SARAH VE MUSA SERÜVENİ

SARAH VE MUSA SERÜVENİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Fuzuli aşk’ı şöyle tanımlıyor:
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl ü kal imiş ancak.
Asırlar öncesinde seslenen bu aşk iksiri, günümüzde çok değişik adlar altında süregelmiştir. Mesela Fuzuli’nin aşk eserine konu olan Leyla ve Mecnun, günümüzde Kahramanmaraş’tan İngiltere’ye uzanan Sarah ve Musa ikilisine dönüşmüştür.
Musa, tipik bir Anadolu insanıdır. Bu topraklarda büyümüş, geleneksel değerlerle yoğrulmuş, saf ve temiz yürekli bir delikanlımız. Sarah ise sürekli çevresince horlanmış; şişmansın, çirkinsin denilmiş bir İngiliz kızı. Neyse ki Sarah böyle bir çarpık toplum yapısı içinde tutkulu gözlerle Musa’nın sevgisinde kendi insanlığını buluyor. Elbette ki o da bir yürek taşıyor, mutlu olmak onun da en tabii hakkı. Fakat gel gör ki İngiltere’de kadın erkek ilişkileri ruhsuz, sınır tanımaz özgürlük çığırtkanlığı çerçevesinde geliştiği için Sarah bu dünyada kendine yer bulamaz.
Musa, Mecnun misali temiz duygularla Sarah’ı olduğu gibi seviyor, ama ne yazık ki İngiltere’de 13 yaşında bir kızın evlenmesi kabul görmez, ama bu yaşlarda özgürce cinsel ilişkide bulunmasına göz yumulur, normal karşılanır da. Oysa Türk aile yapısında on üç yaşında bir kızla ilişkiye girmenin ön şartı evlilik bağı ile kabul edilebilir ancak. İşte bu temel çelişki Sarah ile Musa’nın izdivacıyla su yüzüne çıkmış, hem İngiltere, hem de Türkiye’de bu konu gündemin baş sıralarına oturmuş, yediden yetmişe herkes ekranların başına kilitlenmiştir. Öyle ki Türkiye cenahında onların aşkını izledikçe yeniden Leyla ile Mecnun’umuzu hatırladık. Sanki Mecnunun aşk uğruna düştüğü çöl günümüzde İngiltere’ye kadar uzanan aşk dalgasına bürünüp bütün sevenlerin çarpan gönüllerinde heyecan uyandırıverdi. Peki ya batı yakasında ne oldu derseniz, malum batı insanı bu noktada aşkı anlayamadığı gibi masumane diyebileceğimiz sevgi dediğimiz bu aşkı, bugünkü evrensel kriterler ölçeğinde krize dönüştürmüştür.
İngiliz medyası bu olaya bir türlü anlam veremez. Sarah’ın Musa’ya çılgınca ilgi duymasını kendi kıstasları ile yaklaştıkları için meseleyi uluslararası boyuta taşıyacak kadar skandal hale getirmişlerdir. Bu arada Sarah’ı bahane edip Türkiye aleyhinde kamuoyu oluşturmayı da ihmal etmediler. Musa yakışıklı çocuk, üstelik uysal bir tip. Madem öyle, nasıl olur da yakışıklı bir delikanlının Sarah gibi tonton, pekte güzel olmayan bir kıza ilgi duyabilir sorusunun cevabını aradılar, fakat bir türlü cevap bulamadılar. Yani İngiliz basını sevgi denen olgu, neyin nesi bir türlü akıl erdiremez. Oysa aşk yaşanınca akıl erdirilir. Dolayısıyla isteseniz de sevgiden yoksun İngiltere gibi toplumlara aşkı izah edemezsiniz. Çünkü aşk, kitapla kalemle, sözle ve lafla anlatılacak gibi bir olay değil ki. Zira aşk haldir, kal (söz) değildir, yaşayan bilir, yaşamayan bilmez.
Belli ki Sarah kendi toplumunda tatmadığı aşkı Musa da görüyor, Musa karşısında adeta eriyor, hatta iç dünyasında fırtınalar koptuğunu fark ediyor ve sonunda Musa’ya koşuyor.
Aslında Musa ve Sarah serüvenin de ferdi ilişkilerin ötesinde toplumsal hayatın iki farklı boyutunun varlığını fark ettik. Musa Türk toplumunun geleneksel değerleri ile yoğrulmuş boyutu, Sarah ise Anglosakson-İngiliz kültüre başkaldırış boyutu. Belli ki; Anadolucu tavır, merhamet, dürüst ve vakur gibi özellikler Musa’nın nezdinde Türk toplumunu temsil ediyor. İtilmişliğin, aşağılanmanın, hor görülmüşlüğün yansıması diyebileceğimiz birçok çelişik örnekler ise Sarah’ın nezdinde İngiliz toplumunun yapısını ortaya koymakta. İşte bu çarpık hayat tarzı karşısında Sarah bir Türk’e gönül verip yaşadığı topluma başkaldırır.
Onlar meseleye reşit olmamış bir kızın genç bir delikanlı ile sıradan bir ilişkisi diye değerlendiredursunlar, bilakis biz bu olayı gönlün dile gelmesi olarak değerlendiriyoruz. Maalesef, bu olay gönülden bihaber İngiltere kamuoyu ve yetkililerince, reşit olmamış küçük bir kızı alıkoyma şeklinde magazin varı gözle bakılmıştır. Oysa gönül ferman dinlemez, ortada ruh kaynaşması söz konusu. Yani her ikili de halinden memnun, o halde tarafları suçlu ilan etmek niye?
Tabii bu olay burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki; Sarah’ın Musa’ya aşkı Müslüman olmasını da beraberinde getiriyor. Akabinde içinde bulunduğu yozlaşmış toplum kültür anlayışına Musa’ya olan duyduğu sevgiyle tepkisini ortaya koyuyor. İngilizler tabi bu durumu hoş karşılamadıkları gibi kızın Müslüman olmasını da hazmedemezler. Hatta daha da ileri gidip güya kız aklını yitirmiş şeklinde olay bir anda manipüle edilmeye çalışılmıştır. Maalesef farklı mecralara çekme uğraşları sonucunda olay diplomatik hal alır. Hele hele İngiliz hükümetin bu işe bizzat el atması ister istemez tansiyonu daha da artırmış oldu. Hatta yetkililer kızın annesine bile baskı yapıp onu geri getirmezseniz elinizden alır, annesi olmadığını ilan ederiz türünden tehditlere başvurdular. Nitekim bu dayatmalar neticesinde devlet olarak boyun eğip Sarah elimizden gidiverdi. Belki de Türk kamuoyunun baskısı olmasaydı Musa hapishaneden çıkamayacaktı. O tarihlerde şahsiyetli dış politikamız olmadığından olsa gerek hemen pes ediverdik. Bu olayla birlikte içimiz yandı, artık Sarah yoktu. Türk toplumuyla özdeşleşmiş Sarah’ı kendi ellerimizle teslim etmenin verdiği hüzün şüphesiz toplum vicdanında derin yaralar açmıştı. Başka ne yapabilirdik ki o günün devlet ricali böyle karar vermişlerdi. Bunun için öteden beri kararlı, dirayetli toplumun duygularına tercüman olabilecek dış politika anlayışı hep özlediğimiz düş olmuştur.
Tabiî ki bu aşk burada bitmez. Sarah hamile ve anne olma niyetinde çünkü. Doğum gerçekleştiğinde Musa hem Sarah’a hem de evladına kavuşmak isteyecektir. Fakat buna müsaade verirler mi bu bilinmez, ama şurası muhakkak bu aşk farklı kulvar da devam edeceğe benziyor.
İnsanlık soluk soluğa, yaşadığı anla ilgisi yoktur sanki. İnsanlık yüreğine sevgi tohumları ekecek, kendisine uzanacak merhamet sahibi ellere muhtaç. Yaratılanı sev yaratandan ötürü diyecek Yunus’u arıyor. Dünyamız “Ne olursan ol gel, ister putperest, ister Mecusi, istersen tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel” diyecek yeni Mevlanalar arıyor. Sarah ve Musa aşkında bütün insanlığın alacağı nice dersler var. Zaman sevmek zamanıdır diyesim geliyor içimden. Günümüzün stresli ve çelişik hayat manzaralarından kaçmak istiyorsak şayet, sevgiye koşalım hep birlikte. Sevgi çağrısı yapan gönül sultanları düne has olmayıp bugünde mevcuttur. Yeter ki onları aramayı murat edinelim. İnsan isterse hem belasını, hem de Mevla’sını bulabilir. Tabiî ki tercihimiz Mevla’yı aramaktan yana. Necip Fazıl’ın ‘O ve ben’ eserinde dile getirdiği S.Abdülhakim Arvasi’ye olan sevgisine benzer sevgiyi gelin bizlerde gerçekleştirelim, neden olmasın ki.
Kıyamete kadar ikili serüvenler devam edecek bu böyle biline. Çünkü Kâinat aşk üzere yaratılmış, ‘Habibim! Sen olmasaydın, sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım’ buyruğundan bunu anlıyoruz. Madem sevgi yolu ve aşk kervanı kıyamete kadar sürecek olan tek gerçek olgu, o halde aşktan mahrum kalmak niye? Ya aşkta dirilip kendimize ve özümüze döneceğiz, ya da kuru meşe odunu gibi kalıp ruhumuzu haramilere kaptıracağız.
Gelin Osman Gazi’nin Şeyh Edibali’ye karşı duyduğu bağlılığa benzer bağı, bizde yaşayan gönül sultanların sinesinde gönül bağımızı gerçekleştirelim.
Fatih Akşemseddin’in eşiğine yüz sürmeseydi İstanbul’u fethedebilir miydi acaba?
O halde gelin Fatih’in Akşemseddin’e hissettiği sevgiyi bizde gönlümüzde hissedelim.
Âlimin atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftana hürmette tazimi esirgemeyen Yavuz, bu aşka sahip olmasaydı Mısır’a kadar gidebilir miydi acaba? O halde gelin Yavuz’un kutsal emanetlere olan aşkını yüreğimizde hissedelim.
Sultan Abdülhamit Han veli tabiatlı bir devlet adamıydı velilik ile özdeş olan Ulu Hakanın otuz üç yıl Osmanlıyı ayakta tutabilmesinin aşk sırrını anlayabiliyor muyuz acaba? Şayet anlıyorsak gelin Filistin’de toprak satın almak isteyen Yahudi planlarına geçit vermeyen Uluhakan’ın aşkına benzer aşkı Filistin’de zulme karşı taş atan sapan taşlı çocuklara selam göndererek yüreğimizi yakalım.
Sarah nerede huzur buluyorsa gelin bizde aşkta huzur bulalım. Maalesef insanlık romantizmini yitirmiş, robotlar idare ediyor her birimizi.
Dahası hiçkimsenin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Adeta günü birlik yaşıyoruz. Gün bulup, gün harcayan, gün yiyen toplum haline geldik. Batının tüketim kalıplarını özgürlük adına kabul ediverdik. Batı sanayileşmesini bitirmiş sonrasına geçiş yapmış, şimdi ötesini düşünüyor. Biz hala tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecini tamamlamış değiliz. Sarah sanayileşmesini bitirmiş bir toplum içinde büyüdü, Musa ise geleneksel değerlerle yoğrulmuş toplumda yetişip kendisini İngiltere’de bulan bir delikanlımız.
Makine İngiltere’de insanı yabancılaştırmış, ama Musa’yı yabancılaştıramamıştı. Çünkü O, sanayi toplumunun çocuğu değil, ama bu toplum içerisinde geleneksel değerlerini yitirmeden yaşayan bir Türk çocuğu. İşte Sarah’ı Musa’ya bağlayan bağ bu noktada düğümlü. Makinenin çarklarında sıkışmış ve bunalmış İngiliz toplumundan kaçışıdır Sarah. Bu kaçışı Sarah’ın Musa’ya olan sevdasında anlarız ancak.
Batı, teknolojinin sırlarını keşfetmiş, fakat insana ait sevgi tekniklerini keşfedememiş Avrupa’nın bu konuda tek gideceği kapı doğudur. Çünkü doğuda sevgi, edebiyat, aşk bütün heybetiyle devam ediyor. O halde batı ruhunun sıkıntılarını giderecek tek hazine Doğuda.
Işık doğudan yükselir sözü çok doğru ve yerinde bir tespit. Cemil Meriç, önceleri ruhunun susuzluğunu Paris sokaklarında aramış. Dört yıl dolaştıktan sonra bakmış ki ruhunu doyurmak yönünden batı çare olamıyor, bu durumda yönünü doğuya çevirmiş. Hatta dönmekle kalmamış Hint’i yazmaya başlıyor ve yazdığı eserine ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adını veriyor. Gerçekten kitabın sayfalarını çevirdikçe bambaşka bir dünyanın eşiği ile yüz yüze geliyoruz. Öyle ki Cemil Meriç Hint’in nezdinde doğunun aşkını ve sevgisini dile getiriyor. Ve ilave ediyor: “Aşk sarayına ancak doğu revakından girilir” diye.
Bilmem bu söze eklenecek bir söz ilave edilebilir mi, haddimize mi?
Zira batı toplumunun doğu insanından ve kültüründen alacağı çok şeyler var.
Zaten Piri Türkistan, Mevlana, Yunus gibi gönül sultanlarının batıda bu denli yankı bulması hep o ruhu boşluğu doldurabilmenin çabasından kaynaklanması demek değil mi?
Sarah ve Musa serüveni batı insanını yeniden aşka davet çağrısı, anlayana tabii. Evrensel değerler romantizmle güçlenmediği müddetçe bir anlam ifade etmez. Sarah’ın cüretkâr tavrı, Musa’nın dürüstlüğü, insanlığa yeşil ışık yakmaya yetmiştir. Günümüzde öylesine değerler altüst olmuş ki her fert içinde bulunduğu birtakım alışkanlıkları yıkmaya cesaret edemiyor ve hatta başkaldıramıyor da. Gelin kötü gidişata dur deyip, aşkın kollarına kendimizi atalım. Dahası Yunusun feyiz aldığı yere doğru yürüyüp kendimizi bulalım..
Vesselam.
22–0

ARAYAN BULUR

SELİM GÜRBÜZER
Bu yolun ilk başında arayışa koyulmak vardır, ardından bulmak, en nihayetinde ise vuslata ermek vardır. Bakınız Yunus arayınca kendini Tabduk Emre’de buldu. Mevlana’da arayınca Şems’i Tebrizî’de buldu kendini. Malumunuz Hükümdar İbrahim Ethem ise bir Arabî’nin damda deve aramasından yola çıkarak, o’da kendini bir şeyhin kapısında bulur. Yüce Allah (c.c) bir sebep halk edecek ya, aslında deve arama işin bahanesiydi. Nitekim İbrahim Ethem haremiyle sarayında cennet hayaline dalmış bir halde kuş tüyü yatağında sohbet ederken damdaki adamın ayak sesleri o an tüm süslü hayallerini altüst etmeye yeter artar da. Öyle ki, sinirinden damda ki adama da şöyle çıkışır:
-Ey Arabî, nedir gecenin bu vaktinde patırtı gürültü, hem dam da senin ne işin olabilir ki?
Bunun üzerine Arabî adam cevaben:
-Kaybettiğim develerimi arıyorum der..
Tabii İbrahim Ethem bu cevap karşısında ‘La havle… bu ne söz, git işine’ dercesine sinirinden küplere binip şöyle karşılık verir:
-Bire adam, damda deve mi aranır?
Adamcağız İbrahim Ethem’in öfke halinin tam aksine gayet sakin bir halde şöyle mukabelede bulunur:
-Peki, damda deve aranmaz da, bir hükümdar olarak sarayda kuş tüyü yatağında cennet nasıl aranır ki?
İşte nereden gelindiği bilinmeyen bu can alıcı sözler, İbrahim Ethem’in aklını baştan çoktan alır bile. Öyle ki, ertesi gün kendini derin düşüncelerden sıyırmak adına vezirleriyle günlük meseleleri istişare etmek ihtiyacı duyacaktır. Ancak istişare de çare olmayacaktır. Nasıl çare olsun ki, tamda vezirleriyle istişare havasına dalmışken, padişahı bu kez sarayın bahçesinden bir takım bağırtı çığırtı sesleri derin düşüncelere daldıracaktır. Zira şöyle dışarıyı göz ucuyla etrafı kolaçan ettiğinde birde ne görsün bahçede genç bir delikanlı yaka paça muhafızlarıyla tartışmakta. Derhal o genci huzuruna çağırdığında:
-Hey delikanlı, söyle bakalım seninle muhafızlarım arasında ne alıp vereceğiniz vardı ki habire bahçede itişip kalkışıyordunuz, hayırdır bir derdiniz mi var? diye sual eyler.
Genç:
-Efendim, bu adamlar benim Han’a girmeme mani oluyorlardı, dert davam budur.
İbrahim Ethem:
-Bilmem re söylediğinin farkında mısın, bikere her şeyden önce ağzından çıkan lafı kulağın duysun, bakın burası Han değil, Saraydır. Ve de bu sarayın hükümdarı da benim.
Genç inatla:
-Hayır, sen öyle san, burası basbayağı Han’dır der.
Hayda, şimdi siz İbrahim Ethem’in yerinde olunda bu sözler karşısında çıldırma, ne mümkün. Baksanıza dün damda ki adam, bugünse genç bir delikanlı neyin nesi bilinmez ama ansızın bir anda karşısına çıkıverdiler. Sonuçta padişahta olsa o’da nihayetinde bizim gibi bir insan, ister istemez öfkesine yenik düşüp şöyle mukabelede bulunur:
-Hey delikanlı, yoksa sen aklını mı yitirdin, iyice şöyle sağına soluna baksan iyi olur, sana son kez söylüyorum, bir daha söylemem. Gözünü aç, şunu iyi bilesin ki burası ‘Han’ değil, Saraydır, bu sarayın hükümdarı da benim.
Genç:
-Asla düşündüğün gibi ben aklımı yitirmiş değilim, hem madem ısrarla ‘Han’ değildir diyorsunuz, şimdi sorarım size, acaba sizden önce burada kim vardı?
İbrahim Ethem:
-Daha öncesinden burada babam vardı elbet. Ve bu dünyadan göç eyledi.
Genç:
-Peki, babandan önce kim vardı?
İbrahim Ethem:
-Tabii ki babamdan öncede dedem vardı, herkes gibi vakti saati geldiğinde o‘da göçtü göç eyledi.
Genç:
-İşte sizde kendi ağzınızdan itiraf ettiğiniz gibi burası saray değilmiş, basbayağı Han’mış. Şimdi tekrar sorarım size: birilerinin mesken tutup diğerlerinin göç eylediği mekâna Han denmez de, peki ne denir ona?
Evet, bir insan böylesi can alıcı sözler karşısında padişahta olsa nereye kadar itiraz edebilirdi ki, sus pus olacağı muhakkak. Deminde dedik ya, hiç hesapta yokken durduk yere dün bir adam sarayın damında develerini aramaya kalkışıyor, bu günde bir genç ‘Han’ sandığı saraya girmeye uğraşıyor. Ortada garip bir şeylerin döndüğü besbelli, ama acaba ne? Şimdi gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hele birde tüm bu olup bitenler ikide bir padişahın etrafında dönüp dolaşıyorsa, meseleye sıradan bir mesele ya da tesadüfen gelişen hadiseler gözüyle bakamayız da elbet. En iyisi mi biz Yüce Allah (c.c) bir kulu için bir şey murad etmişse, mutlak bir sebep halk eder diye düşünmek en doğrusu, fazla kurcalamaya gelmez. Zaten bundan ötesi bizi aşan durumdur. Kaldı ki Yaradanın hikmetinden sual olunmaz da. Zira maksat hâsıl olduğunda o iki adam sırra kadem basar bile. Artık bu noktadan sonra İbrahim Ethem kendisiyle baş başadır. Şimdi o’nun için tam da olan biteni muhasebe etme zamanıdır. Çünkü adamların söylediği sözler öyle yenilir yutulur cinsten sözler değildi, öyle ki insanın nevrini döndürecek bir söylenip bin düşündüren sözlerdi. Yine de İbrahim Ehem’in padişah olması hasebiyle memleketin ahvalini düşünerekten bir şekilde gönlüne dokunan bu sözlerin tesirinden kurtulması gerekirdi, takdir edersiniz ki bu kafayla ahaliyi idare etmesi zor olacaktır. İbrahim Ethem neyse ki o an içinden gelen sese kulak verip kafasını dağıtmak adına kendini kırlara bayırlara atacaktır. Derken av elbiselerini tam takır giyinik bir halde dağın vadisine doğru yol alır da. Yol boyunca ilerlerken ilk etapta karşısına bir ceylan çıkıverecektir. Ancak gözüne kestirdiği ceylanı avlamak pek kolay olmayacaktır, epey kendisini yoracaktır. Ceylanın ardı sıra nefes nefese koşturur da. En nihayetinde avını kıskıvrak köşeye sıkıştırdığında kendi kendine şöyle teselli olur:
- Hadi şimdi kaçta bir göreyim. Beni bir hayli ardından koşturup yordun da ne oldu, sonunda seni yakaladım ya,
Oysa İbrahim Ethem kendi kendini teselli etmekle şimdiye kadar başına gelenlerin hiçbirinden ders almamış gözüküyor. Anlaşılan kendisine gelmesi için iyi bir ders daha verilmesi gerekiyormuş. Ve verilmesi gereken bu ders bu kez köşeye sıkıştırdığı ceylandan gelecektir. Allah’ın izniyle ceylan ceylanlığını gösterip hal lisanıyla şöyle dile gelir de:
-Görüyorum ki, ne de pek heveslisin beni avlamaya, hadi beni öldürdün varsayalım, başın göğe mi erecek sanki. Allah aşkına, hem sen bu işler için mi (av avlamak için mi) dünyaya geldin, ben senin yerinde olsam yaradılış gayene yönelik işleri yapmak için heves ederdim.
İşte bu sözler İbrahim Ethem’e bu dünyada öyle rahatlık yüzü yoktur demenin başka bir ifade ediliş türüdür. Belli ki Yüce Mevla, ceylanı İbrahim kuluna vesile kılıp inceden inceye yaradılış gayesi doğrultusunda arayışa koyul denmekte. Zaten tüm bu yaşananlardan ders çıkardığında hem de padişahlığı, sarayı, tacı tahtı bırakacak derecede araya araya soluğu bir mürşidin kapısında alacaktır. Fakat dergâhın kapısına dayandığında mürşid hemen el vermez, İbrahim Ethem’e der ki:
-Bak evlat, olur ya maiyetinde idare ettiğin onca ahaliye zulmetmiş ya da zorla ellerinden mallarını almış olabilirsin, bizim yolumuzun düsturu gereği tüm bunların iadesi gerekir.
Bunun üzerine İbrahim Ethem her kimde kul hakkı varsa helallik dileyip hepsini kuruşu kuruşuna sahiplerine iade eder de. Böylece dergâha kabulü bu şekilde gerçekleşir. Ama yine de her şey bitmiş sayılmazdı, bu kez şeyhi o’nu samimiyet testinden geçirecektir. İsterseniz kendi kendimize empati yapıp bir an padişahın yerinde kendimizin olduğunu varsayalım, acaba hangimiz sarayı, tacı, tahtı bırakırda gelip bir şeyhin kapısında derviş olurduk ki. Hatta bu adam delimidir nedir diye alay etmesinler diye dergâhın yanından bile geçmezdik. Dolayısıyla padişahın teste tabii tutulmasını çok görmemek gerekir. Kaldı ki bizim dünyalılık olarak kaybedeceğimiz hiç bir şeyde yok ortada, ama padişahın öyle değil, başta tacı tahtı olmak üzere dünyalık olarak kaybedeceği çok şey var. Bu yüzden bilhassa padişahın test edilmesi son derece yerinde bir uygulamadır. Öyle ya, bakalım adam padişah ama gerçekten sarayını tahtını tacını terk edecek derecede samimi mi? Gerçekten de İbrahim Ethem hak ve hakikat yolunda nefsine teslim olmaz şeyhine teslim olaraktan samimiyet testinden geçer de. Böylece Allah için dergâhta 10–15 sene aşk ve muhabbetle teslimiyet örneği göstermenin neticesinde zamanın en büyük evliyaların arasına adını yazdırır da.
Sanmayın ki teste tabi tutulmak sadece okullarda diploma almak ya da dünyalık bir işe girmek içindir. İşte anlatılardan görüyorsunuz maneviyat dünyasında da teste tabi tutulmak vardır elbet. Üstelik maneviyat dünyasında teste tabii tutulmak sadece İbrahim Ethem’e has bir durum da değil, dahası var elbet. Bakınız, Mevlana Halid ve Alaaddin Attar Hz.leri gibi zatlar gibi daha niceleri de buna dâhildir. Bir bakıyorsun hak ve hakikat yolunda Mevlana Halid Bağdadi (k.s) gibi bir âlim zat, Abdullah Dehlevì (k.s)’ın kapısında tuvalet temizliği imtihanından geçebiliyor. Yine bir bakıyorsun Alâeddìn Attâr Hz.leri, Şahı Nakşibend (k.s)’ın talimatıyla ahalinin gözü önünde elma satmakta. Sakın ola ki, verdiğimiz bu örneklerden hareketle teslimiyet derken körü körüne gidin birilerine teslim olun anlamı çıkmasın. Bilakis teslimiyetten maksadımız Sadatların kast ettiği şekliyle “ölü teneşirin de ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi işin ehli maneviyat büyüklerine teslim olmak” manasına teslimiyettir bu. Asla böyle bir teslimiyet dünyanın kölesi bir teslimiyet değil, ahretimizi kurtarmaya yönelik Allah’a hakiki manada abd olma (köle olma) teslimiyetidir bu. Unutmayalım ki ‘abd’ olmadan ‘Abdullah-Allah’ın kulu’ olunmaz. Bakınız Yunus, Tabduk’un kapısında eşiğine yüz sürerekten teslim olduğunda ancak gerçek anlamda bizim Yunusumuz olabilmiştir. Hakeza Mevlana’da Şems’e teslim olduğunda ancak o zaman gerçek anlamda Mevlana’mız oluvermiştir. Nasıl Mevlana’mız oluvermesin ki, ilk kez Kalenderi Şeyhi Şems’i Tebrizî ile göz göze geldiğinde o’na ilk teslimiyet nasihati: ‘Dışarıya karşı sağır ol, içte keşfedilen sınırsız âleme yönelip gerçek aşkı yaşa’ şeklinde olacaktır. İşte bu ilk teslimiyet nasihatı Mevlana’da “hamdım, yandım, piştim” şeklinde safha safha etkini gösterip her devirde “Ne olursan ol yine gel” mesajıyla tüm insanlığın ruh dünyasında aradığı bir nefes sıhhat soluk olur bile.
Peki ya, hakikat arayışında İmam-ı Gazali nasıl teslim oldu derseniz, tabii bunun bir öncesi var bir de sonrası söz konusudur. Nitekim Gazali, teslim olmadan önceki halini şöyle izah eder de: “Medreseye girişim sırf Allah rızası için ilim tahsil etmek olmayıp maişetimi temine yönelik olmasına mukabil, Allah’ın lütuf ve keremiyle beni yüce rızasını tahsile muvaffak kıldı.” Gazali, bir şeyhe teslim olduktan sonra ki halini ise şöyle ifade edecektir:“Ben eskiden kendisiyle mevki elde edilen ilmi yayıyordum. Kasıt ve niyetim bu idi. Fakat şimdi mevki ve rütbeyi terk ettiren ilme davet ediyorum. Şimdiki maksat ve arzum budur.” İşte görüyorsunuz öncesi sonrası derken bir anda hak ve hakikat arayışında tam teslim olduğunda aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ardından Hüccetül İslam İmam-ı Gazali olarak adından söz ettirir de. Hatta o tasavvufi lezzeti tattıktan sonra sofilere toz kondurmaz da. Öyle ki sofiler hakkında kanaatini belirtirken de, onların Allah yolunda kimseler olduklarını, onların hayat tarzlarının en güzel yaşama tarzı olduğunu, takip ettikleri yollarının en doğru yol olduğunu, ahlaklarının en güzel ahlak olduğunu dile getirmekten kendini alamaz da. İcabında bilhassa anlamak istemeyenlere yetmedi sözlerinin devamında sofilerin dış ve içlerindeki hareket ve duygularının hepsi nübüvvet kandilinin nurundan almış olduğunu bir kez daha dile getirme sorumluluğunu ihmal etmez de. Öyle ya, ben diyeceğimi deyimde, sonradan bizim haberimiz yoktu demesinler babından bir hatırlatmadır bu. Çünkü hak ve hakikat yolunda herkes aydınlanmaya muhtaçtır. Yeter ki aydınlatmaktan gaye Allah’ın rızasını kazanmak olsun hiç kuşkusuz bunun karşılığı insanların hidayetine vesile olmak sevabı olacaktır. Zaten dün olduğu gibi bugünde evliyaullah gerektiğinde köy köy, ilçe ilçe, il il, bölge bölge gezip insanların hidayetlerine vesile olmak için bir an olsun hiç boş durmuyorlar. Buna mecburlarda. Çünkü Resulullah Efendimiz (s.a.v): ''Ameller niyete göredir'', yani, insan ne niyetle yaparsa o şekilde karşılık bulmakta diye beyan buyurmakta. Öyle ya, niyet dünyalıksa insanın eline geçen dünyalık olur, şayet niyet Allah içinse eline geçecek olan ahiret sermayesi olacaktır. İşte bu noktada niyet kontrolü çok mühimdir. Nitekim Mevlana Halid (k.s) vefat etmeden önce şöyle vasiyet etme ihtiyacı duymuş bile:
“-Zenginlerde hakkım var, her zengin kurban kessin. Fakirler de bana Kur'an okusun.
Tabii bu vasiyet karşısında halifelerinden hemen biri şaşa kalmış. Merak bu ya, sormadan edememiş:
- Efendim siz o kadar muhtaç mısınız ki?
Mevlana Halid (k.s) ise cevaben şöyle der:
-Vallahi ben bir Fatiha’nın okunmasına bile muhtacım, hem de azbuz değil, çok muhtacım.''
İşte görüyorsunuz, fazla söze ne hacet, hakikat arayışında Mevlana Halid Zülcenahayn (k.s) çift kanatlı büyük bir zat olmasına rağmen, o bile kendini muhtaç hissetmekte. O halde, daha ne duruyoruz, vakit hak ve hakikat arayışına koyulmak vaktidir. Çünkü bu manada arayan Mevla’sına kavuşur da.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3801/arayan-bulur

SARAH İLE MUSA
SELİM GÜRBÜZER
Bakın Fûzulî aşk’ı şöyle tanımlıyor:
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak.”
İşte asırlar öncesinde dile gelen böylesi bir aşkın gözyaşı seliyle birlikte tarihler 1996 yılını gösterdiğinde ‘Sarah ile Musa’ ikilisinde bir başka biçimde yansımıştı. Öyle ki, Fuzuli’nin “Divan-ı leylî vü Mecnun” mesnevisinde yer alan ‘Leyla ile Kays’ arasında geçen ve sonrasında ayrılıkla biten o aşk öyküsünü yeniden Kahramanmaraş’tan İngiltere’ye uzanan Sarah ile Musa’nın aşkında hafızamızda yeniden tazeler olmuştuk.
Malumunuz o günlerde iç ve dış basında gündemden hiç düşmeyen bir Musa'mız vardı, birde Sarah'ımız.
Musa, Anadolu topraklarında geleneksel değerlerle yoğrulmuş, yüreği saf ve sevgi dolu bir delikanlımızken Sarah ise sürekli çevresince horlanıp, aynı zamanda hakkında şişmansın, çirkinsin denilerek rencide edilmiş bir İngiliz kızı olarak bağrımıza basmak istediğimiz bir gelinimizdi. Neyse ki, Sarah ailesiyle birlikte tatil için Alanya'ya geldiğinde garsonluk yapan Musa’yla tanıştığı gün, kendi doğup büyüdüğü ülkesinde onca rencide edilmişlikten sonra onun tutku gözlerinde kendi insanlığını bulmuş ve en nihayetinde gelinimiz olmasını bilmiştir. Elbette ki Sarah’ın da yuva kurup mutlu olmak en tabii hakkıydı. Amma velakin gel gör ki; İngiltere’de kadın erkek ilişkileri içi boş, ruhsuz ve sınır tanımaz özgürlük çığırtkanlığı çerçevesinde seyrettiği içindir Sarah'ın bu halini bir türlü içlerine sindiremedikleri gibi birde bunun üstüne üstük dünya çapında çok büyük kamuoyu baskısı oluşturarak gelinimizi aramızdan alıp kendi ülkelerine götürdüler. Oysa Musa, Mecnun misali saf duygularla Sarah’ı sevmiş ve onu olduğu gibi kabul edip öyle nikâh kıymıştı. Ancak İngiltere bu ya, hemen durumdan vazife çıkarıp bir yandan 13 yaşında bir kızın imam nikâhı ile evlenmesine pek hoş gözle bakılmazken diğer yandan aynı İngiltere bu yaşlarda bir kızın nikâhsız cinsel bir ilişkide bulunmasını cinsel özgürlük olarak hiçbir sakınca görmeyerekten yaman bir çelişki içerisine girebiliyor. Bizde ki durum farklı elbet, on üç yaşında bir kızla nikâhsız ilişkiye girmeyi asla tasvip etmeyiz, illa ki aralarındaki bağı nikâh bağıyla taçlandırmalarını ön şart olarak, yani cinsel özgürlüğün tam aksine nefsi arzularının kölesi gayri meşru ilişki olarak görürüz. Kaldı ki meseleye şer’an da böyle bakmamız da gerekir zaten. Nitekim her iki kültür kodu arasında ki farkı Sarah ile Musa çiftinin izdivacında yaşanan hadiselerde en net bir şekilde görebiliyoruz da. Onlar meseleye kendi zaviyelerinden öyle baka dursunlar, bu mesele su yüzüne çıktığında başta İngiltere ve Türkiye olmak üzere birçok ülkede gündemden düşmeyen herkesin merakına mucip konu olduğu gibi bizi de içten içe üzen bir hadise olarak kendi coğrafyamızda yankı bulur. Öyle ki, o yıllarda Türkiye tarafında basın ve televizyon aracılığıyla bu izdivacın yankısını günlük takip edenler yeniden Leyla ile Mecnun aşkını hatırlar oldular da. Dahası Türk halkının algısında Mecnunun aşk uğruna düştüğü çöl, bu kez üzerinde güneş batmayan imparator sahrası olmuştu. Derken bu aşk iksiri güneş batmayan Büyük Britanya ülkesi sahrasına dalga dalga yayıldıkça diğer coğrafi alanlarda da birbirlerini seven çarpan gönüllerde bir başka heyecan uyandıran bir hadise olmuştu.
Peki, dünya sathına yayılan bu aşk dalgası Batı yakasında nasıl ele alındı? Nasıl ele alınsın ki, bikere Batı insanı bu noktada aşk nedir ne değildir bilmez ki. Bu yüzden Sarah ve Musa’nın tertemiz masumane aşkına bir anlama veremeyip hep ön yargı çerçevesinden yaklaşmışlardır. Hadi anlam veremeyip aval aval bakmalarını anladık ta, birde durumdan vazife çıkarıp dünyanın gündeminde kriz üretmelerine ne demeli. Baksanıza o günlerde İngiliz medyası habire meseleyi dünya gündemine taşıyarak Sarah’ın Musa’ya olan ilgisini uluslararası skandal bir boyut kazandırmışlardı. Derken Sarah üzerinden uluslararası arenada Türkiye karşıtı kamuoyu oluşturma çabasına girmişlerdir. Dedik ya, Musa yakışıklı, bir o kadar da gözde efendi delikanlımızdır. Öyle ya, böyle yakışıklı bir genç, nasıl olurda tonton, pekte güzel olmayan Sarah’a bu denli ilgi duyar bir türlü içlerine sindirememişlerdi. Aslında sindirememelerine şaşmamak gerekirdi, zira kendi kültür coğrafyalarında eşine nadirde olsa rastlanmayan bir hadiseyle karşı karşıya idiler, dolayısıyla böyle bir olaya ne akıl sır erdirebildiler, ne de bir anlam verebildiler. Elbette anlam veremezler, bilmedikleri bir şey vardı ki, o da aşk denen hadise sadece yaşanınca ancak akıl sır erdirilebilen bir duygu selidir. Hele ki sevgi ikliminden yoksun İngiltere gibi toplumlar isteseler de aşkı anlayamazlar zaten. İşte aşk bu ya, ne kitapla ne kalemle ne de sözle anlatılabilir. Hem nasıl anlatılsın ki, her şeyden önce aşk haldir, kâl (söz) değil ki, illa insanın yüreğinde yaşaması gerekir ki aşkın ne olduğunu idrak edilebilsin. İşte İngiliz basınının şaşa kalıp da çözemediği romantizm durum bu. Belli ki idrak edemedikleri aşk gerçeği bizatihi yaşayarak idrak edilebilecek aşkın gözyaşı selinde gizlidir. Düşünsenize, Sarah kendi kucağında büyüdüğü toplumunda tatmadığı aşkı Musa'nın sevgi dolu yüreğinde hissettiğinde iç dünyasında kim bilir ne fırtınalar kopmuş olsa gerek ki Musa’ya bir anda gönlünü kaptırabiliyor. İşte aşk budur.
Hiç kuşkusuz Musa ile Sarah ikili serüveninin önümüze koyduğu tabloda yer alan o deruni aşkın yanında bir de işin ucunda iki toplum arasında ki derin kültür farkının varlığı da söz konusudur. Bikere Musa her şeyden önce Türk toplumunun sevgi dolu bağrından çıkmış kendi geleneksel çevrenin değerleriyle yoğrulmuş bir simge isim, Sarah ise İngiltere toplumunun bir ferdi olmakla beraber Anglosakson İngiliz kültüre başkaldırışın bir simge ismidir. İşte bu iki simge isimden hareketle şunu çok rahatlıkla diyebiliriz ki Anadolu’ca tavır, merhamet, dürüst ve vakur gibi hasletler Musa’nın şahsında abideleşmiş Türk toplumuna özgü yapısını ortaya koyarken Sarah ismi üzerinden ortaya çıkan itilmişliğin, aşağılanmanın, hor görülmüşlüğün yansıması diyebileceğimiz hasletler ise İngiliz toplumunun yapısını ortaya koyan bir durumdur. İyi ki Sarah bir Türk'e gönlünü kaptırıverdi de Batı ve Doğu arasında ki farkı bir kez daha net bir şekilde görebilmiş olduk. Hem görmemek ne mümkün, baksanıza Batı toplumu meseleye reşit olmamış bir kızın genç bir delikanlıya gönül vermişliğini sıradan bir ilişkisi olarak değerlendirirken, biz ise onların tam aksine meseleye karşılıklı bir gönül yanması olarak baktık. İşte aramızda ki belirgin fark bu. Üstelik bu olay dünya gündemine oturduğunda gönül dünyasından bihaber İngiltere kamuoyu ve yetkililerince, reşit olmamış küçük bir kızı alıkoyma şeklinde basit magazinsel algı operasyonu ve paparazzilere konu olacak şekilde piyasaya servis etmişlerdir. Onlar meseleye uluslararası basit magazinsel ve diplomasi kurallar boyutunda tavır takına dursunlar oysa Sarah ve Musa için yok diplomasi kurallarmış yok şuymuş yok buymuş hepsi vız gelip tırıs gider misali hiç umurlarında olmaz bile. Kaldı ki buram buram aşk kokan bu topraklarda bu tür deli saçması diplomasi kurallar ‘gönül ferman dinlemez’ ilkesi gereğince hiçbir geçerlilik hükmü olmaz da. Hem ortada bir gönül yanması denen bir hadise söz konusu iken nasıl olurda işi magazinsel boyuta taşırlar ya da diplomatik çerçeveye oturturlar doğrusu anlamak mümkün değil. Aslında işin iç yüzünü irdelediğimizde İngilizlerin tek dert davaları ne diplomasi kuralların ihlali ne kendi Anglosakson örf, adet ve kurallarının ihlal edilmesi ne de şu veya bu mesele, bilakis asıl dert davaları Sarah’ın Müslüman olmasının doğurduğu hazımsızlıktır. Hatta Sarah’ın kucağında yaşadığı toplumun kültür dokusuna karşı koyduğu tavır onları ciddi manada rahatsız olmuş olsa gerek ki bu hadise kimyalarının bozulmasına ziyadesiyle yetmiştir. Tabii ki böylesi bir tabloyla karşı karşıya kalan İngilizlerin kimyası bozulmayacak ya da keyfi kaçmayacak da ya kimin kaçacak? Zaten o yıllarda kimyalarının bozuldukları yüz ifadelerinden o kadar net açık bir şekilde kendini belli ediyordu ki; güya Sarah’ın akıl sağlığı yerinde değilmişçesine meseleyi daha da ileri bir boyutlara taşıyıp manipüle edeceklerdir. Derken bizim olan topraklarda masumane bir şekilde başlayan aşk hadisesi bir anda uluslararası arenada skandal bir vaka hale gelir. Ve akabinde İngiliz hükümetinin bu meseleye bizzat el atmasıyla birlikte hem iç hem dış kamuoyunda daha da tansiyonun artmasına neden olacak bir süreç yaşanır. Bu arada İngiliz yetkililer habire kızın annesine “Sarah’ı geri getirmezseniz elinizden alıp annesi olmadığını ilan ederiz” şeklinde gözdağı vermeyi de ihmal etmezler. Dahası olayı kendi lehlerine çevirecek her türlü metodu uygulamaktan geri durmayacaklardır. Böylece İngilizler dünya kamuoyunu yalan yanlış haberler ve algı operasyonlarıyla yönlendirip kendi lehlerine netice alırken Türkiye ise o yıllarda İngilizlerin algı operasyonlarını boşa çıkartacak hamle becerisi gösteremeyecektir. Derken beceriksizliğimiz yüzünden bir çırpıda Sarah elimizden çıkıverir de. Nasıl çıkıvermesin ki, eski Türkiye’nin zihinsel kodlarında hamle yapmak pek kolay gözükmüyordu. Bilenler bilir o tarihlerde uluslararası diplomatik alanda şahsiyetli bir dış politika ağırlığımız olmadığından hemen dünya kamuoyunun baskısı karşısında pes ediverince garibim Musa kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Tabii Türk kamuoyu bunu içine sindiremeyecektir tepkisini ortaya koyar da. Şayet Türk kamuoyu meseleye sessiz kalsaydı garibim Musa öyle kolay kolay 28 gün yattığı ceza evinden çıkacak gibide gözükmüyordu. Sarah ise malum bağrımızdan koparıldığından artık bundan böyle aramızda olmayacaktı. Hadi aramızda olmaması neyse de, peki ya gelinimiz olarak bağrımıza bastığımız Sarah’ı kendi ellerimizle teslim etmenin toplum vicdanında açtığı derin yara nasıl kapanabilirdi ki. Maalesef o günün devlet ricali kendi toplumunun vicdanının sesine kulak vermek yerine içimizi sızlatan hazin kararlara boyun eğmeyi yeğlemişlerdir. Zaten böylesi bir tutum karşısında Türk halkına ‘Ya sabır’ demekten başka seçenek kalmaz da. Hele o yıllarda vesayet odaklarının güdümünde hükümetlerin işbaşında olduğunu düşündüğümüzde halkın ‘Ya sabır’ diyerekten yüreğine taş koyması son derece manidar bir durumdur. Derken gözden uzak olan gönülden de uzak kalır misali Sarah ile Musa arasındaki aşk bundan böyle hariciyemizin beceriksizliğine kurban giderekten git gide tükenmeye yüz tutacaktır. Sarah için bundan böyle aşkın kesintiye uğramasını dert edinmek yerine daha çok hamile kaldığı çocuğunun sağ salim dünyaya gelmesi çok önem arz edecektir. Ve en nihayet doğum gerçekleşir de.
Evet, o yıllarda içler acısı yaşanan bu süreçte en çokta zor durumda kalan hiç kuşkusuz Musa’dan başkası değildi. Bir an kendimizi Musa’nın yerine koyduğumuzu varsaydığımızda bir yandan Sarah’tan koparılmanın verdiği hüzün derin yaralayacaktır bizi, diğer yandansa oğul Muhammed'i görememe hasreti bizi yaralayıp çökertecektir. Her ne kadar Musa o yıllarda sanal âlemde görüntülü bir nebze olsun evlat hasretini gidermeye çalışsa da bikere adı üzerinde sanal âlem, gerçek âlemdeki gibi kucaklayıp sarmalayaraktan doyasıya hasret gidermenin yerini asla tutmayacaktır. Bundan daha da öte yüzleşilmesi gereken bir hakikat vardı ki; o da malum tüm dünyanın gözünün içine baka baka Musa’yı gönül verdiği Sarah’ından ve evladından koparılma gerçeğidir. Bu gün bu hakikatle yüzleşmek istemeseler de bir gün elbet Musa ve Sarah’a bu muameleyi reva görenler tarihin derin vicdanında mahkûm olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Nitekim tarihte bu tip alavere dalavere kirli ellerin oynadığı oyunlar yüzünden insanlık hala bir nebze olsun nefes alamaz durumdadır. Şöyle etrafımıza dönüp bir bakalım hiçbirimizin yaşadığımız anla ilgisi yok gibi, hemen herkes günü kurtarma peşinde. Aşkmış, sevgiymiş kimin umurunda ki, varsa yoksa kişisel egolar ön planda ağırlıklı bir değerdir. Tabii değerler altüst olunca meydan aşkın gözyaşı selini tıkama rolünü üstlenenlere kalmakta. Baksanıza adamlar en son tahlilde dünyanın insan hakları ve özgürlükler çizgisine geldiği noktada bile bugün olmuş halen dünyadaki tüm mazlumlara yönelik işlenen zulümlere karşı kayıtsız kalmaktan yüksünmemekteler. Ah bu adamlar mazlumların yakasından bir düşseler tüm insanlığın sevgi arayışına koyulması an meselesidir. Belli ki tüm insanlığın soluklanmaya ihtiyacı var. Ah tüm insanlık bir avuç küresel aktörlerin algı operasyonlarından yakayı kurtarıp bir soluk alabilse sevgi deryası için yola koyulur da. Zira tarihte bugüne nice badireler atlatan tüm insanlık kendisine uzanacak sevgi dolu şefkatli ellerin yeniden doğuşunu bekler haldedir. Dahası tüm insanlık Yunusça “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” diyecek bir sevgi yüreğinin ve Mevlana’ca “Gel, Yine gel, Ne olursan ol, Yine gel! İster kâfir ol, ister putperest ol, ister Mecusi, istersen yüz kere tövbeni bozmuş ol tövbeni… Yine gel” diyecek bir Gönül abidesinin yolunu gözler haldedir.
Öyle anlaşılıyor ki, Sarah ile Musa aşkında tüm insanlığın alacağı nice ibretlik dersler vardır. Madem ibret alınması gereken dersler var, o halde daha ne duruyoruz:
Geliniz hep birlikte Yunus'un yürüdüğü sevgi iklimine doğru yürüyelim.
Geliniz bu kutlu yürüyüşte sevgi pınarlarından doyasıya kana kana içmek tek gayemiz olsun.
Geliniz Yunus’un Tabduk'un kapısını aşındırdığı gibi bizde sevgi eşiklerine yüz sürmüş olalım.
Geliniz Necip Fazıl’ın ‘O ve ben’ eserinde dile getirdiği şekliyle, bir başka ifadeyle Seyyid Abdülhakim Arvasi’ye bağlılığında olduğu gibi candan bağlı kalalım ki hem sevgi pınarlarından kana kana içmek nasip olsun, hem de kendimizi Mevla’ya adamış halde vuslata ermek nasibi müyesser olsun. Böylece bu sayede çağın kirliliğinin üzerimizde oluşturduğu o stres sarmalına ve çelişik hayat tarzına meydan okunmuş olur.
Şurası muhakkak; kıyamete kadar hak ve hakikat kapısı kapanmayacak, her devirde seven ve sevilen arasında cereyan eden Hakka vasıl olacak gönül bağının devam edeceğine inancımız tamdır. Çünkü kâinat aşk üzere yaratılmış, bu yüzden on sekiz bin âlemin ilahi aşk üzerine deveran eylemesine şaşmamak gerekir. Bakınız zikredilen Levlake hadisinde Yüce Allah (c.c); “Ey Habibim! Sen olmasaydın, Sen olmasaydın felekleri (kâinatı) yaratmazdım’ diye beyan buyurmakta. İşte bu hadis-i kudsiden anlaşılan o ki, sevgi ve aşk kervanı kıyamete kadar sürecek tek hakikat olgusudur. Madem ilahi aşk tek hakikat olgusu, o halde sevgiden, aşktan mahrum kalmak niye? Ya aşka talip olup özümüze döneceğiz, ya da kuru meşe odunu misali kurumuş olacağız. Ki; birincisinde ruh kökünde diriliş vardır, ikincisinde ise ruh kökünden kopuşla birlikte yok olmak vardır. O halde kuruyup yok olmamak için bu kez kendi nefsimize dönüp tarihi şahsiyetler üzerinden şu çağrıyı yapmakta fayda vardır:
Bak ey Nefsim! Şayet Osman Gazi, Şeyh Edebali’ye içten bağlanmasaydı Osmanlı’nın kuruluş mayasını çalabilir miydi? O halde sen sen ol Osman Gazi’nin Şeyh Edebali'ye duyduğu o içten bağlılığa benzer bağı, günümüz dünyasında var olan Gönül sultanlarının sinesinde gönül bağını kur.
Bak ey Nefsim! Şayet Fatih, Akşemseddin'in eşiğine yüz sürmeseydi İstanbul’u fethedebilir miydi? O halde sen sen ol Fatih’in Akşemseddin’in eşiğine yüz sürdüğü heyecanı gönlünde diri tut. Diri tut ki günümüz Gönül Sultanlarının eşiğine yüz sürdüğünde gönül dünyan fethedilmiş olsun.
Bak ey Nefsim! Şayet Yavuz Sultan Selim Han, âlimin bindiği atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftana hürmette tazimin aksi bir istikamette yol yordam adab usul ve erkân bilmez bir halde bir şahsiyet olsaydı ta Sina çöllerini aşıp kutsal emanetlere sahip çıkabilir miydi? O halde sen sen ol Yavuz’un kutsal emanetlere sahip çıktığı ruha benzer bir ruhla geçmişimizden devr olunan tüm tarihi kutsal emanetlere sahip çıkma erdemliliğini göstere ol.
Bak ey Nefsim! Şayet Ulu Hakanın öteleri gören o veli sezgisi olmasaydı yıkılmak üzere olan Osmanlıyı otuz üç yıl daha ayakta tutabilir miydi? O halde sen sen ol Filistin’de toprak satın almak isteyen Yahudi planlarına geçit vermeyen veli tabiatlı Ulu Hakanın aşkına benzer aşk ve muhabbetle Filistin’de zulme karşı başkaldırıp taş atan sapan taşlı çocuklardan ol.
Bak ey Nefsim! Şayet Kahramanmaraşlı Musa yüreğinde Anadolu ruhu taşımasaydı, aşkın gözyaşı seli İngiltere’ye kadar uzanabilir miydi? O halde sen sen ol Musa ve Sarah gibi sevginin mihrabında aşka uzanmış ol.
Bak ey Nefsim! Şayet bu çağrıları kulak ardı edip kale almazsan şunu iyi bil ki bu çağda seni robotlar idare edecektir. Gerçekten de durum vaziyet öyle değil mi? Ey Nefsim! Şöyle bir etrafına bir bakıver gerçekten de tıpkı benim gibi diğer insanlarında hiç birinin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Sanki topyekûn olarak ruh köklerimizi yitirmiş durumdayız. Habire günlük hayatın içerisinde debelenip duruyoruz. Şayet dert dava ekmek kavgasıysa bu alanda da sıkıntılı bir haldeyiz. Baksana gün bulup, gün yiyen fertler haline geldiğimiz o kadar net kendini belli ediyor ki, Batının tüketim çılgınlığını içimize sindirip özgürlük naraları eşliğinde modern köleler hale gelmiş bir haldeyiz. Oysa Batı sanayileşmesini bitirmiş bilgi toplumuna geçiş yapmış, şimdi ise bilgi ötesine nasıl hamle yaparım onu düşünüyor. Biz ise hala tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumu arasında bir yerdeyiz, henüz Batının geldiği seviyeyi yakalamış da değiliz. Bak ey Nefsim! Belki kendi kendine diyebilirsin ki; bu anlatılan sosyolojik gelişmelerin Sarah ile Musa’nın aşkıyla ne ilgisi var diye. Sen öyle san, basbayağı da çokta yakından ilgisi var elbet. Bikere Sarah'ın gelişmişlik yönünden en üst doruğa ulaşmış bir toplum içinde büyümüş olması, Musa’nın da geleneksel değerlerle yoğrulmuş toplumda yetişmişliği bu iki toplum arasındaki derin uçurumun çok yakından ilgisini ortaya koymak bakımdan en bariz göstergedir. Neyse ki bu derin uçuruma rağmen, yine de Musa aşkını okyanus ötesine taşıyacak kadar can yürek olmasını bilmiştir.
Malumunuz, İngiltere toplumunu sanayi makinelerinin dişli çarkları adeta öğütüp ruhsuz kılmıştır. Bu yüzden Musa’nın tâ baştan beri Sarah’a olan aşkında pürüz çıkacağı besbelliydi. Bikere Musa, sanayi toplumunda yetişmiş bir kişilik değildi, bilakis Anadolu’dan kök salan bu toprakların yeşerttiği bir kişiliktir o. İşte Sarah’ı Musa’ya bend edende bu Anadolu’ca kişiliktir. Ve böylesi Anadolu ruh köküyle kodlanmış sevda yürekli bir kişilik hiçbir kaba sığmaz da. Öyle ki bu sevda yüreklilik Orta Asya’dan start alıp oradan da Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlara, Balkanlardan okyanus ötesine uzanan bir köprü bağıdır. Üstelik tarihten bugüne bitip tükenmek bilmeyen yüz yüzebildiğin kadar diyebileceğimiz engin sevgi deryasının ta kendisi bir köprü bağdır bu. Yeter ki bir insan o deryada yüzmeye azmetsin bak o zaman insanın aşkın gözyaşında kendini bulması an meselesidir dersek yeridir. Nitekim Sarah’ta sanayi toplumunun ürettiği makinenin dişli çarklarında sıkışıp bunalmış biri olarak ancak Musa’nın sevgi dolu yüreğinde kendini bulup aşkın gözyaşını hissedebildi. Daha önce hiç tatmadığı bir duygu seliydi bu. İyi ki Musa’da kendini buldu da sevgi nedir tüm dünyaya göstermiş oldu. Gelinen noktada ise artık Sarah bizden koparılmış bir halde karşı komşuları Graham Web ile evlenmiş durumda, hatta ondan iki kızı olmuş da. Tabii bu öyküde bizi ilgilendiren Musa ile olan masumane yaşanan aşkın gözyaşı seli hikâyesidir elbet, sonrası malum tam manasıyla ziyan ettirilen ayrılık öyküsüdür.
Evet, Batı sanayi teknolojisinin sırlarını keşfetmiş keşfetmesine ama gel gör ki insana ait sevgi tekniklerini keşfedememiş durumdalar. Hiç kuşkusuz Batı dünyasına bu konuda tek ışık olacak kaynak Doğu dünyasıdır. Zira ışık doğudan doğmuştur hep. Nitekim Doğuda sevgiden tutunda edebiyat, müzik, tarih, kültür, medeniyet vs. her ne ararsan var, hem de fazlasıyla var. Belli ki Cemil Meriç ‘Işık doğudan yükselir’ derken hayatında yaşadıklarından çıkardığı bir takım verilere dayanarak bu sözü dile getirmiştir. Malumunuz Cemil Meriç önceleri ruhunun susuzluğunu Paris sokaklarında aramış, fakat dört yıl oralarda dolaştıktan sonra bakmış ki, ruhunu doyurmak yönünden Batı çare olamıyor, bu kez yönünü Doğu istikametine çevirip başlamış Hind’i yazmaya. Derken kaleme aldığı kitaba ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adını vermek suretiyle daha ilk baştan ruhunun susuzluğunu giderecek diriliş öyküsünü ortaya koymuştur. Gerçekten bu müthiş kitabın sayfalarını çevirdikçe bambaşka bir dünyanın eşiği ile yüzleşiriz de. Kaldı ki Cemil Meriç’te Hind’in Ganj’ında Doğunun aşkını ve sevgisini kaleme aldığında “Sevgi, aşk, şiir, edebiyat sarayına ancak Doğu revakından girilir” demekten kendini alamaz da. Bilmem bu müthiş yürek dolu entelektüel kalemimizin sözlerine daha ne ilave edilebiliriz ki. Elbette ki ilave etmekte ne söz, haddimize mi? Bize ancak Cemil Meriç’in işaret ettiği Doğu’nun buram buram sevgi kokan engin deryasına dalmak düşer. Sadece biz mi, elbette ki bizimle birlikte Batının da bu engin sevgi deryaya ihtiyacı var. Ancak ilginçtir, onlar yine de yaşadığımız bu coğrafyanın çok çok uzağında olmalarına rağmen bir bakıyorsun bizim Piri Türkistan Ahmet Yesevimiz, bizim Mevlana’mız, bizim Yunusumuz Doğu yakasından daha çok Batı yakasında yankı bulmakta.
Keza Sarah ve Musa ikilisinde yaşanan müthiş o aşk serüveni de öyledir. Her ne kadar bu toprakların buram buram tütsü kokan aşkı dünyanın gündemine olumsuz yönde yansıtılmış olsa da sonuçta Batı toplumlarına Doğunun sevgi deryasını hatırlattık ya, bu bile tek başına sevgi deryasının bulunmaz bir hazine olduğunu öğretmeye yeter artar da. Ki bu öğretide kendi kabımızdan okyanus ötesine uzanan ve tüm insanlığı da içine alan aşka davet bir çağrı söz konusudur. Siz bakmayın öyle bir takım aklı evvellerin evrensellikten dem vurmalarına, aslında tüm bu dem vurmalar ruhu boşluklarını dolduramamalarının yansıması dem vurmalardır. Ruhtan yoksun evrensellikten dem vurmak bir hiçliktir. Mutlaka evrensel denilen değerlere de ruh üflenmeli ki bir anlam ifade etsin. İşte bu noktada Sarah’ın cüretkâr tavrı ile Musa’nın dürüstlüğü insanlığa kurtuluş ışığı yakacak nitelikte bir değerdir. Ama ne var ki günümüzde öylesine değerler altüst olmuş ki, her fert içinde bulunduğu birtakım alışkanlıkları yıkmaya hala cesaret edemez haldedir. Ah, şöyle bir silkinip kendimize bir gelebilsek aşkın gözyaşı seli insanlığın kurtuluşuna derman olacağı muhakkak
Velhasıl-ı kelam; bunalımdan çıkış yolu Yunus’un feyiz aldığı yere doğru yürümekten geçmektedir. O halde vaktimiz dolmadan neydik edip sevgi deryasına dalmak gerektir. Aksi halde vakit dolduğunda sevgi deryasına dalmadan ömrümüzü tamamlamış oluruz ki, bu bizim için felaket olur.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/sarah-ile-musa-makale,5050.html