MOLLA YAHYA HAZRETLERİ
MOLLA YAHYA HAZRETLERİ: “KİM SEYDA HAZRETLERİNİ SEVİYORSA, ONUN YOLUNA DEVAM ETSİN.”
DERLEYEN:ALPEREN GÜRBÜZER
Molla Yahya Hz.leri hane-i saadetten biri olmamasına rağmen, 1957-1958’den beri bu aileden uzak kalmayan zattır. Gavs Hazretleri (k.s.) zamanında Kasrik’te medresede ders okuttu. Gavs Hazretleriyle beraber çok yolculuk yapma şerefine nail olmuştur. Bu vesileyle 1955’de Seyda Hazretleriyle tanışma fırsatını Kasrik’te elde etmiş. O sıralarda Seyda Hazretleri (k.s.)’de okuyordu.
Molla Yahya Hazretleri , Gavs’ın yanına gide-gele Seyda Hazretleriyle tanışma daha da ileri boyutlara ulaşır. En sonunda Seyda Hazretleri ile beraber vazife yaparlar. Tabii ki imam Seyda Hazretleri (k.s.), müezzin ise Molla Yahya Hazretleridir.
Allah yolunda çalışmanın heyecanıyla yola çıkmanın adımını attıktan sonra, bu yolculuk Seyda Hazretlerinin vefatına kadar devam etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Seyda Hazretlerinin altı halifesinden biri olma şerefinede eren Molla Yahya Hazretleri, tâ Gavs Hazretleri zamanından bu yana Menzil dergahına hizmet etmiş bir büyük âlim zat. Şu anda İstanbul’da ikamet edip,orada irşat görevini devam ettiriyorlar.
Bakın Molla Yahya Seyda Hz.leri ile ilgili neler söylüyor, kendi anlatım üslubundan dinleyelim:
Malum bir söz var. Bir kişinin hali bin kişiye tesir ediyor. Bir kişinin kal’i (sözü) bir kişiye tesir etmiyor. Âcizane kendi üzerimde anlatmak istiyorum.
Benim rahmetli pederim âlim idi, dolayısıyla küçük yaşta (6 yaşında) ilme başladım. Askerden evvel de iyi bir âlimdim. Doğu ve güneydoğuda medreselerde okudum. Çok şükür iyi bir âlim olarak yetiştim. Fakat tatbikine gelince, millete vaaz veriyoruz, maalesef kendimiz dahi tatmin olamıyoruz. Ucubdan, kendimizi görmekten, haset gibi hastalıklardan kendimizi muhafaza edemiyoruz.
Bilahare 1957 senesinde bu yola girmek nasip oldu. Merhum peder daha evvel girmişti, yani o sene. Derken daha sonra Gavs (k.s.)’ın yanına okumaya gittim. Tabii ki, büyüklerin meclisinde oturmak dahi insana büyük feyiz veriyor. Ve buna tasavvuf dilinde tasarruf deniliyor. Malum tasarruf ve manevi himmet Resulüllah (S.A.V.)’in zamanında, nasıl ki katı kalpli Arabî gelip önüne varmakla ve şehadet kelimesi söylemekle aynen bütün ahlakı değişiyor idiyse, böylece Resulüllah (S.A.V.)’in hakiki varisleri olan bu zatların önüne varan da yine bu şekilde değişerek kalplerinde tasarruf meydana gelmektedir. Bu kalpteki tasarruf mürşidden müritlerin haline akis yoluyla geliyor.
Bunu o zaman anladım ki, hakikaten zahiri ilim tek başına fayda vermez. İnsanı Allah’a (C.C.) yaklaştıramaz ve kimseye de faydası olamaz. Bu büyük zatlar gerek topluma gerekse insanlığa çok büyük faydaları olmuştur.
Zira günahların zararları çok büyüktür. Yani zehirin vücuda zararı olduğu gibi, günahların da ruha o kadar zararı çoktur. İstanbul’da yanıma gelen çok kişiler oluyor. Bütün bunların sıkıntılarını biz de takip ettiğimizden her taraftan geliyor. Yani günah insanlara sıkıntı veriyor, insanların rızklarının azalmasına sebep oluyor ve insanların yüzünün siyah olmasına vesile oluyor. Resulüllah (S.A.V.)’in de buyurduğu gibi:
“Günahlar küfrün elçisi” hadis-i şerifinin mana ve ruhu ortaya çıkıyor. Bir insan nasıl ki , Müslüman kardeşini ateşte görüp onu kurtarması ve Müslüman kardeşini suda boğulurken görüp onu kurtarması lazım iken, böylece bir Müslüman’ı içki ve alkolik aleminden tutup kurtarması lazımdır. Fakat bunlardan kurtuluş yolu evvela kalbin tasfiyesi ile olur. Malum, tasavvufun en büyük faydası kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyedir.
İbn-i Hacer, Kitabül Kebair günah diye bir kitap yazmış. O kitabın başında ilkin kalbi günahlardan bahsediyor. Kitapta haset, kibir, hırs, şehvet, gibi 67’ye ulaşan bir dizi kötü hallerden bahisle diyor ki; neden bunları ilk evvela sıraladım derseniz, zira bunlar çok daha tesiri fazla ve diğer günahlara da sebep olacak da onun için. Sonradan yeryüzünde ilk işlenen günahlara önderlik eden şeytandır. Bunun sebebi kibirden dolayıdır. Resulüllah (S.A.V.); “Gönlünde zerre miskal kibir olan kişi Cennet’e giremez” buyuruyor. Bunu tabii Resulüllah (S.A.V.)’den soruluyor:
“- Ya Resulüllah, bir insan güzel elbise giymek, güzel ayakkabı giymek istiyor. Bu kibir midir?” ve buyuruyorlar ki:
“- Hayır, bu kibir değil. Kibir insanları hor görmek ve hakikati kabullenmemektir.”
Şeytan, nasıl ki Allah’tan gelen emri kabullenmedi ve gurura kapıldı, hor görmek de kibire yol açmaktadır.
İkinci günah Habil-Kabil kavgasında gizli. Sebebi de hasetten gelmektedir. Haset hakkında Peygamber (S.A.V.): “Ateşin odunu yok ettiği gibi haset de hasenatı mahveder.” Buyuruyor. Şimdi bunlarla beraber daha çok günah çeşitleri vardır. Bunların izale yolu, yalnız tasavvuf yolu ile muhakkaktır.
Gavs Hz.leri benim ilk mürşidim ve ilk üstadımdır. Seyda Hz.leri ile de bir çıkmışım, okumuşum ve ders almışım. Ben bir âlim olarak ilk gittiğim zaman aynı haset, ucub, kibir gibi söylenen mevzular vardı ama bir türlü de içimi temizleyemiyordum.
Bir gün mübarek zat bana buyurdu; işte kibir böyledir, haset böyledir, şu böyledir falan diye. Ben de o arada dedim ki:
“Kurban, eğer ben kendi nefsimi ıslah edebilseydim, size gelmeye ne gerek var.” O zaman bana Arapça tabir ettiler (Gavs Hz.leri hem Arapça’yı hem de Farsça’yı çok mükemmel bilirdi.):
“İşaretül tasarruf il mürşidi fil müridi et-teslim.” Yani : “Bir mürşidin müride tasarruf olmanın şartı teslim olmaktır” diye buyurdular.
Birisi Seyda Hz.lerine gittiyse, merkatı ziyaret ettiyse, ben fayda görmedim dediyse, o hâşâ kapıdan değil, o adamın kendisinden olup, demek ki tamamıyla teslim olmadığından ötürüdür. O arada Cenab-ı Allah (C.C.) lütfetti, O himmet etti, sanki kalbim elinde bir vaziyette dedim ki:
“Kurban buyur kalbim sana teslim.”
Tamamıyla hakikaten, elhamdülillah o günden bu yana kalbi hastalık nedir bilmiyorum. Yani haset, kin ve kibir bilmiyorum. İşte tasavvufun en büyük faydası budur. Tasavvuf Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in manevi medresesidir. Tasavvufun müessesesi ilahi vahiy’dir. Tasavvuf; Mecusilerden, bu feylesoflardan ve sonradan gelen bir müessese değildir.
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetler ameli konulardan, bir çok konular imandan, birçok konular da nefsin tezkiyesinden (ahlaktan) bahseder. Tasavvufun tek gayesi ahlaktır. Tasavvufun hepsi ahlaktır. Kim ahlakta senden üstünse o tasavvufi senden fazladır.
Tasavvufun ikinci anlamı ise, Cenabı Mevla’m (C.C.) demiş ki:
İbadet etmek, kulluk etmek ve devamlı Cenabı Allah (C.C.) beni görür, beni kontrol eder, beni müşahede eder düşüncesiyle amel etmektir. Bu ecirler Allah (C.C.)’ın bütün mahlûkatına şefkat gözüyle bakmak, hiç kimseye kin beslemeden, hiç ayırım yapmamak ve hiçbir tefrika etmemek tasavvufi ahlaktır.
Resulüllah (S.A.V.)’in meclisi şerifine gelen Cebrail (A.S.)bir insan kisvesine bürünerek, Resulüllah (S.A.V.)’in yanına sokulup soru-cevap şeklinde soruyor ve cevabı alıyor:
Birinci soru:
— İslam nedir? Ve Rasulüllah (S.A.V.) İslam’ın beş şartını beyan ediyor.
İkinci soru:
— İman (akaid) nedir? Resulüllah (S.A.V.)imanı beyan ediyor.
Üçüncü soru:
— İhsan nedir? Resulüllah (S.A.V.) buyuruyor ki:
“İhsan, huşu üzerine Allah’ın huzurundayken, bir şey tasavvur etmeden Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.” Ki, tasavvufta buna murakabe hali denir. Ve en son Hz. Resulüllah (S.A.V.):
“Bu Cebrail’di, dinimizi öğretmek için geldi.” (Bu hadisi Hz. Ömer (R.A.) rivayet ediyor. Hadis meşhurdur ve bütün hadis kitaplarında var.) Burada dikkat etmemiz gereken konu budur.
Hz. Cebrail hem İslam’ı, hem imanı, hem de ihsanı sordu. Malum İslam, zahiri amel, namaz, oruç, zekât, Hac, ukubet ve muamelat. İmanda akait, insanın kalbindeki Allah’ın tevhidi, Resulüllah’ın (S.A.V.)kabulü ve imanın temelleridir. İhsan ise tasavvufta murakabedir. İşte ad olarak ilk defa Hicret’in150. Senesinde Ebu Haşim Sofiye nispetle verilerek tasavvuf denilmiştir. Fakat ad değildi, hakikatine baktığımızda ilahi vahye dayanıyor ve O’nun müessiri ilahi vahiydir. Allah-ü Teala İslam ve imanı beyan ettiği gibi, bizatihi tasavvufi beyan eden de O’dur.
Seyda’mız (K.S.) âlimdi. Hem anne hem baba tarafından Seyyid yani evladı resuldür. Seyda’mızın ahlakı ise, ahlakı tarif ettiğimizde iki unsura dayanır. Malum ahlak iki kısımdır:
1- Fıtri ahlak (doğuştan ahlak)
2- İhtiyari ahlak (sonradan kazanılmış ahlak)
Seydamız (K.S.)’ın fıtri ahlakı da kâmildi ve hatta Resulüllah (S.A.V.)’e sima bakımından çok benziyordu. Gavs (K.S.) hayatta iken , müritlerden birisi geldi , bir Hacı Efendi:
“- Kurban ben rüyamda Resulüllah (S.A.V.)’i gördüm ve şu senin büyük oğluna çok benziyordu.” diye beyan ederek teyit etmiştir.
Zaten Gavs (K.S.) gibi büyük bir zatın terbiyesi altında, ilim, ahlak ve faziletin merkezi bir âlimin yanında yetişen zat mutlaka ahlaklı demektir. Seyda’mızın babası hayatta olduğu müddetçe, bütün hizmet ona aitti, yani her çeşit misafirlerin hizmetini yapıyordu. Âlimliği şüphesiz deniz gibiydi.
Seyda Hz.leri bütün hüzünlerini ve üzüntülerini içinde tutup, dışarıya güzel ahlak verirdi. Ne kadar sıkıntı varsa, ne kadar hizmet varsa, bütün herkesin derdini içinde saklayıp, bütün herkese karşı merhametli, şefkatli idi. Yani toprak gibiydi. Her çeşit kirli madde toprağa atılır, fakat topraktan her bir reha güzel ürünler çıkar. Hiçbir şeye bağlılığı yoktu. Mesela kendisi zengin bir aileden olduğu halde yemeği hazırlardı veya ne hazırsa onu yerdi. Evinde günde bir sefer çay yapılıyor, haftada bir sefer çay içer, hiçbir şeye bağlılığının olmadığını müşahede ederdik. Yani şu yemek, bu yemek demez, aynı Resulüllah (S.A.V.)’in fıtri ahlakı mevcuttu. Şefkati da zaten bütün insanlara şamildi.
Gavs (K.S.) hayatta idi. Seyda Hz.leri ile birlikte beraber Nurşin’e taziyeye gittik. Dönüşte (o zaman ev Gadir’de idi, Gavs (k.s.) daha menzile yerleşmemişti) bir arabadan indik, akşam namazını kıldıktan sonra yayan köye doğru yürürken, tabii yolda konuşuyoruz. O arada Gavs (k.s.) zamanında çok sağlam bir sofi ve seyr-i süluku bitirmiş, fakat daha sonra ondan sadır alan bazı hareketlerden dolayı Gavs (k.s.)’ın tard ettiği bir Hacı Efendi vardı. Ben de bunu Seyda Hz.lerine yolda hatırlattım ve dedim ki:
“Kurban, biz size devamlı geliyoruz, nereye gitsem Gavs, beni seninle gönderiyor, senden ayrılamıyorum. Fakat sorumuz şu: İşte bu adam seyri sülukunu bitirmiş, senelerce amel etmiş, yaşı da ilerlemiş, aynı şey sonra bizim de başımıza gelmesin.” Bunun üzerine Seyda Hz.leri dedi ki:
“- Yahya, insanın yapmış olduğu hata iki kısımdır. Zaten kimse hatadan masum değildir. Peygamberlerden başka kimse masum değildir ama, hata eğer nefisten değilse insan bir yanlış davranışta bulunduğu zaman, sonra hatanın farkına varıyor, tövbe ediyor, pişman oluyorsa Allah affediyor ve bir şey olmuyor. Fakat eğer yaptığı hata kibirden ve nefisten gelirse farkına varırsa da o kimse pişman olmaz ve sadat da affetmez. Tabii bu dediğin adama, ben bizzat babamdan habersiz yanına gittim. Ona acıdım, haline acıdım.
Ayağına giderek, hatır ziyada bulundum. Çünkü haline acımıştım. Üzülerek söylüyorum ki, hiç pişmanlık ve nedamet duymadığı gibi, pes etmedi de. Eğer pişman olsaydı, babama gelip ricada bulunacaktım. Onun hatasından dönüşüne vesile olacaktım. Demek ki o adamın Gavs’a kabahati olmuş ki Gavs (k.s.) tart etmiş.”
İkinci şefkat, vefatından 15 gün evvel Afyon’da beraber idik. Seyda Hz.lerine bir gün sordum:
“- Kurban buranın havası size iyi geliyor mu, hoş mu ?” dedi ki:
“- Tabii, çok hoş. Burası yaz, Menzil’de yazın çok yakıcı, çok sıcak havası var. Fakat şunu ifade edeyim ki, ben üzgünüm, çok üzülüyorum.”
Bu cevabın üzerine:
“- Neden Kurban hayırdır?” dedim. Buyurdular ki:
“- Gelen misafirlere bir şey ikramda bulunamıyoruz. Gelen insanlara ne çorba, ne yemek, hiç bir şey ikramda bulunamıyoruz. İkramda bulunamadığımız için çok üzülüyorum. Uzaktan geliyorlar, aç gelip, aç gidiyorlar. Fakat inşallah bura yapıldı, inşallah önümüzdeki seneye gelen misafirleri yemeksiz bırakmayız.” İşte, bu da şefkatine en güzel örneklerden biridir.
Seydamız (k.s.), ayrıca bütün işlerde mutedildi. Yani ifrat ve tefritten çok kaçıyordu. Herşeyde mutedildi. Mutabaat ve ibadetinde mutedil ve Resulüllah (S.A.V.)’in sünnetine uygun davranıyordu. Hatta ayakkabı giyerken, camiye girerken, camiden çıkarken, hiçbir hal ve davranışında Resulüllah (S.A.V.) neyse, Seyda’mızın (k.s.) da mutabaatı da fıtri olmuştur. Seyda’mız (k.s.) Çanakkale’ye gidişi Resulüllah (S.A.V.)’e mutabaattır. Yani hicret istemediği halde memleketinden ayrıldı. Hatta memleketimizin büyük bir âlimine sofinin birisi gidip; Seyda’mız gitti biz başsız kaldık falan diyor. İlginçtir o âlim şu cevabı veriyor:
“Sofi sen ne diyorsun. Zaten Seydamız da bu eksik idi, bu da tamamlandı”. Yani Resulüllah’a mutabaatı bu eksik kalmıştı, bu da tamamlandı diyor.
Seydamız (k.s.)’ın en önemli bir yönü de hiç kimsenin hakkında şikayet ve hüküm vermemesi. Bu çok önemliydi. Tahkik etmeden, araştırmadan hüküm vermezdi. Hatta bir seferinde:
“Kurban, korkuyoruz, bazı yanlış şeyler söyleriz” diye. Cevaben buyurdular ki:
“- Endişelenmeyiniz, inşallah böyle bir şey olmaz.” Diyerek bizlere teselli verdiler.
Seydamız (k.s.)’ın ibadeti daimi idi. Resulüllah (S.A.V.)’in ibadeti gibi. Her mevsimde sadatımızın gece 11 rekât namazı vardır ki, bu teheccüd namazıdır. Ayrıca günde bir cüz Kur’an-ı Kerim okumak, sünnet-i müekked ve kuşluk namazı vardır. İşrak, tan doğuşuyla güneşin doğuşu arasında ibadetle geçirmek de daimi ibadeti idi. Her gece teheccüd namazı kılmak ve tabii onlara özel olarak bazı evratları vardır. Malum, devamlı insanlarla meşgul olduğu için ibadeti daimi sayılır. İbadeti daimi olduğu için de “Onlar her halükârda Allah’ı zikrederler.” Bu zikir dil ile değil kalbi zikirdir. Kalbi zikir devamlı zakir olduğundan, o da ibadeti daimi oluyor. Gerek Gavs (k.s.), gerekse Seydamız (k.s.) zaman zaman insan kalplerini test ederdi. Yani kalplerin böyle zikir yaptığını, ses duyduğunu, hatta bazılarının kalbine Seyda’mızın elini koyarak test eder, hatta biraz ağrıları olanları gördük. Bu zikri daimidir.
Onlar kuşluk namazını kıldıktan sonra, işte o zaman istirahat ederler. Diğer vakitler taat ve daimi ibadettir.
Menzil’de ibadetin yanısıra, Allah (C.C.) için hizmet de esastır. Allah’a (C.C.) muhabbet, Allah’ın (C.C.) mahlukuna şefkat bu bakımdan geliyor. Bizlere bir gün misafir geliyor, ikinci gün geliyor ve üçüncü gün de misafir geldiğinde huzursuz oluyoruz. Fakat bu Allah dostlarına günlerce devamlı gelen misafirlere şefkat göstermeleri ve her türlü ikramda bulunmaları vazife olmuş. Bunu ta Gavs (k.s.) zamanında gördüm. Hatta misafirleri az olduğu zaman, Gavs (k.s.); aman başım ağrıyor diye şikâyette bulunurdu. Seyda’mız da aynı titizliği devam ettirdi. Bu kadar gelen misafire ikramda bulunmak da aslında kolay da değil, hakikaten burada büyük bir keramet de var. Çünkü gelen mahsulâtı, bu giden mahsulâtla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük hikmetler var. Yani, bu kadar misafire yemek vermek ve hele hele yemekle beraber her bir misafirin cebine birkaç ekmek koyarak memlekete götürmelerini hesaplarsanız, akıl sır erdiremezsiniz. Şahsen ben gittiğim zaman 10 ekmekten aşağı getirmiyorum. Hatta bir miktar çantamızda getiriyoruz ki Müslümanlara faydamız olsun. Cenabı Mevla’m (C.C.)’ın büyük bir bereketi ve lütufu olmazsa bu kadar ekmek yetiştirmek mümkün değildir. Bütün bu hizmetler bir aşkın semeresi, aşkla, muhabbetle, canla ve başla o âlemin efradı en fazla hizmet onlardan geliyor. Ondan sonra oradaki hizmetçiler devreye giriyor. Seyda Hz.lerinin bizzat Gavs (k.s.) zamanında defalarca çorba taşıdığını gördük, müşahede ettik ve Gadir’deki değirmen de akşama kadar çalıştığını gördük. Rıza-ı Bari insanlara, Müslümanlara hizmet etmek demektir. Bu meanda aile efradı da öyle idi. Nitekim annelerimiz de öyle . Herhalde Seyda Hz.lerinin ailesi ve annemiz şimdi yaşlanmış daha yapamaz, fakat zamanında büyük bir hizmette idi. Gavs Hz.leri hayatta iken en fazla hizmet Seyda’mız ve ailesi üzerinde idi. Ve Gavs (k.s.)’ın şeyhliği de onların yardımıyla idi. Tabii bunların hepsi ilahi aşk, ilahi muhabbet ve Allah için çalışmak. Allah’ın muhabbeti olmazsa, insan bu kadar hizmeti mümkün değil yapamaz. Yani gelemez o kadar hizmete. Seydamız (k.s.) hem kâmil, hem mükemmil. Bunu halifeliği zamanında da alması önemli bir husustur.
Malum Allah’ın (C.C.) nimetleri namütenahidir, sayı ile bitmez ve mahlûklara olan nimeti çok fazladır. Bizatihi Cenabı Allah (C.C.); “Allah’ın nimetlerini saymak isterseniz, bil ki fert fert birincisini dahi sayamazsınız” buyuruyor. Bu nimetleri iki kısımda mülahaza edebiliriz:
Birincisi dünyevi nimet, ikincisi uhrevi nimet.
Dünyevi nimette Allah (C.C.), dostuna da, düşmanlara da, Müslüman’a da ve kâfire de verilir. Mesela bu zahirde bulduğumuz göz, kulak, insan olmak gibi nimetler herkese vardır. Fakat uhrevi nimet ise Cenabı Allah (C.C.) dostlarına vermiş, düşmanlarına vermemiştir. Dünyevi nimeti hem dostlarına hem de düşmanlara vermiş. Hatta dünyevi nimetlerden belki düşmanlara daha fazla vermiştir. Nitekim Cenabı Mevla’m (C.C.); “Kâfirlerin zengin zengin dolaşmaları lüks hayat yaşamaları ise aldatmasın. Onlar geçici bir hayattır. Sonra onların yeri de Cehennem’dir ve en kötü yer de burasıdır” buyuruyor. Seyda’mız (k.s.)’ın maksadını hakiki manada Allah bilir. Vefatına yakın “nimetler” konusunu veda mesajında ifade etmesi çok büyük önem taşıyor. Müslüman olmak, insanın ebedi hayatını kurtardığı için İslam’ca yaşamak çok önemlidir. Tefrikadan da kesinlikle kaçın diye de tavsiye etmiştir.
Malumumuz İslam iki anlamdadır. Allah-ü Teala’ya tamamıyla inkiyad ve itaat anlamında, bir diğeri de barış ve sulh içinde olmaktır. Peygamber (S.A.V.) bu ikinci konuda “Müslüman kime denilir” sorusuna “Müslüman onun elinin ve dilinin eziyetine selim olan kişiye denir” cevabını vermiştir. Yani herkesle barışmak, hatta Resulüllah (S.A.V.) gayri Müslimlere dahi barış içinde bulunmamızı tavsiye etmişlerdir. Ve : “Kim bir ecnebiye eziyet ederse (içinizdeki bir Hıristiyan, bir Yahudiye eziyet ederse) kıyamet gününde bu hususta tek davacı benim.”
İkinci nimet malum, Peygamberimiz bütün kâinatın efendisi. Bizzat Cenabı Mevla’m (C.C.) buyurmuş: “Yeryüzüne gelen ümmetin en sevgilisi sizsiniz.” Yine Allah (C.C.); “Sizi en hayırlı ümmet kıldık, bütün insanlara kıyamet günü şahadet ederseniz” diye buyurmaktadır. Hasan (R.A.): “Bizim başka ümmetlere faziletimiz bakımından kâfiliği Resulüllah istemiştir.” O Resulüllah’ın söylemesidir, o bize kâfidir. Yani başka ümmetlere fazileti kâfidir. Resulüllah (S.A.V.)’in ümmeti olmak daha fazla değer kazandığımızdan dolayı, en büyük nimet oluyor ve bunu da Seyda’mız (k.s.) bütün insanlara, bütün Müslümanlara hususi bütün sofilerine tavsiye bırakmıştır ki:
Mademki bizim şerefimiz Resulüllah’ın (S.A.V.) ümmeti olmaktadır, o halde Resulüllah’ın yolunu bırakmayalım.”
Resulüllah (S.A.V.) değil kendi dostlarına, kendi düşmanına dahi beddua etmez, dua ederdi. Malumunuz Resulüllah (S.A.V.), Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza şehit olmuş, yine de : “Allah’ım o kavme hidayet ver. Onlar bilmiyorlar” diye duada bulunmuştur.
Seyda’mız (k.s.) yine hepimize bir mesaj bırakmış ve vefatına yakın olarak da:
“Eğer gerçekten siz kurtuluş yolu arıyorsanız Resulüllah’ın yolunda olun. Çünkü biz onunla müşerref olduk, şerefimizi ondan aldık” beyan buyurarak bu şekilde ikinci nimetin önemini ortaya koymuştur.
Üçüncü nimeti Seyda’mız (k.s.), ahir zamanda az amelle çok kazanç elde edilebileceğini vurgulayarak çok kârlı ticareti ortaya koymuştur. Resulüllah (S.A.V.) demiş ki: “Ümmetim mezara gittiği zaman benim sünnetimi yapan, benim yolumu takip eden senin şehidin sayıldılar.” Yani az amelle, çok büyük kazanç olduğunu, Seyda’mız (k.s.) o bakımdan demiş. Bu zamana gelmemiz az bir amelle çok fazla kazanç yapıyoruz ve malumunuz kıtlık anında ne kadar ekmek kıymetli ise, şu zamandaki taat da o kadar kıymetlidir. O yüzden Seyda Hz.leri buna işaret etmiştir.
Seyda (k.s.)’ın icazeti zamanında, Gavs’a (k.s.) hem vefa borcu hem de onun oğlu olarak ameli bitirmiş, seyr-i sülukunu tamamlamış ve sadatların işaretleri gelmiş, fakat Gavs’ın mürşidi olan Şah-ı Hazne’nin oğlu Şehabeddin’den birinci isteği, onun istişaresiyle oğluna halifelik vermekti. Sene 1968’de Şehabeddin köye gelmişti, biz de onun ziyaretine gittik. Gavs (k.s.) durumu Şehabeddin’e anlattı, böyle bir durum var diye. Şehabeddin oğlunu çağır gelsin görelim, öyle konuşalım. Gavs (k.s.) adam gönderdi. Seydamız geldi. Bir ikinci gün Seydamız kaldıktan sonra, Şehabettin şöyle buyurdu:
“Bunun hakkı çoktan gelmiş. Bunu sen tehir etmişsin ve elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah ben Raşit’i gördüm. Meğer gözüm amcamda değil. Şu ana kadar ben amcamı çok düşünüyordum. Dedim ki, amcam yaşlıdır, eninde sonunda irtihal edecek. Acaba onun cemaati çok, müritleri çok, onun yerine bakacak birisi olacak mı? Sonra Raşit’i görünce, artık bilirim ki, sizden sonra da o işi devam edecek” dedi.
Âlimlerin bir sözü var, kendinden sonra halife bırakan kişi ölmemiştir ve ümidimiz inşallah o kapı kıyamete kadar devam edecek.
Gavs (k.s.)’ın vefatından sonra hem Gavs’ı elimde yıkadım hem de Seyda’mız (k.s.)’yi yıkadım. Fakat Gavs (k.s.) benim ilk mürşidim olduğu için, ağladım, üzüldüm, derken kendimi kaybetmiş oldum. O arada Seyda’mız geldi ve ben onu görünce toparlandım. Dedi ki:
“Yahya, Cenabı Mevla (C.C.) hadisi kutside demiş: “Benim kazama rıza göstermeyen yerini talep etsin” onun için bizim yapacağımız bir şey yok.”
Ondan sonra da Gavs (k.s.)’ın vefatında mezarı üzerinde herkes dehşetli bir halde, tabii bana Seydamız:
“Bu benim babam değil, herkesin babasıydı. Fakat bu Allah’a kavuştu. Eğer siz bunun yaşamasını istiyorsanız, onun gittiği yolda devam edin, o yola girin.”
Benim de tavsiyem, kim Seyda (k.s.)’yı seviyorsa onun yoluna devam etsin. Ve onun tuttuğu yola devam etmekle onu yaşatmış oluruz.”
dedekorkut1
16 Ocak, 2019 - 09:58
Kalıcı bağlantı
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
(Gavs-ı Sani k.s)
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını gösteriyorsa, her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir. Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları her bir Gül fidanlar sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneğidir zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her bir Gül fidan yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir kilime on derviş sığar ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan altı Gül halife nasıl vazife yüklenmişler bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var her bir Nübüvvet Gü‘lünü anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.
SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
(Gavs-ı Sani )
Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs Hz.leri burası için ikinci Buhara demekten kendini alamaz da.
Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından bir göç değilmiş, bilakis Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir. İyiki de hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işide başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etti bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Babaları dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti ilk önce Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra da kardeşi Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde tam yar ve yardımcısı diyebileceğimiz bir yol arkadaşıdır. Onu bilenler bilir zaten. Hele onu bilhassa eski Sofilere bir sorun ta Seyda Hz.leri zamanından beri biliyorlar. Ki, o zamanlar kalabalıktan dolayı Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı, o da Allah var sofileri kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu esnada Seyda Hz.leri gözüktüğünde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm halde adab vaziyetine bürünürdü. O an gök çökse yer yarılsa hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp dese ki Seyyid Abdulbaki denince ilk akla gelen nedir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofiler “Adabın ta kendisidir” diye cevap vereceklerdir İşte böylesi bir cevaba şaşmamak gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, böyle bildiler. Değilmidir ki onun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, ziyadesiyle Menzil’in ikinci Gavs’ı Sanisi olmasına yeter artar da. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek bir anda olmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çilenin neticesi bir mertebedir. Öyle ya bülbül âşığı, gül mâşuku temsil ettiğine göre bülbülün güle aşkından ötürü çektiği çileye karşılık gelen “Ne kadar çile o kadar ecir derler” ya onun gibi bir şeydir bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de o dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali onun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaretiydi. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmez de. Sadece ilim tahsili mi, bunun yanısıra tevbe de verecektir. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç üşenmeden gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabii, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutuklama hadisesi vuku bulur bile. Tabii ki bu tutukluluk hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani can sıkıcı durumdu. Bir başka ifadeyle Baba Gavs duyduğunda üzülecek endişesi sarmıştı. Bu yüzden Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti açıklamaya cesaret edemez, sadece dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
Peki Dayı Sıtkıy‘a durum bildirildiğinde ne oldu? Olan olmuştu artık, hem Gavs üzülecek diye de bu bilgiyi saklamakda doğru olmazdı elbet. O halde eksik kalan bu kısmın hikayesini de dayısından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını şöyle anlattılar:
“ Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, gelin şükredelim. Zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat olmuş. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terketmesinden rahatsızlık duyanlar, maalesef 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmaz, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınacaktır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat o nisbette feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama o yine de dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun tadı tuzuydu zaten, pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, ne kadar çile, o kadar ecir vardır bu yolda.
Öyle anlaşılıyor ki Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği vardır. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle tarif edilemiyecek derecede meyve verir ki, Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının ikinci Buhara diye andığı Menzili şerifin ikinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i şerif artık kabına sığmaz bir hüviyet kazanırda.
Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Gavs Hz.leri ta ki oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’yi görmesi kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu benzerliği hayatta halen yaşayan, yani Gavs-ı Bilvanisi zamanından kalma sofiler de tıpkı babasının bir kopyasıymış şeklinde teyit etmekteler. Peki sadece fiziki benzerlik mi, elbette ki buna bir dizi çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de dahil. Ne mutlu böyle bir oğula ki babasının izini iz sürüp Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşan gül oldu.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleyecektir. o’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki önce babasının babasının izini sürerken, sonra da kardeşinin izini iz sürrken kendinden geçti. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok hali yaşayarak elbet. Nasıl kendinden geçmesin ki; Gavs Hz.lerine öyle sıdk ile bağlıydı ki, o’nun dar-ı bekâya irtihali çok ağır gelmişti. Öyle ki dergahın hizmetine birlikte koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok halidir bu. Zira Seyda Hz.leri irşada başlamış, aradan yirmibir gün geçmiş ama hala şok halinden çıkamayıp biat edememişti. İşte bu kendinden geçme halidir ki Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebep olmuştur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki markada kapandığı yirmi birinci gününde Seyda Hz.leri markad’a gidip Kur’an okumaya başladığında kardeşi de murakabe halde ordaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa oluyor kardeşine:
“ Abdulbaki otur...” dediğinde beyatı o anda gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:
“- Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri de Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali ortadan kalkar da. Hatta Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her nekadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsada büsbütünde yanlız sayılmazdı, çünkü o yıllarda da yine yanında en büyük yardımcı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leriydi. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra irşada başladı, yine yanında en büyük yardımcı o oludu elbet. Gavs döneminden tek fark, dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyecektir. Üstelik sırt kısmında nükseden ağrılara rağmen dergâhın hizmetine koşturacaktır. Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını belli etmemeye çalışsada nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte ozaman Ankara’da ameliyatla ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta ki Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyet’lerini ziyaret etmek olacaktır. Yani buralarda Sadatların kabr-i şerifleri ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allahın beyti Kâbe’ye Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Belli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzili daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl gözlerden kaçsın ki, görünen köy klavuz istemez, her şey ortada zaten. Baksanıza artık tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor. Onca kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. İşte tek başına şeritle tövbe vermesi bile omuzlarında ki yükün ne kadar arttığının göstermeye yeter artar da. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşımaları asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendiye Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur..
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan hatme Hacegan yaptırmakta diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz adeta malum olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. işte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanmasını, ne hayıflanmasını ne de sızlanmasını gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki, öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile girişlerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki artık saklayamaz da. Çünkü namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Saki Hz.leri kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız bile. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .
Velhasıl kelam Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki, O Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere girişmesiyle, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe veriyor olması, sofilerini sırf muhabbetle değil virdle yönlendiriyor olması, aynı zamanda sofilerin ilmihal eksiklklerinin giderilmesi noktasında sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanıdır. Burada cümlenin sonuna dikkat edin hizmetkâr dedik. Niye derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, ekmeğin daha çok fırınlarda kızırtılıyor olması, musuluklardan daha çok su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri ta 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda Hazretleri, kendisi de müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad postuna oturduktan sonra da yine dostluk devam edecektir, ama bu kez dostluk farklı şekilde tezahür edecektir. Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle ilğili Enpolotikde yayınlanan İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları kafidir:
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince aklımıza hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan öte o bizim Bilali Habeşimizdir dersek yeridir. Madem öyle Bize Bilali Habeşiyi hatırlatan Molla Muhammed Hz.leri ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı biyografisini aktararak bu bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen satırlarda Seyda yerine Molla Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya geçebiliriz:
Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da ilk isimdir. Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip, Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü.. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına bile yetecektir.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup, aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz irşat süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl Yukarda zikrettiğimz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html