MUHAMMED KONYEVİ(K.S)
MUHAMMED KONYEVİ(K.S)
ARAŞTIRMACI-YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
Seyyid Muhammed Raşid Hz.'nin halifesi
Molla Muhammed Hz.:
''Allah'ın emir ve nehiyleri üzerinde çok dururdu''
Bize vakit ayırdığınız için Allah (c.c.) razı olsun. Bazı bid'at ehli insanlar haşa tarikatı ve rabıtayı inkar ediyorlar, bu konudan biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Rabıta hakkında bazı müslüman arkadaşlarımızın söyledikleri bize de geliyor. Bunu esefle karşılıyoruz. Her zaman insan dünya ile, hatta pis fikirleriyle düşündüğü zaman haram olmuyor, küfür olmuyor. Bir evliyayı insan böyle düşündüğü zaman küfür olacağını ne akıl kabul ediyor, ne Kur'an kabul ediyor, ne hadisler kabul ediyor. Bunu söyleyen kişileri insan esefle, hayretle karşılıyor. Ve bunun hakkında ayeti kerimeler her ne kadar zahir olmasa da işaret olarak emrediyor. Esteuzu Billah: ''künü maassadıkin'' ayeti kerimede ''sadıkin'' yani doğru olan kimselerle olun diyerek Allah-u Zülcelal emrediyor. Onlarla beraber olmak zahiri olarak emrediliyor ise de manevi olarak da onlarla beraber olun emri vardır. Celaleyin tefsirinde, Allah razı olsun, ayeti kerime ''Yusuf Peygamber (a.s.) Züleyha'ya, birbirlerine meylettiği zaman, orada Yakup (a.s.) ellerini Yusuf'un (a.s.) göğsüne vurmak suretiyle onun bütün şehvetini çıkarmıştır'' olarak tefsir edilmektedir. Burada rabıtanın menfaati olduğunu ve insanın daima bir evliyayla veyahutta bir Peygamber hayaliyle olmasının, rabıtaya işaretle, günahlardan muhafaza olunacağını işaret ediyor. Aynı konu Kütub-i Sitte'de geçiyor. Yine rabıta hakkında hatta Ashab-ı Kiram'dan bir kişi Hz. Peygamber'e (s.a.v.) rabıta yaparak sonrasında namaz kılmış. Sonra da ''Şimdiye kadar böyle lezzet alarak namaz kılmamıştım'' demiş. Ve başka bir Ashab-ı Kiram'a bunu söylüyor. O Ashab-ı Kiram ona diyor ki: ''Sen nasıl Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun yani rabıta ediyorsun? Bu küfürdür''. Bunlar ikisi beraber Hz. Peygamber'i (s.a.v.) yanına gidiyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu hoş görüyor. ''İyi yapmıştır'' diyor Ashab-ı Kiram'a. Bu cevabı da evliyanın büyükleri de söylemiştir. Kendileri de rabıta yapmıştır. Bundan dolayı onları küfre düştüler diye kabul etmek, böyle de düşünmek doğru değildir. Rabıta hakkında size kısaca bunları söyleyebilirim.
Efendim, mürşidin müride tasarrufu nasıldır? Kitaplarda olduğu gibi, mürşid, her zaman ve her yerde, müridlerinin bütün yaptıklarına vakıf olur mu? Yoksa gerektiği zamanlarda mı vakıf olur?
M. MUHAMMED HZ.: Hayır! ''O, devamlı olarak herşeyi bilir'' Vasfı Allah'a (c.c.) ait olan bir sıfattır. Allah-u Zülcelal dilediği zaman, mürşidi, kendi müridi üzerindeki olan halleri üzerine vakıf kılar. Ve mürid bunu bu şekilde kabul etmelidir. Acaba ben böyle bir hata yaparsam bu sefer Allah-u Zülcelal benim mürşidimi benim hareketimin üzerine vakıf kılar mı diyerek bu korkuyla devamlı olarak günah yapmaması lazımdır. Bu sefer belki mübtela eder. Bu şekilde devamlı olarak günahlardan muhafaza etmek için bu şekilde düşünebilir. Fakat benim ne yaptığımı nerede olduğumu her zaman biliyor diye düşünmek yanlıştır. Bu sıfat Allah'a (c.c.) ait olan bir sıfattır. Yani mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı ancak bu kadar olur.
Peki kurban mürşidler müridlerini yetiştirirken tasarruflarıyla kitap okumaya veya namaz kılmaya sevkederler mi?
M. MUHAMMED HZ.: Eee tabii! Şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) tesbihatta sağ tarafa yüzünü çevirdiği zaman, yani namaz kıldıktan sonra cemaate sağ tarafa döndüğü zaman Ashab-ı Kiram'da hepsi o tarafa duruyorlardı ki Hz. Peygamber'in (s.a.v.) nazarı onların üzerinde olsun. Onun nazarı onların üzerinde olduğu zaman Allah-u Zülcelal tarafından o kişiler üzerine bir feyz geliyordu. ''El ulema ve rasetül Enbiya'' Peygamberler nasıl iyiydi? Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonraki evliya ve ulemalar da aynı onun vazifesini görürler. Demek onların nazarı herhangi bir kimsenin üzerinde olduğu zaman, O nazarın manası şudur ki, yani o kişinin iyi olmasını Allah (c.c.) diliyor manasındadır.
Efendim, ilk defa Muhammed Raşid Hz. (k.s.) ile ne zaman karşılaştınız?
M. MUHAMMED HZ.: Benden önceki imam oradan ayrıldıktan sonra Seyda Hz. (k.s.) benim kayınpeder Seydam Molla Abdul Samed'e Gavsın halifesine Kur'an Kursu için bir imam bir hoca bulabilirsek iyi olur diye söyledi. O da biraz araştırma yaptı. Bir kaç gün sonra son olarak demek ki acizane bize nasip oldu. Seyda Hz.'ne (k.s.) 20 sene hizmet etmek bana nasip oldu. Bana teklifte bulundu. Ben de onun yanına geldim. Seydam Molla Abdul Samed'le beraber Seyda Hz.'nin (k.s.) yanına geldik. Bir kaç gün orada kaldıktan sonra, Seyda Hz. de bizi istedi ve o şekilde oraya geldik.
Efendim kaç yıldır Menzil'desiniz?
M. MUHAMMED HZ.: 20 küsur yıl 1972 veya 73'dü. Öyle birşeydi herhalde.
Sultan Hz. sofilere özellikle neler tavsiye ederdi, kurban?
M. MUHAMMED HZ.: Özet olarak Allah'ın (c.c.) emir ve nehiylerini yerine getirme konusu üzerinde çok dururdu. Özellikle nefsi ve bir de ucubü zail edecek hizmetlerin yapılması çok hoşuna giderdi ve severdi. Defalarca O'nda gördüğüm kadarıyla tesennü ve şöhrete meydan veren konuşma, davranış ve hareketlerden kaçardı ve yapmayı sevmezdi. Eğer, yani çok ilhah yapsaydı, ille ki yapacak bir durum olsaydı, kerhen gönülsüz olarak izin verirdi. Onun konuşma ve sohbetlerinden, daha fazla ve daha ziyade onun hareket ve davranışlarından istifade edilirdi.
Seydam Sultan Hz. (k.s.) size nasıl halifelik verdi, kaç yılındaydı, biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Acizane bana izin verme şekli şöyle oldu: Bana izin vermeden önce bir kaç sefer kendi sohbetlerinde şöyle buyuruyordu; ''Halifelik iki kısımdır. Birincisi Sadatlar tarafından işaretle gelen halifeliktir. Bu hakikidir, bunun menfaati çoktur. İkincisi ise yalnız mürşid tarafından uzak bir yerde ihtiyaç vardır, o ihtiyacı görmek için verilen halifeliktir. Bu mecazidir, hakiki değildir. Bu halifelik sadece oranın ihtiyacını görmek için mürşid tarafından verilir. Bu hakiki değildir. O ihtiyacı gidermek için verilen bir halifeliktir. Bunun menfaati öbürü gibi olmaz'' diyordu. Onun yanında yirmi küsür seneden sonra, bir gün camiye bitişik güzel odasına beni çağırdı. Ve bana halifelik izni teklif etti. Ben acizane teberru ile yalvardım ve dedim ''Ben bu göreve layık değilim. Ben zaten Seyda Hz.'nin (k.s.) yanındayım. Bana ihtiyaç yoktur''. Bana şöyle buyurdu: ''Sadatın işareti vardır''. Onun bu lafı üzerine sanki ''Sen mecbursun'' der gibi hissettim ve daha bir şey diyemedim. Sonra bana talimat vermeye başladı.
Efendim tasavvufa girmenin veya başka bir tabirle bir mürşide bağlanmanın insanlara ne tür faydası oluyor açıklar mısınız?
M. MUHAMMED HZ.: İnsanlar tasavvuf yoluna girdiklerinde yani bir mürşide bağlandıklarında, o mürşidin denetiminde İslam'ın emirlerini yerine getirirlerse nefis terbiye olur. Ve haliyle nefsi terbiye olmuş kişinin çevresindeki insanlara karşı davranışları da İslam'ın emrettiği gibi faydalı ve iyi olur. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber tarafından bildirilen emirlere uymak, nehiylerden kaçmak suretiyle insanın ruhunun temizlenmesine ve güzel ahlak sahibi olmasına yol açar.
Efendim tövbe etmenin hükmü nedir? Bu konudan da biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Tövbe etmek vaciptir. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde tövbeyi emrediyor. Tövbenin mahiyetine gelince geçmişte yapmış olduğu günahlardan pişman olmak demektir. Mesela hırsızlık yapmıştır; pişman olup "keşke yapmasaydım", bir adama zulmetmiştir, "keşke zulmetmeseydim", namaz kılmamıştır; "keşke kılsaydım" diye samimi bir şekilde pişmanlığı dile getirmek ve hatadan dönerek emirleri yerine getirmeye başlamak tövbedir. Ayrıca bu şekilde tövbe demin de dediğim gibi vaciptir. Bütün müslümanların, herkesin tövbe etmesi lazımdır, gereklidir. Tövbe etmeden ölenin hali çok kötüdür. Bunların durumu kıyamet günü Rabbimizin yüce merhametine kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse affetmeyebilir de...
Efendim Seyda Hz.'leri (k.s.) büyük tasarruf sahibi idi ve onu tanıyan, tanımayan bütün insanları mıknatısın demir tozlarını çektiği gibi kendine çekerdi. Akıllara durgunluk veren bu muhteşem hali nasıl izah edebilirsiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.'lerinin (k.s.) maneviyatı çok yüksekti. Bizlerin onun bu halini izah etmesi hiç kolay değildir.O'nun (k.s.) yüksek maneviyatı insanları yanına çekiyor, yanına gelenler de himmet ve bereketinin büyüklüğünden değişiyorlardı. Mübareğin yanında yaşadıkları haller ve kerametler de onlara yardımcı oluyor, o insanların halleri kısa sürede değişerek iyiye doğru gidiyordu.
Efendim, sofilere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
M. MUHAMMED HZ.: Allah (c.c.) onlara yardımcı olsun. İnşallah, benim selamımı hepsine söyle.
(Not: Muhammed Raşid Hz. (k.s.) vefatından kısa bir süre önce ''Molla Muhammed kendine Konya'dan ya da Bursa'dan bir yer ara'' demiş, o da Seyda Hz. (k.s.) ilk önce Konya dediği için Konya'dan yer almış.)
MOLLA MUHAMMED HZ. İLE TASAVVUF, RABITA VE SULTAN SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (K.S.) HZ. HAKKINDA...
Efendim, Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz.'nin ahlakından ve davranışlarından biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.'nin ahlakı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ahlakına çok benzerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamber Efendimize ahlakıyla benzeyen insan çok az olduğundan, onun bu yönünün ağırlığının önemi çok daha fazla olmaktadır.
Seyda Hz.'nin yanında kaldığım 23 sene boyunca, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, siyer kitaplarında okuduğumuz bütün ahlaki özelliklerini, Seyda Hz.'nin yaşayışında, ahlakında tüm benzerlikleriyle görmem nasip olmuştur. Onun ahlakında herkesin her zaman görebildiği; hiç bir kimseye ''Niye bunu böyle yaptın'' veya ''Niye bunu böyle yapmadın'' diye, kolay kolay serzenişte bulunmamasıdır. Mesela bir gün camiye gelmişti. Daha henüz öğle ezanı okunmamıştı. Camide kimse yoktu. Seyda Hz. ile ben, yalnızdık. Buyurdu ki, ''Bugün yoruldum''. Ben, ''Niye Kurban? '' dedim. Seyda Hz., ''Gavs Hz.'nin dergahında on onbeş yerde inşaat işi vardı. Hepsini işi ile uğraştım., onları düzenledim, sofilerin tevbeleriyle meşgul oldum'' dedi. İşte hepsini kendisi yapmıştır. Onun etrafında, bu işleri yaptırabileceği kimseler bulunuyordu. Seyda Hz. onlara, bu işleri yapın diye hiç emretmedi. Demezdi ki, bu işleri bunlar yapsınlar ben de şu işi yapayım. Onların yapıp yapmamasını kendilerine bırakır, işler yapılmazsa hepsini kendisi yapardı.
Enes bin Malik (r.a.), ''Ben Hz. Peygamberin yanında senelerce hizmette bulundum. Hiçbir gün bana demedi ki, niye bunu yaptın, niye bunu yapmadın'' diye naklediyor. Bu sıfat, bu hal kolay kolay herkeste bulunmaz. İşte bu ahlakı, Seyda Hz.'nin yanında bulunduğum sürece onda görüyordum. Hareketlerinden, insanlarla konuşmasından, davranışlarından, her insan onu gördüğünde etkilenir ve isterdi ki, kendileri de bu ahlaktan ahlaklansınlar.
İrşadı yalnız zahiri irşad olmuyordu. Onun çok az konuşmasına rağmen, maneviyatın etkisiyle yurtdışında da milyonlarca insanı kuşatan irşadlar yapması; tasavvuf münkirlerine ve bunu anlamak istemeyenlere, büyük bir ibret vesikası olmaktadır.
Efendim, zahiri irşaddan başka, bir de manevi irşaddan bahsediyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?
M. MUHAMMED HZ.: Evet, dediğim gibi, onun irşadı hem zahiri hem manevi cihette idi. İnsan onun yanında oturduğu zaman, hemen etkilenirdi. Türkiye'de ve Avrupa'da milyonlarca insana menfaati olan, hidayetlerine vesile olan ve çok az konuşan, Seyda Hz.'den başkasını görmedim. Demek ki yalnız zahiri değil, aynı zamanda manevi irşad da vardır. Gavs-ı Hizani (k.s.); ''Benim meclisime gelipte, benden menfaati olmayanlar, benim yanımdan uzaklaşsınlar'' demiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Hanzala isimli bir sahabe vardı. Hanzala, kendi kendine, ''Hanzala münafık oldu, Hanzala münafık oldu!.. '' dedi. Arkadaşları, ''Niye böyle söylüyorsun? '' dediler. O da ''Ben Hz. Peygamber'in (s.a.v.) huzuruna gittiğim zaman halim başka oluyor. Eve geldiğim zaman daha başka oluyor. Demek ki ben de münafıklık alameti var'' dedi. ''Her yerde Allah (c.c.) var, Hz. Peygamber (s.a.v.) yanındayken de Allah var. Ben evimdeyken de Allah var. Ben niye Hz. Peygamber'in yanında değişiyorumda, evimde değişmiyorum''. Diğer sahabeler bunu duyunca, bizde de bu hal var dediler. Hatta Hz. Ebubekir (r.a.) dahi, ''Bu durum ben de var'' diyerek hep beraber cemaat halinde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanına gittiler. Durumlarını ''Ya Resulullah, biz senin yanına geldiğimiz zaman, hep Allah'ı hatırlıyoruz. Fakat eve gittiğimiz zaman halimiz daha başka oluyor. Biz zannediyoruz ki, bizde münafıklık alameti var'' diye dile getirirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sözleri işitince Ashab-ı Kiram'a şöyle buyurdu: ''Eğer siz, benim yanımda durduğunuz gibi kalsaydınız hepiniz aç kalacaktınız, çocuklarınıza hiçbir şey götüremeyecektiniz...''Ashab-ı Kiram bu sözleri duyunca sevindiler. İşte Seyda Hz.'nin yanına,içki içen, kötü yolda insanlar geliyordu. Seyda Hz.'nin yarım saatlik nazarı sonucu, o insanda büyük değişmeler oluyor, içkiyi bırakıp namaza, zikre başlıyordu. Halbuki o insana, zamanında dil ile zahiri olarak vaaz, nasihat yapılmış ama o vaazın hiçbir menfaati olmamıştır. Seyda Hz.'nin yanında değişmenin menfaatinin sonucu olarak anlaşılıyor ki, irşad yalnız zahiri olmuyor, manen de irşad oluyor. İşte Seyda Hz.'nin bu yaşayış tarzı, Varisül Enbiya olduğuna delildir.
Seyda Hz, İslamı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki hatta bir gün beni yanına çağırdı ve ''Hem şeriatta, hem tarikatta,benim üzerime casus olacaksın.Yani ben bir yanlış hareket yaparsam,beni o konuda uyaracaksın''buyurdu.Ben onu o kadar azametli gördüğüm halde,o böyle tevazu gösteriyordu. İşte bu,onun büyüklüğünün delilidir. Ancak Gavs Hz.'nin bir sohbet kitabında'' kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh bırakmadan vefat eden bir mürşid,indallah da mesuldür''dediği ve Gavs Hz.'nin, vefatından önce bu sözü hatırlayarak'' Elhamdulillah biz bunu yaptık, Raşid bizden büyüktür'' dediği sözleri yer almaktadır. Hatta sofiler Gavs Hz.'ne bazen soru sormaya geldiği zaman, Gavs Hz. tebessüm ederek, '' Siz onu, Muhammed Raşid'e sorun, bizim mühendisimiz de odur'' dediğini, anlatanlardan duydum. İşte bunlar, Seyda Hz.'nin ne kadar büyük bir zat olduğuna delillerdendi.
Seyda Hz.'nin ahlakından bahsetmek, denizde bir damladan konuşmak gibi. Ama dilimiz döndüğü kadar bir iki izahata daha bulunmaya çalışalım. O kimseye, bu iyidir, bu fasıktır, bu sadıktır gibi ayrım yapmadan, herkese güler yüzlü olur, onları İslam dinine getirmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi, yumuşak bir şekilde onları irşad ederdi. Onun hilmi de çoktu. İnsan onun yanında kaldığı zaman, tarikatın Allah-u Zülcelal'e yaklaşmak için ne kadar büyük bir yol olduğunu anlıyor.
Hakikaten insan kalbinde, içinde, ruhunda onun ne büyük ve ne güzel olduğunu anlıyor. O hali keşke dille anlatabilseydik. Çünkü tarikat öyle bir şey ki,ancak Allah-u Zülcelal biliyor. Ahiret için, insanlara çok menfaat veriyor.
Seyda Hz.'nin yanında kaldığımız müddetçe, o kadar insana hidayet vesilesi
oluyordu ki, hiç konuşmayan bir insan, bu kadar insanı etrafında toplayıp onlara nasıl vesile oluyor, aklımız çözemiyordu. Bir öğretmen gördüm, ona cezbe geliyordu, bağırıyor, çağırıyordu. ''Bütün Türkiye'yi gezdim, her yeri gördüm. Ama bu Menzil'in halini anlamadım. Aklım bunu çözemedi'' diyordu. Hakikaten de bunun tadını ancak bilen, ondan biraz pay alan şahıs bilir.
Efendim, tasavvufun gerekliliği, insanlara neler verdiği hususundan bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Tasavvuf tevessülden ibarettir. Daima insan, tevessül yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in, insanlardan hem zahiri hem manevi olarak ne istediğini, ancak tasavvufta bulabiliyor. Dikkat edersek tasavvuf daima insana Allah-u Zülcelal'in karşısında teberru, korku içinde olmasını, yumuşak şekilde olmasını emrediyor ve insanın öyle olmasını istiyor. Teberru ile Allah-u Zülcelal'in büyük kudret ve azamet sahibi olduğunu insanlar bu şekilde anlıyor. Bu da Ashab-ı Kiram'ların meşrebidir. Onlar da aynen öyle iyiydiler. Hz. Ebubekir gibi, Hz. Ömer gibi, annemiz Aişe gibi (r.a.), bunların hepsi de ''Keşke biz dünyaya gelmeseydik, ölseydik'' veyahut bazıları ''Bir ot olsaydık, hayvanlar bizi yiyip biz yok olsaydık'' diyordu. Niçin böyle diyordular? Çünkü biz Allah-u Zülcelal'in azameti karşısında O'nun ibadetini, O'nun hakkını hakkıyla yerine getiremiyoruz diyorlar. Kendilerini bu mevzuda zayıf görüp, zayıf hissedip, Allah-u Zülcelal, azamet ve kudret sahibidir buyurdular. Tasavvuf, insanları aynı meşrebe götürüyor. Hz. Peygamber (s.a.v.), çok hadislerinde şefaatten bahsetmiş... Şefaat, tevessül manasındadır. Şefaatten gaye, herhangi bir kimseye vasıta olup Allah-u Zülcelal'in, onu affetmesidir ve insanlar şefaat istediği zamanki şefaat manasının yeri bu oluyor. Şefaat, Hz. Peygamber (s.a.v.) elindedir. Ondan isteyecektir. ''Ya Resulullah, bana şefaat et'' dendiğinde, O da sana şefaat edecektir. O'nun şefaati de yine Allah'ın (c.c.) izniyledir. Allah-u Zülcelal izin vermediği zaman, sana şefaat edemez. Allah'ın (c.c.) izniyle şefaat oluyor. Evliyaların şefaati de himmeti de, o da aynen böyledir. Yine Allah'ın (c.c.) izniyledir. Hepsinin hakiki faili Allah (c.c.)'tır. Allah-u Zülcelal, Peygamberleri, Evliyaları da vasıta kılıyor insana.
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir âmâ insan vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanına geldi ve ''Ya Resulullah ben âmâyım. Benim elimden tutacak kimse yoktur. Bana dua et ki, gözlerim iyi olsun. Perişanım'' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir abdest al. Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl. Ondan sonra de ki, ''Ya Rabbi, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hürmetiyle benim gözlerimi iyi yap, bana göz ver Ya Rabbi'' diye dua et'' dedi. Orada bulunan ashab anlatıyor; ''O adam gitti, abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bu duayı yaptıktan sonra yanımıza geldi. Sanki onun gözü önceden hiç âmâ değilmiş gibi, sağlam bir şekilde yanımıza geldi''. Bu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), dünyadan ayrıldıktan sonra Ebubekir, daha sonra İmam Ömer gitti. Ve Hz. Osman zamanında da bir insan, Hz. Osman'ın (r.a.) yanına, bir hacet için gitmişti. Hz. Osman ona hiç kulak vermiyor. Yine o zaman Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında olan aynı ashab, o hacet sahibi ile karşılaşıyor. ''Ben Hz. Osman'ın (r.a.) yanına gidiyorum. Benim bir ihtiyacım var. Hiç bana kulak asmıyor'' şeklinde yakınınca, o ashab: ''Sana bir şey öğreteyim mi? '' deyince, ''Nedir? '' dedi. ''Git, bir abdest al, ondan sonra iki rekat namaz kıl, de ki Ya Rabbi Hz. Peygamber (s.a.v.) hürmetiyle, kendi halimin hürmetiyle Hz. Osman'ın yanında bir hacetim vardır, onunla Hz. Osman ilgilensin, o vasıta olsun. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.) hürmetiyle Allah'a (c.c.) yalvar'' dedi. O da söyleneni yaptıktan sonra tekrar Hz. Osman'ın (r.a.) yanına gider. O zaman Hz. Osman (r.a.), ona öyle hürmet ediyor ki, sanki önceden o adamı görmemiş gibi. Sen benim yanıma gelmemişsin diyerek onun hacetini yerine getiriyor. Ve o adam, o ashaba teşekkür etti. Bu iki hadis-i şerif Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında ve ondan sonra da tevessül yapmayı açıkça gösteriyor, Evliyalar da Hz. Peygamber'in varisleridir (Alimler Peygamberlerin varisleridir) ta ki dünya yok olana kadar. Evliyalar da Hz. Peygamber'in varisi olarak görev yapacaklar.
Rabıta konusunda, kafası karışıp fitne yapanlar vardır. Onların sandığı gibi, rabıta bir ibadet değildir. Onlar yanlış anlıyorlar. Sanki mürşide rabıta edildiğinde, ona ibadet yapıldığını sanıyorlar. Bu yanlıştır. Bu rabıta o anlamda, ibadet değildir.
Rabıta bir evliyanın muhabbetini kazanmak ve kalpteki kötü hatıraları izale etmek içindir. Rabıtanın manası, Arapça'da, kalbi herhangi bir şeye bağlamaktır. Şimdi bir insan, burada oturuyor, oysa kalbi, kendi dükkanındadır. Aslında o, dükkanın rabıtasını yapıyor. Rabıta odur. Kalbi, düşünceyi, fikri nereye bağladıysan, onun rabıtasını yapmış olursun. Onun muhabbetini kazanmak için, bir Evliyaya böyle rabıta yaptığımız zaman, o, münkir olan, inkar eden şahısta diyor ki; rabıta küfürdür!.. Peki sen, niye namazın içinde dahi, aklına ve kalbine Allah'tan başka her şeyi getirerek Allah'ın (c.c.) huzuruna giriyorsun?... Allah'tan (c.c.) hiç haberin yoktur. Senin kalbin dükkanındadır, sokağındadır, bilmem nerededir... Niye orası küfür olmuyor da, namaz harici bir zaman da, bir Evliyayı, onun muhabbetini kazanmak için düşünmen ve hayal etmen küfür oluyor?!.. Ne kadar yanlış bir düşünce. İnsan, Allah-u Zülcelal'e ibadet eden, zikir yapan, mümin, salih bir kulu, Allah için seviyorsa bu rabıtadır. Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Bunu hadis-i şerif emrediyor. Allh-u Zülcelal emrediyor. Bir evliyayı böylece düşünüpte, onun muhabbetini kazanmakla Allah'ın (c.c.) emrini yerine getiriyorsun. Birisi de çıkıyor, Küfürdür diyor!... Ondan sonra da bizzat kendisi, namazın içinde Allah'ın (c.c.) huzurunda her şeyi düşünüyor, tüm dünyayı dolaşıyor... Bu ona göre küfür olmuyor, fakat sen Allah'ın (c.c.) ve Peygamberin emrine uyarak bir Veliyi, Evliyayı düşünmen ve sevmen küfür oluyor?!.. Üstelik de namaz dışında. Bu konuyu daha fazla uzatmanın faydası yoktur. Eğer inat olmazsa, herkesin rabıtayı böylece kabul etmesi lazımdır. Nitekim Gavs-ı Hizani (k.s.); ''Tarikata münkirlik yapan şahıs cahildir, bilmiyor ne olduğunu. Hakikatini, iyi bir şey olduğunu anlayacaktır sonunda... Mutlaka onun ilacı vardır, ve mutlaka bilecektir. Peygamber Efendimizin amcası Ebu Talip diyordu ki; benim kardeşimin oğlu Muhammed (a.s.v.) haktır. O'nun yolu haktır. Fakat bizim babalarımız, dedelerimizin yolu değildir. Ben onların yolunu terketmiyorum. Bunlar da hak olduğunu biliyorlar fakat inatla inanmıyorlar, kabul etmiyorlar. Bunun ise ilacı yoktur'' buyuruyordu.
Efendim, rahmetli Seyda Hz.'nin ilme verdiği önemden bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz. (k.s.a.)'nin köyünde, Kasrik'de, Menzil'de her yerde daima onların medresesi vardır. Bir alim tutuyorlardı tedrisat yapmak için. O kadar ilme değer veriyordu. Sohbetlerinde bunu daima söylerdi. İki arkadaş, iki kardeş vardı. Birisi dedi ben ilim okumaya gideceğim. Birisi de ben sofilik yapacağım, mağaralara gidip ibadet yapacağım diyor. Birisi gidiyor ilim okuyor. Birisi de mağaraya gidiyor ibadet yapıyor. Ondan sonra oradan dönüyorlar. Birisi onlardan diyor ki o alim okuyan ben kardeşimin yanına gideyim, onun hali nedir?
Gidiyor bakıyor ki ibadet yapıyor hakikaten. Fakat bakıyor, onun sarığının ucunda siyah bir şey gözüküyor. Bu nedir kardeşim diyor. Bu bir faredir diyor. Bir gün ben namaz kılarken benim namazlığımın önünden geçti. Ben de bir şey vurdum ona öldü. Ben dedim bunu öldürdüm. Bunun hakkı benim tarafıma geçti. Ancak bunun hakkını nasıl eda edeceğim. Bunu sarığın içine koyacağım, beni affetmesi için buraya koyacağım, öyle namaz kılacağım dedi. O zaman alim olan ona diyor ki; ''Sen kendini mahvettin, Evin yıkıldı''. Sarığına fareyi koyan ''Niye'' deyince alim olan; ''Sen o kadar namaz kıldın hepsi kazadır senin. Allah razı olsun o oradayken namaz kılınır mı, kaza oldu namazının hepsi'' dedi. İşte bak ilimsiz olan alim sahibini böyle yapıyor. Bütün namazlarını, 7 sene, ne kadar namaz kıldıysa hepsi onun üzerine kaza oldu. Seyda Hz. sohbetlerinde diyor ki ''İlim, okunmadan böyle amel yapmak yerini bulmuyor, İlla ki Allah-u Zülcelal'in yolu ilim okumak ve onunla amel yapmaktır. Seyda Hz. alimleri çok severdi. Hatta Şah-ı Hazne'nin torunu Şeyh Seyfeddin bir gün Menzil'e gelmişti. Onunla oturuyorduk beraber. Şeyh Seyfeddin tebessüm ederek Seyda'ya sen Molla Muhammed'i çok seviyorsun deyince, o ben bütün alimleri seviyorum'' dedi. Bütün alimleri hakikaten Seyda Hz. ayrı olarak çok sever, değer verirdi. Cahillerdense alimleri çok sever ve sohbetlerinde ilimden bahsederdi. İlim Allah-u Teala'nın rızası ve cennetin yoludur. Yolu bilmeden nasıl insan Allah-u Teala'nın rızasına ve cennetine gidecek. O yolu bilecek ve o yoldan çıkacaktır. Hz. Peygamber (a.s.v.) hadis-i şerifinde, ilim hakkında buyuruyor: ''Kim evden ilim okumak için, ilmi talep ederek evden evinden çıkar veya çıkmaya niyet ederse Allah-u Teala bir melaike-i kiramı onun kapısının önüne gönderir, benim kanatlarımın üzerinde ilim okumaya git diye, Allah-u Zülcelal o meleği gönderir. Dikkat edersek hiç bir amel için Allah böyle yapmamıştır. İnsan hacca giderse, Camiye, cemaate giderse, meleklerini göndermemiş, hatta cihada giderken dahi bunu söylememiştir. Anlaşılıyor ki Allah'ın rızası için, cennet için, hakiki ve en doğru yol ilim yoludur. İmam-ı Gazali de buyuruyor, yalnız ilim, sahibini fasık yapar, amelsiz ilim de sahibini zındık yapar. Eğer hakiki yolda olmak istiyorsanız ilim okuyun ve o ilim ile amel yapın. İlim Allah-u Teala'nın rızası için cennet için netice olarak ilimsiz olmaz.
Tasavvuf ehlinin cihadı nasıl olmalı ve nasılş yaşaması gerekir?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.: Hz. Peygamber (a.s.v.) zamanında Uhud harbinde 70'den fazla ashab-ı kiram şehit olmuşlardır ve dönünce haremi şerifin avlusunda efendimiz ''Biz ufak harbden döndük, büyük harbe geldik'' demiş. Ashab ''Büyük harb nedir Ya Resulullah, bundan büyük harb var mı? '' deyince de Peygamber Efendimiz ''Evet, nefis ve şeytanla cihad yapmak'' demiştir. Nefs ve şeytanla cihad yapmak düşmanla harb yapmaktan daha büyüktür buyurmuştur. Çünkü, o düşmanla harb yapmak, iki, üç gün, dört gün, bir hafta idi. Bu büyük cihat ise devamlı ölünceye kadardır. Nefsle, şeytanla harb yapmak ölünceye kadardır. O düşmanla yapılan harbde düşmanları görüyoruz, nefsle şeytanı görmüyoruz. Nefis ve şeytanla harp devamlı olup onları görmediğimizden düşmanlarla yaptığımız harbden daha büyüktür ve zordur. Cihad işte budur, nefis ve şeytanla mücadele yapıldığı zaman, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kastettiği manevi cihat devreye giriyor. Nefsiyle insan mücadele ettiği zaman o zahiri düşman da karşısına gelse, onunla da cihad yapacaktır. Çünkü şeytan ve nefsini, insan yendiği zaman o zahiri düşmanlarla da haliyle karşı karşıya geldiği zaman herkesten daha ziyade harbi onlarla da yapacaktır. Cihad budur işte nefis ve şeytanla mücadele yapmaktır. Yani, şeriati, fıkhı, haramlardan kaçarak yaşamak, farzlardan nafilelere kadar, müstehablara, mendublara kadar da yerine getirmektir. Nefisle ve şeytanla mücadelenin bu şekilde yapılması gerekir.
İlim öğrenmek gerekiyor, tabii buna her ilim giriyor. Mesela ilk önce itikat. İtikat konusunu iyi bilecek, mesela her şeyin Allah-u Zülcelal'in elinde olduğunu. Peygamber olsun, evliya olsun birer vasıta olduğunu, yani Allah'ın dilediği zaman insanların onlardan menfaat göreceğini, yoksa Allah dilemediğinde hiç kimseden menfaat yoktur şeklinde bilinecek. İtikat konusunda melekler, peygamberler ve kitaplar var bilecek. Sonra fıkıh, oruç, hac, zekat hakkında rükunları, vecibelerini bilecek. Ahlaki konuları sabır, ilim, merhamet, kıskançlık yapmamak gibi ilimleri bilmek, insanlara kötü düşünmemek, onlara yardımcı olmak, emri bil maruf yapmayı bilecek, ilim daima doğru götürecek, menfaat verecektir. Eğer yapmasa dahi de bilecek, hiç olmazsa kusurlarını bilecek, ilim sahibi yapmasa da burada kusurlarım var diyecektir. Fakat bakıyoruz zahiri ilim yalnız kafi gelmez, âmâ gibidir. Çünkü şeytan diyor birgün ağlamış, bağırmış, çağırmış, onun askeri etrafına toplanmış, büyüğümüz nedir diye sormuşlar, o demiş ki bir ayet nazil oldu daha insanlara günah zarar vermiyor. Nedir? ''Tövbe ayeti... '' Çok yerlerde tövbe ayetleri hasıl olduğunda böyle bağırmaya, çağırmaya başladılar. Onun askerleri ona dediler ki biz insanlara öyle bir şey yapacağız ki, onlar kendilerini hatalı olarak bilmeyecek. Hata yapsalar bile yaptıklarının hata olduğunu bilmeyecek veya ondan dolayı tövbe edip düzelebileceklerini bilmeyecekler, işte böyle düşünen cahillerin durumu çok zordur. İnsan hatalı olduğu zaman hatalı olduğunu bilmelidir. Nasıl mesela. Herkes bilmelidir ki, Allah'ı devamli zikretmek, irşad yapmak, arkadaşlarına menfaatli olmak, iyilik yapmak gibi bunlar hep İslam'ın emridir. Böyle olmadığında insan hatalı olduğunu bilir. Kendini düzeltmek için daima kusurlarını arayacak, hataları düzeltmeye çalışacak, noksan olan evsafları izale edip güzel evsafları kendinde bulundurmak için gayret edecek. Kamil insan olmak için ölünceye kadar mücadele edecek, çünkü insan için yükselmenin ilerlemenin sınırı yoktur, dereceler Allah katında bitmez. O dereceleri daima kazanmak için eksik sıfatları izale edecek, güzel sıfatları kazanmak için gayret gösterecektir. Bu hem zahiri, hem manevi ilimlerdendir. Yani ilim bir kelimedir, Ama içinde neler vardır. Bunların hepsini bilecek ve onları hem zahiri hem manevi olarak uygulayacağız. Zahiri olacak, elleri, ayakları, bir de kalbi, ruhu ve canıyla da yapacaktır.
Eklemek istediğiniz veya okuyucuya bir mesajınız var mı?
M. MUHAMMED HZ.: Ben en çok şunun üzerinde durmak istiyorum doğrusu. İnsanlarda bir gevşeme vardır. Yani nefis ve şeytanla mücadele etme konusunda bakıyorum ki bizim müslümanlarda, biz de gevşeme vardır. Bunun şuurunda olmamız lazımdır. Biz taksirat sahibiyiz Allah-u Zülcelal karşısında. Biz yapamıyoruz, bunu bilmemiz lazımdır. Bildikten sonra da o şuurda olduğumuz zaman bunu izale etmek için gayret göstermemiz lazımdır. Mesela diyelimki bir kişi cemaate gitmiyor. Diyelim geceleri namaza kalkmıyor. Teheccüd yapmıyor. Diyelim sabah namazına geç kalkıyor veya hiç kalkmıyor, cemaate de gelmiyor. İlim talebeleri okumuyor. Tüccar olan şahıslar bütün zamanlarını dünyaya veriyor. İbadetini aksatıyor. Mümin, bunların şuurunda olması lazımdır. Bu gevşekliği, bunu insanın atması lazımdır. Bunun şuurunda insan olacak. Yani kendini yaptığından dolayı ayıplayacak, en az levvame olacak. Daima onun emmare nefsi olmayacaktır. Emmare nefsi, daima onu kötülüğe sevkediyor. Ölünceye kadar böyle yaşamakla olmaz. Hiç olmazsa bundan atlayıp, levvame nefse geçmesi lazım. Daima kendi nefsine hitap edecek, işte o zaman ilerleyecektir. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın daha azdır diye düşünecek, gayret edecektir. Çünkü Sadat-ı Kiramlar ayaklarını yere vurmuşlar. Ya nefsim senin 2-3 günün bir gidiyor. Ne oldu sana? İlerleme yap diye bu şekilde kendilerine hitap yapıyorlardır. Şimdi dediğim gibi şeytan ve askeri insana hatalı yoldan ısrar etmeyi öyle yerleştirmiş ki, ben tamamım, işim doğrudur dedirtmiştir. Benimki tamamdır. Ben ilim, irşad yapıyorum. Ben şöyle ediyorum, ben şunu yapıyorum, ilim okutuyorum, ben müderrisim, ben irşad yapıyorum, ben şeyhim, veyahutta ben sofiyim, gibi insanı kandırmak, oyalamak istemiştir. Bununla kafi gelmez. Daha yapmamız lazım. Daha gayretli istememiz lazımdır.
KAYNAK:FEYİZ DERGİSİ
dedekorkut1
16 Ocak, 2019 - 09:59
Kalıcı bağlantı
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ-5
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
(Gavs-ı Sani k.s)
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını gösteriyorsa, her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir. Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları her bir Gül fidanlar sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneğidir zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her bir Gül fidan yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir kilime on derviş sığar ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan altı Gül halife nasıl vazife yüklenmişler bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var her bir Nübüvvet Gü‘lünü anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.
SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
(Gavs-ı Sani )
Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs Hz.leri burası için ikinci Buhara demekten kendini alamaz da.
Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından bir göç değilmiş, bilakis Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir. İyiki de hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işide başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etti bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Babaları dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti ilk önce Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra da kardeşi Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde tam yar ve yardımcısı diyebileceğimiz bir yol arkadaşıdır. Onu bilenler bilir zaten. Hele onu bilhassa eski Sofilere bir sorun ta Seyda Hz.leri zamanından beri biliyorlar. Ki, o zamanlar kalabalıktan dolayı Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı, o da Allah var sofileri kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu esnada Seyda Hz.leri gözüktüğünde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm halde adab vaziyetine bürünürdü. O an gök çökse yer yarılsa hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp dese ki Seyyid Abdulbaki denince ilk akla gelen nedir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofiler “Adabın ta kendisidir” diye cevap vereceklerdir İşte böylesi bir cevaba şaşmamak gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, böyle bildiler. Değilmidir ki onun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, ziyadesiyle Menzil’in ikinci Gavs’ı Sanisi olmasına yeter artar da. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek bir anda olmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çilenin neticesi bir mertebedir. Öyle ya bülbül âşığı, gül mâşuku temsil ettiğine göre bülbülün güle aşkından ötürü çektiği çileye karşılık gelen “Ne kadar çile o kadar ecir derler” ya onun gibi bir şeydir bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de o dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali onun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaretiydi. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmez de. Sadece ilim tahsili mi, bunun yanısıra tevbe de verecektir. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç üşenmeden gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabii, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutuklama hadisesi vuku bulur bile. Tabii ki bu tutukluluk hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani can sıkıcı durumdu. Bir başka ifadeyle Baba Gavs duyduğunda üzülecek endişesi sarmıştı. Bu yüzden Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti açıklamaya cesaret edemez, sadece dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
Peki Dayı Sıtkıy‘a durum bildirildiğinde ne oldu? Olan olmuştu artık, hem Gavs üzülecek diye de bu bilgiyi saklamakda doğru olmazdı elbet. O halde eksik kalan bu kısmın hikayesini de dayısından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını şöyle anlattılar:
“ Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, gelin şükredelim. Zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat olmuş. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terketmesinden rahatsızlık duyanlar, maalesef 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmaz, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınacaktır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat o nisbette feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama o yine de dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun tadı tuzuydu zaten, pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, ne kadar çile, o kadar ecir vardır bu yolda.
Öyle anlaşılıyor ki Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği vardır. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle tarif edilemiyecek derecede meyve verir ki, Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının ikinci Buhara diye andığı Menzili şerifin ikinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i şerif artık kabına sığmaz bir hüviyet kazanırda.
Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Gavs Hz.leri ta ki oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’yi görmesi kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu benzerliği hayatta halen yaşayan, yani Gavs-ı Bilvanisi zamanından kalma sofiler de tıpkı babasının bir kopyasıymış şeklinde teyit etmekteler. Peki sadece fiziki benzerlik mi, elbette ki buna bir dizi çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de dahil. Ne mutlu böyle bir oğula ki babasının izini iz sürüp Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşan gül oldu.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleyecektir. o’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki önce babasının babasının izini sürerken, sonra da kardeşinin izini iz sürrken kendinden geçti. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok hali yaşayarak elbet. Nasıl kendinden geçmesin ki; Gavs Hz.lerine öyle sıdk ile bağlıydı ki, o’nun dar-ı bekâya irtihali çok ağır gelmişti. Öyle ki dergahın hizmetine birlikte koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok halidir bu. Zira Seyda Hz.leri irşada başlamış, aradan yirmibir gün geçmiş ama hala şok halinden çıkamayıp biat edememişti. İşte bu kendinden geçme halidir ki Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebep olmuştur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki markada kapandığı yirmi birinci gününde Seyda Hz.leri markad’a gidip Kur’an okumaya başladığında kardeşi de murakabe halde ordaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa oluyor kardeşine:
“ Abdulbaki otur...” dediğinde beyatı o anda gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:
“- Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri de Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali ortadan kalkar da. Hatta Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her nekadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsada büsbütünde yanlız sayılmazdı, çünkü o yıllarda da yine yanında en büyük yardımcı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leriydi. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra irşada başladı, yine yanında en büyük yardımcı o oludu elbet. Gavs döneminden tek fark, dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyecektir. Üstelik sırt kısmında nükseden ağrılara rağmen dergâhın hizmetine koşturacaktır. Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını belli etmemeye çalışsada nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte ozaman Ankara’da ameliyatla ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta ki Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyet’lerini ziyaret etmek olacaktır. Yani buralarda Sadatların kabr-i şerifleri ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allahın beyti Kâbe’ye Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Belli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzili daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl gözlerden kaçsın ki, görünen köy klavuz istemez, her şey ortada zaten. Baksanıza artık tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor. Onca kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. İşte tek başına şeritle tövbe vermesi bile omuzlarında ki yükün ne kadar arttığının göstermeye yeter artar da. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşımaları asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendiye Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur..
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan hatme Hacegan yaptırmakta diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz adeta malum olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. işte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanmasını, ne hayıflanmasını ne de sızlanmasını gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki, öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile girişlerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki artık saklayamaz da. Çünkü namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Saki Hz.leri kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız bile. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .
Velhasıl kelam Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki, O Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere girişmesiyle, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe veriyor olması, sofilerini sırf muhabbetle değil virdle yönlendiriyor olması, aynı zamanda sofilerin ilmihal eksiklklerinin giderilmesi noktasında sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanıdır. Burada cümlenin sonuna dikkat edin hizmetkâr dedik. Niye derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, ekmeğin daha çok fırınlarda kızırtılıyor olması, musuluklardan daha çok su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri ta 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda Hazretleri, kendisi de müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad postuna oturduktan sonra da yine dostluk devam edecektir, ama bu kez dostluk farklı şekilde tezahür edecektir. Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle ilğili Enpolotikde yayınlanan İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları kafidir:
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince aklımıza hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan öte o bizim Bilali Habeşimizdir dersek yeridir. Madem öyle Bize Bilali Habeşiyi hatırlatan Molla Muhammed Hz.leri ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı biyografisini aktararak bu bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen satırlarda Seyda yerine Molla Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya geçebiliriz:
Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da ilk isimdir. Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip, Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü.. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına bile yetecektir.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup, aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz irşat süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl Yukarda zikrettiğimz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html