne aşkın, ne sevginin, ne de evliliğin bir anlamı kalır.
İslam harama bakmayı zehirli ok hükmünden saydığı için flörtü men etmiştir. Nitekim haram bakışlar doğrudan kalbe sirayet eder, oradan dimağı sarar, derken tüm ruh iklimi biranda tarumar olur. Kaldı ki harama bakış beyin fonksiyonlarını körelttiği gibi aklıselim sahibi olmayı da engellemektedir. Çünkü beynin sürekli haramla meşguliyeti insanın yaratılış gayesinden uzaklaştıran bir kapandır. Ne kadar tenzihi haram ya da harama yakın haramlardan uzak kalınırsa bir o kadar Allaha yakın olacağımız muhakkak. Zaten Allaha yakınlık haramlardan uzaklığımız ölçüsündedir. Anlaşılan Dinimiz harama giden yolları kapatarak, haram işlemenin önüne geçmiştir.
Sözün özü; Dinimizde kadın hem madden hem de ruhen korumaya alınmış. Yani gerçek anlamda özgürlük İslamiyet’tedir. Kadın helal daire çerçevesinde hareket ettikçe hürriyeti Allah’a abd (kul) olmakta bulacaktır, bu böyle biline.
Vesselam.
dedekorkut1
9 Nisan, 2021 - 08:44
Kalıcı bağlantı
İSLÂM VE KADIN
İSLÂM VE KADIN
SELİM GÜRBÜZER
Moltke; “Bizde bir genç kız evlenince sosyal mevkisi bir derece alçalır. Çünkü onu bir daha evlilik boyunca sevmek imkânı yoktur. Şarkta ise kadın evlenince yükselir. Kocasının evine itaate mecbursa da ev idaresinde çocukların reisidir ..” der.
Her ne kadar insanlar birçok alanda birbirine eşitmiş gibi gözükseler de söz konusu cinsiyet farkı olunca kazın ayağı hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır, yani karşıt cinsler birçok alanda birbirlerinden farklıdırlar. Zira kadın tâ yaratılışında fiziki yönden erkekle eşit olmadığı apaçık ortada. Hatta ruh halleri de farklıdır. Dolayısıyla karşıt cinslerin toplum içerisinde yürüttükleri faaliyetler farklı mecrada yürür hep. Öyle farklı mecrada yürüdüğü o kadar kendini belli eder ki, mesela evli çiftler arasında bir eş diğerinin görevine müdahale ettiğinde hemen huzursuzluk baş gösterir. Bir başka göze çarpan farklılık ise erkeğin fıtratı (doğası) gereği dışa meyyal olması, kadının ise içe meyyal olmasıdır. İşte bu nedenledir ki erkek dış işlere yönelik görev üstlenmeyi yeğler, kadınsa iç işlere yönelik görev üstlenmeyi. Hatta bu nedenledir ki erkeğe gündüz, kadına gece dersek yeridir. Hiç şüphe yoktur ki iş dönüşü evine gelen bir erkeğin yorgunluğunu alacak en etkin motive güç kadının güler yüzü, kadının yüreği ve kadının zarafet halidir. Besbelli ki atalarımız “kadının fendi erkeği yendi” derken bu sözü kadının kurnazlığı babından söylememişlerdir, bilakis kadının altıncı hissinin kuvvetli olduğunu belirtmek için söylemişlerdir. Bu öyle bir hissiyattır ki, erkeğin eksik yönlerini tamamlayacak hissiyattır. Kadın sadece erkeğinin eksik yönlerini mi tamamlar, hiç kuşkusuz bütün gün yorgun ve bitap düşmüş eşini her ahval ve şartta güler yüzle karşılasın her daim erkeğinin gözünde koklanması gereken tek nadide çiçek olur da. Nitekim bu gerçeği Allah Resulü bir hadisi şerifinde şöyle dile getirmiştir:
“Bu dünyada bana üç şey sevdirildi:
-Namaz,
-Güzel koku,
-Kadın.”
Peki, Allah Resulü çok güzel beyan buyurmuş buyurmasına da acaba bu gün insanlık bu hadis-i şerifin mana ve ruhuna vakıf durumda mı? Maalesef geldiğimiz noktada vahşi kapitalizm kadının fıtri yapısına (doğasına) el atmak suretiyle yuvasından koparıp kadını sevimsiz ve çekilmez bir hale sürüklemiştir. Kadın yuvasından uzaklaştıkça adeta perişanlara oynamaktadır. Zaten kadının yuvası dışında omzuna kaldıramayacağı onca yük yüklenince olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki, bu durumda bir takım huzursuzlukların su yüzüne çıkması kaçınılmaz olacaktır. Neyse ki, şimdilerde Batı dünyası yaptıklarından bin pişman olmuşçasına kadını yeniden evine döndürme çabası içerisine koyulmuş durumdalar, dahası dağılan parçaları yeniden bir araya getirmenin çabası içerisindelerdir. Tabii Batının karşı karşıya kaldığı bu hazin durum bizim için pek sürpriz sayılmazdı, sonuçta ortada gündüzün geceye, gecenin gündüze karıştığı bir keşmekeşlik söz konusudur, bu durumda elbette ki batının böylesi bir keşmekeş halden kurtulma çabasına girmesine şaşmayız. Zaten bunalımdan çıkış yolu için çare aramaktan başka seçenekleri de yoktur.
İyi ki de bir güneş gibi hayatımıza girdide bu sayede Batının düştüğü perişan vaziyette değiliz, hiç kuşkusuz İslam’la yüzleşmek bizim için büyük bir avantajdır. Nitekim İslam’da kadın çalışmasa da konumundan hiç bir şey kaybetmez, her halükarda ekonomik konumu güvence altına alınmıştır. Örnek mi? İşte mirastan kadınlara bir, erkeğe iki pay verilmesi mali güvence açısından bunun en belirgin örneğini teşkil eder. Hakeza kadının daha izdivaca girmeden tüm ekonomik ve sosyal haklarının nikâh akdiyle birlikte mihr hakkının akde bağlanması da kadının ekonomik yönden güvence altına alınmasının örneğini teşkil eder. Bu demektir ki mihr (bir nevi evlilik tazminatı) hakkı ekonomik güvence bakımdan yuva kurmaya aday bir kadın için sosyal ve ekonomik anlamda kıymet ifade eden bir güvence teminatıdır. Nasıl güvence teminatı olmasın ki, düşünsenize kadın daha yuva kurmanın başlangıcında ekonomik güvence altına alınmakta. Öyle ya, Müberra dinimiz kadını yuva kurmanın başlangıcında güvence altına göre devamında haydi haydi kadına daha bambaşka güvenceler kazandıracağı muhakkak. Nitekim kadın evlilik süresince kocasının malından fayda temin ettiği gibi kocası öldüğünde ardından kalan mirasa da hak kazanır. Kaldı ki, kadın kendi baba ocağından kalan mirastan da pay alır. Ne diyelim işte görüyorsunuz İslam’ın kadın haklarında sağladığı ekonomik güvence budur.
İslam’da nikâh akdinin gerçekleşmesi için üç şart vardır:
-Eş adayları arasında karşılıklı rızanın gerçekleşmesi,
-Şahitler huzurunda akdin gerçekleşmesi,
-Yazılı sözleşmeye bağlanması.
Tabii bu üç şart üzerinde farklı ayrıntılarda söz konusudur. Mesela İmam-ı Azam; akıl ve baliğ olmuş bir kız çocuğun nikâh akdi için veli izninin şart olmadığını belirtirken, diğer imamlar velinin izni şarttır demişlerdir.
Hakeza bir başka husus ise çok eşliliktir. Malumunuz İslam’da çok eşli evliliğe ruhsat izini vardır amma velâkin yine de en hayırlısı olması bakımdan tek eşli evlilik tavsiye edilmiştir. Dikkat edin bu hususta ilahi emir yoktur, ruhsat izni vardır sadece. Daha net açık bir ifadeyle İslam’da çok eşliliği emretmeksizin dörtle sınırlandırılaraktan belirli kural kaide bağlanıp ruhsata tabii evlilik esastır. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta dikkatli olunması noktasında “Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz, bari birine büsbütün kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir” (Nisa Suresi, 129) beyan buyurmakla birden fazla eş arasında adil davranamamaktan korkanlara usulünce bir kadınla evlenmelerinin tavsiye edilir. Derken evlilik nikâh akdiyle teminat altına alınıp şahitler huzurunda yazılı sözleşmeye bağlanır da.
Bir diğer husussa yukarıda da belirttiğimiz üzere; kadınların mirastan pay alması hadisesidir. Gerçekten de İslam’ın kadına tanıdığı miras hakkı üzerinde çokça durulması gereken mühim bir konudur. Düşünsenize İslam insanlığın üzerine aydınlık bir nur olarak doğmasaydı kim bilir kadın ne daha nice mağduriyete uğrayacak hallere düşecekti. Dahası gerçek anlamda kadın olduğunun bilincine de varamayacaktı. Tabiî ki İslam’da kadın hakları bunlarla sınırlı değil elbet, dahası var. Şöyle ki İslam’da kadına miras hakkının yanı sıra mal mülk edinme, ticaret yapma, kendi mülkünde tasarrufta bulunma gibi bir dizi haklar da tanınmıştır. Daha da yetmedi ticari hayatta çek senet işlemleri ve daha bir dizi sosyo-ekonomik ilişkilerde imza yetkisi de verilmiştir. Hatta İslâm’da dikkat çeken kadına tanınmış bir takım daha da haklar vardır ki, işte onlardan bir kaçı şudur:
-Bir kadın doğurduğu çocuğu emzirmeyebilir de, yani kocasından sütanne talebinde bulunabiliyor. Bunun sadece bir istisnai durumu var, o da malum sütanne bulunmadığı durumlarda emzirmek zorunluluğu söz konusudur, bunun dışında emzirmeyebilir de. Ama tercihen emzirirse de kendisi açısından daha hayırlı olacaktır elbet.
-İslam’da kadına ilim tahsil etmesi içinde müsaade vardır. Ki; Resulullah (s.a.v) bu hususta “İlim talep etmek kadın erkek bütün Müslümanlar için farzdır” beyan buyurmakla ilim kapısının herkese açık bir kapı olduğuna işaret edilmiştir.
-İslam’da ailenin geçiminde birinci derecede erkeğin sorumluluğu esastır. Şayet koca bu asli görevini ihmal edip savsaklıyorsa, bu kez devletin şefkat eli ikinci derecede sorumluluk üstlenerek devreye girer. İşte görüyorsunuz İslam’da kadın sahipsiz bir halde yüzüstü bırakılıp kurda kuşa yem ettirilmemekte, her halükarda İslam’ın tanıdığı tüm haklar sayesinde ömür boyu güvence altında hayatını idame ettirilmesi sağlanır. Faraza bir kadın çalışmak mı istiyor, bu isteğine engel konulmaz. Çalıştığında da kazancına kocası el koyamayacağı gibi evin iaşesi için harcamaya mecbur tutulmaz da. Bu demektir ki, harcama tercihi kadına ait bir haktır. Oldu ya, koca kazancına müdahalede bulunmak istedi, bu durumda kadın kocası hakkında dava açma hakkına sahiptir.
İşte yukarıda sıraladığımız birkaç örnekte de görüldüğü üzere kadın gerçek kimliğini ancak İslamiyet’te bulabiliyor. Maalesef kadına özgürlük diye ortalığı velveleye verip ayağa kaldıranlar, her ne hikmetse İslam’ın kadına tanıdığı hakları görmezlikten geliyorlar hep. Onlar bu insani hakları görmeye dursunlar, oysa biz biliyoruz ki; İslam ibadet hususunda bile kadına pek çok kolaylıklar sağlamıştır. Nasıl mı? Bikere Müberra dinimiz İslamiyet, her şeyden önce kadını camide cemaatle namaz kılması için mecbur tutmaz. Keza buna cuma ve bayram namazları da dâhildir. Besbelli ki Müberra dinimiz kadın asli görevini ihmal etmesin diye bir takım dini vecibeleri evin dışında değil evin içinde eda etmesini şart koşmuştur. Böylece bu sayede kadın halk deyimiyle ‘Elemtere fiş kem gözlere şiş’ misali kem gözlerden ve haram bakışlardan da korunmuş olur. Zira Peygamberimiz (s.a.v) “Ey İnsanlar! Camilere gelmeleri zamanında kadınlarınızı (bu gibi) süs verici elbiseden men edin. Çünkü muhakkak, Ben-i İsrail hanımları camilerinde kibirlenip ziynetli elbiselerini giymekten başkası ile lanetlenmediler” beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yine bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) “Camiye gitmek için kendisine koku süren kadından koku belirtisi oluyorsa o kadın evine dönüp yıkanıncaya kadar Allah tarafından lanetlenir ve namazı kabul olmaz” diye de beyan buyurmuşlardır.
Anlaşılan o ki; kadının birinci derece asli görevi özünde var olan sevgi mayasıyla çocuklarını sarıp sarmalayıp eğitimini ve terbiyesini üstlenmek olmalıdır. Neden derseniz, şöyle bir an başımızı yastığa koyup kreşlerde bir oraya bir buraya savrulup yetişen çocukların bir halini düşünelim, bir de evde annelerinin şefkatli ellerinde büyüyen çocukların halini. Hiç kuşkusuz her iki konumlandırmayı kıyasladığımızda sıcak bir yuvada bir çocuğu yetiştirmenin kreş yuvalarında yetiştirmekten çok daha sağlıklı olacağı muhakkak. Zaten asırlar boyu sağlıklı nesillerin oluşturulması ancak sıcak bir yuva ortamında iyi terbiye almış ve iyi bir eğitim almış ailelerin varlığı ile mümkün. İşte bu nedenledir ki Fransız sosyoloğu Frederic Le Play sosyal hayatın merkezine aileyi oturtmuştur. Bu hususta haklılık payı var elbet. Nitekim dünyaya gelen her çocuğun sığınacağı tek dal aile ortamından başkası değildir. Hatta bu noktada çocuk yuvaları asla aile yuvasına alternatif olamaz dersek yeridir. Hiç kuşkusuz böylesi alternatifsiz ortamın oluşmasında ve aile ocağının tüttürülmesinde en büyük pay sahibi anne yüreğidir. Belli ki atalarımız ‘yuvayı dişi kuş yapar’ diye boşa söylenmemişler, bu öyle bir anne yüreğidir ki, aile yuvasını yeşertecek konumu itibariyle gerektiğinde sosyal hayatın yükünü de sırtında taşıyan bir yürektir bu. Gerçekten de öyle değil midir, her evlat sahibi anne yuvasında evlatlarının başında yüreğini katıp dinine, vatanına, milletine ve devletine hayırlı evlatlar yetiştirmenin derdinde olsaydı ne çocuk yuvalarına ihtiyaç hissedilirdi ne de kreş yuvalarına gerek kalırdı. İşte tamda bu noktada İslam, bu ve benzer nedenlere bağlı olarak kadına dışarda evin geçimi için fiziki sorumluluk yüklememiş bu sorumluluğu tamamen birinci derecede kocaya, ikinci derecede ise devletin omuzlarına yüklemiştir.
İslam’da karı koca arasında avret yoktur, ama yinede bir takım edebi muaşerete uymak gerektiği vurgulanmıştır. Şöyle ki; İslam âlimleri kadın erkeğin birbirlerinin avret mahallerine bakmalarının unutkanlığa yol açacağını beyan etmişlerdir. Malumunuz erkeğin dışa karşı avret mahallisi göbeği ile diz kapak arasıdır, kadının ise el ve yüzü dışında kalan tüm vücut azalarıdır. Dolayısıyla edebli olmak hem iç dünyamızda, hem de dışımızda uygulamamız gereken birinci derecede öneme haiz altın kuralımızdır. Malum edep dışılık insan ruhunu insanın kendisinden çalıp fitneye yol açacağından hiçbir şartta kabul görmez. Hem nasıl kabul görsün ki, bakınız beşeri sınıf içerisinde en başta evliyaullah bile bu hususlarda edebe mugayir herhangi bir durumla karşılaşmamak için gözünü haramdan sakınmakla yetinmemiş, kadın ve erkeklerin karışık bulunduğu ortamlardan mümkün mertebe uzak durmayı yeğlemişlerdir. İşte bu manada İmam-ı Azam “Göz daima helal haram demez bakmak ister” diyerek bu hassas duruma dikkat çekmişte. Hatta bu kayda değer bilgilere ilaveten değil karşı cinse bakmak, kendi cinsinden olana başka bir gözle bakmanın bile sapkınlığa yol açacağına hükmetmişlerdir. Nitekim DNA kayıtlarında ensest vakalarının bilirkişi uzmanlarca DNA analiz çalışmaları sonucunda raporlandırılması bunun en bariz göstergesidir.
Şu da var ki, bir takım malum çevreler beşeri ilişkilerde kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmayışını haremlik selamlık olarak alaya alıp güya kendilerince eğlenecek bir malzeme bulmuş gibisine fitne kazanı kaynatmaktalar habire. Güya yine akıllarınca işi alay edercesine sulandırmakla dinimizi çağ dışı yaftasıyla karalayacaklarını sanmaktalar. Bu arada hızlarını alamayıp ulu orta bir arada yaşamayı, çıplak ve yarı çıplak gezinmeyi modernliğin bir gereği olarak takdim etmeyi de ihmal etmezler. Takdim ederken de İslam’ın ortaya koyduğu o müthiş çağlar üstü adap, erkân, usul ve esaslarının hiçbirini kaale almaksızın kendi kendilerine gelin güvey olmaktalar. Zaten kaale alsalar da bu kez İslam’ın ortaya koyduğu usul ve esasların mana ve ruhunu idrak edemeyeceklerdir. Baksanıza, bikere kafalarında modernlik takıntısı bayağı yer etmiş bir durumda, dolayısıyla İslam’ın ortaya koyduğu bir takım usul ve kaidelere kafalarının basması çok zor gibi gözüküyor. Keza İslam’ın yasak kıldığı haram daire içerisinde bir hayat sürdürmenin insan ruhunda onarılmaz yaralar açacağını da idrak edemeyecek haldedirler. Her ne kadar onlar meselenin özünü anlayamama özürlüsü olsalar da, yine de biz dilimizin döndüğünce hemen her platformda meşru helal daire içerisinde nasıl yaşanılır hususunu izah etmekten geri durmamamız icap eder. Hem dilimizin döndüğünce anlatalım ki, olur ya modernlikten dem vuran bu çevrelerde erkek kadın bir arada karışık yaşanan bir hayat modelinin insan ruhunda nasıl yaralar açtığını fark ettiklerinde tıpkı bizim gibi onlarda adap usul erkân üzere bir çizgiyi savunur hale gelmiş olsunlar. Öyle ya, madem hidayet Allah'tan, hem madem gayret bizden Tevfik Allah’tan o halde bıkmadan usanmadan durmak yok, dilimizin döndüğünce anlatmaya ve istikamet üzere bir yola devam etmeye mecburuz da. Çünkü Rasulullah (s.a.v) “Bir arada bulunan yabancı bir erkekle kadını üçüncüsü şeytandır” diye beyan buyurmakta. İşte bu hadis-i şeriften hareketle işin ciddiyetine vakıf olmuş pek çok ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler müntesiplerine “Rabia’tül Adeviyye dahi olsa kadınla sohbete girme, olur ya şeytan seni kandırır” diye öğüt vermekten geri durmamışlardır. Kaldı ki İslam’da kadın, yanında helali olmadan yabancı bir erkekle bir arada bulunmasını halvet olarak hükmetmiştir, elbette ki evliyaullahın bu doğrultuda öğüt vermeleri son derece gayet tabiidir.
Peki, evliyayı anladık diyelim, ya Peygamberler? Malumunuz Hz. İsa (a.s) mağaranın kapısına geldiğinde o anda şiddetli bir fırtınaya tutulmuştu ki hemen oracıkta çadırı gözüne kestiriverir. Ancak çadırın içerisinde kadın olduğunu görünce derhal orayı terk ediverdi. İşte bu dilden dile anlatılan kıssadan çıkaracağımız ders şu dur ki, cümle peygamberler masum ve günahtan arî oldukları halde (ismet sıfatı) edeb erkân yolunda zerre miskal taviz vermediklerine göre bizim haydi haydi edeb erkân üzere olmamız gerekir. Aksi halde günah işlemekten ne imtina ederiz ne de hayâ duyarız. Hele ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmeti olarak günahlardan sakınıp hayâ duymaya mecburuz da. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) hiç bir kadına elini vermediği gibi tokalaşmamışta. Üstelik kadınlardan biati musafahayla değil sözle alırken erkeklerden ise elini uzatıp sözle birlikte biat almışlardır.
Şu bir gerçek, kadın erkek arasında tıpkı mıknatısın eksi ve artı kutupları arasındaki çekime benzer bir etkilenme söz konusudur, ama bu demek değildir ki, kadının cezb edicilik etkisi var diye edebe mugayir hareket edilsin. Hiç kuşkusuz evren çift kutup üzere yaratılmıştır. Öyle ki kâinatta bir yandan zıt kutuplar arasında gerçekleşen manyetik çekim gücüne dayalı bir yaratılış kodlanmışlığı gerçeği var, diğer yandansa ayni kutuplar arasında geri itme ya da geri tepmeye dayalı bir yaratılış kodlanması gerçeği öz konusudur. Ancak tüm yaratılmış mahlûkattan farklı olarak bir yaratılış kodlanması daha söz konusudur ki, o da malum insana Yüce Allah (c.c) tarafından lütfedilen akıl melekesine dayalı eşrefi mahlûkat kodlanmasından başkası değildir elbet. İşte insana lütfedilen bu özelliğinden dolayıdır ki, cümle yaratılmış âlem içerisinde insanoğlu cüz-i iradesini Allah'ın emrettiği ölçüler içerisinde kullanma sorumluğunu yerine getirmek zorundadır. Aksi halde insanın cemadat, nebatat ve hayvanattan hiçbir farkı kalmaz. Kaldı ki cansız toz toprak diye nitelendirdiğimiz cemadat âlemi bile bize bir başka gerçeği mesaj olarak gözler önüne seriyor da. Nedir o mesaj dendiğinde en basitinden buna çekim kanunu en belirgin mesaj örneğidir zaten. Tabii bu mesajı alabilen görecektir ki, tüm cümle âlem içerisinde çekim kanunu yaratılmış olmasaydı ne aşktan, ne sevgiden, ne de evlilikten söz edebilirdik. Hakeza bunun tam aksine zıtlıklardan da söz edemezdik. Nitekim içimizde taşıdığımız müsbet ya da menfi bir takım sonu gelmez istek ve arzular bile iki zıt karakterlerde dizayn edilmiş çift kodlamalardır. Ve bu hususta Mevlana Hz.leri; İnsan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi, ikincinin ise melek-i kuvvetler olduğunu buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Böylece Mevlana’nın bu müthiş tespiti sayesinde bizler de meleki ilhamlara kulak veren insanoğlunun iyiye yöneleceğini, şeytani telkinlere eğilim gösterenlerin ise kötülük bir mizaç sergileyeceğini idrak etmiş olduk. Bizler idrak eder de bu arada şairler idrak etmez mi, hem de nasıl, bir bakıyorsun Necip Fazıl’ın ‘Oluklar çift; birinden nur akar, diğerinden kir’ dizeleri gök kubbede yankı bulur da.
Evet, biz aciz kullar olarak üzerimize düşen asıl vazife; mutluluğu gayri meşru işlerde değil, helal daire içerisinde evlilikte aramak esas olmalıdır. Bikere her şeyden önce mensub olduğumuz dinimiz harama bakmanın kalbe atılan ok misali zehir etkisi yapması hasebiyle böylesi gayrimeşru flört hayatı şiddetle men etmiştir. Gerçekten de öyle değil midir, işte görüyoruz haram bakışlar doğrudan kalbe sirayet ettiğinden bir anda ruh iklimimizi altüst olduğu gibi dimağımızı da kuşatıp nefsimize boyun eğdirmektedir. Yani bu demektir ki, harama bakış sadece kalple sınırlı kalmayıp hem beyin fonksiyonlarımızı körelmekte hem de aklıselim sahip olmamıza da çok büyük engel çıkarmakta. Düşünsenize beynimizi sürekli haramla meşgul ettiğimizi, bu durumda elbette ki yaratılış gayemizden uzaklaşmamız kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkacaktır. Madem öyle, böylesi bir vahim durumla karşılaşmamak için ister küçük günah ister büyük günah olsun hiç fark etmez ne kadar çok haramlardan uzak kalırsak bir o kadar da Allah'a yakınlığımız artmış olacaktır. Zaten insanın Allah’a yakınlığı haramlardan uzaklaştığı ölçüsünce gelişme kaydeder. İyi ki de Müberra dinimiz harama giden yolları sıkı sıkıya kapatmış da, bu sayede tüm müminlere nefsin esiri olmaktan kurtulma fırsatı doğmuştur.
Velhasıl-ı kelam; İslam’da kadın hem madden, hem de manen korunmaya alınmıştır. Yeter ki, kadın helal daire içerisinde Saliha hatun olma idealiyle yaşasın bak o zaman asıl gerçek manada hürriyeti Allah’a abd (kul) olmakta bulacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islm-ve-kadin-makale,4853.html
dedekorkut1
16 Nisan, 2021 - 09:19
Kalıcı bağlantı
İSLAM’DA NİŞANLILIK VE NİKÂH
İSLAM’DA NİŞANLILIK VE NİKÂH
SELİM GÜRBÜZER
Nişanlanma denildiğinde hiç şüphesiz nikâha giden yolda nikâh akdinde çiftlerin şahitler eşliğinde karşılıklı icab (teklif) ve kabulle nikâhlarının kıyılmasından farklı olarak sadece nikâh öncesi hazırlık safhasının adı demek akla gelir elbet. İşte nişanlanmanın bu şekilde akla gelmesi iyi hoşta en çok merak edilen bir husus daha vardır ki, o da malum İslam’da nikâh öncesi hazırlıkta nişanlıların birbirini görmesi caiz midir sorusudur. Bu hususta verilecek cevapta ekser ehlisünnet uleması ortaya koydukları fıkıh kitaplarında şer’i ölçülere riayet edilmek suretiyle caiz olduğunu belirtmişlerdir. Ancak şu da var ki, nişanlılık nikâh gibi bağlayıcı hüküm içermediğinden bu arada olur ya nişanlılık sonlandırılıp başka biriyle nikâh kıyılma durumu vuku bulduğunda nişanlılık sürecinde verilmiş bir mehir varsa iade edilmesi lazım gelir. Hatta mihr zayi olmuşsa hüküm yine aynıdır. Şayet hediye amaçlı verilmişse geri alınmaz.
Öyle anlaşılıyor ki, nişanlılar arasında her hangi bir nikâh bağının oluşabilmesi için nişanlayan erkeğin “seni eş olarak alıyorum”, nişanlananında “kendimi sana eş yaptım” diye karşılık vermesi gerekir ki nikâh akdedilmiş olsun. Yok, eğer nişanlayan “seni eş alacağım”, nişanlanansa “kendimi sana eş yaptım” derse, erkeğin icabı vaat niteliğinde bir teklif sayılacağından nikâh gerçekleşmiş olmaz.
Aslında evlenecek bir erkeğin nikâhlanmasından ziyade nikâh öncesi denklik araştırması yapması daha çok önem arz eden bir husustur. Aksi halde nikâh sonrası son pişmanlık hiç bir fayda vermeyecektir. Bikere denklik meselesi gerek nesep bakımdan olsun, gerek bir dine mensubiyetlik bakımdan olsun, gerek dindarlık yönünden olsun, gerek hür ve kölelik açısından olsun, gerek mal mülk cihetiyle olsun ve gerekse mesleki bakımdan olsun hiç fark etmez araştırılmaya muhtaç bir konudur. Mesela bu hususta düşük nitelikli meslek sahibi bir erkeğin en gözde meslek sahibi bir ailenin kızıyla evlenmesi durumunda, bu evlilik denk bir evlilik olmayacaktır. Bilindiği üzere insanların kahır ekseriyeti makam, mevki, şan, şöhret peşinde koşturup elde ettikleri dünyevi mevkileriyle, ticari unvanlarıyla ve zenginlikleriyle övünebilirken bunun tam aksine bir kısım insanlarda düşük profilli diyebileceğimiz bir takım işleri icra ettiklerinde bir bakıyorsun mesleklerini dile getirip anmaktan imtina edebiliyorlar. İşte bu gerçeklerden hareketle denklik hususunda velilerin ne kadar söz hakkı varsa kadınların da bir o kadar tercih hakkı olsa gerektir. Hani bir atasözümüzde ‘Davul bile dengi dengine çalar’ denilir ya hep, aynen öyle de evlilikte de denklik araştırılmasının yapılması evlenecek çiftler açısından ihmal edilmeye gelmez bir husustur. Sonuçta işin ucunda bir ömür boyu aynı baş yastıkta kocamak vardır, elbette ki evlilik öncesi kader birlikteliğine yönelik denklik araştırması yapmak son derece gayet tabii bir durumdur, aksi bir durumda yukarıda belirttik ya, nikâh sonrası son pişmanlık fayda vermeyecektir. Oldu ya, bir adam evlilik öncesi beyan ettiği nesebin daha da üstünde bir nesebe mensup olduğu ortaya çıktı, bu durumda elbette evlilik sonrasında ne kadının, ne de velinin itiraz etmesine gerek kalmaz. Ancak evlilik öncesi belirtilen nesebin üstünde bir nesep değil de daha düşük düzeyde bir nesebe mensubiyeti ortaya çıktığında işte o zaman itiraz etme hakkı doğar.
Tabii yukarıda izah etmeye çalıştığımız hususlar Hanefi ekolünce ele alınan konulardır. Her ne kadar Hanefi ekolü doğrultusunda evlenecek çiftler arasında denklik araştırmasının birçok faydaları olduğunu dile getirmiş olsak da bu hususta hem fikir olmayanlarda var elbet. Hemfikir olmayanlarsa ‘İnsanlar tıpkı tarağın dişleri gibi eşittir’ ya da ‘Müslümanlar kardeştir, üstünlük takvadadır’ hadis-i şerifini delil olarak gösterirler. Yetmedi buna ilaveten köle Hz. Bilal-i Habeş’inin evliliğini örnek delil olarak gösterirler. Ancak Hanefi uleması örnek delil olarak sunulan böylesi bir evliliğin bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in talimatları doğrultusunda gerçekleşen Bilal-i Habeşi’ye has bir durum olduğunu, bu nedenle böylesi bir evliliğin genele şamil bir delil örnek olarak gösterilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Zaten Hanefi fıkhında köle ve cariyenin nikâhı efendisinin iznine tabii olarak kıyılır ilkesi esas alınır. Keza Hanefilerin ‘İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir’ hadis-i şerifte geçen ifadeden maksadında mahşer günü huzurda kişinin dünyevi mevkisine, makamına, kalıbına, cüssesine bakılmaksızın huzurda hesaba çekilmek yönünden eşit muameleye tabii tutulacağı bir ifade olarak anlamlandırılır, asla bu ifadeden dünyevi anlamda bir eşitlik hükmü çıkartmazlar. Buradaki hüküm Allah indinde muteber olan dini vecibelerin yerine getirilmesi esastır. Madem mensubu bulunduğumuz Hanefi mezhebi âlimlerimiz bu doğrultuda hüküm vermişler o vakit bize amel-i salih amelle huzura çıkma doğrultusunda gayret etmek düşer.
Şu bir gerçek; Rabbü’l-Âlemin biz daha dünyaya konuk olmadan yaratılış mayamızı kimimizi kimimize göre farklı meşrebi ve mesleki kabiliyet donanımlarda yaratmıştır. Ki; bu tür farklılıklar olmasaydı sosyal hayat çekilmez bir hal alırdı. Belki erkekler konum bakımdan düşük bir kadınla evlenmekten imtina etmeyebilir, ama söz konusu kadın olunca iş değişir, yani kadın için durum çok daha farklı boyut kazanabiliyor. Kadınlar genel itibariyle kendilerinden düşük seviyelerde birileriyle evlenmekten pek haz etmeyebiliyorlar. Hatta denk olmayan erkeklerle izdivaca girmekten tiksinti duydukları artık bir sır değil de. İşte İmam-ı Azam bu ve buna benzer insanın fıtratıyla alakalı gerçeklerden hareketle denklik araştırmanın gerekliliğini işaret buyurmuşlardır.
Nikâhta Keramet Vardır
Madem denklik bu denli önemli bir kaide, o halde denklik araştırması yapıldıktan sonra nişanlılık işlemlerine geçmek gerekir. Malum bu işlemler ilk evvela ailelerin ön görüşmeleriyle olabileceği gibi vekil tayin etmekle de olur. Nikâh içinde keza öyledir. Nişanlayanın nitekim nişanlanma hususunda vekil tayin ettiği bir kişi “müvekkilim adına seni eş yaptım” dese nikâh geçerlidir. Ancak bu noktada vekilin akıl baliğ ve mümeyyiz olması şartı aranır. Zaten İslam’da pek çok hükmün bağlayıcılığı hür ve akıl melekesi yerinde olmak şartıyla geçerlilik kazanır. Nasıl ki akıl baliğ ve hür yetişkin bir kız kendi malından harcama yetkisine sahipse, aynen öyle de velinin iznini olmaksızın kendi kararıyla kıydığı nikâhta sahihtir. Şafiiler ise bu hususta farklı ictihatta bulunup izin alması gerektiğini vurgulamışlardır.
Malumunuz müvekkil kendisini vekil aracılığıyla temsil ettiren kişi demektir. Vekil ise müvekkilin yerine vekâlet eden kişi demektir. İşte bu nedenledir ki vekil müvekkilin evlilik hususundaki talimatına aykırı yönde hareket edemez, aksi halde nikâh geçersizlik kazanır. Şayet vekil kendisine verilen talimatın dışında, yani kendisine söylenen mihrden düşük bir mihrle evlendirirse müvekkil tercih hakkı kullanır: dilerse emsal mihr talep eder, dilerse de nikâhı reddeder. Mesela bir kadın vekiline; “Beni birine nikâhla” diyerekten yetkilendirmiş olsa da bu demek değildir ki o vekil bu yetkiye dayanarak söz konusu kadını kendisine, babasına veya oğluna da nikâhlayabilir, böyle bir nikâh vuku bulsa da asla bu hoş karşılanmaz. Hatta bu hususta elçi de vekil gibidir. Hani atalarımız “Elçiye zeval olmaz” demişler ya, aynen bu söz nikâh işlemi için de geçerlilik kazanıp, böylece bir elçi kendisine söylenen sözleri şahitler huzurunda aktarmakla nikâh akdedilmiş olur. Öyle ki bu meşhur atasözümüz nikâhta elçi tayin edilmesinin caizliğini pekiştiren bir veciz söz olarak da karşılık bulur.
Nikâh’ın şer’i hükmü şahısların konumuna göre değişebiliyor. Erkeğin kadınlara karşı aşırı zaafı varsa o şahıs için nikâh kaçınılmaz şart derecesinde bir hüküm olur artık, zaten bu tip erkeğin nikâhtan kaçınmasına göz yummak göz göre göre zina fiilinin kucağına atmak olacaktır. Madem öyle, 'Nikâhta keramet var' sözünü yabana atmamak gerekir. Hiç kuşku yoktur ki, bu amaç doğrultusunda böylesi kutsi vecibeyi yerine getirmekle nice bilmediğimiz hikmetler ışığında bizim hayatımıza çok büyük faydalar katacaktır. Yeter ki niyet hayır olsun, akıbet hayır olur elbet. Unutmayalım ki, nikâhtan ne murad ediliyorsa, o murad doğrultusunda hayat şekillenip o istikamette seyretmekte. Şöyle ki, şahitler huzurunda kıyılan nikâhı hem Peygamber kavlince sünneti ihya etmek hem tatbik etmek amaçlı olunca hiç kuşkusuz bu nikâh ‘sünnet-i müekkede’ nikâh olarak anlam kazanacaktır, yok eğer şehvet duygularını bastırmak amaçlı olunca da bu nikâh ‘mubah nikâh’ niteliğinde başka bir anlam ifade etmeyecektir. Hele halis niyetin dışında toplum içerisinde öyleleri de vardır ki, bunlar malum evlendiğinde kadına eza ve cefa vereceği besbelli tiplerdir. İşte önceden ne yapacağı tahmin edilen bu tip maraz tiplerin nikâhı her an harama yakın mekruh türden bir nikâh olarak da karşımıza çıkabiliyor.
Peki, nikâhsız flört tarzı ilişkilere ne demeli? Malumunuz İslam’da nikâh harici birliktelikler gayri meşru ilişkiler olarak nitelenir. Zira böylesi nahoş durumlar nesebin karışması gibi birçok olumsuzluklara kapı aralayacağından hem kadın açısından, hem erkek açısından, hem de toplum açısından felaket bir durum oluşturacağı kaçınılmazdır. Bikere nikâhın toplum hayatının huzur bulmasında önemi o kadar net ortada ki; bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in büyük bir titizlikle hayatında uyguladığı bir sünnet olduğunu net bir şekilde müşahede edebiliyoruz pekâlâ. Nitekim Resulullah (s.a.v) çok sevdiği ümmetine şöyle çağrıda bulunmayı ihmal etmez de: “Ey Ümmetim evleniniz, çoğalınız, çünkü ben kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar ederim.”
Nikâhta en önemli hususlardan biride hiç kuşkusuz nikâhın ilanı hususudur. Ve bu ilan bizatihi şahitler vasıtasıyla olmaktadır. Öyle ki şahitsiz kıyılan nikâh fasittir. Ancak velayet hususu böyle değildir. Hele fıkhı kaynaklara baktığımızda nikâhta velayete hak kazanmış kişilerin sıralamada şöyle tasniflendiğini görürüz:
-Fürû(çocuklar ve torunlar),
-Usûl (baba ve dedeler, ana ve nineler),
-Baba ve dedenin parçaları,
-Kişinin velayetinde olanlar,
-Azat edilmiş köleler ve cariyelerin efendileri,
-Birinci derecede olmayan bir kısım yakınlar,
-Devlet başkanı veya onun vekilleri hükmünde hâkimler.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var; bir erkeğin evlilik teklifi karşısında değil bir bekâr kızın yetişkin dulda olsa hiç fark etmez sükût edip suskun kalması tam rızalık anlamına gelmez. Tabii bu iş sadece velayetle sınırlanamaz, bunun yanı sıra nikâh için meclis birliği de şarttır, yani tarafların ortak bir mekânda bulunması lazım gelir. Gayri yürüyerek ya da bir binek üzerinde (at gibi) nikâh asla caiz değildir, ama gemi bundan istisnadır. Her ne kadar gemi görünürde taşıt gibi gözükse de gerektiğinde kapalı bir mekân hüviyeti bir işlev görebiliyor. Her neyse önemli olan burada icab ve kabul şartların tahakkuk etmesidir. Nasıl mı? Mesela bir kadının ağzından “Kendimi 1000 TL’ye evlendirdim” lafı çıkıp hemen akabinde daha lafını tamamlamadan “Kendimi 2000 TL ile evlendirdim” dese birinci icab batıl, ikinci icabı caiz olur. Bir şahıs; şu kadar meblağ mihrle kadını nikâhlasa nikâh sahih, şart ise muteberlik kazanan bir hüküm olur.
Bir erkek şahitler huzurunda; “Ben seni nikâh ettim” demiş olsa, kadında 'evet' karşılığı verdiğinde aralarında nikâh kıyılmış olur. Kaldı ki, nikâh akdi en az iki erkek şahit ya da bir erkek iki kadının şahitliği ile gerçekleşebiliyor. Ki, bu şart hükmündedir. Zira iki şahit bulunmaksızın yapılan nikâh gizli nikâh olarak addedilir. Hatta böylesi bir nikâh, sonradan yapılacak olan bir çağrıyla duyurulsa da gizlilik hükmünü ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Bu demektir ki; nikâhın aleni yapılması menduptur. Dolayısıyla şahitliği hafife almamak gerekir, tam aksine İslam’da şahitliğin önemine binaen nikâhta hazır bulunmaları elzemdir. Şahitsiz yapılan bir nikâh fesh olacağından çiftler arasında bir talak-ı bain vuku bulduğundan böylesi bir durumda usulen her iki tarafın isteğine bağlı olarak nikâhı yenilemeleri icab eder. Hatta böylesi bir meselede kadına cinsel anlamda yaklaşma olmasa da, ortada bir nikâh akdi emaresi vardır, bu yüzden en düşük emarede olsa neseb belirlemede ölçü teşkil edebiliyor. Zira “şeriat zahire hükmeder” düsturundan hareketle nesebin görünürdeki isbatı nikâhtır. Kaldı ki karı koca arasında ne oldu ne bitti hususu umuma kapalı bir husustur. Yani sadece çiftlerin bildiği özel bir mahrem alan olduğundan neseb için temel ölçü teşkil etmez.
Mümeyyiz çocukların şahitler huzurunda kıyacakları nikâh ancak velilerin iznine tabii olarak gerçekleşebiliyor, yani izin verilmesi durumunda nikâh caizlik kazanır. Kelimenin tam anlamıyla velilerin izniyle çocukların evlenmelerinde hiç bir beis yoktur. Ki, bu hususta ehlisünnet ulemamız hemfikirdir. Şahitlik hususunda aranan en önemli kıstaslardan biride şahitlerin adil olmasıdır. Adil olma hükmü mendup olmakla birlikte bir mümin kadının nikâhında şahitlerin Müslüman olması şart hükmündedir. Peki ya, Müslüman erkeğin nikâhı? Malumunuz erkek olunca şartlık kalkmakta, yani bir Müslüman erkek zimmî bir kadınla evliliğinde zimmîlerin şahitliği kâfi gelip bu nikâh sahih olmaktadır.
Peki ya, özürlünün nikâhı nasıldır derseniz, bunun için fıkhı kaynaklardan misal getirecek olursak, mesela dilsizlerin bildik işaretlerle yapılan nikâhları sahihtir. Fakat şahitlik kısmı öyle değildir. Yani kekeme, dilsiz ve bunakların şahitlikleri nikâh için kâfi gelmez. Hakeza iki sağır kişinin şahitliği de nikâha manidir. Sadece bunun bir istisnası vardır ki, o da malum nikâha konu olan tarafların sözlerini işiten dilsizin ya da dili tutulmuşun şahitliğinin sahihlik kazanmasıdır. Yine bir başka ayrıntı ise nikâh hususunda tarafların birinci ve ikinci derece yakınlarının şahitliği kabul görmesidir. Ancak nikâhı kıyanların her biri işitme engeli olmaması gerekir. Hatta icab ve kabul işleminde biri işiten diğeri işitmeyen durumu söz konusuysa da nikâh gerçekleşmiş addedilmez.
Yazışmak suretiyle de nikâh geçerlidir. Ancak yazının muhteviyatından bahsetmeksizin “Falanı eş yaptım” dense nikâh gerçekleşmez.
Bir kimse nikâhlı hanımının kardeşi, sütkardeşi veya halası teyzesi gibi diğer mahremlerinden biriyle evlense bu nikâh fasiddir. Bir kimsenin keza kendi mahremlerinden biriyle evlenmesi de öyledir. Hakeza aralarında haramlık bulunan (nesep, süt vs.) bir evlilikte caiz değildir.
Bir kadın eşinin kayıp veya öldüğü haberine istinaden iddet müddeti sonunda evlendiğinde bir zaman sonra kayıp ya da ölü sandığı eşinin hayatta olduğu haberini aldığında bu ikinci nikâh fasid olur. Keza geçici nikâhta (mut’a nikâh) fasittir. Bir başka ifadeyle erkeğin; ‘Bir ay müddetle şu kadar mihrle nikâhladım’, kadında buna karşılık cevaben ‘Evet’ derse nikâh sahih olmaz. Malumunuz mut’a nikâhı, hiç bir kuşkuya mahal bırakmaksızın mütevatir derecede ki haberle haramlılığı icma hükmüyle sabitlik kazanmıştır. Şu da var ki; bir kimse kalben (içinden) bir süre sonra boşayacağına düşünerekten niyet etse de şayet nikâhın şartlarına uygun evlenmişse bu nikâh sahihtir. Çünkü kimin ne niyet taşıdığını ancak Allah bilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere hukukta “şeriat zahire hükmeder” kaidesi esastır. Bu nedenle niyete itibar edilmez,
Bir kimse sadece gündüzleri beraber olmak kaydıyla evlenmiş olsa nikâh caizdir, zira gündüz ifadesiyle süre belirlenmiş sayılmaz, ama yinede bu husus izaha muhtaçtır. Mesela bir erkek; “Seni yarın nikâhladım” dese nikâh gerçekleşmiş olmaz. Dikkat edin ifadede gelecek zaman kipi söz konusudur, yani “Yarın” denmekte, dolayısıyla böylesi bir nikâh batıldır ve iptalini gerektirir.
Bir Müslüman’ın gayrimüslimle evlenmesi batıldır, velev ki sonradan Müslüman’da olsa hüküm değişmez. Hele bir nikâh batıl hükmü kazanmaya görsün, artık o noktadan sonra nikâh akdi temize çıkarılamaz. Nitekim Resulullah (s.a.v) bu hususta “Biz ehli kitabın kadınları ile evlenebiliriz, fakat onlar bizim kadınlar ile evlenemezler” beyanıyla ortaya hüküm koymuşta. Hatta bir Müslüman, Mecusi ve putperest kadınla da evlenemez. Keza buna mürted ve dinden çıkan kadında dâhildir. Oldu ya, mesela bir Müslüman’ın ehlikitap hanımı sonradan Mecusiliğe girmiş olsa hüküm yine aynı olup anında nikâhı fesh olunur. Anlaşılan o ki, Mümin erkekler ancak semavi kitaba mensup kadınlarla nikâhlanması caizdir, ama yine de çokta zaruret bir durum olmadıkça bu tür evliliklere tevessül etmemek daha uygun düşer.
Bir kadın; ‘Kendimi şu kadar mihrle nikâh ettim’ dese, erkekte ‘Nikâhı kabul ettim, mihri kabul etmem’ dese nikâh gerçekleşmez, ancak mihr lafını ağzına almadan nikâhı kabul ederse nikâh sahihtir. Evli kadın için mihr önceden belirlenmemişse emsal mihre hak kazanır. Derken peşin peşin mihr’ini almış bir kadın erkeğinin evinde ikamete hak kazanıp böylece kocasının izni dâhilinde dışarıya çıkar da.
Bir kimse bir kadını beldesinden çıkarmamak şartıyla nikâhlasa nikâh sahih, şart ise fasit olur. Bu şarta riayet etmeme durumunda da emsal mihr gerektirir.
Bir kimse bir kadını her ay şu kadar para harcamak üzere nikâhlasa nikâh sahih, şart fasid olur.
Boşama yetkisi elinde bulunan kadının nikâhı kıyıldığında eğer erkek tarafından icab yapılmışsa nikâh sahih, şart boş olur, ancak kadın tarafından icab yapılmışsa nikâh caiz olduğu gibi şartta geçerlilik kazanır. Nitekim boşama yetkisi kadında olduğundan dilerse boşar da.
Bir kimse şu odada ki kadını eş aldım deyip kabul görse, şayet o odada ki kadın tek başınaysa nikâh caizdir, yok eğer o oda da başka bir kadında varsa caiz değildir.
Bir kimse büyük kızını evlendireceği zaman icab anında küçük kızın ismini andığında nikâh küçük kız hakkında kıyılmış olur.
Çok Eşlilik ve Uyum
İslam’da esasen tek eşlilik tavsiye edilir. Ancak şartlarına riayet edilirse dörde kadar ruhsat vardır. Hatta dört kadından biri ölür veya boşanır sonra iddetini tamamladığında başka bir kadınla evlenebiliyor. Bir insan düşünün ki; beş kadınla evlenmiş olsun, bu durumda bunlardan ilk dördünün nikâhı sahih, beşinci kadının nikâhı batıl olur. Zaten Gaylan b. Mesleme on hanımla evlendiğinde Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
- Ya Gaylan hanımlarından dördünü seçip diğerlerinden ayrıl diye emir buyurması bunu teyit eden bir husustur.
Çok eşliliğin sorumluluk gerektiren birçok risk taşıdığı gibi birçok faydasının olduğu da inkâr edilemez bir gerçekliktir. Şöyle ki, fayda bakımdan düşünüldüğünde fuhşun yaygınlaşmasını önleyebilecek etken unsur olabileceği gibi nüfusun helal daire içerisinde meşru yollardan artışını da sağlar. Hele ki olağan üstü topyekûn girişilen savaş durumlarında erkek nüfusunun çok daha zayiat verip kayba uğramasını göz önünde bulundurduğumuz da bu noktada kadın açısından sığınacak bir dal ihtiyacı hâsıl olur da. Dolayısıyla böylesi durumlarda kadın nüfusunda çok büyük artış kaydedeceğinden nüfus dengesi ve neslin devamlılığı açısından çok eşlilik tamda bu noktada faydası ortaya çıkar. Hatta çok eşlilik kadına aynı zamanda cinsel anlamda bitkin ve yorgun düşmesine mani, yani dinlenmesine de katkısı sağladığı da bir gerçekliktir.
Bir erkek eşleri yanında kalma konusunda paylaşım sıralamasını belirleme hakkına sahiptir. Ancak her bir eşin yanında konaklama sırasında denklik ve adaletin (eşitliğe) büyük bir titizlikle gözetilmesi lazım gelir. Şayet koca bu hususta ihmalkâr davranıp adaleti gözetmiyorsa kadın kocası hakkında dava açma hakkına sahiptir. Tabii hâkimde haklı bulduğunda gerekirse kocası hapisle cezalandırmaya mahkûm ettirilir de. Madem eşler arasında adil davranmak bu derece mühim mesele, o halde kocanın nikâhındaki eşler arasında ki sıralamaya özen ve itina göstermesi şarttır. Zaten şer'i kurallar gereği çok eşli bir erkeğin eşlerden birinin sırasında sırayı ihlal edip diğerinin yanına gidemez, ama hastalık durumları bundan istisnadır. İcabında bunun tam tersi bir durulmada karış karşıya kalınabilir, mesela koca hiçbir karısıyla konaklamadığı bir evde yapayalnız hastalanıp orada kalmışsa bu durumda yapacağı tek şey her bir karısını kendi sırasında yanına davet ederek meseleyi hal yoluna koymak olmalıdır.
Peki ya, yolculuk durumun da hüküm nedir? Elbette bu durumda koca istediği hanımıyla yolculuk etme hakkına sahiptir. Ancak hanımlar arası ihtilaf çıktığında bu kez koca kura çekerekten meseleyi halletme yoluna gitmelidir.
Şu bir gerçek, kocanın eşler arasında gündüzün sıra gözetmekte tam eşitlik gerekmez. Yani bu demektir ki; koca gündüzleri eşlerinden birinin yanında daha fazla kalmasında bir beis yoktur. Hatta buna kocanın hiçbir hanımının yanında kalmaksızın tek başına gecelemesi de dâhildir.
Eşler arasında eşit paylaşıma dayalı nafaka geçerli değildir. Çünkü nafaka hakkı eşlerin yoksulluk veya zenginlik durumuna göre değişebiliyor. Hakeza eşler arasında denklik hususu da öyledir, yani eski eşin saygınlığı daha öncelikli bir haktır. İşte bu nedenledir ki halk nezdinde “Eskinin saygınlığı yeninin tazeliği” çok büyük meşhurluk derecesinde kabul görmüş bir söz olarak anlam kazanmıştır.
Erkek karısını nafile hac, nafile oruç, nafile gece namazından men edebilir. Zira kocanın hakkı nafile ibadetlerden önce gelir. Hatta evin erkeği karısını ebelik ve temizlikçilik işlerinden de alıkoyabilir. Çünkü kadın çalışmak ve ticaret yapmak zorunda değildir.
Koca terbiye amaçlı karısına sırasıyla öğüt, kınama türünden azarlama, hafif dövme ve en nihayet yatağından uzak kalma gibi bir yol izleyerekten aile içi huzurun sağlanmasına yönelik müeyyideler uygulayabilir. Hiç kuşkusuz aile içi huzurun dengesinde erkeğin hakkı kadından daha üstün olduğu ayetle sabittir. Örnek mi? Mesela izin almakta koca önceliklidir. Ancak izinin de istisnai durumları söz konusudur. Mesela bir kadın babasının ölümcül hastalığında kocasından izinsiz bakma hakkına sahip olması bunun en tipik istisnai örneğini teşkil eder.
Bir erkek aşırıya kaçmaksızın karısını kıskanmasında hiçbir sakıncası yoktur, zira böylesi bir kıskançlık erkeğin kadına değer verdiğine işarettir.
Bir kadın kocasının yemeğini pişirmeye, evini temizlemeye vs. mecbur değildir. Fakat bu hususta yinede yerleşmiş örf teamüllere uymak daha uygun düşer.
Velhasıl-ı kelam, Ömer Nasuhi Bilmenin ‘Hukuk-ı İslamiyye Kamusu’ adlı eserinden büyük ölçüde yararlanarak kendi üslubumca izah etmeye çalıştığım nişanlılık ve nikâh mevzusunun bilhassa yeni evlenecek gençlerimize ışık olur dileğiyle son verirken bu arada okurlardan da şayet sürçülisan olduysa affola deyip helallik dileriz.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islamda-nisanlilik-ve-nikh-makale,4869.html