NAMIK KEMAL ZEYBEK NE DEDİ?
NAMIK KEMAL ZEYBEK NE DEDİ?
(Namık Kemal Zeybek Kâhta Kaymakamı iken gönül sultanından nasıl etkilendi? )
DERLEYEN:ALPEREN GÜRBÜZER
Ülkücü Harekâtın eğitici kadrosundan, aynı zamanda Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek bakın o Gönül Sultanından nasıl etkilenmiş, izleyelim:
Bendeniz 1974 yılında Seyda Hz.lerinin oturduğu Menzil Köyü’nün bağlı olduğu Kâhta’da kaymakamlık yaptım.
Babamdan ve babamın kütüphanesinden aldığım bilgi birikimi ile tasavvuf hakkında biraz bilgim vardı. Hz. Mevlana’nın kitaplarını, Muhyiddin Arabî’nin kitaplarını ve bulduğum diğer kitapları elimden geldiği kadar okumaya çalışıyordum. Ama şöyle düşünüyordum:
“Bu büyüklerimiz tasavvuf tarihi içerisinde görev yapmıştır ama bu asırda yoktur onlar gibi... Yani bu yüzyılda bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir İmam-ı Rabban-i, bir Şah-ı Nakşibend-i, bir Abdülkadir Geylani gibi tasavvufi anlamda bir mürşid artık mümkün değildir” diye. Ne zamana kadar? Kâhta’da Seyda Hz.lerini tanıyıncaya kadar, bu kanaatim devam etti. Kâhta’ya kaymakam olarak geldikten sonra tabii olarak Menzil köyünde oturan Seyda Hz.lerini çokça duyar oldum. Aleyhinde konuşanlar oluyordu, lehinde konuşanlar oluyordu. Kendisine bağlı insanlar yanıma geliyordu. Kendisine şiddetle karşı olanlar da yanıma gelip anlatıyorlardı. Tabii bir nokta vardı, kendisine bağlı olan insanlar Seyda’ya bağlı olan insanlar ve aynı zamanda vatana millete, vatanın birlik ve bütünlüğüne, ahlaki değerlere bağlı insanlardı. Buna mukabil vatanın birliğine, milli ve manevi değerlere husumet içinde olan insanlar da onun aleyhinde konuşuyorlardı. Bu benim için bir ölçü oldu. Fakat hepte o yılların biriktirdiği artık bu asırda böyle şeyler yoktur düşüncesinden doğrusu kendisiyle tanışmak istemiyordum. Köye bir kaymakam olarak gittiğim zaman okula gidiyordum. Hemen okula yakın bir evi vardı. Takriben bir ay sonra benim zihnimde bir mesele anlatıldı. Mesela, şu yakın vilayetlerden bir şeyh demiş ki (Gavs Hz.lerine demiş.):
“Gelsin ateş üzerinde duralım bakalım, kim daha çok durabilecek.”
Bunun üzerine Gavs Hz.leri de demiş ki:
“Ben ateşten korkuyorum, ateşten korkmasam zaten bu işlerle uğraşmam.”
Bu söz bana çok latif geldi ve bir tanışmak istedim. Gittim, gidiş o gidiş... Yani kendisini tanıdıktan sonra (Seyda Hz.lerini tanıdıktan sonra) kafamda birçok sırlar çözüldü. Tabii birçok sırlarda oluştu, sonra o sırlar çözüldü.
İşin ilginç yanı Seyda Hz.lerinin etrafında yüzlerce, binlerce belki de milyonları aşan insan var ama kendisi çok fazla konuşmuyor, insanlara hitab ederek kazanmak diye bir şey yoktur. Sohbetleri vardı. Benim hayatımda bir olayla kıyasladım bu hali. Kaymakam olduğum yıllarda, her bulunduğum yerde, elimden geldiğince içkiyle, kumarla ve topluma zararlı olan kötü alışkanlıklarla mücadele ediyordum. Hatta bu yüzden Dünya Yeşilaycılardan bir madalya aldım Türkiye’de... Gün içinde içki çok fazla tüketiliyor ve halkı muzdarip ediyordu. Doktoru, müftüyü ve diğer halka hitap edebilecek kişileri topladım. Ben konuşuyordum ve içkinin zararlarını anlatıyordum, doktor, avukat anlatıyor her yönden içkinin insanlara ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Böyle bir toplantı yaptım. Toplantı bittikten sonra, lokantaya misafirlerim vardı yemeğe gittim, baktım en önde oturan ve ben ne dersem başını doğru doğru diye sallayan bir muhtar rakı içiyor. Şimdi bu bir unutmadığım olay. Çok uzun uzun saatlerce anlattım: İçki zararlı, sağlığına zarar verir, ailene, kesene ve topluma zarar verir falan... Güzelde nutuklar söylüyorduk, tasdik ediliyordu, başlar da sallanıyordu ama sonunda o muhtarı içki içerken gördük, rakıyı koymuş içiyordu.
Bir başka olay daha gördüm Menzil’de. Seyda Hz.lerinin yanına gelen bir çok alkolik, içki içen demiyorum alkolik... Yani alkol hastalığına yakalanmış da bundan kurtulamayan insan onun çok küçük bir telkiniyle “bir tövbe” bir de “içme senden Allah razı olsun” sözüyle birdenbire içkiden kurtuluyor, hali değişiyor ve yüzü değişiyor. Yani bir insanda iki tane rengin olduğunu ben gördüm. Dün gelmiş yüzü simsiyah, bugün tövbesini almış ertesi gün, güzelleşmeye başlamış ve bir müddet sonra bakıyorum bu insan bambaşka bir insan olmuş. Seyda Hz.lerinin yanında çok söz söylemeye yahut onun söz söylemesine gerek kalmıyordu. Sadece onun yanında oturmak insana öyle huzur veriyordu ki, o anda sanki çok uzun vaizler dinlemiş, çok kitaplar okumuşçasına insanın içinin yumuşadığını, içinin insanlara sevgiyle dolduğunu, insan içinin hoşgörüyle dolduğunu ve insanın İslâm’a doğru yöneldiğini hissediyordu.
Bir defa tanımıyanların peşin hükümleri var. Türkiye’de tasavvuf nedir? Mutasavvıflar kimlerdir? Tarihte ne yapmışlardır? Bugün ne yapmaktadırlar? Bunlar yeteri kadar bilinmediği için, bir kara propagandanın tesiriyle ne yazık ki peşin hükümle iyi bakılmıyor. Ama ben şunu gördüm; Kâhta’ya gittiğim zaman benim de görevim bulunduğum yerdeki insanlarla ilgili rapor yazmaktır. Eski raporlara baktım, yani benden önceki kaymakamların tamamı Seyda Hz.leri ve Menzille ilgili müspet rapor yazmıştır. Burası ve buradaki insanlar siyasetle uğraşmazlar, devletin ve milletin birliğine bağlıdırlar. Şunu da ilave etmeliyim ki:
Gavs Hz.lerinin o köye yerleşmesi, Seyda Hz.lerinin o köyde bulunması ve sonra dergahın orda da devam etmesi, anlayanlar için devletimiz ve milletimiz bakımından büyük bir nimettir. Seyda Hz.lerinin bağlıları ve öğrencileri arasında hem doğudan, hem kuzeyden, hem batıdan ve Türkiye’nin her yerinden gelen insanlar var. Orda ideal kardeşlik bilinci ve kardeşlik hali gerçekleşir. Menzil’de devlete ve millete sadık, işini iyi yapan insanlar ortaya çıkar. Doktorsa daha başarılı, daha diyergam, daha başkalarını düşünen, daha iyi bakan doktor haline gelir. Tasavvufun maksadı da zaten budur. Bütün insanlara, herkese hoşlukla bakmaktır. Fakat ne yazık ki zaman zaman anlamaz insanlarda o bölgede görev yaptılar ve bir dönem hem de Seyda Hz.lerinin orada bulunmasının gerekli olduğu dönemde bir takım anlamaz, bilmez sığ görüşlü insanlar, onun bulunduğu yerden koparılmasına ve Çanakkale’de oturmasına sebep oldular. O bir tarihi yanlıştı, sonra o yanlış anlaşıldı ve kaldırıldı.
Yine bir başka ilginç nokta bazı bürokratlarımızın ifade bakımından, doğrudan şahit olduğum bir olay. Bir gün yıllar sonra, yani kaymakamlık yaptıktan sonra, 1978 yılında yolum Kâhta’ya düştü ve Menzil’e gittim. Seyda Hz.leri köyün dışına çıktığı zamanlar giydiği elbisesini giymişti ve arabaya binmek üzereydi:
“Efendim, nereye gidiyorsunuz” dedim. Tebessüm etti ve:
“Kâhta’ya gidiyorum, ifade verecem” dedi.
Sonradan ne ifade vereceğini öğrendim. Daha önce de belirttiğim gibi, Seyda Hz.lerinin yanına çoklukla alkolikleri getirirlerdi. Bir şifahane gibi, bir hastane gibi yakınları, hatta bazen ona haber vermeden getirirlerdi. Veyahut kendileri kurtulmak isteyenler gelirlerdi. Çoklukla ve onlar o dertten kurtularak giderlerdi. Tabii insan içinde onarılmaz yara varsa, ona hiç kimse müdahale edemez. Bazı cihazlar bozuk oluyor, tamiri mümkün olmuyor. Mesela benim evimdeki televizyon bozuksa, merkezi televizyon istasyonu ne yapsın? Bizim Karadeniz illerinden birisinde içkicileri toplamışlar ve getirmişler hepsi kurtulmuş. Fakat ne olmuş? Böylece o ilde Tekel satışları düşmüş, talep azalmış. Çok ilginç o ilin Tekel başmüdürü savcılığa başvurmuş, yani tevkif etmiş. Suçlu kim? Suçlu Seyda Hz.leri. Suçu Devlete alkollü içkilerin satışını önlemek suretiyle zarar vermek, böylece devletin elde ettiği kazançtan mahrumiyetine sebep olmaktır. Böyle çok ilginç bir olaydır. Tabii suç duyurusunda bulunulmuş. Nitekim bu olay Kâhta savcısına intikal etmiş. Kâhta savcısı da kendisine gıyabeten verilen duyurudan hareketle ifade almak görevini yapmak üzere Seyda Hz.lerini çağırtmış ve istemiştir. Seyda Hz.leri de yüzünde hoş bir tebessümle gitti, ifadeyi verdi. Tabii ki böyle saçma sapan bir şey olamazdı ama neticede ne oldu? Takipsizlik kararı verildi. Fakat Seyda Hz.lerini köyden alıp Kâhta’ya kadar çağırmak ifadesini almak durumu doğdu. Maalesef Türkiye’de böyle bürokratlarımız oldu. Tabii bakış açısından ifade ediyorum.
Seyda Hz.lerini varlıklı bir aileden gelir, hem manevi yönden hem de maddi bakımdan. Manevi yönden Seyyiddirler, Seyda sözü de ordan gelme bir sözdür ve ehli beyttirler. Onlar Hazreti Peygamberin Sülalesinden gelmektedirler. Bu nokta önemlidir. Ayrıca maddi zenginlik de var. Zenginlikte orda toprakları var. Topraklarından elde ettikleri ürünü ne yapıyor? O ürünü gelip giden insanlara veriyor. Yani binlerce insan geliyor. Tabii manevi bereket de var. Hatta bazen onbinlerce insan geliyor: Çorba var, çorba dediğiniz dergâh çorbası. Bir nevi besleyici yemek. O çorba, o ekmeği yediğiniz zaman, başka bir yemeğe lüzum kalmadan oradan istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Gelene sorulmuyor, sen kimsin? Nesin? Müslüman mısın? Hıristiyan mısın? Musevi misin? Dinsiz misin? Bölücü müsün? Nesin kimsin diye sorulmuyor. Gelen kim olursa olsun sofralar açılıyor, ekmek veriliyor ve yemek veriliyor. Söylenildiği gibi müritlerinden herhangi bir şey almak değil, bilakis veriliyor. Yanına gelen insan adam oluyor insanoğluna ikramda bulunuluyor. Ancak bakarsın bu hadiseyi birileri bilmeden anlamadan yanlış değerlendirebiliyor. Bu vesileyle şunu söylemek istiyorum. Bizi dinleyen ve devletin herhangi bir yerinde görev yapmakta olan insanlar var ise şunu söylüyorum:
Bu insanlara karşı yani Türkiye’deki maneviyat büyüklerine karşı peşin hükümlü olmaktan vazgeçin. Bakın ne yapıyor bu insanlar. Bunlar devletimiz içinde, milletimiz içinde, insanımız içinde ve insanlık içinde yararlı insanlardır. Bunu iyi tespit etmek lazım. İstisnalar yok mu? Olabilir ama istisnayı arayın ve bulun. İstisnaları kaidede bitirmeyin. Zamanla birçok gerçekler ortaya çıkıyor. Bunlar zamanla çıkacak ve çıkıyor. Fakat esas olan peşin hükümden kurtulmaktır.
Bir nokta ifade etmek istiyorum bu vesileyle; Bendeniz, yine ziyaretlerimden birisinde Seyda Hz.’lerinin yanında iken bir insan bir görevle geldi. Görev bir büyük politikacının elçiliği ve istenen şuydu: Seyda Hz.’leri ve bağlıları o siyasi partiyi desteklesin. Geniş bir çevre. O zaman söylenen söz bir milyon bağlısı var deniliyordu. Bir milyon bağlı demek beş milyon demektir. Eğer hesab yapılırsa, hanımı yakınları ve kardeşleri falan derken beş milyon oy demektir. Beş milyonda çok büyük oydur. Ve selamlarını söyledi, talebini söyledi ve açıklamalarda bulundu. Seyda Hz.’lerinin cevabı şu oldu:
. Biz siyaset yapmayız. Biz hiç kimseye, şu partiye oy verin, bu partiye verme veya verin demeyiz. Çünkü bize gidip“Biz Allah yolunda hizmet ediyoruz. Bizim işimiz insanlara İslâm’ı ve insanlığı anlatmaktır gelen insanlar arasında her partiden insanlar var. Bizim işimiz o değil, o siyasetçilerin işi.”
O arkadaşımıza tekrar şunu söyledi:
“Buyurun siz yapın siyasetinizi, ama biz yapmayız” dedi. Seyda Hz.’lerinin bu veciz sözleri ibret olayıdır ve örnektir.
Efendim başka tarikatlar da var Bir başka hususu da belirtmek istiyorum:, vesairelerde var diye bir soru kendisine yöneltildi. Malumunuz Türkiye’de birçok tarikatlar, dini gruplar ve cemaatlar var. Söylediği şu oldu:
“Hepsi biridir. Hiçbir ayrım yoktur. Nakşibendî, Kadiri, Rufai yahut ta şu bu ne olursa olsun hepsi birdir. Yeter ki doğru olsun. İslâmi ölçüler içinde kalmış olsun Hiçbir ayırım söz konusu olamaz.”dedi. Yani dini gruplara bakışı budur ayrıca insanlığına da bakışı da... Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle işte bunlar Peygamberin varisleridir. Yani ışık alimi ve bilim de ufkuna ermiş insanlardır. Tabii olarak bir tesir meydana geliyor Seyda Hz.’lerinin çevresinde.
Biz işin kıyl-ı kal’ındayız. Yani edebiyatındayız. Ben kendim için söylüyorum edebiyatı da güzel ama Büyüklerimizin yanında rahat söz söylemek düşmez. Asıl söz onlarındır. Bizim Türk-İslam büyüklerinin bir sözü var. Methiye tarzı söz söylendiği zaman ve dilekler, temenniler yapıldığı zaman; “Söylediğiniz gibi olsun” derler. Büyüklerimizden aldığım sözlerden takliden aşkı ifade etmeye çalışıyım.
Ne aşkı? Tasavvufun esası aşk. Ne aşkı? Allah’a aşk: Eğer Allah aşkı yoksa tasavvuf hali zor, mutasavvıfın işi zor. Aşk gelince de bütün problemler bitiyor. Ahmed Yesevi Hz.leri, “aşkı olmayanın ne dini var ne imanı” diyor.
Bütün bunların amacı Hz. Cibril’in soru sorma suretiyle Hz. Peygambere söylediği; İslam ne? İman ne? İhsan ne? Sorularından İhsan’a verilen cevab da Allah’ı görür gibi ibadettir ve kulluktur diye ifade ettiler Peygamberimiz... Allah’ı görür gibi ibadet aşkın tekemmül ettiği ve olgunlaştığı an gerçek din, gerçek iman galiba bu.
Tabii bu hamur İmam-ı Rabbani Hz.lerinin mektubatta buyurduğu gibi; çok su götüren hamurdur. Mektubatta çok çok bu sözü söylüyor ama şunu ifade etmekle yetinelim. Yunus Emre; “aşk gelecek cümle eksikler biter” diyor. Demek ki, aşk gelmeyince eksiğiz ve noksanız. Hz. Mevlana büyük çağrısına aşkı o Mesneviye yazarken o neyden dinle ki ayrılıklardan bahsediyor. Şikâyet etmede ayrılıkları ve ney’i anlatıyor. Ayrılıklardan şikâyeti anlatıyor. Kamış nerden ayrıldı? Kamışlıktan insan nerden geldi? Hakiki insan O’ndan, Allah’tan geldi. Şimdi O’na gitmek işte aşk bu...
Hani biz “hay’dan gelir huy’a gider” gibi söyleriz ya. Hâlbuki o öyle değil Tasavvufi güzel bir söz:
“Hayy’dan gelir Hu’ya gider” Yani Diriden (hayattan) gelir, O’na, mutlak varlığa ve Zat’a gitmek. Aşk bu ve aşk olmazsa işimiz zordur. Dileriz ki, Allah hepimize aşkı nasip etsinde işimiz kolay olsun, belki yola gireriz. Onun için aşka ihtiyacımız var ve O insanlara da muhtacız. Sohbetimize mevzuu olan insan gibi, insanlara ihtiyacımız var.
Peki aşk gelen insan hayatta kesilecek mi? Burda Bahaüddin-i Buhari Hz.lerinin bir sözü var: Mina pazarında bir genç gördüm, elinden çok büyük miktarda binlerce dinarlık alışveriş geçiyordu. Kalbinde Allah’tan gayrisi yok” diyor. Burada ışık şahsiyet, nur insan neyi söylüyor? Söylediği şu. Müslüman’ın yola girenin işleri olacak, hayattan kesilmeyecek, büyük miktarda alışveriş de yapacak, ticarette yapacak. Zahiri bilimler de yapacak, emek harcayacak, çalışacak ancak kalbinde Allah’tan başka ve Allah’tan gayrisi olmayacak kalbinde. İslâmiyet’te, İslâm tasavvufunda hayattan kesilmek yok. Böyle melul melul dolaşmak filan bir hal olarak zaman zaman gelir olabilir o ayrı. Bazı üstün insanlar adeta daha hızlı hareket etmek, daha yükseklere sıçramak ve daha uzun mesafeler aşmak için biraz hayattan geri çekilebilirler zaman zaman. Ama sonra tekrar hayata geri gelebilirler. O gerilemekle hayattan kopmak değildir, o daha büyük işler yapmak için zaman kazanmaktır ve zamanı iyi değerlendirmektir. Kural olarak hayattan kesilmek diye bir şey yoktur.
Seyda Hz.lerinin Çanakkale’ye gidişi manevi bakımdan o olmalıydı, o oldu. Fakat bizim açımızdan bakarsak bu devleti yönetmek mevkiinde olan insanlar açısından bakarsak çok büyük bir yanlışlık yapılmıştır. Tabii o yanlışlığa genel olarak devletimi ve devletin karar mekanizmalarını kusurlu görmek doğru değil. Çünkü uzun yıllar devletimiz o konuda doğru teşhis koymuş. Büyükler zaten kusur görmez. Fakat birileri ne yazık ki, çokça karşımıza çıkan birileri orada da karşımıza çıkmışlardır. Son derece yararlı bir insanı, bırakalım tasavvufi ve maneviyatı, tamamen pratik açıdan faydalı açıdan alsak bile gelin öyle yaklaşalım. Yani pragmatist, bakalım faydacı bakalım, çıkarcı bakalım, nasıl bakarsak bakalım. Ne isteniyordu da o insan alındı Çanakkale’ye gönderildi. Ne oldu? Efendim ziyaretçileri çoğalmış, o ziyaretçilerin sana her anlamda faydası var. Oraya giden insanlar daha iyi vatandaş haline geliyorlar. İyi insan, iyi vatandaş oluyorlar. Sen iyi vatandaş, iyi insan olunmasını istemiyor musun? Ama bu yanlış çokça yapılıyor. Bu durum Seyda Hz.lerine zarar mı veriyor? Hayır, Seyda Hz.leri için belki her yer bir. Zahirde bir eksiği varsa o tamamlandı. Galiba 63 yaşında vefat edişi de bir başka hikmet.
Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği için Ahmed Yesevi Hz.’leri 63 yaşında yeraltına girdi. Orda büyük hizmetini devam ettirdi. Tabii onuda doğru anlamak lazım. Yani 63 yaşındayken yeraltına girdi ama ondan sonrada uzun yıllar boyunca orda öğrenci yetiştirdi ve onları gönderdi. Tabii Seyda Hz.leri de 63 yaşında yeraltına girdi. Yahut öyle takdir edildi. öyle oldu ama, hizmeti de bitmedi. Orda hizmeti devam ediyor.
Aklıma özellikle Hz. Mevlana’nın Hocası, mürşidi ve yol göstericisi Seyyid Burhaneddin Hz.’lerinin sözü geldi. Diyor ki:
“Yüz müslüman birbirini sevse, içlerinden hangisinin mertebesi yük*e hepsini o mertebeye yükseltirler ki oraya ayrılık girmesin”
Sevse, yani sevse diyor. Şimdi ben kendim için kurtuluş yolu olarak, bu büyük insanları sevmeyi ve sevenleri sevmeyi o sevenlerle birlikte bulunmayı kendim için bir kurtuluş yolu gibi görüyorum.
Esas olan şimdi sevginin tabii sonucunda hoş görüdür. Böyle düşünüyorum ama başkaları da başka türlü düşünebilirler. Onları yaratan da Allah. Bir hikmete binaen yaratmıştır onları. Dolayısıyla Yunus Emre’nin bir sözü gündeme geliyor:
Yaratılanı hoş görmek
Yaratandan ötürü.
Mademki, bunları da Allah yaratmış bir sebebe binaen yaratmış. Belki o olmazsa bu olmaz. Yaratılış hikmetleri içinde O’nun da bir yeri var. Neyin yeri var? Biz de farklı düşünenlerin yeri var mutlaka. Öyle ise ikinci kural hoşgörü kuralı olmalıdır. Birbirimizi hoş görmeli. Bunu dar anlamda İslâmi gruplar için söyleyeceğim, bir örnekle ifade edeceğim:
İmam-ı Rabbani Hz.lerine soruyorlar. Bu semah, sema, raks ve mevlit için ne düşünüyorsunuz?
Diyor ki:
“Bunlar bizim yolumuzda yok”.
Kendisinin yolu malum. Müceddidi El-fisani ikibin yılının yenileyicisi ve Nakşibendi yolunun en büyük kol başlarından birisi. Bizim yolumuzda semah, sema, raks, musiki yok diyor. Yani musiki dini anlamda musiki yok. Bunlar bizde yok ama Kadiriler ve Mevlevilerde var. Onun için sesimizi çıkarmaz kötü konuşamayız, diyor. Bu anlayış ne güzel anlayış. Bunu ben böyle anlıyorum ama o öyle anlıyor, kötü konuşamam ve aleyhine konuşamam. Şimdi bu anlayışı tüm cemiyete yayarsak kendimizi daha da geliştirmiş oluruz. Siz bizim fikrimize karşı çıkarsanız biz fikrimizi size benimsetmek için fikrimizi daha da gelişkin hale getiririz, siz de fikrinizi gelişkin hale getirirsiniz. Esas olan bütün cemiyetin kazanmasıdır. Bu hoş görü içerisinde birbirimizi sevmek, farklı görüşlere, farklı tasavvufi anlayışlara, farklı tasavvufi büyüklerine, farklı dini kavrayışlara, farklı mezhep anlayışlarına, farklı dinlere, farklı felsefi anlayışlara, farklı siyasi görüşlere hoş görü ile bakmayı dileriz.
Hoş görü kendi fikrinden vazgeçmek değil. Kendi fikrini savun. Fakat başkasının fikrine de savunmasına da bırak hoş görü göster, o da savunsun, o sana uyar. Bütün toplum böyle gelişir. Galiba anlaşmamız gereken ve yavaş yavaş ulaşmakta olduğumuz güzel takım öncü anlayış bu. Bizim buna şiddetle ihtiyacımız var.
Yunus Emre;
“Ölen hayvan imiş
Âşıklar ölmez” diyor. Bu mana da Seyda Hz.leri gayet tabii ölmedi. Hz. Mevlana’nın bir sözü var:
“Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası”
Bediüzzaman üç türlü hayatı anlatırken, hayatın üç türü var derken birisi de bu büyüklerimizin bir başka biçimde yaşamaya devam ettiklerini ve oradan insanlara yardımcı olduklarını ifade ediyor. Dolayısıyla diyoruz ki, Bunlar ölmediler, yer değiştirdiler. Yardıma oradan da devam ediyorlar. Belki ampuldüler, enerji haline geldiler. Şimdi o ampulleri dünya da bizlere bıraktıkları ampulleri vasıtasıyla aydınlatmaya devam ediyorlar.
Onlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.
dedekorkut1
27 Aralık, 2018 - 11:31
Kalıcı bağlantı
12 Eylül din mazlumu
12 Eylül din mazlumu
SELİM GÜRBÜZER
Bakmayın siz öyle başlığa bakıp ta 12 Eylül mazlumu dememize, aslında o mazlumluk hakikatte manevi makam alması içindir. Nasıl ki, bir müminin ayağına diken batsa günahlarına kefaretse, veli kullar içinse o diken manevi makam kat etmektir.
Düşünsenize o çile dolu yılları, asıl dert davaları sağ sol kavgalarına son verip akan kanı durdurmak değil, bağcıyı dövmekti. Hem nasıl oluyorsa 12 Eylül öncesi dökülen kan ihtilalin ilk gününde bıçaktan kesilir gibi bir çırpıda durabiliyor. Hadi bu neyse de, darbe heveslilerine 12 Eylül öncesi akan kan için daha ne duruyorsunuz denildiğinde ‘olayların daha da olgunlaşmasını bekliyoruz’ tarzında verdikleri beyanatlarla bariz bir şekilde akan kana çanak tuttuklarını görüyoruz. Evlat acısından yoksun böylesi darbe zihniyetinden başka bir şey beklenemezdi zaten. Darbe yaptılar da ne oldu? Bir yandan devletin temeline dinamit koymak isteyen beşinci kol faaliyeti zihniyetle, devleti ebed müddet bilen yerli zihniyeti aynı kefeye koyup her iki tarafı da 12 Eylül zindanlarında çürütmekle sözüm ona güya denge sağladığını gözümüzün içine baka yaptı. Yine bu sinsi denge hesabıyla meydanlarda dedesinin imam olmasından dem vuraraktan halkın gözünü güya bunla boyayıp ehlisünnet çizgisi üzere olan ehlisünnet cemaat ve ehli tarikleri irtica kapsamında hedef tahtasına oturttu. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyordu. Sanıyordu ki dipçikle milletin derin irfanını yok edecekti, etrafına dizdiği apoletli kurmaylarıyla birlikte tek güç ‘ben’ diyordu habire. Nasıl güçse 98 yaşında öldüğünde neredeyse cenazesini kaldıracak adam çıkamaz oldu, hatta arkasından doğru dürüst bir topluluk bile bulunamadan mezara uğurlanıverdi. İlginçtir bir zamanlar hedef aldığı Gönül Sultanı vefat eder etmez teninin daha sıcaklığı soğumadan bir anda Ankara’dan uzun araba kuyruklar eşliğinde Menzile uğurlanıp Fatihalarla defnedilirken, kendisi ise vefat ettiğinde adeta kral çıplak olarak defnedilmiştir. Tabii onların bir hesabı vardıysa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Kaldı ki Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler. İşte kınına dokunanın bir bilmediği gerçek vardı ki, o dokunuşun yanına kâr kalmayacağı gerçeğidir. Her ne kadar o Gönül Sultanı “Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir” düsturuyla kendine reva görülen sürgün çilesini göğüslese de Yüce Yaradan (c.c) yarattığı dostum dediği veli kullarının kınına dokunup ta inciteni hem bu dünyada hem de öteki dünyada karşılıksız bırakmıyor. Zira Yüce Allah (c.c) ‘Her kim veli kuluma düşmanlık ederse bende ona karşı harb ilan ederim…” beyan buyurmakta (Buhari hadis). Anlaşılan kul affetse de Allah affetmiyor.
Evet, darbe yılları tam manasıyla kâbus yıllardı, sıkıysa 12 Eylül sonrası Kenan Evren aleyhine bir kalem oynatıla, hemen hakkından geliniyordu, Fakat onca aldığı sıkı tedbirlere rağmen Allah gözünden bir şeyi kaçıracak ya, evdeki hesap çarşıya uymaz misali düşündüğünün tam tersine Özal’ın iktidara gelmesiyle birlikte şok hali yaşayacaktır. Yani tüm hesaplarını altüst edecek bir gelişmeydi. Öyle ki, Özal başbakan sıfatıyla daha ayağının tozuyla iş başı yapar yapmaz kendisine yaptığı ilk teklif o Gönül Sultanının mecburi ikametinin kaldırılması olacaktır. Ki, bu teklif midesini bulandıracaktır. Midesini bulandırması da gayet tabiidir. Çünkü cibilliyeti buna müsaitti, nasıl bir cumhurbaşkanıysa her türlü onursuzluğu midesi kaldırabiliyor, söz konusu milletin baş tacı ettiği Gönül Sultanı olunca midesi bulanıyor. Ne diyelim, kendince çağdaşlığın ölçüsü bu ya, bu çağda da sevgi ocağımı olur, evliya mı olur handikabına düşmüştür. Sanki kendisi apoletli kurmaylarıyla birlikte aya füze fırlattı da onu engelleyen olmuş, oysa ne dedemizin şalvarı cübbesi, ne sakalı sarığı, ne de nenemizin eşarbı hiçbir şeye mani değildi. Nitekim kendini çağdaş sanan bu zavallıcık diktatörün ölümüyle birlikte yalnız başına toprağa karışması tüm ufuksuzluğunu ortaya koymaya yetmiştir. Dedik ya ufku dar adamdan başka ne bekleyebilirdik ki. İlla bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; bu aziz milletimizin gönül aynası, feraseti ve derin sinesidir elbet.
İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da gönül aynamız onlar sayesinde aydınlanmakta. Çünkü sevgi ocakları her türlü fitne fücurun panzehiridirler. Besbelli ki dünya döndükçe hak ve batıl arasında kavga bitmeyip devam edecektir. Hele ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Onlar sanal düşman üretmeye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz. Çünkü Allah’ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye.
Aklınca ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacağını sanıyordu, oysa çok büyük yanılgı içerisindeyri. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır) üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh ve yöntem önleyebilirdi ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır diyen bir manevi güç karşısında her tür sinsi tezgâhın tarihin çöplüğüne gömülmesi kaçınılmazdır.
O fırtınalı günlere bir bakınız, Fehmi Koru ve Taha Kıvanç (mahlas ismi) tek dert davası ‘Allah’ olan bir Gönül Sultanının varlığına tahammül edemeyenlerin düştükleri hazin durumu köşesinde nasıl analiz ediyor bir görelim:
ZIRVA TEVİL GÖTÜRMEZ
Türkiye'de bir ''yetkili bunalım'' var. Başbakan Turgut Özal hükümetin başı ve yürütmeni ''en yetkilisi'' sıfatıyla ''İnançlara müdahale etmem ve ettirmem'' diye konuşuyor, ama bir başka ''yetkili''de gazete gazete dolaşarak inançlara müdahale edilmesi sonucunu getireceği umuduyla akıl almaz iddialarda bulunuyor. Adını açıkça vermediği için, ne derece ''yetkili'' olduğunu bilemediğimiz bu ikinci '' yetkili'' nin yetkisinin ''esas yetkili'' olması gereken Sayın Özal tarafından büyük bir yetkiyle elinden alınacağını umarız. İş resmen bir ara Fransız tiyatrocuların denediği absurd (zırva) piyeslere döndü. İşin adı ''zırva'' olunca ne yapılırsa seyircinin kabul etmek zorunda kalacağı piyeslere...
Şunları dikkatle okuyun: Türkiye'deki tarikatları kiliseler besliyormuş. Nakşibendîlerin Adıyaman Grubu'nun Şeyh'ine kiliseler destek sağlıyormuş.
''Bay yetkili''nin, muhabiri aracılığıyla, ''büyük gazete''yi fena halde işlettiği belli.
Gazetecilikte önemli olan mümkün olduğunca hatasız gazete çıkarmaktır. Haberler süratle aktığı için her aşamada denetim mekanizmaları söz konusudur. ''Zırva Haber'' muhabir tarafından yazılmıştır, ama gazetenin Ankara Haber Müdürü (Esen Ünür) ve büro temsilcisi (Ertuğrul Özkök) tarafından okunarak onaylanmıştır. Ardından Haber Merkezi'ne geçilip orada gazetenin Haberler Müdürü (Şevket Özçelik veya Mehmet Yaşın) tarafından okunmuştur. Manşet olacak değerde bulunduğuna göre Genel Koordinatör (Çetin Emeç)'de mutlaka bir göz atmıştır. Masa başı hazırlandığı için, muhtemelen gazetelerin bütün müdürlerinin katıldığı sabah toplantısına da getirilmiştir. Bunun anlamı, dün sabah biz okumadan önce en azından 25 kişinin o haberi gözden geçirmiş olduğudur. Bu kadar adamın eli değdiği halde bu kadar zırva!
Zırva1.Müslümanlara kilise desteği: Bütün dünyada her ikisi de yayılmacı (misyoner) din olduğu için, İslâm ile Hıristiyanlık arasında ciddi bir çekişme vardır. Kilise'nin babaları dünyanın hızla İslâm'a kaymasından şikâyetçidirler. Dünya Kiliseler Birliği ve Vatikan, İslâm ülkelerini Hıristiyanlaştırmak, ya da en azından İslâm'dan soğutmak için büyük çaba göstermektedir. Son yıllarda körfez ülkeleriyle birlikte Türkiye'de hedef ülke seçilmiştir. Demre festivali, İznik toplantısı gibi bahaneler, Yehova Şahitleri, İsa'nın çocukları türü örgütleri bu amaçla kullanılmaktadır. Gerçek bu olduğu halde, İslâmi kuruluşlara kiliselerin yardım edebileceğini yazmak için insanın aklından zoru olması gerekir.
EVREN VE MENZİL ŞEYHİ
Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren anılarının son bölümünü yine Milliyet Gazetesi'nde yayınlıyor. Milliyet, bu bölümün yayınına başlarken, ''En fazla tartışılacak bölümler'' ifadesini kullandı. Gerçekten Sayın Evren, yakın zamanlar üzerinde kalem oynattığında, daha fazla toz kaldırıyor.
Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu. Gerçi Milliyet gazetesinden dizi için bir para almayacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti. İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı. Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor. Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltte biteceği duyurulan anılara bir cilt daha ekledi. Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Dahası, anılar mali bir ihtilaf konusu bile olabilir yayınevi ile yazar arasında...
Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle ilgili. Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın işbaşına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş... ''Özal'ın tarikatçı olduğunu bilseydim, parti kurmasına izin vermezdim'' diyor.
Muammer Yaşar Bostancı'nın ''Paşalar Politikası'' adlı kitabında ustaca anlattığı o dönemle ilgili her şey daha yazılmadı. Sayın Evren şimdi atıp tutuyor, ama isteseydi bile Turgut Özal'ın seçimlere girmesini engelleyemezdi. İzin alarak darbe yapmışlardı, izni veren güç Turgut Özal'ın partisi için aracılık yapıyordu. Erkekse izin vermeseydi bakalım... O dönemde, Amerikalının biri gidip diğeri geliyor ve ANAP'ın seçimlere katılmasını engellememesi için Evren'i uyarıyordu.
Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubu muydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor. Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.
Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezasının kaldırılması konusu da işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Şeyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş... Evren, ''Midem bulandı'' diyor.
Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandırdı: ''O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden'' dedi. Cevaptan, Menzil Şeyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kalkmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.
Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin ''intikamını'' almış oluyorlardı kendi akıllarınca...
Şeyh'in sürgünden kurtulması için Turgut Özal 'da uğraştı mı doğrusu bilemiyorum. Menzil Şeyhi'ne yakın bazı kişilere sordum, onlar da hatırlamıyorlar. Fakat Kenan Evren'in başbakan adayı olarak ortaya sürdüğü, o zamanın MDP Genel Başkanı emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi. Bu biliniyor.
Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgeneraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' demesi üzerine, araya girmişti. Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?
Kenan Evren'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı... Bunun da doğru olmadığını bizler biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız. Sabah yazarı bakın ne diyor:
''Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor. Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş. Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.
''Evren, 'Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır' diyor.
''Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu.''
''Arkadaşlarımız döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardı.
''Bu da bizim bildiğimiz... ''
Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin doğrusunu öğrenirken, devletin başı, kulaktan dolma şikâyetlerle idare ediliyor ve ''Tarikatçı olduğunu bilseydim partisine izin vermezdim'' diyor.
Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankara'ya dönme sevdasında... Bizi de kahreden bu...
BİR MANEVİ ÖNDERİN KAYBI
Vefatın üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa bir araya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, ''İnsanın mürşidi ölünce içinde bir boşluk kalıyor'' dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamını bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...
Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kestirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gittiğini itiraf etmişti.
İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde birçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...
Başkaları, manevi hayatın dışında kalmışlar ''ölümü'' zor idrak ediyorlar. Çok kısa sürede olup bitenler onları şaşırtıyor olmalı. Cuma namazı sırasında vefat eden bir insan, sevenleri tarafından hemen köye götürülüyor, Şafii geleneğine uyularak vakit geçirmeden toprağa veriliyor... Ölümle toprağa verme arasında yalnızca 24 saat geçmesine rağmen on binin üzerinde insan Menzil'e gitmiş bile... Türkiye'nin her tarafından...
Şeyh Raşid Erol, vefatından sonra çıkan yazılardan öğrendiğime göre, öyle fazla konuşan bir ''mürşid'' değilmiş. Onu ziyaret edenler, Menzil'de buldukları ortamın etkisinde kalırlarmış... Daha doğrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavrıyla tebliğ yöntemi imiş onunki... Bağlandığı esaslar ve takipçilerinin izlemesini istediği ilkeler, varlığıyla etrafına örnek olarak insandan insana geçiyor olmalı...
Mana âleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannettikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin çevresinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile. Oysa Seyyid Raşid Erol, öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir ''mürşid'' di.
Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da Menzil'e çevirmişlerdi...
12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskân edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.
Kenan Evren, sonradan kitaplaştırdığı anılarında, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasına Şeyh Raşid Erol'un vesile olduğunu anlatır. Özal, sağlığı bozuk, sevenleriyle irtibatı kopmuş Şeyh'in sürgün hayatının sona ermesini talep etmiştir. Herhalde, bunu, uygun bir dille yapmış olmalı. 12 Eylül'ün kudretli lideri, ''Yaptığı teklif iğrençti'' gibi bir şeyler söyler.. Bir manevi liderin zulmüne son verilmesini iğrenç bulur Kenan Paşa...
Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdiği merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafından başarılamaz, ama yine onların kurduğu partinin başına getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yanında bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşınmasını sağlar... Ankara'daki kısa bir ikamet, ANAP İktidarının ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanır.
Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bulunmuş... Yeniden Doğuş Partisi (YDP) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotoğraflara baktım, çeşitli vesilelerle tanıdığı yığınla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bağlılıklarını sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bağlılığı olan bir yakınım, gitmesi mümkün olmadığı halde gitmediğinin ızdırabını çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi aynı duyguları paylaşıyor olmalı şimdi...
Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazını da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Mağazasında çalışanlar vefatı doğruladılar. Şimdi kim bilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...
Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.
TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haber vermekle yetindiler...
Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla on binlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...
Mekânı cennet olsun...
İşte görüyorsunuz Fehmi Koru ve Taha Kıvanç’ın tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalırken, Gönül Sultanı da 63 yaşında izini iz sürdüğü Yüce Peygambere mutabaat etmekle vuslata ermiştir. Zira vuslat kar beyaz gelinliktir, leke kaldırmayacağı muhakkak..
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2485/12-eylul-din-mazlumu.html