MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

ARAŞTIRMACI-YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER

Ülkücü Harekâtın liderlerinden Muhsin Yazcıoğlu ile yapılan röportajda O gönül Sultanı ile ilgili ilginç hatıralara hep birlikte göz atalım:

— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. (k.s.)'leri ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970'li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil'de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı'nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki:
''Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ''Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının'' diye vasiyyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü...) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
''Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır...''
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ''Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.'' dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara'ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar'da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim...
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultay’ımızdan önce Türkiye'de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s.) Hazretleri ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ''Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin'' dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşid-i Kamil'di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. ALLAH ondan razı olsun. Seyda (k.s.) Hazretleri ve cümle ALLAH dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. ALLAH dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslümiyn'di. O şimdi ALLAH'a ve ALLAH'ın sevgilisi Hz. Resulullah (S.A.V.)'a kavuştu.
ALLAH rahmet eylesin.

Yusufiyeden bir ışık: Ahmet Selçuk Özdağ

Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mana âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu...
Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve Batıni ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini ALLAH'a (c.c.) kulluğa ve ALLAH yolunun yolcuları sadatlara (K.S.) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammedin dertleriyle inledi, inledi durdu...
Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (K.S.) Hazretlerinin dergâhında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müritlerin tuvaletlerini temizlerdi.
Babası Gavs (K.S.) Hazretleri bir gün sohbette şöyle buyurdular ''Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım''. Bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hazretlerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.
Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, Mübeccel insana intisaplı idi, sık sık bizlere bahseder, ''devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım'' derdi... 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı'yı, Selçukluyu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren ALLAH dostlarına gıpta ederdik.
Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları...
Ve... ALLAH'ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan ALLAH bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekân Necip Fazıl'ın dediği gibi ''ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş...'' misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.
12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen Tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiyede üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya... Gönüller sultanı... Sultanlar sultanı efendimiz, kurtarıcımız Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı... Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ''ALLAH rüyalarınızı makbul eylesin, Menzil İslam'ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât'da Mürşid'i Kâmildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.''
O günden itibaren binlerce kerametine şahit olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid (K.S.) Hazretleri efendimiz, yol göstericimiz, kurtarıcımızdı.
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile ALLAH'tan, Resulullah'tan haber alan ALLAH dostlarının kader aynasına bakarak, ALLAH'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman ALLAHım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... Ediyorlardı.
O, ALLAH dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
ALLAH rahmet eylesin...
KAYNAK.Kamer vakfı Bülteni

SELÇUK ÖZDAĞ VE YUSUFİYE ÇİLESİ
SELİM GÜRBÜZER
Kırıkkale Keskin ilçesi Konur köy doğumludur. İlk ve orta öğretimini Ankara’da bitirdikten sonra üniversite hayatını Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler ve Manisa Gençlik ve Spor Akademisinde devam ettirdi. Akabinde Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsünün Beden Eğitimi ve Spor Ana Bilim dalından yüksek lisansını tamamlayarak doktora yapıp Doçent oldu da. Tabii Doçent oldu olmasına ama eğitim süreci içerisinde bile bin bir türlü çileler yakasını bırakmayacaktır. Bilhassa 1975 senesinde daha henüz öğrenci iken Manisa Ülkü Ocaklarında aktif siyasetin içerisinde yer almasıyla birlikte Yusufiye çilesine giden yolun ilk basamağına adımını atar.

Düşünsenize Muğla rektörü 2547 sayılı YÖK Kanununda akademik personelin siyasi partilere üye olabileceğine dair hükmünü hiçe sayıp Selçuk Özdağ’ın BBP Genel Başkan Yardımcılığından hareketle YÖK’ün kararını beklemeksizin fütursuzca görevine son verebiliyor. 28 Şubat süreci bu ya, hem de üç kez Hocalık görevi sonlandırılmakta. Sadece 28 Şubat süreci çektiği çile mi? Elbette ki hayır, tâ Kenan Evren dönemi 12 Eylül MHP ve Ülkü Ocakları davalarında da Yusufiye’de işkencenin her türlüsüne maruz kalanlardan. Çile çektirdiler de ne oldu, gün ola devran döndüğünde ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste..’ misali 28 Şubat öncesi Muhsin Başkan ile beraber darbeyi önleyen ekibin içerisinde aktif rol alanlardan, yine gün geldi 15 Temmuz hain darbe girişimini sosyal medya aracılığı ile twitter’den duyuran gür ses oldu da. Bununla da kalmayıp dönemin Meclis Başkanı’na ‘Meclise gidelim, şayet öleceksek Mecliste direnelim, gerekirse ölelim’ diyecek kadar can yürektir O. Yetmedi hain darbe girişimi sonrasında da milli hassasiyetini devam ettirip TBMM Darbeleri inceleme, araştırma komisyonlarında bilfiil görev alarak tarihe not düştü de. Nasıl not düşmesin ki, bir müminde olması gereken feraset bu ya, 15 Temmuz öncesi bir konuşmasında Fetullah Gülen’in Humeyni gibi gelmek istediğini belirterekten gerekli uyarıları yapmış bile.

Dile kolay 12 Eylülde 7 yıl Yusufiye çile hayatı, 28 Şubat sürecinde gösterdiği bir dizi mücadeleler, 15 Temmuzda ölümüne yaşadığı direniş mücadelesi ve yeğeninin şehit düşme hüznü ve daha nice bilmediğimiz çileler zinciri içerisinde yoğrulan böylesi bir Yusuf yüzlü ağabeyimle tanışır olmam benim için çok büyük bir nimet olsa gerektir. Hızına yetişene aşk ola. Dur durak bilmeyen çile zincirinin yanı sıra bir başka dikkat çeken hasleti de bizatihi benimde o sıralarda ikamet ettiğim bölgeden Ankara Keçiören’de Büyük Birlik Partisinden Belediye Başkan adayı iken alışılmışın dışında helikopterden bildiri dağıtarak siyasette nasıl profesyonel çalışma yapılacağını daha o günde teşkilatlara gösteren bir siyasetçidir. Hakeza Muhsin Başkanının şahadet sonrası 24.25.26 dönem Şehzadeler Şehri Manisa’da AK Parti milletvekili olarak çok büyük üstün performansta ki kayda değer faaliyetleri de öyledir. Böylece üretken siyaset tarzının ne demek olduğunu bilhassa EnPolitik yazarlarını Manisa’ya davet ettiğinde müşahede ettim de. Hatta bu sayede tüm davetliler içi buram buram tarih kokan bu kentte zahiri ve manevi şahsiyetlerin nefesini hep birlikte yüreğimizde hissetme imkânına da erişmiş olduk. İşte bu gözlemler eşliğinde Manisa’nın tarihi mekânlarını ziyaret ettiğimizde daha da anladım ki bu güzel ağabeyimin şahsiyet bulmasında Manisa ikliminin çok büyük tesiri olmuş. Bu yüzden O Manisa’nın has evladıdır artık. Nasıl has evlat olmasın ki, Alparslan Türkeş’in yol arkadaşı Ahmet Er ağabeyinin sohbetlerini bizatihi yakından teneffüs etmiş biri olarak ehl-i sünnet yolu üzere hareket edip gerçek tasavvufi bilince vakıf bir Yusuf yüzlü şahsiyettir. Bilhassa Yusufiye’de onca çektiği çileleri Gönül Sultanlarına duyduğu muhabbetle paylaşmışta. Öyle ki Gönüller Sultanı Seyda (k.s) dünyasını değiştirdikten sonra bu muhabbetini kaleme döktüğü yazılarda anlamak pekâlâ mümkün. Bakın, Selçuk Özdağ Gönül Sultanının dar-ı bekaya intikalinin ardından Yusufiye ruhla çileli hatıralarını nasıl dile getiriyor, bir görelim:

1929'da Siyanüs'te Bir Güneş Doğdu

İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mana âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu...

Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve batınî ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini Allah'a (c.c) kulluğa ve Allah yolunun yolcuları sadatlara (k.s) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammed’in dertleriyle inledi, inledi durdu...

Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (k.s)’ın dergâhında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müridlerin tuvaletlerini temizlerdi.

Babası Gavs (k.s) bir gün sohbette şöyle buyurdular ''Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım.'' İşte bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hz.lerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.

Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, mübeccel insana intisablı idi, sık sık bizlere bahseder, ''devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım'' derdi... 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı'yı, Selçukluyu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren Allah dostlarına gıbta ederdik.

Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları...

Ve... Allah'ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan Allah bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekân Necip Fazıl'ın dediği gibi ''ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş...'' misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.

12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiye’de üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya... Gönüller sultanı... Sultanlar sultanı efendimiz, kurtuluşumuza vesilemiz Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı... Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ''Allah rûyâlarınızı makbul eylesin, Menzil İslam'ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât'da Mürşidi Kâmildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.''

O günden itibaren binlerce kerametine şahit olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid Hz.leri efendimiz, yol göstericimiz, kurtuluşumuza vesile bildiğimiz zat.

Medrese-i Yusufiye’de iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabalıktı fakat kardeşi S. Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''

Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idraki ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (k.s) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid Hz.leri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere duçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslam’ı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allah’ım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... ediyorlardı.

O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahret bilincine bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.

MUHAMMED RAŞİD HZ. LERİ'NİN ARDINDAN

Menzil-i ırak bu yolun, bu yola kim varası

Müşkülü çoktur bu yolun, bunu kim başarası.

(Yunus)

Gönülleri kâinat çapında büyük olan insanları, kelimeleri dar kalıplarıyla ifade etmek son derece zordur. Mana iklimlerinin zirvelerinde dolaşan yüce kimseler için bu imkânsız derecesinde zor bir iştir. Hiç şüphesiz bunlardan biri, belki de en birincilerinden biri (Mürid Şeyhini, Efendisini öyle bilmeli) de Ahlak-ı hamide sahibi, büyük öncülerden, Peygamber varisi, Silsile-i Sadatın gözbebeklerinden Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz.leridir. (Allah ruhlarını âli etsin, Allah rahmet eylesin)

Görenlerin yüzünde dünya kirinin bulamadığı bir emsalsiz parlaklığı müşahede ettikleri, o büyük şahsiyetin en belirgin vasfı hiç şüphesiz sünnet ve cemaat yolunda gösterdikleri tarifsiz hassasiyettir. Öyle bir peygamberi metotla, peygamberi meşrebli olarak yaşadı ki, hem otoriteyle çatışmak istemedi, hem de İslami metottan hiç ama hiç taviz vermedi.

Şeyh Sünûsi (k.s) Hz.leri 40 gün uzakta kalır sonra seslenirdi; ''Getirin herhangi birisini getirirler, Rabb-i Rahimimüyn izni ile irşad eder, fena fillah, bekabillah makamına çıkarırdı. Yüz yıllar sonra ahir zamanda Anadolu'nun kıraç topraklarından bir güneş doğdu.

Değil birilerini, binleri irşadla görevlendirildi. Asil bir edayla asli görevini tam bir iştiyak ve vecd haliyle deruhte ettiler. O İbrahim meşrebli idi; aynen Ceddi İbrahim (a.s.) gibi çıkıp seslenecek ''Bayrak düştüğü yerden kaldırılır darb-ı meseli gereği insanlığı Hakka, hakikate, Allah'a davet edecekti. Duyuracak olan da Allah’ımızdı (c.c.).

Muhammed Raşid (k.s) oturuşundan kalkışına kadar, yürüyüşünden ibadetine kadar tek bir bidatın bile bulaşmadığı sade hayatında Asr-ı Saadet'in güneşler çağının nurdan izlerini görmek mümkündü.

Kendileri ile tanışmam, 12 Eylül hazan rüzgârlarının vatan çocuklarını acımasızca savurduğu günlere rastlar. O 12 Eylül ki bir tomurcuk için binlerce ormanı yaktı. Mecburi ikametgâh olarak tahsis edilen Buca Cezaevi'nden, Manisa emniyetine götürülmüştüm. Acılarım o kadar uzuiyet kazanmış, şahsiyetim, kişiliğim ayaklar altına alınmıştı ki, İslam'ın yasakladığı intiharı düşünür olmuştum. Zamanın geçmediği, eziyetlerin zirveleştiği, aklımın durduğu bu demde canıma kıymaya karar verdim. Ben med ve cezirlerinin fazlalaştığında uzaklaşmıştım. Bir ara (uyku ile uyanıklık arası) bir ses duydum, -Muhammed Raşid Hazretleri, Muhammed Raşid Hazretleri- diye birisini çağırıyordu, sesleniyordu. Gözlerimi açtım, karşımda hücremde beyaz sakallı, yeşil cüppeli, iri cüsseli bir zat. Bir an titredim, acılarım unutturuldu, gülümsedim. Gördüğüm siluet kayboldu. Bir daha sorguya alınmadım. 12 Eylül önceleri, Ahmet Er, ağabeyimden, Seyda Hazretleri'nin ismini çok duyduğum için, keramet izhar ettiklerini, hücrelerde dahi tasarrufta bulunduklarına bizzat şahit oldum.

''Tarikat ve tasavvuf; bir telkin ve tavsiye işi değildir, bir nasip işidir'' sözü gereğince, istihare ve istişarelerden ve de bazı gönlümüze getirilen ilhamlardan sonra intisap devri başladı. Herkes idraki oranında nasiplenmiş. Biz de o günden bugüne dek idrakimiz oranında himmetten nasiplendik.

Bizlere bir gün hususi sohbetlerinden birisinde şöyle buyurdular: ''İslam'a hizmet edin, İslam'a zarar vermeyin, maddenize ve mananıza zof getirmeden hizmet edin'' Ne muhteşem bir hizmet düsturu, mücadele anahtarı.

''Her kim boynunda ''Biat'' şerefi bulunmaksızın ölürse cahiliyet ölümü ile ölür''.

Gönül erlerinin elini tutan, ellerine tutunanlar için her taraf bağ-ı iremdir. O günden sonra zindanlar, medrese-i yusufiye gül-gülistan oldu bizim için. Buca Cezaevinin koğuşlarını, İmam-ı Rabbani'nin, Abdülkadir Geylani'nin, Seyda Hazretleri'nin, Said Nursi'nin ruhaniyetleri doldurdu. Biz Rabbül Âlemin ezel şerbetini içmiş bir eli tutalım ki, o da bizi tutsun diyorduk. Bulduk. El ele, elde Hakk'a ulaşsın istiyorduk. Başardık. Seyda Hazretleri'nin (k.s) davası, insanı karanlıklardan çıkarıp Nur'a kavuşturmak sevdası idi. Kainatın süsü, yaratılanların en şereflisi olan insanı layık olduğu yere ulaştırma davası idi. Bir cümle ile, ''ölü beşeriyetin dirilmesine vesile olmak'' ameliyesi şiarı, davası idi. Kanun-i umumidir ki, öğle vakti dünyaya gelen bir dava adamı yoktur. Onlar daima gece yarısı karanlıklar içinde dünyaya gelmiş, eziyet ve meşakkat içinde büyümüş, gördükleri zulüm ve işkence ile bilenmişlerdir. Seyda Hz.leri sürgünlere gönderildi, suikastlara maruz kaldı, gözetim altında tutuldu. Ama o irşaddan hiç geri durmadı.. ''Zaman imanları kurtarma zamanıdır'' diyen maneviyat kardeşi Said Nursi Hz.leri'nin döneminin şartlarında yapamadıklarını usul ve tasavvufla yapan son dönemin nadide güllerindendi. Mübarek Efendimiz'in (k.s) kucağını kâinat içine alacak kadar açarak, herkesi sinesine basması, bir taraftan ümmete merhametin nişanesi iken, öbür taraftan da, zamanı imanı kurtarma zamanı, tarikatı de böyle bir vazifenin hareket merkezi olarak görme anlayışının şuurlu bir tecellisi olarak görülebilir.

O Menzil'i ruhani varlığı ile bir asr-ı saadet şehrine çevirendi.

O, dünya ateiler içerisinde iken Menzil'i gül-gülistan eyleyendi.

O, herkes şu veya bu sebeple, değişirken Kürd'ü, Türkmen'i, Çerkez'i, Arab'ı, Yörük'ü kardeşliğin engin denizinde yüzdürendi.

O, herkes cehennemlere koşarken aynen Necip Fazıl'ın ifadesi ile ''Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak'' diye haykıran insanlığı cennete davet eden davetçi idi.

O, Allah'tan haber alan bir silsilenin, sadat-ı teşkilatın numunelerinden biri idi.

Bir gün kendisini ziyarete gitmiştik, bir arkadaşımız Adnan Menderes'in iade-i itibarının edildiğini söylediler. İyi ve güzel olmuş dediler, döndüler ve buyurdular ki ''Sizler de yakın bir zamanda (tarih verdiler) Osmanlı'nın iade-i itibarını istersiniz''. Sonra bir kardeşinin seyyidlerin itibarını sordular, buyurdular ki, ''Onların itibarını Mehdi (a.r.) alacak.

Henüz Medrese-i Yusufiye'den çıkmamıştım. Bir gece bir rüya gördüm, rüyamda bir büyük zat Keçiören'in girişindeki tepelerde (Fatih Sitesi) Muhammed Raşid Hz.leri, Bediüzzaman beraberlerdi. Büyük zat, bana döndü dedi ki, Bediüzzaman geçen yüzyılın kutbu idi, Seyda da bu yüzyılın kutbudur. 15 gün sonra da zahiri hürriyetle tanıştım. Keçiören'de devletin bir müessesinde çok önemli görevleri ifa ettirdiler.''

Neslimiz mana ve madde planında yeni fetihler yapmak istiyorsa Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, M. Zahid Kotku, M. Raşid Erol (k.s) gibi gönül erleriyle bir bütün olmak zorundadır. İnanıyor ve iman ediyoruz ki, bu ruhla maneviyat sofrasının ev sahipliğini Müslüman-Türk milleti yapacaktır. (Maneviyat dünyasının keşfidir).

Efendimiz; seni tanımak, nefesinden nefeslenmek, nazarlarına uğramak ne büyük şerefti, bizleri şerefyab eylediniz.

Şefaatinize nail olabilmek için imanla teslim-i ruh etmeyi Allah bizlere nasip etsin. Ülkemize ve insanlığa sizleri yüzler-binler olarak ikram etsin, lutfetsin.

O, (Seyda) Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca sünnete ittiba, sadatlara mutabaat etti. Yüz binlerce, milyonlarca insanı dünyadan ahrete bağladı. İnsanları zulmetten mutluluğa, çirkeften güzelliğe, dalaletten kurtuluşa, hicrete vesile oldu.

Efendime binler selam...

Efendime (k.s) binler Fatiha...

Kaynak: Kamer vakfı Bülteni ve Alperen Dergisi.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2469/selcuk-ozdag-ve-yusufiye-cilesi.html