KENDİNİ YÖNETEMEYEN BAŞKASINI YÖNETEMEZ
KENDİNİ YÖNETEMEYEN BAŞKASINI YÖNETEMEZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir kişi kendisini yönetemiyorsa başkasını yönetmesi mümkün değildir. Kendini yöneten ailesini de yönetir. Unutma ki sizin aileniz aynı zamanda müşteriniz sayılır. Onları memnun edebiliyorsanız o zaman iyi yönetici olursunuz. Zaten en küçük işletme ailedir. Madem her şeyin temelinde aile eğitimi var, o halde aileyle de sınırlı kalmayıp sürekli dışa doğru gelişim içerisinde bulunmak gerekir. Zira Peygamberimizin buyurduğu gibi; “Bir günü bir gününe eşit olan zarardadır.”
Bir yönetici olayları iyi analiz edebiliyorsa işini bilen kaliteli bir yöneticidir. Müşteri varsa toplam kalite var demektir. Zira müşteri nimettir. Günümüzde toplam kalite yönetiminden dem vurulur, her nedense uzun vadede müşteriyi tatmin etme noktasında sınıfta kalmış durumdayız. O halde önce insan anlayışını yerleştirmek gerekir. İşin içine alt üst, makam, para pul girince en yakınımızdakini bile görmüyoruz. Dikkat edin büyük yöneticiler hep dışardan ithal. Oysa bir zamanlar dünyayı biz idare ediyorduk. Peki ya şimdi, artık biz idare edilen olmuşuz. Neyse ki; her on yılda yapılan ihtilal ve postmodern darbelerin ardından artık bizim diyebileceğimiz yöneticilerin çıkması bir nebze olsun yüreklerimizi rahatlatıp Türkiye’nin üzerinde uçuşan kara bulutların kalktığını muştular gibi.
Gün artık tüm çalışanların katılımına dayalı toplam kalite modelini hayata geçirme zamanıdır. Ki; ecdadımız; “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diye boşa dememiş. Nitekim bir zamanlar imece usulümüz bizim toplumumuza ruh veren güç kaynağıydı.
Menfaat varsa koltuğa sarılıp yöneticilik yapıyoruz. Koltuktan güç alanlar koltuğa güç katamadıkları için verimliliği düşürmekteler. Herkes lider olmaya çalışıyor, bu durumda çatışma çıkıyor. Elbette ki Türk insanının lider olma duygusu geninde var. Oysa bu işten kim iyi anlıyorsa lider o olsun. Dahası takım liderlerini seçmek gerekir.
Ayrıca lider seçmekle kalmayıp toplumla barışık özgü bir yönetim modeli ortaya koymalı. Bakın su damlası düştüğünde halkalar oluşturuyor. O damla biz olacağız ki etrafa faydalı olabilelim. Hatta ara sıra da olsa kendimize fayda üretebiliyor muyuz diye sormalı. Diplomayı duvara asmak marifet değil elbet, asıp ta ne oluyor ki; sanki topluma bir faydamız mı var? Diploma sana bakıyor, sen ona bakıyor, işte bu olmaz. Hala üniversiteyi bitirip sunum yapmayan öğrenciler var. Sunum yapsan bile her şey bitmiş olmuyor, ömür boyu kendini öğrenci hissetmelisin ki eğitim heyecanımız tükenmesin.
1950’lerde Almanyanın eğitim sistemini aldık, daha yeni yeni terk eder duruma geldik. Hatırlarsınız daha düne kadar tümdengelim eğitimiyle yetişiyorduk, neyseki tümevarım esas alabildik. 2012 yılında ise 4+4+4 sistemine geçtik. Fakat şurası muhakkak yeni sistemle yetişenler 20 yıl sonra ancak eskinin kalıplarından çıkıp, işte o zaman gerçek anlamda Türkiye çağ atlayacak duruma gelecektir.
İdeal yöneticilikte planlama, örgütleme, yürütme, yön verme, yöneltme, koordinasyon, denetim esastır. Güç oluşturmak için bilgi, uzmanlık ve karizmatik güç gerekir. Bir işletmeyi yönetirken eş güdüm içerisinde hareket etmek icap eder, yani bir birim çalışırken diğer birimin atıl kalması eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Dolayısıyla aynı performans içerisinde tüm birimler sergileyebilmenin yanı sıra, bütün birimleri birbirleriyle uyumlu olma şartı da aranmalı. Bu yüzden buna eş güdüm denilmekte.
Çalışanlar arasında hizmette yarış bilinci oluşturarak yetenekler ortaya çıkarılabilir. Keza çalışanlara değer verenler değişime ayak uydurabilir, gerektiğinde onların görüşlerine başvurup hem hemhal olmayı hem de dinlenmeyi bilmeli. Zaten hem sükût lehçesini, hem de beden dilini iyi kullanıp iletişim beceresi olabilenler gerçek manada yönetici olabiliyor.
Malum parayı yönetenler iktisatçılar, ekonomistler ve maliyecilerdir. İnsanı idare edenler ise işletme ve kamu yönetimi mezunlarıdır. Madem öyle bu iki kanaldan gelen kaynağı bilgi çağının gereklerine göre yeniden tasarlamak gerekir.
İyi bir yöneticinin değerini çalışanlar bilir. Tabiî ki başkalarının takdirini almak için yönetici olunmaz. Dolayısıyla bir yönetici en az şu özellikler olması gerekir;
—Astlarına değer veren,
—Astlarınca güvenilen,
—Gereksiz ayrıntıya girmeyen,
—Çalışanları hedefe yönlendirendir. İyi bir idareci aynı zamanda astlarının işini sevmesini sağlayan, çalışanlara takım ruhu veren, işini ve işyerini sevdirendir. Elamanlarınıza “ben liderim” demek yerine lider gibi davranmak en uygun olanıdır. Liderliğin hakkını vermenin yolu, hedefleri yeniden belirleme ve yapıcı eleştirilerde bulunmaktan geçer. Şayet bir kişi müessesede memnun değilse yönetim kademesinde bir problemin varlığını işarettir. Hele hele işleri savsaklamaya meyilli olanlar, ya da şikâyetten medet umanlar çalışma barışına katkıda bulunamazlar. Madem bir futbolcunu başarısı takım ruhuna uyumluluğu ile ortaya çıkıyor, o halde bir kişinin işyerinde başarısı da ekip çalışmasına verdiği önem derecesinde kendini ele verecektir. Her şeyden öte bir kere yöneticiliğe soyunan bir kişinin mükemmel becerilere sahip olması yetmez, projeleri baştan sona kadar yürütebilecek yeteneği de olmalıdır.
Bir liderde azami bulunması gereken özellikler ise şunlar olmalıdır;
—Yaratıcılık,
— Hassas,
—Vizyon sahibi(ileriyi gören),
—Katılımcı ve değişimden yana olan,
—Aşırı heyecanı olmayan, kolay sinirlenmeyen,
—Daha kolay geçinen arkadaşça ve sosyal,
—Temiz ve tertipli olan,
—Başkalarının ihtiyaçlarını bilip derdiyle dertlenen vs.
Şurası muhakkak her zemin ve şartlarda doğruyu söyle ki ne dediğini hatırlamak zorunda kalmayasın. O halde; hiç kimse sana senden daha iyi öğüt vermez diyen Cicero’ya kulak vermekte fayda var.
Yöneticinin başkanlık yaptığı toplantılarda istişareye önem vermek kadar, sürede önemlidir. İdeal toplantı süresi 45 dakikadır. Ayrıca ideal katılımcı sayısı azami 7 kişi olmalı ki toplantıdan maksat hâsıl olabilsin. Toplantıyı yöneten tarafsız olmalı, toplantı ortamının ısı seviyesi iyi olmalı. Toplantı sürenin ne zaman biteceğini zaman zaman bildirmeli. Mümkünse bir sonraki tarih ve saatini belirlemeli.
Değişimden bihaber yönetim, kurum dışı değişim hızına ayak uyduramayacağından o kurumda çöküş kaçınılmazdır.
En kötü karar karasızlıktan iyidir. Bu demek değildir ki her şeye balıklama dalınsın.
Zaman yönetimi çok mühimdir. Zira zaman su gibi akıp gitmekte, geri dönüşü asla yoktur. Dolayısıyla “Vakit nakittir” atasözünden hareketle zaman mefhumuna sil baştan yenilenen veya depolanması mümkün olmayan bir kaynak gözüyle bakmak icap eder. O halde her geçen gün ömürden geçtiğine göre her verdiğimiz nefes anı değerlendirmekte fayda var.
Kendini gereğinden fazla işe adamak zinde olmamızı engeller. Aceleci tavır zamana yönetimine ters düşer. Hayır diyememek çoğu zaman mantığın önünü hislerinin galip geldiğinin göstergesidir. Dolayısıyla önemli şeylere imza atılacak durumlarda hislerle değil mantık çerçevesinde hareket etmek lazımdır. Aksi takdirde işletme zarar görür. Aynı zamanda bir işletmede dağınık masa yorgunluğa verimsizliğe yol açar. Başkalarından önce kendimize çeki düzen vermeli, dağınık, hantal bir görünüm işletmenin ruhuna aykırıdır. Madem haftada 168 saatimiz var, o halde hızla ilerleyen saatleri nasıl değerlendiriyoruz muhasebesini yapmakta fayda var. Daima işi dakik yapmalı, bugünün işini yarına bırakmamalı. Acelecilik hataları beraberinde getirir. İşine hâkim olamayıp işini acele yürütenler bir hata yapacağından işini uzattıklarının farkında değillerdir. Şayet bir şey bilmiyorsan acele işe şeytan karışır. Ancak işini iyi bilirsen acele edersin. Çünkü hızlı yapanlar işini iyi bildikleri için hızlı yaparlar. İşini iyi bilmeyenler en ufak bir marangozluk işi için bile günlerini verdikleri olur. Oysa işin ehli daha ne yapacağımıza karar vermeden o işini bitirmiş olur. Zira işin ehli için vakit nakittir.
Velhasıl; iyi bir yönetici görevi devrettiğinde gök kubbede hoş seda bırakandır.
http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799
dedekorkut1
30 Nisan, 2013 - 23:55
Kalıcı bağlantı
BİRİCİK NUR YÜZLÜ KIZIM MERVE NUR
BİRİCİK NUR YÜZLÜ KIZIM MERVE NUR
SELİM GÜRBÜZER
Ayrılığın vakti geldi artık. Hoşça kal, biliyorum annen, baban ve kardeşinden ayrılmanın zor olduğunu, yine de sen tutku gözlerinden damlayan yaşı sil. Nasıl olsa geride unutulmayacak hatıralarımız var.
Yuvadan kopuş öyle kolay değil elbet. Anneni beyaz gelinlik içerisinde doğup büyüdüğü Karabük’ten alıp meslek hayatıma ilk adımını attığım İstanbul’a yola koyulduğumda ardımızdan anneannen ve dedenin mahzun bakışlarından bilirim. Karayoluyla önce Yalova’ya indik, ardından vapurla karşıya geçip İstanbul Anadolu yakasında Güzelyalı’da dünya evine girdiğimde bir gün çocuk sahibi olup senin beyaz gelinliğinle veda ettiğinde bunu daha da iyi anlamış oldum.
Daha sen dünyaya gelmeden önce Güzelyalı’dan Sultanahmet’e tren, vapur ve galata köprüsü üzeri yürüyüşle iş yerim Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezine gidiş gelişlerimin yorgunluğunu bir zaman sonra annenin; “Bir çocuğumuz olacak” müjdesi ancak dindirebilmiştir. Hele hele şu anne karnında ara sıra tekmeleyişlerin var ya, bir ömre bedeldi sanki. Tabii bazen sevinçle hüznü bir arada yaşadıklarımızda olurdu. Şöyle ki; hamilelik sürecinde ölçülen kan değerlerin çok düşük seviyeler de çıkması annenin moralini bozup karnında taşıdığı yavrusunun (senin) düşük doğma endişesine sevk etmişti. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmemişti. Hatta o süreçte İstanbul’un o akışkan hareketli hayatından daha sakin bir şehre gitme düşüncesi belirmeye başlamıştı. Nitekim o kararı almam zor olmazda. Derken Ankara’ya gelip Özal hükümeti döneminde Oltan Sungurlu’ya durumumu arz edip apar topar Balıkesir’e tayinimi aldırdım.
Evet, anne karnında yolculuğu seninle yaşadık. Balıkesir tanımadığımız bir şehirdi. Bir sofi vesilesiyle Balıkesir’de tâ Gavs zamanından beri vekil Hasan ağabeyimize göndererek yerleşim sıkıntısının giderileceğini söyledi. Derken Hasan ağabeyimle tanışma lütfüne eriştim ve evinde ağırlayıp balık ikram ettikten sonra Kamil Kaynaş’la tanıştırdılar. İyi ki de tanıştırmış, o kadar candan davrandı ki; “Hiç merak etmeyin evinize dönün eşyalarınızı toparlayana kadar yerleşeceğiniz evinizi biz buluruz” deyip oracıktan ayrıldım. Derken dönüşte eşyalarımızı toparlayıp anne karnında ilk nakli yolculuk gerçekleşip orada bizi dost Kamil Kaynaş kardeşim karşılayacaktır. Komşu oluruz da.
Artık hamileliğin 9 aylık süreci tamamlanma vakti yaklaşmıştı ki; hastane önünde o dostumla gecenin epey ilerlediği vakitte aldığım doğum haberi artık baba olduğumun müjdesiydi. Hastaneden eve geldiğinde annemin ve babamın yanımda kucağıma alıp sevdiğimde o an babaannenin şaşkın bakışları gözden kaçmaz. Öyle ki bir ara babaannen; “Büyük oğlumdan görmediğimi küçük oğlumdan gördüm” deyişini hatırlıyorum. Tabii bende babaannene; “Senin yanında, şunun yanında, bunun yanında sevmeyeceğimde kimin yanında seveceğim” diyebilmişim. Malum bizim doğup büyüdüğümüz Bayburt’ta evladını büyüklerin yanında sevme pek hoş karşılanmaz, olsun en azından böyle bir tabuyu kendi çapımda olsun yıkabilmişim.
Derken günler günleri kovalıyordu ki askerlik vakti yaklaşmıştı. Bizim aile efradı askere gittiğimde çocukları nereye koyup gidecek diye konuşurken bizde asteğmenliğin ilk dört ayında ev kirası ve askerlik harçlığımın yetip yetmeyeceği endişesi içerisindeydik. Ve askerlik şubesinden gelen yazımda İstanbul Tuzla çıkmıştı. Yalova’da ağabeyim vardı. Onlara dedim ki; “Görüyorum ki gerek Bayburt’ta annem ve babam, gerekse Yalova’da sizler eşim ve çocuğumu nereye koyacağı merak konusu. Oysa onların barınma diye bir meselesi yok, sonuçta Karabük’te olabilir. Dolayısıyla kimseye muhtaç olduğu için değil askerlik yapacağım yere yakın olması hasebiyle Yalova’da kalmalarına karar verdim.” Böylece bu çıkışımla tartışmalara son vermiştim. Belli ki herkesin derdi davası hanım tarafında mı, oğlan tarafında mı kalacak meselesi önemliymiş, kimsenin askerlik harçlığı var mı, kira meselesi var mı diye derdi yoktu zaten, hatta lafı bile olmadı. Yalova İskelesinden askere uğurlanışımda Allah kerim deyip vatani görevimi yapmak üzere vapura binişimde annene ve sana el sallayarak ayrıldım.
Vapur epey uzaklaşmıştı ki; denize seyre dalaraktan hep sizleri düşündüm, o an vapurun Kartal iskelesine demirlediğini fark ettim. Vapurdan iner inmez Kartal istasyonundan Tuzlaya giden trene bindim. Tuzla Piyade Okulu Komutanlığının kapısından girdiğimde asker olduğumu anladım. Yemin törenine 20 gün vardı. Bu süre zarfında hafta sonu ziyaretleri yoktu. Bu yüzden 20 günün geçmesini iple çekiyordum. Kolay değil yolumu bekleyen annen ve senin derin özlemi vardı içimde. Beraber çıkmıştık bu yola, acımızı neşemizi beraber paylaşıp yokluğumuzu belli etmezdik. Yemin töreni gelip çattığında aileler evlatlarının yanında bulunurken o törende yalnızdım, akrabayı taallukattan bir Allah’ın kulu yoktu. Neyse ki; bundan böyle hafta sonları Yalova’ya gidiş gelişlerimde sizleri görüp hasretlik duygumu gidermem o yalnızlığı unutmama yetmişti.
Tuzlada 4 aylık Yedek Subay eğitimin sonunda asteğmen öğretmen olarak Malatya’ya dağıtımım çıkar. O sıralar öğretmen açığını gidermek için böyle bir uygulama vardı. Ki; bu uygulamanın bana çıkmasına çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki; hem küçük yaşlardan beri öğretmen olma duygusunu bu sayede tatma fırsatını elde etmiştim, hem de askerliğimi sivil olarak beraber geçirecektik. Nitekim vatani görevimin 12 aylık kalan süresi boyunca bizim için gerekli bir yer yatağı, bir katalitik soba ve birde açılır kapanır çocuk beşiğiyle otobüs bagajına koyup bindiğimizde artık İstanbul, Balıkesir ve Yalova’ya veda ediyorduk. Derken Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Bayramuşağı köyünde öğretmen lojmanına yerleşiverdik. Hele şükür bu sefer kafamızda geçim iaşe derdimiz yoktu. Aldığım asteğmen öğretmen maaşı Balıkesir’deki evin kira bedelini karşılamaya ve Kamil Kaynaş dostum üzerinden sipariş verdiğim salon için gerekli çekyat, kanepe vs. eşya havale taksit ödemelerime yetti bile.
Tabii askerlik süresince Fen bilgisi, İngilizce, müzik gibi boşta kalan hangi ders varsa bana verdiler. Bizde elimizden geldiği kadarıyla köydeki çocuklara yararlı olmaya çalıştık. Öyle ki; beraber görev yaptığım birkaç öğretmenle beraber köy okulumuzun adından söz ettirdikte. Zira okullar arası yarışmalarda buna Akçadağ’da dâhil birinci olmuştuk. Allah’a şükür başımız yere eğilmedi.
Köy ahalisi aleviydi. Bu yüzden cuma namazlarını karşı Sünni köye yarım saat süren bir yürüyüşün akabinde eda edebiliyordum. Bir gün hiç unutmam köyde birisinin vefatı münasebetiyle alevi dedesi gelmemişti, bana Kur’an okumamı rica ettiler. Tabii bizde severek okuduk. Bu tavrım hoşlarına gitmiş olsa gerek ki; “Hocam, bak bizim cenazemiz için hem Kura’n okudunuz hem de pilavımızdan yediniz. Bazıları var ki; bize selam bile vermiyorlar” diye sitem ettiler. Onlara; “Ayrımız gayrımız yok, bakın şurası Alevi kahvesi, şu karşı köyde ise Sünni kahvesi var. Sonuçta her ikisinde de kumar oynanıyor. Alevi-Sünni kahvesi diye ayırmak marifet değil. Asıl marifet kumara karşı birlik olmaktır. Bakın Hz. Ali (k.v) namaz kılıyordu, bizde kılıyoruz, gelin imam olun arkanızda namaza durayım” dediğimde nefesler boşalmıştı. Derken Bayramuşağı öğretmenleri, köy ahalisi ve çocuklarıyla çok iyi günler geçirdik.
Bayramuşağı köyünde ara sıra hafta sonları Adıyaman-Kâhta Menzil köyüne annen ve daha henüz salına salına yürümeye başladığın çağlarda ziyaretlerimiz oldu. Tabii Bayram uşağı köy halkı, öğrenciler ve öğretmenler bu ziyaretimizden haberdar değildiler. Bir seferinde Seyda Hazretlerini ziyaret ettiğim bir günde senin başını okşamasını içimden geçirmiştim, bunu çok arzuluyordum. Seyda Hazretleri namazı kıldırıp cami çıkışında Hane-i Saadatın avlusuna geçtiğinde seni kucağımda boynu bükük peşi sıra takibe koyulduk. Tam avlunun ortasında durduğunda kucağımda seni yere bıraktığımda o pamuk elleriyle başını okşadığında dünyalar benim olmuştu. Artık maksadıma ulaşmanın sevinciyle Malatya’ya geldiğimde yüzümden hiç neşe eksik olmadı. O pamuk el etkisini gösterir de. Nitekim kız çocuklarında pek alışık olmadık bir davranışın gözümüzden kaçmaz da. Çünkü dışarıda kırda bayırda gezerken eller arkada geziyordun. Seyda Hz.leri de zaman zaman eller arkada gezerdi. Bu gezişinden çok keyif alırdım, senin bu yürüyüşün rabıtama renk katıyordu. Karne tatili geldiğinde annen ve sen birlikte Bayburt’a gidip anne baba ziyaretimizi gerçekleştirdik. Bayburt’ta 40 gün kaldıktan sonra tekrar ders başı yapmak üzere Malatya’ya geldik. Tabii bu arada terhis vakti yaklaşmıştı ki bu kez öğrencilerimden ayrılış hüznü bürümüştü bizi. Hepsiyle helalleşip doğduğun Balıkesir’e tekrar dönüş gerçekleşir.
Balıkesir’de bir süre iş hayatıma devam ettiğim bir zaman diliminde Ankara’da bir zaman laboratuarda staj yaptığım Beşevler Sağlık eğitim Merkezinden aradılar. Beraber çalışmak istediklerini bildirdiler. Bunda bir hikmet var deyip bu teklifi kabul etmiştim. Kabul ederken de Atatürk Üniversitesinde okuduğum yıllarda şelale evinde tanışıp arkadaş olduğumuz dostlarımın birçoğu Ankara’da olması etken unsur olmuştu. Hatta Ankara’nın başkent olması dolayısıyla ilerleyen zamanlarda mesleki yönden kazanımlarımın olacağını da düşündüm, kim bilir bir gün bürokrat olma fırsatı da doğabilirdi. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde Ankara’ya tayininim gerçekleşir. Derken Erzurum’da beraber olduğumuz arkadaşlarımın bulunduğu Etlik semtine yerleşiverdik.
Balıkesir’de dostlarımın uğurlayışı da hoştu, eşyalarımın kamyona yerleştirilmesinde çok yardımcı oldular. Sabahın erken vaktinde Ankara’nın Etlik semtine indiğimde kamyondan eşyaları annenle birlikte taşıdığım o anı hiç unutamam. Güneş etrafı aydınlattığında bir zaman Erzurum’da üniversite öğrenci yurdunda kaldığımda zaman zaman hafta sonu ziyaretlerine şelale evinde tanışıp dost olduğum arkadaşlarım bizi karşılamaya geldiklerinde taşınma işlemi bitmişti. Tabii bana, “Ne acelen vardı, biz ne güne duruyoruz” diye sitem ettiler. Oysa kimseye yük olmama duygusu öteden beri bizim genlerimize işlemiş bir hasletti. Belki de bu duyguyu onlarda fark etmiştir. Gerçekten de şelale dost arkadaşlarımla Etlikte aileleriyle birlikte akşam oturmalarımız, muhabbetlerimiz hayatımın en güzel geçirdiğimiz yıllardı. Onlarla birlikte olmak bir başka ufuk kapısı açmıştı bize. Öyle ki; Şelale dostlarımdan Nurullah Zengin, Muzaffer Sungur, Tahir, Uşaklı Osman, İskender Çalış, Adnan Bozyel, Necdet Ünüvar, Mehmet Emin Fidan, Şinasi Yaşar’ın nezdinde onlarla birlikte yeni arkadaşlar da edinmiştim. Yeni arkadaşlarım Şükrü Tarhan, Selçuk Bekâr, Sabri Özcan, Mertol Bulur, Nusret, PTT’ci Abdullah, Mustafa Bahar, Muzaffer Zengin, Mustafa Aguş, Vedat Güçler, Albay lakaplı Celaleddin, Nafiz Çalık, Celaleddin Tarhan, genç Mesut Koçak, Hâkim Nevzat, Doğan Akın gibi her biri ayrı özellikte değerli dostlardı. Ailece biz onları sevmiştik onlarda bizleri sevmişti.
Sekiz yıl kirada geçirdiğim Etlikte birde sana kardeş gerekirdi ki; aramıza Ahmet Alperen dâhil oldu. Böylece kardeşlik sevgisini de tatmış oldun. Artık yalnız değildin erkek kardeşin vardı çünkü. Tabii benim açımdan 2 çocuğun eğitimi, kira, ayrıca bir evimiz olsun diye kooperatif taksitlerinin getirdiği sıkıntılar kolay değildi. Hatta bu sıkıntıyı ailece birlikte yaşadık. Mümkün mertebe dostlarımıza sıkıntılarımızı belli etmezdik. Dostlarımın çocukların hali vakti bize göre çok iyi olmasına rağmen bunu dert etmedik. Ancak bir ara senin bazen akşam oturmalarına gelmek istemediğini fark etmiştim. Anladım ki arkadaşlarımın çocukları yanında senin mütevazı giysinin vermiş olduğu eziklik vardı.
O yıllarda Muhsin Yazıcıoğlu’nun katıldığı kongrelere ailece gittiğimiz günlerde olurdu. Bir seferinde Ankara Altın Park kongre organizasyonunda Hasan Sağındık müziği ile ruhumuzda fırtınalar estiriyordu. Müziğin akabinde Muhsin Başkan’ın karşısına hem seni hem de kardeşini çıkardığımda sevip hal hatır etmişlerdi. Keza o yıllarda Seyda Hz.lerinin Pursaklar’a geldiğinde tıpkı seni Menzilde başını okşayışında olduğu gibi kardeşin Ahmet Alperen’i de okşayacağı düşüncesiyle ziyaretine gittiğimizde Seyda Hz.lerinin vefat haberi bizleri derinden sarsmıştı. Kafileler eşliğinde Etlikteki dostlarımızla birlikte Menzile vardığımızda Muhsin Başkanda vardı. Öksüz kaldığımızı sanmıştık, ama öksüz değilmişiz. Şükürler olsun Abdulbaki Hz.lerinin nefesi Seyda Hz.lerini gönlümüzde yaşatmaya yetmiş artmıştı bile. Oğlum Seyda Hz.lerini görememişti, ama Abdulbaki Hz.lerini görmüştü.
Hani kooperatif evimiz bitip Etlikten Sincan Fatih’e taşındığımız Güneşevler sitesinde misafir ettiğimiz hiç hayatında doğru dürüst namaz kılmamış bir akrabamız vardı ya, hatırlarsın elbet, kendisi Cebecide oturuyordu, her gün ayyaş gezerdi. Onunla birlikte Menzile gittiğimizde yeni bir hayata dönüş yapması kardeşinin ruh dünyasında çok büyük etki bırakmıştı. İşte tam ondan söz etmek zamanıdır. Malum bir seferinde Ünsal Baksı, ben ve kardeşin Ahmet Alperenle birlikte Menzil ziyaretlerimiz olmuştu. Gün geldi Ünsal amcanız akciğer kanser hastalığına yakalanmıştı, son nefesinde Kelimeyi şahadet getirip Saadatlara kavuştuğu haberi acımızı dindirmeye yetmişti. Biliyorum Ünsal amcanızı hep aileden biri bildiniz. Onun için hatırlatma ihtiyacı hissettim. Onun hayatını ailece yakinen izlediğimizde insan hayatının başlangıcından ziyade son nefesin önemli olduğunu idrak ettik. Derken o manevi iklimin ne demek olduğunu yakından görmüş olduk.
Yeni evimizde kaldığımız sıralarda sen Tevfik İleri İmam Hatip okulunu okurken kardeşinde orta öğretimde okuyordu. Derken okulu bitirdiğinde katsayı adaletsizliğine uğrayıp ilahiyatın 2 yıllık açık öğretimini okudun. Bir seferinde Muhsin Başkan çalıştığım kurumda bir cenazenin otopsisi için gelmişti. Daha önceleri Gündüz gazetesi, Nizam-ı Âlem dergisinde yazılar yazmam ve ara sıra genel merkeze gittiğimde karşılaşmalarımız olması hasebiyle bizi tanıyorlardı, ama 10 yıl ara vermiştim, genel merkeze gitmez olmuştum. Buna rağmen işyerinde karşılaştığımda ilk cümlesi; çocuklar nasıllar, iyiler mi sorusu oldu. Bende senin katsayı adaletsizliğinden dolayı 2 yıllığı okuduğunu söylediğimde, derin bir nefes çekip bu bizim kanayan yaramız deyip teselli vermişti. Evet, Muhsin Başkan böyle bir başkandı, çocuklarımızın hali vaktini bile dert edinen vefakâr bir dost liderdi. Zaten o buluşma üzerinden 2 ay geçmedi Muhsin Başkan kar beyaz dağlardan gelen vefat haberi yüreğimizi burkmuştu. İyi ki de o son buluşmamız olmuş, meğer o görüşme helallikmiş.
İki yıllık öğrenimini başarıyla tamamlayıp ardından dikey sınavlarını kazanıp Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesine kayıt olman benim için en büyük hediye olmuştur. Isparta’da nerde kalacak arayışı içerisinde Balıkesir’de ki dostum Kamil Kaynaş ve Ankara’da Adnan Bozyel amcanla istişare ettiğimde bana bir adres verdiler. O adres üzerine gittiğimizde her ikisinin de verdiği adreste Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Halil Karagöz ağabeyimiz çıkıp kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştuk. Öyle ki; o ağabeyimiz dersi yarıda kesip bizimle hemhal olmuşlardı. Böylece sen vakıf evinde barınma imkânına kavuştun. O ev artık senin hatıralarının bol olacağı mekân olur. Isparta’da okuduğun sıralarda anneannen kemoterapi tedavisi görüyordu. Ara sıra Isparta’dan Ankara’ya geldiğinde anneanneni hastanede ziyaret edip dualarını almayı da ihmal etmemiştin. Ne var ki mezuniyetinin son yılında anneannenin vefatı ailece bizi derinden etkilemişti. Her şeye rağmen yinede Allah sabrını verip derslerine çalışmayı ihmal etmedin. Artık mezuniyet törenleri yaklaşmıştı ki, seni kep törenlerinde görme heyecanı sarmıştı bizi. Biletimizi tam almıştık ki, o sırada Abdurrahim Karakoç vefat haberini işittik. Tabii Isparta’ya indiğimde hüznü ve sevinci bir arada yaşadım. Annenle sen kız vakfı evinde, bende erkek vakfında konakladığım güzellikleri yaşadık. Kız arkadaşların tıpkı senin gibi candan idiler. Artık onlarda bizim aileden sayılırlardı. Sağ olsunlar öğrenci harçlıklarından fedakârlık yapıp imece usulü hep birlikte bir cafede yemek ziyafeti vermeleri benim için çok derin anlamı vardı. Arkadaşlarınla yemek yerken o ara Atatürk üniversitesinde öğrencilik yıllarımı hatırladım, o an kendimi öğrenci hissettim, eski günlerime döndüm bir an, sanki aranızda anne baba yok, bir öğrenci arkadaşınızdık.
Senin mezuniyet merasimini izlerken ara sıra dalıp Abdurrahim Karakoç’un hatıraları gözümde canlanıyordu. Akşam olduğunda Isparta caddelerinde gezinirken biraz nefeslenmeye ihtiyacımın olduğunu hissedip annen ve senden müsaade isteyip kendimle baş başa kaldım. Isparta stadyumda mezuniyet etkinlikleri hala devam ediyordu. Stadyuma akan kalabalığa dalıp türbinlere çıktığımda sanat dünyasından bir sanatkâr Mihriban şarkısını seslendiriyordu. Bu ses beni kendimden alıp kendime getirmişti. Böylece Ankara’da defin esnasında bulunamama burukluğunu üzerimden alıp anısını tazelemeye yetti de. Gerçektende nefeslenmiştim. Bu bana Allah’ın bir lütfüydü elbet. Ertesi gün annenle birlikte bizi Eğridir gölüne götürmüştün. Baba kız gölün kenarında çayımızı yudumlarken dertleşmiştik. Bir ara bürokrat olmak için verdiğim uğraşlarımın hangi noktada sorduğunda bize dost elinin hala uzanmadığını söylediğimde; ‘Baba canın sağ olsun bunda da bir hayır vardır’ teselli edişin çok güzel bir duyguydu. Erzurum şelale dostlarımın her biri belirli mevkilere gelmiş babanın kenarda kıyıda kalmışlığını unutturmuştun. Meğer dostluklar mezara kadar değilmiş, bize bizden fayda varmış dedik ailece yürek olduk. Her şeyden öte ailece baş başa kalmakta güzelmiş.
Evet, sevinç ve hüzün dolu yıllar böyle geçti. Artık senin üniversite hayatın bitmiş yeniden yuvana dönmüştün. Derken Güneşevlerden çok sevdiğimiz küçük yaşlarda gözlerini kaybeden âmâ Ömer ağabeyimizin tavsiyesi üzerine seni istemeye geldiler. Bu vesileyle aileler birbirlerini tanışıp Allah’ın emri Peygamberin buyruğu gereği nişanlandın. İşte sen mütevazı bir aile yuvasında bizimle beraber çile ve hüznü bir arada yaşayarak bu günlere geldin.
Düğününe 20 gün kala Alparslan Türkeş’in vefat yıldönümü anma töreni esnasında fenalaşıp kalp krizinden vefat eden dayın Zülküf Köse’yi kaybettin. Kaderde dayının o mutlu gününü görememekte varmış. İlginçtir düğünün Demetevler Afitab Kültür merkezinde oldu, bu tesadüf olamazdı. Anneannenin kemoterapi tedavisi olduğu Onkolojinin hemen altında bir yer. Onkoloji Hastaneye gidiş gelişlerimizde kim bilirdi ki bir gün sen burada gelin olup Aksaray’a gideceksin. Düğün salonunda yalnız değildin, Isparta’dan gelen Esin ablanız, Remziye, Funda, Sevilay, Safiye, Beyhan, Semra, Hava Nur, Kübra ve lise arkadaşlarından Zehra, Büşra Sümeyra, babanın yurtta aynı odada kaldığı Mustafa Özdemir amcan, Etlik arkadaşları, komşularımız, anne ve baba sülalesi, mailleriyle mutluluk dileklerini bildiren Bayburt Postası Gazetesini yeşerten Kürşad Okutmuş ve Murat Okutmuş, Adana milletvekili Necdet Ünüvar ve Manisa milletvekili Selçuk Özdağ’ın sevincini paylaşan telgrafları vardı….
Yazımın başında da belirttiğim üzere seni yuvadan çıkarmak gerçekten kolay değilmiş. Seni beyaz gelinlik içerisinde bizim üzerimizde bıraktığın o derin hatıralarınla birlikte Aksaray’a uğurlayışının sevincini yaşıyoruz. İlginçtir uğurladığımız gün Gavs’ın sofilerinden Dr. Ahmet Çağıl’da toprağa verilip Hakka yürüyordu.
Velhasıl; Şimdi sende bir anne adayısın. Hoşça kal biricik nur yüzlü kızım Merve Nur. Yolun açık, Allah’a sonsuz şükürler olsun.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/yazarlar-selim-gurbuzer/188-selim-gurbuzer/5736-biricik-nur-yuzlu-kizim-merve-nur
dedekorkut1
31 Ekim, 2015 - 22:09
Kalıcı bağlantı
MEMLEKET HASRETİ
MEMLEKET HASRETİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Kuzeyinde Bayburt Kalesi, güneyinde Aslan dağı, doğusunda Beyböyrek’in (Bamsi Beyrekin) medfun olduğu Duduzar ve batısında Şehit Osman tepeleri arasında kurulu Dedemkorkut şehrin Şingâh mahallesinde dünyaya geldim. Üstelik dünyaya ebesiz, hemşiresiz gelmişim. İlginçtir anacığım hemen evin yanı başımızda Şingâh çeşmesinden omzuna yüklendiği helkelerle su taşırken doğmuşum. Değim yerindeyse kendi göbeğimi kendim kesmişim.
Aslında bende isterdim mahallemizin o nur yüzlü Ebe Memnune teyzemin ellerinde doğmayı, kısmet değilmiş. Olsun, sonuçta ebem olmasa da pırıl pırıl yetiştirdiği büyük oğlu Ülkü Ocakları başkanımız Mustafa Erdemir ağabeyimizin rahle-i tedrisatından geçtik ya, bu ziyadesiyle bize hatıra olarak yeter artar da. Diğer oğlu Uğur Erdemir’de yaşça akran sayılan aynı mahalleden arkadaşımdı. Sadece tek fark onların Şingâh camiinin hemen yanı başında çatılı bahçeli evde oturuyor olmaları, bizim de Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulunun hemen alt başında yarı kerpiç, yarı taştan yapılı çatısız toprak bir evde oturuyor olmamızdır. Neyse ki anamın babama müteaddit defalar yaptığı telkinler netice verirde yıllar sonra bizimde nihayet bir beton arma evimiz oldu. Evet, azim böyle bir şeydir. Nitekim babam at arabacısı olması dolayısıyla ev yapımında kuma hiç para vermedik, yine inşaat için gerekli olan demir, çimento, tuğla ve kereste gibi malzemenin nakliyesi içinde para vermedik. Tabii babam bunları kendi yağı ile kavrulup yaparken bu arada aile fertleri olarak bizde boş durmayıp kimimiz harç gardık, kimimiz tuğla taşıdık, kimimiz su taşımak gibi tam bir imece usulü dayanışma örneği sergiledik. O yıllarda mahallemizin inşaat ustası Abdurrahman Köse’de evin yapımını üstlendi, öyle ki o usta olmanın ötesinde, inşaatın hem mühendisi, hem amelesi gibiydi. Tabii bizlerde seyirci kalamazdık ustamıza, zaman zaman el verdikte. Hatta inşaatın yapım aşamasında o sıralar tuğla ocaklarında çalışmam hasebiyle evin bir kısım tuğla ihtiyacını da kendim karşıladım. İşte o karşılayış hevesi geleceğe ümitle bakmama yetmiştir. Gerçektende yeni ev olma hevesi bambaşka bir duygudur. Evet, bu duygu hevesi sadece bende değil, aile fertlerinin hemen hepsinde vardı. Zaten bu heves, bu duygu seli olmasa kıt kanaat geçinen böyle bir aile ortamında yeni ev yapmak ne mümkündü. Derken bu duygular eşliğinde sonunda bizimde bir beton arma evimiz oldu. Hatta daha sonraki yıllarda Fransa’da çalışan ağabeyimin yeni evin üstüne bir kat daha çıkmakla artık bundan böyle üstümüzden başımıza su damlamayacak ya da baca küremeyecek konumda çatılı eve kavuşmuş olduk. Kelimenin tam anlamıyla aile içerisinde yeni ev hevesi öyle ortak doruk bir duygu seliydi ki, ağabeyim evin üzerine kat atıldığında yine ailece aynı duyarlılıkla imece usulüyle koşuşturmayı ihmal etmedik. Bu arada bende üst katın demir balkon modelinin üç hilâl olması noktasında halamın (bibimin) oğlu demirci ustası Murat Kiki'ye söylemekten geri durmadım. Demek ki o yıllarda üç hilal sevdası kanımıza öyle derinlemesine işlemiş ki bu simgeyi önerebilmişim. Hala bugün olmuş o mavi üç hilalli demir balkonumuz yıllara meydan okurcasına Şingâh’ın yokuşundan aşağı inenleri selamlıyor da. Hele bir insan bir yerden başlamaya dursun, bir zaman sonra Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokul'un hemen bitişiğinde bu kez kapı komşumuz Kadir Kiki ustanın yapımını üstlendiği dış duvarları Bayburt beyaz taşından iç bölmeleri tuğladan örülü bir evimizde daha oldu. Tabii ikinci yeni evimizin yapımında kullanılan beyaz taşlar babamın taş ocaklarında çalıştığı sıralarda kendi elleriyle yontup kestiği taşlardı. İşte taş ve tuğla ile örülen ikinci evin sıvasını da babamın at arabasıyla kireç ocaklarından getirmiş olduğu yanmış kireç taşı külü, yine Çoruh nehrinden getirdiği kum ve çimento karışımı bir harçla sıvamakta bana nasip oldu. Ne diyelim, yeter ki azmedilsin azmin elinden hiçbir şey kurtarmayacağı muhakkak. Meğer yokluk içerisinde çimentosu az kül mül karışımı harçta olsa bir şeyler üretilip sıva yapılabiliyormuş.
Evet, doğduğumda gözümü iki bölümden ibaret bir evde açmışım. Evin birinci bölümünde içeriye girdiğimizde hemen girişte bir hol, hol’ün sağında içinde ehram tezgâhının bulunduğu bir oda, solunda ortada göbek taşı ve hemen yanı başında tandır ve sekinin bulunduğu geniş bir avlu ve avluya bakan ikinci bir odamız vardı. Evin diğer bölümünde ise at, inek ve koyunların barındığı damımız vardı. Aslında eski evimize bir bütün olarak baktığımızda hayvanlarla ailece iç içe bir hayat yaşamışız ama sanki farkında olmamışız gibiyiz. Ne zaman ki evimizin yukarısında Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulunun yanı başında kesme taştan inşa edilen ikinci evimizin alt katında damımız oldu, işte o zaman hemhal olduğumuz hayvanlarımızdan ayrı kaldığımızı fark ettik. Olsun onlardan ayrı kalsak ta sonuçta bizim ailede hayvan sevgisi doğuştan bir sevgidir. Öyle ki, gün geldi doğup büyüdüğüm memleketimden çıkıp İstanbul, Balıkesir, Ankara gibi şehirlerde ikamet ettiğimde köpek besleme gibi bir hevese kapılmadık ta. Şayet dert dava hayvan sevgisiyse bu sevgiyi Ömer Seyfettin'in kaşağı hikâyesini okuyarak ta edinmedik, bilakis bu sevgiyi çocukluğumuzda at, inek ve koyunlarımızı kendi kaşağımızla tımarlayarak almışız. Kaldı ki, hayvanlarla iç içe yaşamak her babayiğidin göze alabileceği bir yaşam tarzı değildir, içerisinde birçok riskleri bağrında taşıyan bir yaşama biçimidir. Nasıl mı?
İşte çocukluk bu ya, bir gün ahıra girip kamçıyı elime alıp at’la oynamak hevesine kapıldığımda soluğu hastanede almışım. Hadi atın çifte tekmesini yiyip diş kaybına uğramak neyse de, doktorların anlatmasına çok büyük hayati tehlike atlatmışım da. Düşünsenize günlerden bir gün atla harmanda gem sürüp sonrasında öğlenin o sıcağında atı Keşiş Paharına su içirmek için götürdüğümde sen misin atı dörtnala koşuşturan kendimi yerde bulmuşum. İlginçtir o an attan düşüp tepe takla olduğumda kaçmayıp yanımda durması hayvanda olsa kayda değer bir vefa örneğidir. Hele şükür, hiç bir uzvum kanamadan tekrar at üzerinde Keşiş Paharına vardığımda su arkından ata su içirebildik. Düşünsenize yaşadığım bu elim olaya rağmen at’a olan sevgimi yitirmedim. Dahası hayvanlarla hemhal olmanın çok büyük risk teşkil ettiğini bile bile ölümüne de olsa bu sevgiden kendimi azad etmedim. Hani, 'gülünü seven dikenine katlanır' derler ya, aynen bizimki de öyle bir şey oldu. Gel de kendini azad et, ne mümkün, bakın Tabduk'tan başkasını pek gözü tutmayan Yunus bile 'Yaradılanı sev Yaradandan ötürü' diyor, dolayısıyla bizim haydi haydi sevmemiz lazım gelir. Madem öyle çocuklukta yaşadığım o güzel sevgi dolu anıları Yunusça ifade edemesem de gönlümce 'Hele' diyerekten seslenip 'Var ya' heyecanıyla şöyle dile getirmek isterim:
Hele o tavuklarımızın civcivleriyle birlikte pinden çıkışları var ya,
Hele horozumuzun her sabah bizleri namaza kaldırışı var ya,
Hele o koyun ve kuzuların meleyişi var ya,
Hele o kınalı kuzularımızı her defasında kucağıma alıp sarmalayışımda hissettiğim o duygu yumağı var ya,
Hele tân yeri ağardığında ineğimizi, koyunlarımızı, kuzularımızı çobana teslim edip akşam dönüşü inek ve koyunlarımızın salına salına rehbersiz evin yolunu bulmalarında seyre dalışımda ruhumda kopan o duygu fırtınası var ya,
Hele gün batımına yakın kuzulukta kuzularımızı diğer kuzulardan ayırıp birlikte eve gelişimizde ki o eşlik edişimiz var ya, ömür boyu unutamayacağım en mutlu hasret anılarımdı.
Hele anamın inek ve koyunların memelerinden süt sağışı var ya, sanki Kevser havuzlarından akan cennet pınarlarını hatırlatan bir sağıştı.
Hele anamın o yayık yayışı ve o yayışın sonrasında ayrışan ayranımız, peynirimiz, yoğurdumuz ve tereyağlarımız var ya, hiçbir fabrikasyon mamulünde tadamayacağımız en doğal içecek ve katıklarımızdı. Zaten o yıllar da biz istesek te ne cola, ne fanta türü içecekleri içme, ne de margarin yağı yeme şansımız vardı. Çünkü geçimini tarım ve hayvancılıktan karşılayan bir aileydik, dolayısıyla süt, ayran ve yoğurt gibi hayvansal gıdalar boğazımızdan hiç eksik olmazdı.
Hele anamın o hamur yoğuruşu ve o pamuk elleriyle açtığı hamuru eğilerek sıcacık yer tandırına yapıştırışı ve sonrasın da gayretle o ekmeği alışı var ya; hayrete şayan büyük özveri örneği bir hadisedir. Hele o özveriyle bir bir ekmek teknesine alınan o çıtır çıtır kızarmış ekmeğin kokusu var ya 'yemede yanında dur' diyebileceğimiz nametimizdi. Öyle ki, ekmek teknemiz kimi zaman Taşkent ve Semerkant’ın ki kadar dolu ve tıkız, kimi zaman da Buhara ve Hıva’nınki kadar ince yufka ekmekti. Düşünsenize tandır ekmeğini daha 'Bismillah' deyip çıtır çıtır yemeye başlamadan buram buram o Orta Asyatik mis kokusunu, sıcaklığını ve damak lezzetini hemen alabiliyorduk. Şu da var ki, çocukluğumuzda midemiz pek bakkal ekmeği görmedi, bu yüzden ailece bakkal ekmeğine (somun ekmeğe) çok imrenirdik. Hani 'sürekli bal yiyen baldan usanır' derler ya, bizimkide aynen onun gibi bir şeydi. Dolayısıyla sürekli tandır ekmeği yiye yiye somun ekmek bizim için ulaşılması lüks ekmek olmuştur, oysa tandır ekmeği bugün herkesi arayıp ta bulamayacağı bir nimettir.
Hele harman zamanı kavurgan buğdayı değirmene verip te aldığımız o un mamulü kavut var ya, evimizde hiç bir yiyecek katığımız olmasa bile tek başına imdadımıza Hızır misali yetişen enerjik gıdamızdı. Öyle ki, ister kavut çorbası, ister kavut helvası, ister ıslatılıp tatlandırılmış kavut yemeği olsun fark etmez hepsi enerjik olmamıza yetiyordu. Zaten kavut olmasa dağ, taş, bayır demeden gün boyu arkadaşlarla yorulmaksızın nasıl dolaşıp oynayabilirdik ki. Tabii bu oyunların içerisinde top oynamaktan tutunda, kovboyculuk, birdir bir, uzun eşek, köşe kapmaca, ip atlama, takla atma, taş atma güreş, aşık atma, misket (bilye) vs. bilumum her tür oyun buna dahildir. Ancak oynamak iyi hoşta bu oyunların sevindiren yönleri olduğu gibi oyun boyunca bazen kazaen, bazen de kasten yara bere içinde kalmakta vardı. Nitekim berbere gidip saçımızı ayda bir tıraş ettirdiğimizde kafada beliren o yarık izlerin varlığı 'Her nimetin bir de külfeti vardır' gerçeğinin en bariz işaret taşlarıydı. Bu arada mahalle arkadaşları arasında grup oluşturup karşılıklı oynadığımız oyunlarda galip geldiğimizde sevinç çığlıkları atarken, yenildiğimizde ise tam aksine oyunbozanlık yaptığımız çok olurdu. Ancak galip gelen grubun tarafında mahallenin kabadayısı türden tipler varsa oyunbozanlık yapmaktan tırsıp sesimiz soluğumuz çıkmazdı da.
Peki ya teke tek oynanan oyunlarda durum nasıldı? Doğrusu böyle bir durumda kendi adıma daha çok gözümüze kestirdiğimle güreşirdim. Olsun yinede hiç unutmam bir gün cesaretimi toplayıp kendilerine mahalle kabadayısı gözüyle bakılan arkadaşlarla güreşe tutuştuğumda anamın yaptığı kavut helvasının verdiği enerjik gıdadan mı olsa gerek sırtımı yere getirttirmeksizin onları alt etmem üzerime sinen o çekingenliğin gitmesine yetmişti. Yine ikindi vakti olduğunda naylon topla arkadaşlar arası karşılıklı top oynamalarımızda kaleye geçip sert zemine oralı olmadan uçarak gol kurtarışlarım var ya; beni futbol oyununa ısındırmaya ve iç içe olmaya yetmişti. Zaten hemen her gün ikindiden sonra kimi zaman ilkokulun önünde, kimi zaman şimdi ki Yem fabrikasının bulunduğu harmanlarda, kimi zaman kaya altı dediğimiz İmam Hatip Lisesinin bulunduğu alanda futbol oyunlarımız işe yaramış olsa gerek ki antrenörsüz mahalleler arası futbol turnuvası müsabakalarında Şingâh mahallesi olarak kaymakamlık kupasını kazanabilmişiz. Ancak sıra valilik kupasına gelmişti ki, mahallemizin en gözde kalecilerinden eniştem Behsat Karaer'in yaşının büyük olması gerekçe gösterilerek kaleye geçmesinin önüne geçilmişti. İster istemez bu durumda iş bana düşmüştü.
Evet, kaleye geçtik geçmesine ama doğrusu enişteme göre maç tecrübemin yetersiz olması daha maçın başlama düdüğü çalmadan taraftarımızın yüzünde tedirginlik oluşturduğu gözlerden kaçmıyordu. Tabii böyle olunca da beni heyecan sarmıştı. Üstelik maç rakip sahadaydı. Derken hakem başlama düdüğünü çaldığında Gümüşhane takımı seyirci avantajını da arkasına alaraktan doksan dakika boyunca tek kale oynarken biz ise kontratak denemelerle gol bulma arayışı bir oyun sergiledik. Her şeye rağmen yine de böyle bir atmosferde en azından öyle kolay yutulur lokma olmadığımızı gösterebildik. Şöyle ki; doksan dakika boyunca her defasında kaleye geldiklerinde beni bir türlü aşamıyorlardı, derken zar zor biri penaltıdan olmak üzere iki gol atarak yenebildiler. İşte nefes nefese oynanan böylesi bir oyunda bitiş düdüğü çaldığında 2-1 kaybetmiştik. Ama meseleye birde benim açımdan baktığımda Gümüşhane stadında valilik kupasını almış bir kaleci olarak anı defterime not düşemesem de ilk resmi maçta forma giyip göze batan kaleci oldum ya, bu benim için en az kupa kazanmak kadar kayda değer bir hatıradır.
Her neyse her satır başında 'Hele' diyerekten seslenip 'Var ya' heyecanıyla dillendirdiğim bir dizi anekdot hatıralarımı yine bir demet 'var ya' haykırışıyla devam edebiliriz:
Hele anacığımın kırkılan koyunlardan elde ettiği yünü el çıkrığında ip eğirişi sonrası ehram dokuması var ya; bir feminist kadının ömrü boyunca hiç bir işyerinde tadamayacağı tamamen el maharetine dayalı bir emek işçiliğidir. Zira bu emek, ne masa başı memurluğuna, ne de başka bir kamu ve özel sektör hizmetine eş değerdir, tam aksine kendi yağıyla kavrulmaya yönelik göz nuru ve alın terine dayalı sanatsı bir emektir. İşte bu müthiş geleneksel sanatsı emek nesilden nesile taşınır da. Bu yüzden ehram tezgâhı için bir sanat abidesi dersek yeridir. Nitekim o sanat abidesi odamızın başköşesi olur da. Hele hatıralarını yâd etiğimiz bu yılların bir dili olsa da o sanat abidesi ehram tezgâhına kimlerin oturduğunu bir söylese. Zira dört kız kardeşten her biri buluğ çağına gelip ehram tezgâhının başına geçtiklerinde tefeden tutup harıl harıl o mekik atışları var ya, bir gün gelip doğup büyüdükleri bu evden beyaz gelinlikle çıkmanın tutkusuyla çeyizlerini çıkarmalarına yetiyordu. Zira el çıkrığıyla her yün eğirmelerinde de o tutku heyecanı her an sezmek mümkündü. Bu tutku tıpkı Anadolu kadınının sevdasını, aşkını kilime ilmek ilmek işlediği bir tutkudur. Gerçi bizim evde kilim tezgâhı yoktu ama amcamların evinde vardı. Böylece amcamlara her gidiş gelişlerde kilim üzerine işlenen birbirinden güzel o nakışları gördükçe Fatih Kısaparmak'ın “Kilim demek, ilim demek” dizelerine Anadolu’ca vakıf oldukta.
Hey gidi Ali amcam, Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın, ölümünün üzerinde çok yıllar geçmesine rağmen hatıraları hala bir film şeridi gibi gözümde canlanırda. Nasıl canlanmasın ki, zaten hayatta neyimiz vardı ki bir emimiz (amcam), bir de bibimiz (halam) vardı. Babamızdan çekinirdik, yanında konuşmaya korkardık, bu yüzden yüreğimizin sinesinde birikmiş her ne varsa derdimizi ancak ya amcama, ya da halama açabiliyorduk. Her ikisi de iri cüsseliydi ama o görünümleri bizi ürkütmüyordu, çünkü yeğen canlıydılar. Gerçekten de dışarıdan bakıldığında amcamın adeta Padişah duruşu vardı, halamsa Osmanlı kadını bir görünüme sahipti. Dedik ya biz onların öyle heybet varı görünüşlerinden hiçbir zaman çekinmedik, tam aksine bu görünüşlerinin arkasında yeğenlerini sarıp sarmalayıp bağırlarına basmak sevgisi daha üstün bir değerdi. İyi ki de o sarıp sarmalar vardı, o da olmasa sevgi nedir bilemeyecektik. Çünkü bizim geleneksel aile yapı içerisinde bir babanın büyükler yanında çocuğunu sevmesi hoş karşılanmazdı. Bu yüzden biz baba kucağı nedir bilmeyiz, dahası baba sevgisini dışa vurulmuş halde pek görmedik. Hiç kuşkusuz babam içinden sevmiş olabilir, ama onu da biz bilmedik. Fakat anam öyle değildi, o sevgisini dışa vururdu hep. Hele anamın o kuzum deyip te o çağırışı var ya, yıllar boyu bizi iri ve diri tutmaya vesile olan can yürek seslenişti. Düşünsenize okuma yazma bilmeyen ana ve babadan doğma bir çocuk olarak anamın bu can yürek seslenişi ve birde bizlere sürekli cennet sevgisi, cehennem korkusu ve ahrette sırat köprüsünde geçiş gibi telkinlerde bulunması aslında farkında olmadan dini eğitim almışız da. Nitekim o telkinler sayesinde çocuk çağlarda camiden çıkmaz hale gelmişim bile. Gün geldi falakayı da göze alarak Kuran kursu derslerine gitmeyi ihmal etmedik te.
Hele kışın camiinin ortasına kurulu sacdan yapılmış odun sobanın etrafında cami cemaatiyle bir yandan ayaküstü ısınırken diğer yandan birbirimize hal hatır sorup soba başı sohbetlerimiz var ya; gerçekten “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül sohbet ister kahve bahane” derecede kayda değer sıcacık sohbetlerdi. Hadi sohbet her neyse de kar, kış demeden çocuk yaşta sabah namazlarına devam ediyor oluşum camii imamızın hoşuna gitmiş olsa gerek ki, bir bayram namazı vaaz kürsüsünde cami cemaatine adımı zikrederek örnek göstermesi beni daha da yüreklendirip yatsı ve sabah namazlarının ardından aşır okuyacak düzeye geldim de.
İlkokul öncesi yaşlarda hayal meyal hatırladığım Leyla ablam vardı ki, bir gün evimizde kadınların ağlayış ve ağıt yakışından öldüğünü fark etmiştim. Aslında kaybımız sadece Leyla bacımla sınırlı değildi, gerek benden önce ve gerek benden sonraki doğumlarda kayıplarımız çok olmuş, yani toplamda anacığım on altı doğum yapmış, fakat kala kala iki erkek, dördü kız olmak üzere altı kişi kalmışız. Ölenlerin çoğu da daha bir yaşını doldurmadan ölmüşler, içlerinden sadece yetişkin olan Leyla bacımdı vardı ki onun acısı içimizde hala dinmeyen bir sızıdır. Belli ki onu çok sevmişiz, nitekim sonraki doğumlarda adını yaşatmak adına en küçüğün bir büyüğü kız kardeşimize Leyla adını vermişiz de. Eskiden aşı filan pek olmadığından çocuk kayıpları sıradan bir vaka olarak görülürdü, ancak yine de sanki bizim ailede ölümün dozu aşırıya kaçmış gözüküyor. Her şeye rağmen anacığım yine de “ İnşallah ölen çocukların yüzü suyu hürmetine cennete gideceğim” derdi hep. Evet, benim de buna inancım tamdı. Öyle ki, anam yeri gelmiş sırtında çocuğuyla tarlada deste vurmuş, yeri gelmiş kucağında çocuğu ile birlikte tandır ekmeği pişirmiş, yeri gelmiş ehram dokumuş, yeri gelmiş ahırda hayvanların yemini vermiş, yetmemiş azığımızı ve yer yatağımızı hazırlamış, teştte banyo ettirmiş, üstümüzü giydirmiştir. İşte böyle bir yoğun tempoda ancak kala kala hayatta altı çocuk kalmışız. Aile içerisinde acı ve tatlı akla gelebilecek her ne varsa yaşadık sayılır. Neyse ki bunca çilenin üzerine ağabeyim aynı sülaleden Hamdi Dedenin kızıyla nikâh kıyıp evimize bir gelin getirdi de hele şükür bir mutluluk anı tadabildik. Hiç unutmam düğün günü öğlen vakti evin avlusunda beyaz gelinlik içerisinde yengemle göz göze geldiğimde sanki dünyalar benim olmuştu. Yatsı vakti olduğunda ise evimizin önünde halaylar eşliğinde oynanan oyunun ardından mahallenin delikanlıları ağabeyimi artık gerdeğe atacaklardı ki, ağabeyimin arkadaşlarından yumruk yemeden sıyrılıp kendini içeriye atması o an derin nefes alıp bir oh çekmeme yetmişti. Çünkü ağabeyimin şakayla da olsa kılına herhangi bir zarar gelmesini istemezdim, onun mutluluğu bizim mutluluğumuzdu. Ertesi gün bir araya geldiğimizde yengemizi elkızı olarak görmedik, onu hep bizden biri olarak gördük, hatta onu anne bildik bağrımıza bastık. Allah var o da bizi kendi çocuğu gibi gördü. Öyle ki, hayvan derisinden bana davul yapıp gönlümü fethetmeye yetmiştir, düşünsenize oyuncak nedir ne değildir bilmeyen bir aile ortamında o şartlarda davul bizim için en büyük oyuncak sayılırdı. Tabii Yengemin bu candan yaklaşımları sadece bizimle sınırlı değildi ağabeyime bir eş olmanın ötesinde aynı zamanda dost bir arkadaştı. Belki de onun eşine yönelik teşvik edici girişimleri olmasa, ağabeyimin Fransa’ya gitmesi bir hayalden öteye geçemeyecekti. Bir kere yengemin etkisi o kadar gayet açık ve netti ki, kadın haliyle eve getirdiği tuğlalarla ağabeyime destek mahiyetinde duvar nasıl örülür stajını (idmanını) birlikte yapıp Fransa’ya gidişin yolunu açmıştır. Evet, o ismiyle müsemma Hünkâr gelinimizdir. Derken üzerinden bir yıl geçmeden kendiside eş durumundan Fransa’ya gitmiş oldu. Çocuklardan sadece yeğenim Ensar Bayburt doğumlu olup diğer yeğenlerim İlknur, Hakan ve Ali Fransa doğumludurlar. Sonrasında ise on üç yıl bir çalışmanın ardından ailece kesin dönüş yapıp Yalova'ya yerleşmiş oldular.
Hazır düğünden söz etmişken, hani bizim o müthiş;
“Zay oldum geze geze
Geldim Şingâh’ın düze
Düğün kalmasın güze” diye bir Türkümüz var ya, işte Şingâhın o meşhur düzünde oynanan düğünde yaşadığım bir acı hatırayı dile getirmek isterim. Şöyle ki, Şingâh’ın delikanlıları epey halay çekip oyunlarını oynadıktan sonra ara verip masalarına çekildiklerinde o sırada bende bana kuruyemiş karpuz, üzüm her ne varsa verirler düşüncesiyle masalar arasında gezinip duruyordum. O esnada davul zurna yeniden çalmaya başlamıştı ki, masada oturan delikanlı ağabeylerden biri belinden silahını çıkarıp havaya sıkacağı esnada namlunun ucundan çıkan kör kurşun Yusuf Kiki’nin beynine isabet etmişti. Ve ağzından oluk oluk akan kanlar tam önüme akmıştı ki, o anı izleyen yaşlısı genci, çoluk çocuk, kadın ‘Yusuf! Yusuf!’ diye çığlık attıklarında feryatları adeta gök kubbeyi inletip titretiyordu. İşte o ağlayış ve feryatlar arasında apar topar ciple hastaneye yetiştirilmeye çalışılsa da maalesef Yusuf (a.s) kıssasında geçen kanlı gömlek mahallemizin Yusuf’un da Emr-i Hak vaki olur. Evet, Yusuf ağabeyimiz ruhunu çoktan teslim etmişti. Aslında o kör kurşun bizi de vurabilirdi, biz kurtulmuştuk ama o kurtulamamıştı. Üstelik nişanlıydı da, düğününe ise bir aylık bir süre kalmıştı. Bu olay aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bu gün olmuş hala mahallemizin en unutulmaz acı yasıdır. Mahallemizin boylu boslu delikanlısı, yakışıklısı, efendisi, kıvırcık saçlısı olarak andığımız Yusuf ağabeyimiz bizden yaşça büyük olmasına rağmen okul bahçesinde bizimle top oynardı da. Neyse ki, tek tesellimiz kendi anısını unutturmayacak aramızda kopyası veya ikizi diyebileceğimiz kardeşi İshak Kiki var. İshak hem mahalle, hem ortaokul arkadaşımdı, hem de ikimizin hanımlarından dolayı akrabayız da. Bakın, Yusuf ağabeyimizin ölümünden en az İshak kadar bizde öyle etkilenmişiz ki, bir gün tek başıma mezarlığa gittiğimde diz çöküp tam Kur’an okuyacağım sırada hafif esen rüzgârın hışırtısı içimde bir ürpertiye yol açmıştı ki, derhal ruhuna Fatiha hediye ettikten sonra oradan hızla uzaklaşıverdim. Böylece ona olan deruni sevgimi çocukluk halet-i ruhiyesi duygularla da olsa yâd etmiş oldum.
Mahallemiz için unutulmaz bir başka elem verici hadiselerden biri de hiç kuşkusuz Adem Topcu’nun arkadaşlarıyla Çoruh nehrinde balık tutmak için gittiklerinde bir arkadaşın elindeki cam şişeye konulmuş dinamitin fitilini ateşlemesiyle meydana gelen patlamada ağır yaralanmasına neden olan hadisedir. Maalesef Adem arkadaşımız günlerce yoğun bakımda bekleyişin ardından kurtarılamayarak canından olur da. Evet, bu elim olayda mahallemizi hüzne boğan unutulmaz bir yasımızdır. Keza lakabı Liloş olan bir delikanlı ağabeyimizin Çoruh kıyısında tarlasında ziraat ilaçlamasından zehirlenmesiyle birlikte ölmesi de öyledir.
Tabii sadece arkadaş boyutunda acılar yaşamadık, birde kendi aile içi yaşanmış acılarımızda vardı. İlkokul yıllarıydı ki, amcam elli yaş civarı bir yaşta ikide bir karnını tutup 'midem midem' deyip duruyordu. Tabii babam bu durumda duyarsız kalamazdı, tedavisi için Ankara Tıp Fakültesinde memur olarak çalışan dayım Aydın Gücer’in yanına götürdüğünde mide kanseri teşhisiyle ameliyat olurlar. Ancak doktorlar ameliyat sonrası babama açıkça altı aya kalmaz vefat eder demişler. Gerçektende amcam altı aya kalmaz amansız dayanılmaz ağrılar eşliğinde o iri heybetli görünümünden eser kalmaksızın bir deri kemik vaziyette vefat eder. Malum, o dönemlerde kanser ağrılarını dindirici ilaçlar daha henüz piyasaya çıkmadığından gerek bibim olsun, gerek ailenin diğer fertleri olsun amcamı son nefes anına kadar adeta bir bebeği beşikte sallarcasına sürekli yatakta rahatlatmaya ve uyutmaya çalışmışlardır. Çocukluk bu ya, hiç unutmam vefat ettiğinde etrafı çitle kaplı alanda teneşir üzerine boylu boyuna uzanmış cenazesi iki taş arasında yakılan kazandan alınan su ile yıkanmanın ardından kefenlenip tabuta koyuluşuna kadar her safhasını seyre daldığımda meğer bu son bakış vedalaşmaydı. Çocuk hali de olsa Hakka teslim olmak gerekti, sonuçta Allah’tan gelen bir yazıydı, “O'ndan geldik yine dönüş O'nadır”, bize ancak Ruhu şad olsun demek düşer.
Hani, Büyük Taarruzda Başkomutanlık karargâhına tek geçit yeri olan Kalecik ve Kurtkaya bölgelerinde düşmana ağır zayiatlar vermenin yanı sıra kaçmalarını sağlayıp ancak daha sonrası gelen takviye düşman birlikleriyle kıyasıya girişilen mücadelede şehit düşen Bayburtlu Ziveroğlu Yüzbaşı Şehit Agâh kahramanımız var ya; işte onun adının verildiği İlkokula başladığımda doğrusu içimi tir tir titreten bir başlayıştı. Çünkü sürekli içimden atamadığım acaba bu işi başarabilir miyim tereddüdü vardı. Olsun dünyanın sonu değil ya, her ne kadar okuma yazma bilmeyen bir ana babanın çocuğu olarak evde derslerime yardımcı olacak birileri olmasa da bir şekilde üstesinden gelmeliydim, ama ilkokulun ilk üç yılı çetin geçti diyebilirim, hatta az kalsın ikinci sınıfta öğretmenim beni sınıfta koyacakmış. Necla Aydın benim ilk üç yılımın öğretmeni olmanın ötesinde aynı zamanda komşu ablamızdı. Çok yıllar sonra Ankara’da karşılaştığımızda:
-Selim, az kalsın seni sınıfta bırakacaktım, ama müfettiş bir soru sorduğunda sınıfta bir tek sen cevap vermiştin, bunun üzerine müfettiş sakın ola ki bu çocuğu sınıfta bırakmayasın. İşte müfettişin bu telkini üzere seni sınıfta bırakmaktan vazgeçtim, yoksa bir yılın ziyan olacaktı demişti.
İlkokulun dört ve beşinci sınıflarını ise Necla öğretmenimin eşi İhsan Aydın okutmuştu. Gerçekten her iki öğretmenimde hayatımın şekillenmesinde çok önemli katkı payı olmuştur. Hele İhsan öğretmenim benim vasat bir öğrenci olduğumun farkına varmış olsa gerek son sınıfta iken “Bayrağımızın Gölgesinde” adlı bir okul piyesinde bana Bekçi Ramazan rolü vermişti. İyi ki de vermiş, o güne kadar vasat, çekingen, kendine pek güveni olmayan, sınıf içinde konuştuğunda da peltek konuşan bir öğrenciydim, piyeste rol almakla birlikte kendime güven geldiği gibi git gide Türkçeyi doğru konuşur hale geldim de. O yıllarda piyes çalışmalarında Bayburtspor’un kuruluşunda çok büyük emeği olan Kenan Niyazi Abdullahoğlu’nun da bizim üzerimizde çok özel gayretleri oldu. Hatta bizlere sahnede çok iyi performans gösterirseniz her birinize şunu alacağım, bunu alacağım diyerekten teşvikleri oldu da. Gerçektende piyes provalarımızı tamamlayıp Bayburt Yıldız Sinemasında gösterime girdiğinde koltuk sıralarında bizleri izleyenlerin alkışları göğsümüzü kabartmaya yetmişti. Piyeste rolüm gereği şehit düştüğümde hemşire Kezban bacı rolünde ilkokul arkadaşım Melek Çikot’a:
-Kezban bacı, Kezban bacı, ben ölürsem git anama söyle ardımdan ağlamasın, bu vatan için canımız feda olsun sözlerini sarf etmenin akabinde nefesimi teslim ettiğimde sinema salonunda alkış tufanının kopması unutamayacağım en büyük anım olmuştur. Böylece bu alkışlar eşliğinde piyeste rol alan diğer şehit düşen arkadaşlarımızın da üzerine ay yıldızlı bayrak örtülmenin akabinde sahne perdesi kapanmasıyla birlikte piyes sona erer. Bu arada Kenan Niyazi Abdullahoğlu sözünü de yerini getirmiş oldu. İşte bu piyeste rol alıştır ki, gelecek açısından bana ufuk açmıştı. Zira ilkokul sonrası aşamada başarı moduna girdim de. Ki, o yıllar ortaokulu ve liseyi bitirmek öyle kolay sayılmazdı, üniversite okumak kadar zordu diyebilirim. Hatta liseyi bitiren kolay kolay işsiz açıkta kalmazdı. Madem öyle ortaokul ve lise anılarıma bir göz atabiliriz:
Ortaokulu okuduğum yıllar Türkiye genelinde sağ sol çatışmaların yaşadığı yıllardı. Öyle ki, öğretmenlerimizin bir kısmı TÖB-DER üyesi, diğer kısmı ise ÜLKÜ-BİR üyesiydiler. Hatta o dönemi yaşayanlar çok iyi bilirler, Ecevit dönemiydi ki, hızlandırılmış eğitimle iki ayda mezun edilip Türkiye sathına tayin edilen öğretmenler vasıtasıyla genç kuşakların beynini yıkamayı hedefleyip memleketin başına bela olmuşlardı. Bir gün hiç unutmam bu tip öğretmenlerden Fen Bilgisi hocası Darwinizm ve Evrimcilikle ilgili ödev vermişti. Tabii bizde o sıralar ders dışında fırsat buldukça Ülkü Ocaklarına takılırdık. İşte o takılmalar esnasında ülkücü kimya hocasına denk geldiğimde Fen Bilgisi hocanın bize böyle bir ödev verdiğini söylediğimde bana on sayfalık bir ödev hazırlayıp yardımcı olmuştu. Evet, böyle bir ödevi hocaya teslim edip tam not almıştık ama daha sonrasında hoca beni tahtaya çağırıp birde bu ödevi sözlü olarak arkadaşlarına anlat dediğinde tahtaya çıkıp anlattığımda hoca renkten renge girmişti, neredeyse küplere binmiş bir hale düşmüştü. Meğer hoca verdiği ödevin on sayfalık oluşuna tam not vermiş içeriğinden habersizmiş. Çünkü Darwin’i yerden yere vuran eleştirel bir ödevdi. Fakat sen misin beni küplere bindiren o güne kadar Fen dersi notları iyi olan bir öğrenciyken, sonraki sınavlarda düşük notlar alarak ikmale kalmama yetmişti. Besbelli ki Hoca benden intikam alırcasına kendince bana bedel ödetmiş oldu. Tabii bu benim çok zoruma gitmişti, Allah’tan ki tek dersten ikmale kalmışım, yoksa birkaç dersten ikmale kalmış olsaydım belki de sene kaybına uğramak an meselesiydi. Neyse buna da hele şükür deyip ortaokul serüvenimi bu şekilde gelgitlerle kapatmış oldum.
Şimdi sırada lise yılları vardı. Doğrusu lise yılları da siyasi atmosfer içerisinde geçmişti. Allah'tan o yıllarda Türkiye genelinde çatışmalar olurken Bayburt’ta ise sadece fikri planda mücadele vardı. Dışarıdan Bayburt’a sürgün gelen ülküdaşlarımız bizim bu durumumuzu gördüklerinde “Bayburt kalesi, Bozkurt kalesi diyorsunuz ama komünistler Cumhuriyet caddesinde elini kolunu sallayarak çok rahatlıkla gezebiliyorlar” diyerek bizi kınadıkları olurdu. Çünkü onlar geldikleri şehirlerde komünistler onlara hayat hakkı tanımıyordu, bunu bize kıyas örneği olarak sunuyorlardı hep. Olsun yinede bizim Ülkü Ocakları başkanlarımızdan gerek Mustafa Özdemir, gerek Naci Memiş olsun fikri mücadeleden yana tavır olması gereken fikri mücadelemizden vazgeçmemiştik. Kaldı ki bizim kapı komşumuz Tuncay Onatça İstanbul’da komünistler tarafından şehit edildiğinde cenazesi Bayburt’a getirilip konvoy eşliğinde tekbirlerle defnedildiğinde bile Ülkü Ocakları olarak herhangi bir taşkınlığa meydan verilmemişti.
Gerçekten o yıllar hareketli yıllardı, düşünsenize Bayburt gibi anarşiden uzak kalmış bir şehirde bile sol zihniyet kendi kalesi olmadığı halde boş durmuyordu. Şöyle ki, lise yıllarında sınıfta “Çırpınırdı Karadeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına” şarkısını söylediğimde disiplin kuruluna sevk edilip kınama cezası almıştım. Tabii onlar ceza vere dursun savunmamda bu şarkıyı söylemekten gurur duyduğumu dile getirmekten çekinmedim. Her ne kadar Bayburt ülkücülerin kalesi demiş olsak ta iktidarda CHP vardı, ellerinden geleni ardına koymuyorlardı. Nitekim Bayburt Lisesi Tabii Bilimler bölümünden mezun olup Ankara Etimesgut’ta Astsubay imtihanlarına girdiğimde, hiç unutmam subayın biri bana ‘Türkeşçi misin’ diye sorduğunda politik cevap vermiştim. Yani hayır demiştim ama subay bana “Bizi kandıramazsın bal gibi Türkeşçisin” deyip koşuda başarılı olmama rağmen imtihanı geçememiştim. İşte o an anladım ki, lisede aldığım o kınama cezası buralarda bana gol olarak dönüş yaptı. Maalesef o yıllar içerisinde vatan, millet, bayrak temaları içeren ister şiir, ister metin bir yazı, ister marş, ister Türkü olsun fark etmez her an suç teşkil edebiliyordu. Aslında o yıllarda bize vatan, millet, bayrak aşkını ve tarih şuurunu tam anlamıyla okullar vermese de, farkında olmadan Ülkü Ocakları bu aşkı ve bu bilinci bize vermiş bile. Öyle ki, o yıllarda Mustafa Erdemir, Naci Memiş, Cahit Altay, Faruk Nafız Beşiroğlu, Kemalettin Çubukçu, Erol Kılıç, Cengiz Ocakçı, Dursun Ali Daştan, Remzi Bayram, Asaf Murat Karapınar, Yavuz Selim Ağın gibi kendimizce beyin takım gördüğümüz ağabeyler sayesinde çok mesafe kat ettikte. Seminerlerimiz dolu dolu geçerdi hep, hatta seminer sonunda karşılıklı fikir alışverişleri olurdu. İşte böyle bir fikri alt yapıya sahip Ülkü Ocakları olmasaydı kim bilir geldiğimiz noktada hangi kimlikte dolaşıyor olacaktık. Bayburt’ta zaman zaman siyasi mitinglere olurdu, hiç unutmam Alparslan Türkeş Bayburt'ta saat kulesinin dibinde miting yaptığında hep bir ağızdan miting alanında ‘Başbuğ Türkeş’ sloganlarıyla yeri göğü inletip kendimizden geçerdik. Hakeza o gün başbuğun sağ kolu olarak gördüğümüz Agah Oktay Güner'de kuvvetli hitabetiyle bizleri coştururdu. Yine hiç unutmam Agah Oktay Güner mitingde;
-Ey Hemşerilerim! Bir kabak kaç ayda yetişir diye soru yönelttiğinde,
Halk cevaben;
- 2 ay dediğinde
- Ey hemşehrilerim işte görüyorsunuz, bir kabak üç ayda yetişmezken Ecevit döneminde iki ayda öğretmen yetişebiliyor demek suretiyle okul hayatımızda TÖB-DER’li kabak öğretmenlerden çektiğimizi birde halkımıza duyurmuş oldu.
Evet, doğup büyüdüğüm ev, mahalle arkadaşları, aile, ilkokul, ortaokul ve lise yılları derken memleket hasretim Bayburt anılarımı gönlüme yastık yapıp üniversite hayatına başlamamla birlikte bundan sonraki hayat serüvenim hep başka şehirlerde geçti. Her ne kadar başka diyarlarda olsak ta, şu iyi bilinsin ki, Bayburt doğup büyüdüğüm şehrin olmanın ötesinde bir sevda yüreğimdir.
Velhasıl, şuan yaşayan yaşamayan, Abit Köse, Cevat Köse, Nevzat Köse, Servet Köse, Sebahattin Köse, Celal Köse, Bahattin Köse, Suat Köse, Muhsin Köse, Turgut Köse, Efrail (oloş), Galip Köse, Muharrem Köse, Ebuzer Köse, Temel kiki, Murat Dodo, Süleyman Artar, Erdal Kiki, Yaşar Kiki, Efdal Cücer, Selim Cücer, Celil Türk, Adnan Topallaz, Yılmaz Tosun, Adnan Şeref Yurt, Ömer Dodo, Ahmet Arslan, Tuncay Çikot, Ali Çikot, Naim Çikot, Bahattin Odabaşı, Lokman Odabaşı, Muhsin Develi, Mustafa Onatça, Savaş Kopuzlu, Sebahattin Deniz, Necdet İmaç, Şahin Aktaş, Menderes Koçer, Yusuf Cengiz, Haydar Çarpadan, Muharrem Çarpadan, Bekir Yakut, Kadir Türkmenli, İbrahim Türkmenli, Ali Daştan, Mustafa Daştan, Şeref Demiray gibi daha nice arkadaşlarımın adını anmak benim için büyük bir onur kaynağı olup hepsine buradan selam olsun.
Vesselam.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/memleket-hasreti-makale,7197.html
dedekorkut1
31 Ekim, 2015 - 22:11
Kalıcı bağlantı
HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARIM
HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARIM
ALPEREN GÜRBÜZER
Üniversite yılları kendimi bulduğum yıllardır. Çünkü üniversite öncesi çileli bir hayat söz konusuydu. Kâh tuğla ocaklarında, kâh tarla tumpta, kâh inşaatlarda çalışmakla üniversiteyi kazanamama riski doğuracağı endişesi tüm benliğimi içten içe saran bir duyguydu. Geçimini çiftçilik ve at arabacılık yapmakla geçindiren bir ailenin çocuğuydum. Ailenin en büyüğü ağabeyim kendini Fransa'ya atmakla geleceğini kurtarmıştı. Benimde bir şekilde kendimi kurtarmam gerekiyordu, yoksa baba himayesi altında kendi kendime kurguladığım hedeflere erişmek mümkün olmayacaktı. Hayalimde kurguladığım tutku öyle çok büyüktü ki, her defasında tarlada tırmık çekip deste yaparken Bayburt Trabzon kara yolu hattı üzerinde Ankara ve İstanbul’a doğru otobüsler seyir halinde geçtiklerinde içimden uzak diyarlara gitme arzusu bürürdü hep. Liseyi bitirmiştim ama ilk sene kazanamamıştım, bu böyle devam edemezdi elbet. Mutlaka harçlık biriktirip gelecek sezon için yeniden üniversite sınavlarına hazırlanıp kazanmam gerekiyordu. Üstelik bu hazırlık hem dershanesiz, hem de sınavı kazandığımda üniversite için harçlık biriktirmeye yönelik alın teri bir bedeni hazırlık olmalıydı. Değim yerindeyse bir taşta iki kuş vurmaya yönelik hedefti bu. Fakat bu hedefin gerçekleşmesi Bayburt’ta pek mümkün gözükmüyordu. Çünkü doğup büyüdüğüm memleketimde kışın inşaat çalışmasına elverişli iklim şartlarına sahip değildi. Malum, karasal iklimde kışın ne tarla ekilir, ne de inşaat çalışması olurdu. Neyse ki, Bayburt’ta yaz sezonu inşaatlarda zaman zaman beraberce çalıştığım bir arkadaşın bir gün bana Giresun organize sanayi inşaatında Bayburtlu hemşehrilerimizin çalıştığından söz etmesi zihnimde bir umut ışığı doğmasına yetmişti. Öyle ya sonuçta çalışılan yer sahil memleketi, kışta olsa iklim yumuşaklığı inşaat sezonunun açık olmasına yetiyordu, derken o arkadaşla söz birliği yapıp apar topar Giresun’a gitmeye karar verdik. Bu arada anacığıma sıkı sıkıya tembih etmeyi de ihmal etmedim, dedim ki;
-Ana ne olur, sakın ola ki, babam Giresun’a çalışmaya gideceğimi duymasın, şimdilik bana sadece sarıp sarmalayacağım bir sünger yatak ver bu bana yeter, başka bir şey istemem.
Tabii bu ana yüreği beni kırar mı, derhal sünger yatağı sarıp sarmalayıp alelacele söz birliği yaptığım o arkadaşla birlikte yola koyulduk. Ve gece karanlığında Keşap çıkışı yapımı devam eden Giresun Organize Sanayisine indiğimizde hemşerilerimizin yanına varıp dış cephe penceresi beyaz naylonla kaplı, iç kısmı sıvasız ve inşaat tahta parçalarından yapılmış sedyelerin bulunduğu bir odada konaklayıverdik. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarında uyanıp etrafı şöyle bir göz attığımda daha önce hiç görmediğim doğa harikası yemyeşil bir cennet manzarayla karşılaştım. Tabii böylesine bir manzarayla ilk defa karşılaşıyor olmam, kendi kendime iyi ki de baba ocağından buralara gelmişim dememe yetmişti. Derken kış sezonunu yemyeşil ve deniz manzaralı Giresun organize sanayi inşaatında sıvacılık yaparak geçirmiş oldum. Bu arada dört aylık bir süre içerisinde epey bir harçlık biriktirmiş oldum da. Artık yaz sezonu gelip çatmıştı ki, tekrar beni sınav heyecan sarmıştı. Ve üniversite sınavlara girmek üzere Giresun'dan tekrar baba ocağı Bayburt'a döndüm, ama yine boş durmamam gerekiyordu, sınav aşamasında bile Bayburt Postası Gazetesinin sahibi Hacı Osman Okutmuş ve oğulları Yakup Okutmuş, Sakıp Okutmuş, Ragıp Okutmuş, Zafer Okutmuş ustalarımın yanında çalışarak günlerimi geçirdim. Üniversiteye giriş sınavları iki aşamalıydı, birinci sınava Ankara Cebeci Siyasal Bilgiler Fakültesinde girmiştim, hele şükür birinci aşamayı geçmiştim, bu sevincim matbaada bayram havası estirdi diyebilirim, ama her şey bitmiş sayılmazdı, bunun birde ikinci aşaması vardı. Zaten ikinci aşama sınavını şu an adını hatırlayamadığım İstanbul Koca Mustafa Paşa semtinde bir okulda girip Atatürk Üniversitesi Biyoloji bölümünü kazandığımda benim için asıl bayram o gün olmuştu. Malum, o yıllarda öyle herkesin üniversiteye kapak atması kolay değildi. Bu yüzden o dönemde üniversiteyi kazanmak bayram sevincine eş değer bir duygu seliydi diyebilirim. Hele şükür o duyguyu tatmak nasip oldu da.
İşte böylesi bir bayram müjdesini aldığımda birkaç dost bildiğim arkadaş ve çalıştığım Hoca Ali Efendi Matbaasındaki ustalarımdan başka tebrik edecek yakınım yoktu. Dikkat ettiyseniz yakınım dedim, Allah hepsine rahmet etsin baba ve oğullar her daim beni aileden biri olarak görmüşlerdi. Hakeza Hacı Osman Okutmuş'un hanımı, kızı, torunları ve gelinleri de öyle görmüşlerdi. Zaten matbaanın üst katında oturuyorlardı, zaman zaman üst kattan aşağıya taşınan sıcacık çorbalarını da içmiştim, o yüzden hasretle yâd ederim o günleri. Bilhassa matbaa ustalarım arasında Sakıp Okutmuşla aynı takımı tutuyor olmam hasebiyle beni Trabzon-Fenerbahçe maçına götürmüşlüğü hiç unutmayacağım bir başka anıydı. Nasıl unutulur ki, o yıllarda defansta Şenol Güneş, Turgay ve Necati üçlüsünün, ileride Ali Kemal, Necdet, İskender Gönen, Tuncay ve Necmi Perekli gibi oyuncuların oynadığı, üst üste şampiyonluklar kazanmış, yetmemiş Liverpol’u devirmiş bir takımı seyretmiş olduk. Bu arada Sakıp Abi’nin Trabzon’da kayın pederini görme fırsatı da bulmuştum.
Peki ya üniversiteyi kazandığımda kendi aile efradım nasıl karşıladı derseniz, doğrusu bizim ailede geçim telaşından böyle bir tebrik etme kültürü olamazdı, bu yüzden garipsemedim. Zaten benim için tebrik edilmekten ziyade ileriye yönelik yapmam gereken hazırlıklar çok önem arz ediyordu, dahası bu benim yumuşak karnımdı. Zira kış sezonu bitip yaz sezonuna girmiştik ki, at arabasıyla tarladan eve dönüşte babam bana şöyle demişti:
-Duydum ki üniversiteyi kazanmışsın, şimdi git Fransa'da ağabeyin seni okutsun.
Tabii bende dayanamadım şöyle karşılık verdim;
-Merak etmeyin bugünden itibaren ne sana, ne de ağabeyime muhtaç olmadan bu üniversiteyi bitireceğime ahdediyorum. Yeter ki, beni tarla tapan ve harmanda oyalamayın, evvel Allah'ın izniyle inşaatlarda sıvacılık yaparak üstesinden gelecek yüreğim var.
Doğrusu babam böyle bir çıkış beklemiyordu benden, ama elinden gelen başka bir seçenekte yoktu, sessiz karşıladı ve ertesi gün inşaatlarda hemen çalışmaya koyuldum bile, akşamları da fırsat bulduğumda Hoca Ali Efendi Matbaasına uğrayarak zamanımı değerlendirirdim. Derken kayıt zamanı Erzurum'a ayak basıp üniversite kampusunda kaydımı yaptığımda kendi kendime 'oh be hayat varmış' deyip tıpkı havada uçuşan kelebekler misali kendimi özgür hissettim. Nasıl kendimi özgür hissetmeyim ki, artık bende üniversiteli olmuştum, şimdi sırada konaklayacağım yeri belirlemek vardı.
Kredi Yurtlar Kurumuna başvurmuştum ama bana yurt çıkmamıştı, ister istemez aynı mahalleden ve aynı zamanda lise arkadaşım Selami Yıldız vasıtasıyla Erzurum’da Mehmet Kırkıncı Hoca'nın dizinin dibinde yetişen nur talebelerinin kaldığı öğrenci evlerinde kalmaya karar verdim. İlginçtir kalacağım mekân bir evden çok medreseyi andırıyordu, evin adı Selimiye idi, hemen yanı başımızda da Süleymaniye vardı, her neyse tevafuk diyelim ismi ismime uygun bir ev denk gelmişti. Doğrusu orada kalanların dini bütün arkadaşlardı, dolayısıyla ilk başlangıçta adaptasyon sıkıntısı çekeceğimi hiç düşünmedim. Öyle ki, bu tip evlerde belirli talimler doğrultusunda birlikte namaz kılmanın yanı sıra belirli vakitlerde Risaleyi Nur’dan bir bölüm okuma ve haftalık sohbetler hiç eksik olmazdı. Mizaçları mizacıma uygundu. Sonuçta ehlisünnet çizgisi üzere olan her ne akım olursa olsun sıcak karşılar ön yargıyla yaklaşmazdım, daha çok istifade etmeyi yeğlerdim. Fakat benim herkese aynı gözle bakmamdan mı, yoksa şakirtlik yolunda piştiğime kanaat getirmiş olduklarını düşündüklerinden mi bilinmez ama bir gün bir sohbet ortamında şakirtlerden bir arkadaş;
-İşte biz ülkücüleri böyle nurcu yaparız sözüne muhatap kalmıştım. Tabii bu sözü içime yedirememiş ve çok ağrıma gitmişti. Bir kere Risaleyi Nur hakikatleri belli bir grubun tekelinde olmamalıydı, pekâlâ bir ülkücünün de okuyacağı kitaplardı. Bu durumda kendi kendime karar verdim devletin yurduna tekrar başvurup evden ayrılmaya. Nihayet başvurum gerçekleşir ve böylece dört aylık Selimiye hayatından sonra bir daha dönmemek üzere yurda yerleşmiş oldum. İyi ki de böyle oldu, hiç olmazsa yurtta kalacağım arkadaşlar tek tip insanlar değildi, büyük çoğunluğu muhafazakâr olmakla birlikte benim için daha çok farklı meşreplerden arkadaşlar olması çok cazip geliyordu. Yurt demişken, bir gün yurtta ansızın arama alarmı verildiğinde doğrusu ürpermiştim, çünkü Kenan Evren dönemiydi, elbise dolabımın raflarında başımı ağrıtacağını düşündüğüm kitaplar arasında Namık Kemal Zeybek'in 'Ülkü Yolu' kitabını hemen yatağımın altına sakladım, ama yine de zihnimde ya görürseler düşüncesi beni içten içe endişelendiriyordu. Neyse ki arama ekibi odaya girdiğinde yatağın altına bakmayınca o an rahatlayıp derin nefes almıştım. Dedim ya, yurt arkadaşlarımız arasında ki fikir ayrılıklarımız mesele teşkil etmezken o günün kolluk kuvvetlerince sicilimize sakıncalı kişi olarak kayıtlara geçme riski her an söz konusu olabiliyordu. Bu tutumum sadece yurt arkadaşlarımla sınırlı değildi elbet, hiç kuşkusuz fakülte arkadaşlarımla olan ilişkilerimde ön yargısızdı, asla fikir ayrılıklarını aramızda mesele yapmazdık, bilakis birbirimizi pırıl pırıl arkadaşlar olarak görürdük. Hele Bayram Tekin ve Yasemin Tekin çiftiyle aynı bölümden mezun olmak, ben ve fakülte arkadaşlarım için bir ömür boyu onur kaynağı hatıra olacaktır hep. Kimin aklına gelirdi ki, dört yıl boyunca aynı sıralarda dirsek çürüttüğümüz bu iki can arkadaşımız yuva kurup öğretmen olarak atandığı Bitlis’in Yol alan beldesi Düz Köyünde 25 Ekim 1993’te hamile karnında bebeği ve aynı zamanda üç yaşındaki çocuğu Betül’ün ekmek yiyor halde PKK kurşunlarına hedef olup şehit olacaklarını. Yasemin kızıyla birlikte Betül’le doğup büyüdüğü baba ocağı Osmaniye'de toprağa verilirken, Bayram'da memleketi Kırşehir'e defnedilir. Acaba o an gök kubbe aşağıya çökse, yer yarılsa bu acıya kim dayanabilirdi ki. Düşünsenize PKK itirafçısı yaşanan bu yürekleri dağlayıcı olayı itiraf ettiğinde sekiz aylık hamile Yasemin'e kahpece sıktıkları kurşun deliklerinden karnında taşıdığı çocuğun başı dışarıya fırladığını söylemekten imtina etmez de. Şimdi onlardan bize geriye kalan sadece derin yürek acısı, birde dört yıl boyunca fakülte hayatında geçirdiğimiz o unutulmaz güzel anılar kaldı. Hiç kuşkusuz bu acıya hiçbir yürek dayanamazdı. Yürekleri dindirecek tek tesellimiz hayatlarının baharında şahadet mertebesine ermeleridir. Madem öyle, bu iki güzel insanın adını anıp tarihe not düşmek gerekir. Zaten Allah devletimize zeval vermesin, her iki şehidimizin defnedildiği memleketlerinde ki okullara adını verip, gelecek kuşaklarca isimlerinin anılmasına önayak olmuştur. Ne mutlu bizlere ki; böylesi can yürek arkadaşların bulunduğu ve bağrından şehit çıkarmış adını Milli mücadele kahramanı Kazım Karabekir olarak adını duyurmuş fakültede okumuşum. Bu arada Emine Güldelibaş’ın adını da anmaktan geçemeyeceğim, o üniversitede koşu sportif faaliyetiyle dikkat çeken derece almış atlet arkadaşımızdı, mezun olduktan sonra Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinde mikrobiyoloji alanında biyolog olarak görev yaptı, meslek hayatının son dönemlerinde kansere yenik düşüp, o da Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.
Gerçekten o yıllar bir bambaşka yıllardı, anılar sadece üniversite kampusuyla sınırlı değildi, branşımız gereği bir seferinde bitki ve böcek toplamak için hocalarımızdan Prof. Dr. Kemal Solak koordinatörlüğünde, Prof. Dr. Adem Tatlı ve dekanımız Prof. Dr. Mustafa Kuru’nun katılımıyla Erzurum ili dışında bir çok doğu illerde 2-3 günlük bir arazi gezimiz olmuştu. Gezi boyunca botanik ve zooloji laboratuar uygulamasına yönelik bitki ve böcek topladığımız gibi, doğuda birçok şehir, kasaba, köy görmüş oldukta. Bu arada gezi boyunca nerede bir akarsu görsem hemen içine dalıp çıktıkça çocukluk yıllarımda sıkça yüzdüğüm Çoruh nehrinin o serin suları sanki bedenimde akar hissettim. Yetmedi gezi boyunca otobüsümüz nerede konaklasa kendimce bir anlam çıkarabiliyordum. Nitekim öğrenci kafilesi otobüsümüz Rus sınırıyla bitişik sayılan Iğdır Tuzluca Halıkışla köyüne konakladığında oracıkta ilkokul öğrencilerinin 23 Nisan şenliklerine iştirak etmiştik. Köyle Rus sınır arasında Aras nehri akıyordu ki, o ara Aras nehrinin öbür yakasında soydaşlarımızın ağaç dalları arasında bizim tarafı gizlice tutku gözlerle izledikleri o an dikkatimi çekmişti. Doğrusu böyle bir hasretle izleyiş beni can evimden vurmuştu. Tabii kolay değildi yetmiş yıldır Sovyet-Rus esareti altında yaşamak. Bilhassa bizim kuşak o yılları çok iyi bilir, hele bir ülke komünizmle idare edilmeye dursun o ülkede özgürlükten söz etmek ne mümkün, illa bir özgürlükten söz edilecekse de tıpkı o ağaç dalları arasında soydaşlarımızın gizlice baktığı kadar bir özgürlükten söz edilebilir. Neyse ki, 23 Nisan şenliklerinde çocukların yüzündeki o sevinç çığlıkları bir nebze olsun soydaşlarımızın yaşadığı o acı dramı dindirmeye yetmişti. Hiç kuşkusuz bu acı drama sadece Halıkışla köyünde şahit olmadık, Ağrı Dağı ovasının en doğu sınır bölgesinde bir askeri kışlaya konuk olduğumuzda da aynı duygu selini yaşadık. Öyle ki, askeri kışlanın tepe noktasında askeri dürbünle sınır ötesine baktığımızda Erivan hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabildik. Evet, o yıllarda esir Türkler gibi Erivan’da ki Ermenilerde özgür değillerdi, Sovyet güdümünde esir bir şehirdi. Zaten ilk bakışta özgürlüğün olmadığı hemen anlaşılıyor. Nasıl anlaşılmasın ki, adamlar adeta sınırdan kuş uçurmayacak derecede askeri gözetleme kuleleri birbiri ardına sıraladıkları yetmemiş gibi birde bunun üstüne sınır hattı boyunca sıkı tel örgü ağıyla örmüşler de. Hiç kuşkusuz o yıllarda dünyanın ikinci süper ülkesi diye lanse edilen Rusya'dan başka bir şey beklenemezdi. Ama yine de bir insan bu hazin manzara karşısında “Herhangi bir Demirperde ülkesinde yaşamaktansa en uç mezra köyünde esaretsiz yaşamayı tercih ederim” demekten kendini alamazda. İşte bu duygular eşliğinde oradan Doğubeyazıt'a doğru yol aldığımızda bu kez yüreğimizi hafifletecek şaheser bir tarihi sarayla karşılaşabildik. İşte yüreğimizi hafifleten bu şaheser Orta Asya, Selçuklu, İran ve Osmanlı mimari özelliklerini bünyesinde toplayan o muhteşem İshak Paşa Sarayından başkası değildi elbet. Hatta bu muhteşem şaheserle yüzleştiğimizde atalarımızın kartal kanat hürriyet iklimini hatırladık bile. Çünkü burası bir Kremlin sarayı değildir, hürriyet abidesi bir saraydır. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen sanki ihtişamından hiçbir kaybetmemişçesine burayı ziyaret eden her kim olursa selamlayıp bağrına basan bir atmosferi var. Üniversite öğrencileri olarak bizde burayı ziyaret ettiğimizde her haliyle buram buram tarih ve medeniyet kokuyordu, kokladıkça da selamını alıp o an gözümde canlanan Bayburt Kalesinden Bayburt’u, Şehit Osman’ı ve Aslan dağını selamlarcasına Doğubeyazıtı ve Ağrı dağını selamlar olduk. İyi ki selamlamışız, sarayın burçlarına çıkıp tepeden şehri selamladıkça o şehir hakkında fikir sahibi oldukta. Kaldı ki fikir sahibi olmadığımızı varsaysak bile tarihle hemhal olduk ya, bu yetmez mi?
Gezi otobüsümüz tarihi şehir Doğubeyazıt'tan Gürbulak sınır kapısına dayandığında ise o yıllarda İran şahını devirip yönetime el koyan Humeyni posterleriyle göz göze geldik. Doğrusu Humeyni posterleri bizi pek ilgilendirmiyordu, bizi daha çok sınır kapısı ne, ne değildir, o ilgilendiriyordu. Çünkü o güne kadar gümrük kapısı hiç görmemişiz, merak etmemiz gayet tabiidir. İlk kez görmüş olmamızdan olsa gerek o anda hepimizde karşı tarafa geçme isteği bürür, ama bu iş pasaportsuz olmazdı. Olsun yine de sınır kapısının demir parmaklıklar arasından da olsa İranlı vatandaşları görebildik ya, buna da şükür dedik. Çünkü o yıllarda yabancı bir yüz gördüğümüzde sanki kendimizi yurtdışına gitmiş gibi bir hisse kapılırdık. Dolayısıyla yurtdışına gidemesek te sınır kapısının bir adım ötesini görmekle kendimizi çoktan yurdışına gitmiş saydık bile. Tabii ki ilklerimiz bunlarla sınırlı değildi, dahası vardı. Düşünsenize dünyada Alaska'daki Göktaşı çukurundan sonra ikinci büyük çukur diyebileceğimiz Gürbulak sınır kapısı ile Sarı Çavuş (Günveren) köyü arasında genişliği 35 metre, derinliği 60 metre meteor (göktaşı) çukurunu görmüş olmakta bir başka ilki yaşamış olduk. Her neyse bu ve buna benzer ilk deneyimleri yaşamanın heyacanıyla oradan ayrılıp otobüzümüz Sarıkamış’a doğru yol aldığında ise bu kez zihnimizde 'Allahuekber dağları'nın o dondurucu soğuğunda buz kesilipte şehit düşen askerlerimizin aziz hatıraları canlanıverdi. Bizler şehitleri yâd ederiz de, Sarıkamış ormanları yâd etmez mi, hiç kuşkusuz karla kaplı orman arazisi üzerinde saf olmuş her bir sarıçam ağacı da kollarını gök kubbeye doğru açmış vaziyette şehitlerimize dua ederek yâd ederler. Böylece sarıçam ormanlarının o pırıl pırıl temiz havası ciğerlerimizi pak kılmanın ötesinde Sarıkamış şehitlerimizin aziz ervahlarını ruhumuzda solumuş olduk ta.
Peki ya Iğdır? Sarıkamış’ın tam zıddı bir iklim manzarayla karşılaşıverdik. İlginçtir, daha ilkbahara girmeden Akdeniz iklimini soluduk. İşte Iğdır böyle bir yer, rakım düşüklüğünün vermiş olduğu avantajla Akdeniz ürünü pamuğun bile yetiştiği bir şehrimizdir.
Evet, Erzurum Hasankale, Ağrı, Kars, Digor, Iğdır, Sarıkamış, Doğubeyazıt derken öğrenci kafilemiz gezisini tamamlayıp Erzurum'a dönüş yaptığında sene boyunca yorgun düşmüş zihnimizin arınmış halde yeniden dersbaşı yapmanın heyecanını yaşadık.
Evet, o güzel hatıralar unutulacak cinsten hatıralar değildi. Tabi üniversite hayatımda yaşadığım o hatıralar sadece fakülte arkadaşlarıyla sınırlı değildi, üniversite kampusu içi ve dışı arkadaş gruplarla da bir sürü unutulmaz hatıralarım vardı. Şöyle ki; Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda kalıyordum ama ara sıra lise yıllarında Ülkü Ocaklarından tanıdığım bir arkadaşımın şelale apartmanında kaldıkları eve gidip gelmelerde yeni arkadaşlıklar da kurmuştum. Hatta günlerden bir gün yine şelale apartmanına uğradığımda ev içerisinde bir hazırlık telaşı dikkatimi çekmişti, merak edip sordum;
- Hayırdır bir yerlere yolculuk mu var?
Cevaben dediler ki;
-Evet, bu akşam biz Menzile gidiyoruz.
Ve içimden bir ses 'sen de git' yönündeydi, işte o an içimdeki sese kulak verip;
- Bende gelmek istiyorum dedim.
Sağ olsunlar onlar da;
- Başımızın gözümüzün üstünde yerin var dediler.
İşte gidiş o gidiş, nasipte Seyda'yı görmekte varmış. Hiç unutmam oraya vardığımda, ilk iş Gavs-ı Azam Seyyid Abdülhakim El Hüseyni Bilvanisi (k.s)'ın merkadını ziyaret etmek oldu. Ancak ziyaret sonrasında hemen kafama takılan bir meseleyi şelale arkadaşlarından Kütahyalı Tahir’e;
- Türkeş'te buraya gelmiş midir diye sordum.
Ancak sordum sormasına ama meğer sorduğum arkadaş milli görüş çizgisinden gelen bir arkadaşmış, adam ne desin, geldi dese bir türlü, gelmedi dese bir türlü, en iyisi mi kafam karışmasın, buradaki manevi atmosferden mahrum kalmayım diye 'Türkeş'te gelmiştir' deyivermiş.
Her neyse, şu bir gerçek, Seyda Hz.lerini ziyaret etmek bir bambaşka duyguydu, o kadar etkileyici nur yüzü vardı ki, beni benden almaya yetmişti. Aslında buraya gelmenin çok öncesinde medyaya düşen bir konu olması hasebiyle lise yıllarında çalıştığım matbaada bir ara Seyda konusu geçtiğinde ismini duymuşluğum vardı. İşte o duymuşluk kafamda iz bırakmaya yetmişti. Şöyle ki; bir gün matbaa ustam Zafer Okutmuş 'Erkekçe dergisi’ni karıştırır halde gördüğümde;
-Abi bu dergide ne var ki böyle pür dikkat kesilmiş haldesin diye sordum ve cevaben;
- Seyda Hz.lerinin çok yakışıklı olduğunu, hatta yurdun dört bir yanından giden birçok insanın o aydınlık yüzünden etkilenip içkiyi bıraktıklarını yazıyor demişti.
Gerçekten de günlerden bir gün Bayburt saat kulesinin az ilerisinde Yakutiye (Yeni) camisine namaz kılmak için gittiğimde benzin istasyonu sahiplerinden İrfan Türkoğlu ve arkadaşlarını camiide gördüğümde doğrusu şaşırmıştım. Meğer onlarda Menzil’e gitmişler. Tabii oraya gidenlerden bir kısmı eski alışkanlarına dönmüş olsalar da neden böyle oldu diye sorup araştırdığımda edindiğim ilk bilgiler ışığında oraya sadece onu görmek için gittiklerini, fakat elinden tutup ders almadıklarını söylemişlerdi. İşte o an, bu işte bir tuhaflık var diye kendi kendime düşündüm; Seyda Hz.lerini bir görmekle bir ay, bilemedin iki ay namaz kılacak hale geliniyorsa kim bilir bir de ders almış olsalar nasıl olurlardı. Zaten Allah var, orayı ziyaret edipte tekrar eski alışkınlıklarına dönenler hatayı hep kendilerinden bildiler, değil o kapıya hürmetsizlikte bulunmayı, kapıya laf atanları azarladıklarına şahit oldum da. Anlaşılan o ki, bir insan hangi maksatla olursa olsun Menzil’e yolu bir düşmeyi versin, aradan yıllar geçse de oranın manevi iklimini bir daha öyle kolay kolay unutamaz da.
Peki, Menzil'in benim ruh dünyamda ne gibi etkisi oldu derseniz, bir kere Erzurum’a dönüşte üzerimde ki tüm ağırlıkların kalkıp sanki sil baştan kendimi yeniden dünyaya gelmiş gibi hissettim. O an hayata sıfır kilometre başlamak gerektiğini düşündüm ve bu yolun esaslarını öğrenmek ve uygulama hevesi üzerime siner de. İşte bu duygular eşliğinde ilk iş olarak Menzil çorbasına kaşık çalmış, suyundan içmiş ve ekmeğinden yemiş arkadaşlarla beraber olmam gerektiğini idrak ettim. Öyle ki, o arkadaşlarla beraber 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in o yasaklı dönemlerine hiç kimsenin kınayışına aldırış etmeksizin üniversite camisinde günlük Hatme-i Hacegan yapar olduk ta. Derken Fakülte arkadaşlarımın haricinde bir de bu tür gönül arkadaşlığı çevrem oldu. Mesela tanıştığım o gönül arkadaşları arasından İskender Çalış adında bir gönüldaşım vardı ki, onunla gönül arkadaşlığının yanısıra birlikte üniversite amblem ve rozet satmışlığımızda oldu, böylece hem dünyevi beraberlik, hem uhrevi birlikteliğimiz mezun olduktan sonra kopmaz da. Tabii Hatme-i Hacegan'a sadece üniversite kampüsünde değil, kampus dışında Erzurum’un bir çok yerinde de katıldığım olurdu. Katıldıklarım arasında en bilineni Şelale apartmanıydı, ama eskiden olduğu gibi ziyaret maksatlı değil, bu kez bana vesile oldukları bu yolun manevi havasını öğrenmek için gidiyordum. Hatta bu apartmanda o yıllarda öğrenci olup da, şimdilerde bakan, milletvekili, bürokrat, öğretmen, serbest girişimci, hemen hemen her meslekten arkadaşlarla gönül bağımız oldu da. İşte Recep Akdağ, Necdet Ünüvar, Nihat Tosun, Turan Buzgan, Enginer Birdal, Muzaffer Sungur, Mehmet Emin Fidan, Uşaklı Osman ve daha nice isimler o yıllarda gönül bağı kurduğum arkadaşlardı. Şu da var ki, şelale sadece gönül bağı kuran dostların uğradığı bir yer değildi, daha başka arkadaşlarında uğradığı bir mekândı. Evet, görünürde öğrenci evi görünsede aynı zamanda düşenin elinde tutup yardımcı olmaya çalışan arkadaşlardı. Nasıl mı? Düşünsenize birlikte aynı yurt odasında kaldığım Cengiz Özcan adında solcu bir arkadaş Kastamonu Taşköprü’den anne ve babasını ziyaret dönüşü bindiği otobüsün kaza yapması sonucu beyin travması geçirip artık geçmişe ait hiç bir şey hatırlamaz hale gelmişti. Meğer kaza mağduru Cengiz aynı zamanda şelalede ki arkadaşımla da aynı fakülteden arkadaşmış. İşte Cengiz’in anne ve babası o elim kazanın acı haberini duyar duymaz Erzurum’a geldiklerinde şelale sakinleri bağırlarına basıp hemen evlerine misafir etmişlerdi. Dahası neyin nesi, neyin fesi demeden kapılarını açık tutacak kadar can yürek oldular. Böylece Cengiz’in anne ve babası kendileriyle hayat tarzı bakımdan taban tabana zıt bu insanlarla pekâlâ bir arada kalınabileceğinin bir örneğini yakından görmüş oldular da.
Bu arada Cengiz’den söz etmişken diğer yurt oda arkadaşlarımdan söz etmemek doğru olmaz. O halde bir kaç kelam da onlardan söz edeyim. Pakistan uyruklu arkadaştan tutunda, gitar çalan arkadaş mı ararsın, şen şaklak arkadaş mı ararsın, uysal arkadaş mı ararsın, âşık arkadaş mı ararsın, hemen her meşrepten oda arkadaşlarımız oldu. Farklı karakterde tiplerin varlığı hiçbir zaman bende rahatsızlık oluşturmadı. Hele Menzil'e gidip te Seyda Hz.lerini ziyaret etmek nasip olduktan sonra her gördüğüm insana aynı gözle bakma anlayışı benim ruh dünyamda daha da bir tavan yaptı diyebilirim. Öyle ki, her gün altı kişilik altlı üstlü yattığım ranzalı odadan sabah akşam kantine çay içmeye indiğimde tanıdık tanımadık kim olursa olsun Menzil'in manevi atmosferini anlatmaktan kendimi alamıyordum. O yıllarda iç dünyamızda izah edemeyeceğimiz bir muhabbet seli yaşıyorduk. Hatta bu nasıl bir muhabbet seliyse, kime ne anlatıyorsak hemen etkisini gösterip etrafımız da yeni arkadaşlar edindiğimizi fark ettik.
Yine üniversite kampusu içerisinde bir başka arkadaş grubu çevrem vardı ki, bunlarda hemşerilerimden oluşan arkadaş topluluğuydu. Yani hemşehrilerimle de zaman zaman yurt kantininde bir araya gelip çay sohbetlerimiz ve yurt kampusu içerisinde birlikte futbol karşılaşmalarımız olurdu. Hatta Öğrenci hemşerilerimiz arasında bir dönem milletvekilliği yapmış Fetani Battal ve şu an Bayburt Belediye Başkanımız Mete Memiş'le de top oynamışlığımız oldu. Bir gün hiç unutmam top oynarken Mete Memiş maç esnasında benim sürekli top kaptırmamdan olsa gerek sinirlenip karşı rakip tarafa geçmemi istemişti, tabii bu durum bende hırs etkisi yapmıştı, ama karşı tarafa geçip üst üste golleri attığımda Mete Memiş arkadaşımın pişman olduğunu gözlerinden okumam pekte zor olmadı. Ayrıca sportif faaliyet olarak hemşerilerimin dışında üniversite bünyesinde zaman zaman tekvando çalışmalarına da katıldığım oldu, ancak bu sporu daha sonraları devam ettiremedim, sadece sarı kuşak sertifikayla yetindim.
İşte buraya kadar anlatmaya çalıştığım bu güzel hatıralar eşliğinde nihayet başlangıçta kırk kişiyle başladığım fakülteyi sekiz kişiyle bitirmenin heyecanıyla üniversite hayatım sona ermiş oldu. Zaten benim üniversiteyi dört yıl içerisinde bitirmem gerekti, aksi takdirde bir yıl uzatmam demek yaz döneminde yeniden inşaatta çalışıp zarzor bir yıllık harçlık edinme çabası demekti. Bu yüzden benim üniversiteyi uzatmak gibi bir lüksüm olamazdı, Allah'a şükür kırk kişiyle başladığımız sekiz kişiyle bitirdiğimiz fakülteden ilk üçe girerek mezun olmayı başardım da.
Velhasıl, üniversite yılları gerçekten yazımın başında da belirttiğim gibi benim için kendimi bulduğum yıllardır. Öyle ki, o yılların heyecanını ruhumda bir kez daha hissedeyim diye elli yaşımdan sonra ikinci üniversite okumaya karar verdim de, şuan 'Medya İletişim' okumanın mutluluğunu yaşıyorum, derken 'ilim pazara kadar değil, mezara kadar' olduğunu idrak ettim de.
Vesselam.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/hey-gidi-universite-yillarim-makale,7186.html
dedekorkut1
11 Aralık, 2021 - 18:02
Kalıcı bağlantı
DÜNYAYA YÖN VEREN BİLGE ŞAHSİYETLER
DÜNYAYA YÖN VEREN BİLGE ŞAHSİYETLER
SELİM GÜRBÜZER
Dünyaya yön vermek olumlu ya da olumsuz yönde olabiliyor. Aşağıda vereceğimiz örnekler bunu teyit ediyor zaten. Tabii bizim tercihimiz insanlığı olumlu yönden etkileyen bilge insanların ön görüleridir. Şayet bir arada yaşadığımız dünyamızın kana bulamama diye bir derdimiz varsa buna mecburuz da. Ama şu da bir gerçek dünya döndükçe iyi ve kötü, pozitif ve negatif gibi daha nice birbirine iki zıt kategorize edebileceğimiz tüm ikilemleri yaşayacağımız muhakkak. Madem öyle, müsbet ya da menfi yönde hiç fark etmez dünyaya nasıl yön veriliyormuş bir izleyelim görelim.
Niccola Machiavelli; siyasetle ahlakın birbirinden ayrı düşünülmesi gerektiğini ve siyasi iktidarın korunması için her türlü hilekârlığın, ikiyüzlülüğün yapılabileceğini söyleyecek derecede pragmatist bir rehberdir. Dahası o, siyaset bilimini pragmatizm zeminine oturtmaya çalışan ve bu yönde siyasi iktidarlara “Hükümdar” adlı eseriyle ışık vermeye çalışan bir düşünürdür. Zaten günümüzde siyasetçilerin de canına minnet, tam da siyasi arenada izledikleri Makyavelist siyasetin ta kendisi bir yol izlemekteler. Kelimenin tam anlamıyla dürüst siyaset, siyasi ahlak hak getire, kahır ekseriyet politikacıların birçoğu doğrudan siyasetlerini Makyavelli‘inin gösterdiği yoldan sürdürmekteler.
Thomas Paine; 1737’de İngiltere’de doğup büyüdüğü vatanından 1775’te Amerika’ya göç ettiğinde gördüğü lüzum üzerine Amerika’nın İngiliz yönetiminden çıkıp bağımsız devlet olması gerektiğini gür bir sesle dile getiren bir isimdir. O aynı zamanda bir kıtanın devamlı bir adadan idare edilmesine itiraz ederek Amerika’nın bağımsızlığına, hatta davasına gönül veren kişiliktir. Paine, bu düşünceler eşliğinde bu arada ABD ismini kullanan ilk isim olarak tarihe not düşmüş olur.
Adam Smith; Devletçi ekonomilerin istila ettiği bir dönemde, bir ülkenin zenginliğini sağlamanın en kestirme yolun her insanı serbest bırakmaktır deyip adından kapital baba olarak söz ettiren bir düşünürdür. Derken Adam Smith bu düşünceler eşliğinde liberalizmin ve kapitalizmin kurucusu olarak siyasi tarihe adını da yazdırmış olur.
Thomas Robert Malthus; Nüfus konusunda ileri sürdüğü görüşlerle dikkat çeken bir isim. Kendisi Adam Smith’in bir başka versiyonu diyebileceğimiz noktada zenginliğe sebep teşkil edecek doneler üzerindeki incelemelerinin tam aksine yoksulluğa sebep teşkil edecek doneleri kendine esas almıştır. Nasıl mı? Mesela Malthus nüfus artışı için “ 1, 2, 3, 4, 8, 16, 32, 64, ..” şeklinde bir katsayı dizilimi ile formüle ederken gıda maddelerinde artışı ise; “1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 ..” şeklinde bir dizilimle izah ederek formüle etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla yoksulluğun nedenini matematiksel verilerle izah etmeye çalışmıştır. Bu arada ilginç olan Malthus’un yoksulluk üzerine kaynattığı kazan, bugünde lehte ve aleyhte tartışmalar eşliğinde devam ediyor olmasıdır. Öyle ki kimi nüfus için güç faktörü derken, kimileri de yoksulluk faktörü diyerekten tartışmanın fitili alevlendirmiş olunur. Derken hayatın bir mücadele alanı olduğundan dem vurularak insan nüfusunun gıda hammaddelerinden daha hızlı bir şekilde arttığına, fakat bu durum bazen hastalık, deprem ve olağan üstü birtakım tabiat olayları ile dengelendiği noktasında tartışmalar ilerleyip durur da. Tabii bu durumda Darwin ise işin içine hemen balıklamasına dalıp güya canlılar âleminde acımasızca kavganın yaşanarak tabii seleksiyon denen ayıklama metoduyla güçlü olanların ayakta kaldıkları, zayıfların ise elenip yok oldukları fikriyatını etrafına işleyecektir.
Henry David Thoreau; En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir, bütün seçimler bir çeşit kumar oyunu, eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapman şey alet olmamandır diye öğüt veren bir isimdir. Dahası Thoreau; “insanın vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalıdır” vurgusuyla bireyi ön plana alan anlayışın bayraktarlığını yapmış bir düşünürdür.
Mahatma Gandhi; Mağdurların sesi diyebileceğimiz sivil inisiyatif öncüsü bir şahsiyettir. O besbelli ki; Thoreau’nun yaktığı meşaleyi daha da bir ileri noktaya taşıyaraktan, yani ‘Pasif direnmenin kutsal kitabı’ haline dönüştüren öncü bir liderdir. Dahası Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” şeklinde bir tez geliştirerekten Thoreau’nun sivil itaatsizliğini sivil inisiyatife dönüştürerekten adından söz ettiren bir isimdir
Karl Marks; Proletaryanın sesi diyebileceğimiz bir düşünürdür. Dahası Hegel’in diyalektiğini ters yüz ederekten tarihi materyalist manifestoya dönüştüren bir isimdir. Zira savunduğu teorisini tarihi süreç içerisinde gelişen olayları sosyolojik evrelerle teorisini ortaya koymuştur. Şöyle ki; ortaya koyduğu evreler sırasıyla antik dediği çağda köle ve esirler, feodal çağda toprağa bağlı köle ve senyörler, kapitalizm çağında patron ve ücretliler, derken bütün bu aşamaların tamamlanacağı çağa gelindiğinde ise sınıfsız toplum denen komünal toplumun oluşacağını dile getiren bir ideologdur. İşte Karl Marks kafasında ördüğü bu hiyerarşik fikir ideolocyadan hareketle “İşçinin satacak tek malı vardır o da emeğidir. Kâr, faiz ve rant işçiden çalınan artık değerin ürünüdür” gibi söylemlerle ortaya artık değer teorisini atmayı da ihmal etmez. Hatta Marks daha da hızını alamayıp toplumun dini inançlarını ideolocyasına konu edinip zenginler tarafından yoksullara yutturulmuş afyon olarak niteler de. Aslında Karl Marks’ın seveninin bu denli çok olmasının nedeni dünyada açlık sefalet içerisinde kıvranan milyonlarca insanın yoksulluk duygularına tercüman olacak söylemleri bir doktrin halde sunmuş olmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla Adam Smith doktrinini zenginler üzerine inşa ederken, Karl Marks ise doktrinini tam aksine yoksullar üzerine bina etmiş bir düşünürdür.
Adolf Hitler; lider ya da Führer’e (şefe) kayıtsız şartsız itaat etmek prensibini bizatihi şahıs bazında uygulayıp aynı zamanda düstur edinmiş bir liderdir. Nitekim uygulamalarına baktığımızda tek düşman ilkesini esas alması onun düstur edindiği Nazizm ruhunu yansıtmaya yeter artar da. Örnek mi? İşte Hitler’in gözünde tek düşmanın Yahudiler olması bunun en tipik örneğidir zaten. Hitler uygulamalarında tek düşman bellediği Yahudi düşmanlığıyla da yetinmez idare ettiği ülkesinde demokrasi kavramı yerine liderliği baş tacı ilke olarak devreye koyması da en dikkat çeken uygulamalarından biridir. Hitler uygulamalarını kendince haklı göstermek adına bu hususu şöyle dile getirir de: “Çoğunluğa uymak budalalık alameti, aynı zamanda korkaklıktır. Yüz tane kafadan akıllı bir adam çıkaramadığımız gibi, yüz tane korkak kafadan kahramanca bir karar çıkartamazsınız.” Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz Hitler bu ya, ileri sürdüğü bu teziyle Nazizm ırk ayrımcılığı olarak sahne almasına yetmiştir. Ayrıca uygulamalarıyla gelmiş geçmiş tüm dünya liderlerine kötü örnek teşkil edip böylece bilhassa demokrasiden yoksun ülkelerde Führer sisteminin egemen bir küt anlayış olarak yerleşmesine vesile olmuştur.
Alfred Thayer Mahan; “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” görüşüyle adını duyuran bir isimdir o. Hatta O; İngiltere’nin ve Kuzey denizi ticaret yollarına hâkimiyeti ona üstünlük kazandırdığını, Japonların ise uzak doğuda en büyük deniz gücü olduğunu örnek gösterip teorisinin yabana atılır cinsten bir teori olmadığını gösterebilmiştir.
Halfrod John Mackınder; “Doğu Avrupa’ya hâkim olan merkez bölgeye egemen olur, merkez bölgeyi ele geçiren dünya adasına, dünya adasına egemen olan ise dünyaya hâkim olur” düşüncesini savunan bir isimdir o. Böylece Mahan’ın ileri sürdüğü görüşün bir başka versiyonu diyebileceğimiz bir tezle merkez bölgenin Avrupa ve Asya’nın denizden olan kısmı olduğunu belirtmiştir.
Herrick; “Uçaklara hâkim olan üslere, üslere hâkim olan göklere, göklere egemen olan dünyaya hâkim olur” düşüncesini ortaya atarak hem Aıfred T. Mahan'dan hem de Sır Halfrod J Mackınder’den tam tamına farklı bir tez geliştirmiş bir düşünürdür. Böylece farklılığını hava gücünün önemine dikkat çekerek ortaya koymuş oldu.
Alfred Nobel; Kimya laboratuarında ölüm tehlikesine aldırış etmeksizin aşkla şevkle işini yapmaya çalışan bir bilim adamı olarak dikkat çekmiştir. Bikere her şeyden önce o, patlayıcı maddeyi bulmayı kafasına koymuştu ya, istese de o çalışma azmini içinden asla söküp atamazdı. Öyle ki kafasına koyduğu patlayıcı madde üzerinde tam çalışma esnasında bir gün büyük bir patlamayla yanında ki yardımcı eleman ölürken kendisi de ancak yaralı olarak kurtulabilmiştir. Ama gel gör ki, tüm bu yaşananlara rağmen yine de o patlayıcı madde bulma düşüncesinden vazgeçmiş değildi. Nitekim yine günlerden bir gün tezgâhın üzerinde en ufak sarsıntıda patlayacak denilen nitrogliserin maddesi duruyordu ki, bir ara eğilip kalktığında tezgâha dokunduğunda o maddenin yere düşmesiyle birlikte kendisinin de paniklemesi aynı anda oldu diyebiliriz. Neyse ki bu kez korktuğu başına gelmez, çünkü tezgâhtan düşen nitrogliserinin yerdeki kumlara karışaraktan hamurlaşıp etkisiz hale gelmişti. Ve böylece bu olay kendisine yeni bir ufuk açıp en tehlikeli bir maddenin icabında etkisiz hale dönüşebileceğini gözlemleyerek öğrenmiş oldu. Öyle ya, madem nitrogliserin maddesi kuma karışınca patlamıyor, o halde nitrogliserinin içerisine kum, kil ve selüloz gibi maddeler karıştırıp dinamit elde edilebilir pekâlâ. İşte Alfred Nobel bu tür düşünceler eşliğinde icabına bakıp dinamit keşfedilmiş olur. Tabii dinamitin keşfi iyi hoşta, keşfedilen dinamit kötü yollarda kullanıldığında bir başka felaketi beraberinde taşıyacağı da muhakkak. Ancak yine de o bu buluşuyla kazandığı paraları fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış alanında insanlığa hizmet için koşan eser sahiplerine verilmek üzere Nobel vakfına bağışlamakla muhtemel felaketlere yol açacak kaygısını bir nebze olsa dindirebilmiştir. Tarihler 1896’ı gösterdiğinde hayata gözlerini yumup adına her yıl düzenlenen Nobel ödülü törenlerinin gelenek haline gelmesiyle birlikte bilim dünyasının gönül tahtında yaşar da.
Nicolaus Copernicus; Dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini anlatan ilk bilge isimdir o. Bruno’dan farklı olarak uzayın sınırsız olduğunu belirten bilge şahsiyet olmasıdır. O bu bilgeliğini ortaya koydu koymasına ama bunun bedeli kendisine çok ağır bir şekilde engizisyon mahkemesince yakılarak ödettirilir. Ne diyelim işte görüyorsunuz orta çağ kafası bu ya, Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsiz tezi skolastik kafalar tek kabul gören bir kriterdir. Neyse ki, sonuçta kazanan skolastik ortaçağ kafası değil geçte olsa bilgeliğinin kıymeti sonradan anlaşılan Nicolaus Copernicus’un ebediyete mal olan düşünceleri olacaktır. Ve bilim tarihi onu haklı çıkarır da.
Sir Isaac Newton; Evrenin nasıl matematik kanunlarla idare edildiğini gösteremeye çalışıp tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğuracağını, içinde konuk olduğumuz dünya dâhil tüm gezegenleri güneş etrafında dolaştıran kuvvetin çekim kuvveti olduğunu ileri süren bir bilge dehadır. Ve bilgeliğini gezegenlerin elips şeklinde bir seyir takip ettiğinden hareketle çekim kanunuyla izah ederek ispatlamıştır. Hatta Newton bunlarla kalmayıp yaptığı keşifleri şu başlıklar altında tasnifler de:
- Diferansiyel hesap,
- Işığın birleşimine ait kanun,
- Evrensel çekim kanunu.
Werner Heisenberg; Tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğurduğu (belirlilik-deterrminizm prensibi) fikrine karşıt bir görüş ortaya koyaraktan herhangi nükseden bir olayın arka planında sebep netice ilişkisinin hiçbir zaman aynı sonuçları doğurmayacağına vurgu yapıp belirsizlik ilkesini (indeterminizm) savunmuştur. Ve bu tezini “Öyle bir noktaya varmış bulunuyoruz ki, gerçek denilen olgular bir duman halinde kayboluyor, madde parmaklarımızın arasından adeta kayıyor” diyerekten ortaya koymuştur. Gerçekten de madde üzerinde birtakım işlemler uygulandığında bir bakıyorsun buharlaşaraktan ortada madde denen bir şey kalmadığını gözlemleyebiliyoruz. Tabii bu durum her madde için aynı değil elbet. İşte bu noktada Sibernetik bilimi (otomatik makineler tarihi bilim) Newton’la Heisenberg arasında orta bir yol bulup, yani determinizm ve indeterminizm arasında bir yol bularak tabiatta cereyan eden bir çok hadisenin yaratıcı gücün tayin ettiği sınırlar içerisinde seyrettiğine dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla ortada ne belirlilik ne de belirsizlik vardı, bilakis ortada sadece külli iradenin belirlediği daire içerisinde cüzi iradenin hareket manevrası vardı.
Arşimet (Archimedes); Bir hamamda su ile yıkanırken suyun kaldırma kuvveti kanununu keşfetmesiyle adından dünyanın ilk ve en büyük bilim adamı olarak söz ettiren meşhur Antik yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis bilge bir şahsiyettir. Nitekim bilimin milattan öncesi ve sonrası olamayacağını Arşimet’in hayatında yaşadığı olaylara bakaraktan da anlayabiliyoruz. Malumunuz kendisi milattan önce 287 yılında Sicilya’nın Sirakuze şehrinde dünyaya doğa gelmiştir. Aynı zamanda babası da bir bilim adamıdır. Babasının adı Pheidias olup, daha çok ilgi alanı astronomi olmuştur. Babasından besbelli ki bilim ruhu kendisine sirayet etmiş olsa gerek ki genç yaşta İskenderiye’ye gidip zamanın ünlü matematikçi Öklid’e talebe olmuş bile. Üstelik yaşadığı dönemde Kartaca ile Roma arasında cereyan eden sonu gelmez savaşlara rağmen o çıkan savaşlara hiç oralı olmaksızın bilim yolundaki hedefinden asla geri durmadı. Öyle ki, günlerden bir gün Romalı kumandan Marcellus’un Sirakuze’yi fethettiği esnada, askerlerinden biri sahilde kumlar üzerinde birtakım çizgiler çizen bir adama denk gelir. Ve o adam Arşimet’ten başkası değildir elbet. Tabii asker bu durumda Arşimet’i, Marcellus’a götüreceğini söyler, ama hiç oralı olmaz, hala o kafasını kurcalayan problemi kumlar üzerinde çözme derdindedir. Asker bu kez avazının çıktığı kadarıyla yüksek tonla seslenince; askere verdiği cevap çok manidardır: “Problemi çözmeden asla bir yere gitmem.” Derken bu söz askerin onuruna dokunmuş olsa gerek ki mızrağıyla ünlü bilgin Arşimet’in kalbine saplayıp oracıkta öldürüverir. O öldürdüğünü sana dursun, oysaki Arşimet bulduğu Arşimet kanunuyla bilim dünyasının belleğinde bilge deha olarak yaşamaktadır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bilim böyle bir şeydir, bilge şahsiyetleri tarihin hafızasına silinemeyecek derecede nesiller boyu kuşaktan kuşağa adı unutturulamıyor. Nitekim tarihin hafızasından o silinmez buluşu sayesinde sıvıların kaldırma kuvvetiyle ilgili kanununu öğrenmiş bulunuyoruz. Böylece onun öğretileri sayesinde gelinen noktada tüm dünyada deniz altından tutunda deniz üstü her ne varsa birbirinden değişik türden teknolojik gelişmeler sahne alabiliyor. Şimdi bu baş döndürücü gelişmelere şahit olduktan sonra Arşimet hakkında daha ne söyleyebiliriz ki. O zaten yapacağını yapmış, dolayısıyla onun hakkında söyleyeceğimiz en son sözümüz; “O unutulmayacak derecede bilime katkı vermiş çok büyük bir bilim adamıdır” demek olacaktır.
Albert Einstein; Almanya doğumlu yirminci yüzyılın teorik fizik dehasıdır o. Onu çocukluğunda ilk etapta görünümüne bakaraktan saf birisi sanıyorlarmış. Hatta öğretmenleri onun için son derece donuk, ama bir o kadarda zihnini alışılmışın dışında farklı bir şekilde çalıştığını dile getirmişlerdir. Aslında öğretmenlerinin farklı çalıştığı dedikleri şey onun doğuştan pratik zekâya sahip olduğunu gösteren farklılığın ta kendisi bir durumdur bu. Nitekim bunun ilk emaresini ta 12 yaşlarındayken kendi kendine geometriyi çözmekle göstermiştir. Babası her ne kadar oğlunun kendi işlettiği elektrik fabrikasında çalışmasını arzulasa da, o bundan hoşnut olmayıp matematik ve fizik alanında ilerlemeye azmedecektir. Ve böylece Zürih şehrindeki politeknik akademisinde okumaya koyulup fizik öğretmeni oluverir de. Ancak öğretmenlik yaptığı yıllarda ta çocukluk yıllarında hedefine koyduğu diğer çalışmalarının aksayacağını fark edince soluğu İsviçre Patent ofisinde alıp oraya memur olarak atanır. Memuriyeti boyunca boş durmayıp yazmaya başladığı “İzafiyetin Özel Teorisi” adlı eserini tamamladığında bu eser onun biranda şöhret kazanmasına ziyadesiyle yeter artar da. Öyle ki; bilim dünyasında kendisine gıpta ile bakılan bir isim olur. Derken birçok Avrupa üniversitelerinden teklifler almaya başlar ve teklifini geri çevirmediği Berlin üniversitesinde 1914 yılı itibariyle fizik profesörü unvanına kavuşur da. Ancak 1933 yılına gelindiğinde Adolf Hitler'in Almanya’nın başına geçmesiyle birlikte işler sarpa sarıp tüm çalışmaları heba olacak bir şekilde sekteye uğrayacaktır. Hatta birçok konular da ters düştüğü Hitler'e karşı çıkmanın bedelini elinde ne var ne yok tüm mal varlığına el koyulmasıyla ödeyecektir. Derken bu noktadan sonra artık doğup büyüdüğü Almanya’dan Amerika’ya hicret etmek zorunda kalacaktır. Günler günleri kovalayıp tarihler en nihayet 1955 yılını gösterdiğinde ise öz vatanından uzak Amerika’da ömrünü tamamlayıp hayata veda edecektir.
Her neyse hayatında bir takım gelgitler olmuş bikere, şimdilik biz onun biyografisini kısacıkta olsa anlattıktan sonra asıl bizi ilgilendiren bilimsel çalışmalarına göz attığımızda dopdolu hayat anıları kadar ortaya koyduğu bilimsel çalışmalarda çok takdire şayan çalışmalar olduğunu görürüz. Şöyle ki; o önce fotoelektrik kanunu geliştirip kitle iletişim araçlarının doğuşunun kapısını aralar. Sonrasında enerji ile kütle arasında ilişkinin e= m.c² formülüyle aynı şeyler olduğunu ortaya koyar. Bir başka ifadeyle kütlenin enerjiye dönüşmesi esnasında ortaya çıkacak müthiş enerjiyi gösterecek sırrın ancak e= m.c² formülüyle anlaşılabileceğini ifade eder. Derken kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu açıklığa kavuşmuş olur. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının sadece ve sadece cisimlerin kütlelerine bağlı bir kuvvet olmayıp, buna ilaveten küreler arasındaki magnetik alanların da (gravitasyonal çekim alanı) olabileceğini hesaba katmak gerektiğini kanaatine varmıştır. Hatta o kanaatle yetinmeyip çekim sahalarının varlığını bir takım matematiksel hesaplarla ispatlayarak adını ilklere yazdıran bir bilim adamı hüviyeti kazanmıştır. Öyle ki o, güneş gibi büyük kütlelerin her daim etraflarında büyük çekim alanlarının var olduğunu, hatta bu çekim alanların uzayı bile eğip bükebilecek güçte olduğunu ileri sürüp dikkatleri bir anda üzerine çekmeyi bilmiştir. Bununla da kalmayıp, bu konuda; “Göreceksiniz 1919 yılının mayıs ayında bir güneş tutulması olacaktır. Güneşin çekim alanı nedeniyle ondan uzaktaki yıldızların ışıkları, güneşin yakınından geçerken ister istemez güneşe doğru kırılacaklardır. Şayet inanmayan varsa gidip bakabilir, hatta teleskoplarını ona göre ayarlasın” diye bir iddiada bulunmuştur. Gerçekten de denilen gün gelip çattığında güneş tutulması gerçekleşir de. Bu yüzden onun izafiyet teorisi sayesinde güneşin çekim kapsam alanına giren bir ışığın 1,75 saniyelik bir derece ile kırılıp yol değiştireceği hesabı bilim dünyasında adeta bir çığır açmıştır. Hatta bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatlar da. Hakeza yine Einstein, sadece uzayı uzay olarak düşünemeyiz, hatta uzaya zamanı da katmak gerekir görüşünü ortaya atarak zaman kavramının izafi olduğunu “Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur” sözleriyle izahat getirir. Böylece o, zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Yani zamanın beynimizin ön gördüğü bir takım sıralama alışkanlıklarından kaynaklanan bir algılama biçimi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu sıralamanın daha çok “öncesi-sonrası” gibi bir tertibe dayanarak ileri akma şeklinde algılanmaktadır. Oysa bu ön algılamalar olmasa ileri akmanın tam aksine “sonrası-öncesi” bir tertibin algılanması da pekâlâ mümkün. Nitekim rüya âleminde saatlerce yaşandığını sandığımız pek çok olaylar dizisinin aslında birkaç saniyede cereyan eden hadiselerin ta kendisi bir değişik zaman boyutunu olduğunu göstermektedir. Bu yüzden Albert Einstein bilimsel çalışmalardan elde ettiği verilerden hareketle zaman mekânın bir değişik boyutudur demekten kendini alamamıştır. Hatta demekle yetinmez bunu asansör örneği ile şöyle açıklık getirir de:
- “Bir an olsun kendimizi dünyada değil de asansör içerisinde doğduğumuzu düşünelim. Şayet asansör belli bir sabit hızla yükselirse bizim asansörün yükseldiğini fark etmemiz imkânsızdır. Tıpkı dünyanın döndüğünü fark etmediğimiz gibi..”
Böylece Einstein verdiği bu asansör örneği ile zamanın göreceli bir kavram olarak izafi bir algılama biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Özetle; Einstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin eğriliği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtan bir fizik üstadıdır. Her şeyden öte yer, zaman, şekil ve hareketle her ne varsa tüm ilişkilerin nisbi olduğunu ve mutlak olmadığını haykıran bir bilim adamıdır. Nitekim O; “Deruni bir inanca sahip olamayan gerçek anlamda bir bilim adamı olamaz” demiştir. Bu sözler Mutlak olanın ancak Allah olduğunu hatırlatması bakımdan kayda değer olarak hep gönlümüzde yankılanmasına yetmiştir de diyebiliriz. Kaldı ki zamanın izafi olduğunu bundan 1400 yıl öncesin Kur’an-ı Muciz’ül Beyanda mealen şöyle zikredilir de;
-“De ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız? Dediler ki; Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor. Dedi ki: Yalnızca az (bir süre) kaldınız, geçekten bir bilseydiniz” (Müminun,112-114).
-“Ey Nebim! Onlar Senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar ya, (biraz daha beklesinler); Allah kesinlikle va’adine muhalefet etmez (sözünden dönmez ve haber verdikleri aynen gerçekleşecektir). Şüphesiz Senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl kadar gibidir.” (Hac, 47).
-“Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi (sizin takviminizce) elli bin yıl olan bir günde (ancak) yükselip çıkabilmektedir.” (Me’aric, 4).
Blaise Pascal; Kendisi 1623–1662 yılları arasında Fransız filozof matematikçi olarak ömür yaşayıp, kendisi hayatının bir döneminde birtakım otomatik hareketlerden yararlanarak ilk toplama işlemi yapan makineyi keşfeden mucid bir isimdir. Nitekim kendisi, sanayide kullanılan makinelerin nasıl çalışıldığına kafa yoraraktan edindiği birtakım verilerden hareketle dişliler ve tekerleklerden oluşan bir mekanik bir hesap makinesi tasarlayarak bugünün dünyasında kullanılan bilgisayar sistemlerinin temelini oluşturan ikili işletim modeline dayalı sistemi keşfeden bir dehadır. Öyle ki, bir takım makinelerin çalışma prensiplerinden ilham alaraktan kendisinin bizatihi ürettiği dişli çarkların bir mil ya da bir çivi vasıtasıyla döndürülüp çarkların dönüş sayısının 9 rakamını aştığında kayda ‘0’ sayısı olarak geçtiğini gözlemlemiş, derken bir sonraki çarkın da ‘1’ rakamı şeklinde kodlandığını gözlemlemiştir. Böylece ortaya çıkan bu ikili sistem sayesinden dört işleme ait her türlü işlem rahatça yapılabilir hale gelmiştir. Pascal’ın yaptığı ikili sistem meşalesi bir çığır açmış olsa gerek ki, Alman bilim adamı Gottfried Wilhelm Leibniz’in (1646-1716) çarpma işlemi yapabilecek hesap makinesinin keşfedebilmesine ufuk açmıştır. Nitekim icat ettiği Leibniz makinesi toplama-çarpma ve çıkarma-bölme işlemlerini yapan üç bölümden ibaret bir düzenek olarak adından söz ettirir de. O zamanki şartlarda böylesi bir düzeneğin yapımı gerçekten kayda değer bir hadisedir. Öyle ki basit gibi gözüken düzenekte bir bakıyorsun bir yandan çarpma ve toplama işlemlerini yapan çarklar işlevlik kazanırken diğer yandan da dişli çarkların kademelendirilmesinin sağlandığını gözlemlemekteyiz.
Charles Babbage; (1792–1871); ömrü boyunca diferansiyel ve analitik sistemlerle bir makine çalıştırılır bunu keşfetmeye kendini adamış bir bilge kişilik olarak dikkatleri üzerine çekmiş bir isimdir o. Nitekim onun bu inanılmaz azmi en nihayetinde meyvelerin verip yaptığı analitik motor sayesinde bugünkü bilgi çağında elektronik ve dijital verilerle çalışır cihazların yapımında ilham kaynağı olmuştur. Ancak bu arada unutmayalım ki, Babbage’den takriben 40 yıl önce bir başka aygıt diyebileceğimiz delikli kartları keşfetmesiyle bugünkü elektronik sistemle çalışan cihazlara ilham kaynağı olan Joseph Marie Jacquard’ın hakkını da yememek gerekir. Dolayısıyla elektronik ve dijitalleşmeden bahsederken her ikisini de birlikte anmakta fayda vardır elbet. Zira her ikisinin öncülüğü sayesinde bir bakıyorsun Amerikalı Herman Hollerith (1860–1920) nümerik hesaplamalarda işe yarayan kartları hem delici, hem ayırıcı, hem okuyuculuk işlevlere haiz hem de istatistikleri daha hızlı bir şekilde hesaplayabilen karta dönüştürebilmiştir. Böylece keşfettiği ikili sisteme dayalı ve aynı zamanda istatistik hesaplamalarda bile kullanılacak türden bu çok işlevli işe yarar kartlar jaquard kartları olarak piyasada yerini almıştır. Derken bu gelişmeler eşliğinde bu kez sahneye Howard H. Aiken adında bilgisayarın arka planındaki orijinal kavramsal tasarımcı hesaplama konusunda öncü diyebileceğimiz bir başka mucid ortaya çıkar. O da malum delikli kartlarla yapılan tüm hesaplamaların otomatik hale dönüşebilecek bir sisteme kafa yoraraktan en nihayetinde Automatic Sequence Controlled Calculator (ASCC-otomatik dizilerle kontrol eden hesaplayıcı) cihazı 1944 tarihi itibariyle keşfederek adını bilim tarihine yazdırmış olur. Böylece keşfettiği ASCC sayesinde bir yandan 0’dan 9’a kadar sayılar belirlenmiş, diğer taraftan hesaplanan sonuçlar veri tabanında kayıt altına alınabilmiştir. Ne diyelim, işte sizde tüm bu anlatılardan anlaşıldığı üzere Sibernetik çağına gelişimizin arka planında yatan asıl katkı ışığı Charles Babbage’den başlayıp Howard H.Aiken’le devam eden bir ufuk turunun neticesinde doğan dijitalleşme ışığıdır bu. Nitekim hesap makinelerine elektronik sistemlerin ilave edilmesiyle birlikte gerçek manada Computer işletimi 1941 yılında Berlin’de Zuse tarafından gerçekleştirilip Sibernetik âleme adım atılmış oldu. Ardından J.P. Eckert ve J. W:Mauchly iki bilge insanın ortaya koyduğu daha hızlı bir şekilde çalışan ENIAC (Electronic Numerical Integrator and calculator-elektronik sayısal toplayıcı ve hesaplayıcı) denen bilgisayar icadı devreye girmesiyle birlikte bu ufuk turu hız kesmez de.
Marvin; “17. yüzyıl matematiğin, 18. yüzyıl kimyanın, 19.yüzyıl ise biyolojinin çağıdır” diyerek adeta bilimsel bir tarih kronolojisi tespiti yapan bir bilge kişidir.
Aristo; Kanın karaciğerde oluştuğunu, oradan kalbe gittiğini, kalpten de damarlarla vücuda yayıldığını söyleyen Yunan bir filozoftur. Erasistratos’da kendince yaptığı anatomik araştırmalarda; “Ana damarların bir çeşit hava veya ruh taşımakta olduğnu” dile getirmiştir. Galen ise “Arterlerin hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” diyerek konuya yeni boyut kazandırmıştır. William Harvey bu açıklamaların ötesinde kalbin dolaşımını ve işlevini keşfederekten bugünün bilgilerine yakın olarak kan dolaşımının daima bir daire halinde olduğunu ve kalbin çırpınışlarıyla meydana geldiğini ve kanın kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine gittiğini sonra toplardamarlar vasıtasıyla sağ tarafa aktığını dile getirmişlerdir. W. Harvey bununla da yetinmeyip kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını ve vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını dile getirmiştir. Fakat mikroskobu olmadığı için kanın atar damarlardan toplardamarlara geçtiği kılcal damarları görememiştir. Yine de düşünce ufkunda kılcal kanalların olabileceğini düşünüyordu. Neyse ki, mikroskobik anatominin kurucusu İtalyan Hekim Marcello Malpighi, çağdaşı William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneylerle bu kör düğümü çözüp kılcal damar ağlarının varlığını ispatlayabilmiştir.
Galenus; ikinci asırda yaşamış Antik Roma’nın en meşhur hekimlerinden biri olup aynı zamanda kendisi ilk cilt sıcaklığını ölçen aleti bulan bilim adamıdır. Kendisinin en karakteristik özelliği hastalarının ciltlerini sıcaklık ve rutubet oranına göre ölçüp hastalık derecesini öyle teşhis ediyor olmasıdır. Zaten bugün birçok ateşli hastalıkların teşhisinde onun ortaya koyduğu hararetin ölçülebilirliğini gösteren rakamların keşfi sayesinde bu noktaya geldiğimizi söyleyebiliriz. Hatta Bergamalı Galen insan hararetini (temperatur) ayırt etmekle kalmamış birçok ilaçları ısıtıcı ve soğutucu olarak gruplamışta. Nitekim haşhaş, afyon kaynaklı ilaçlar uyuşturucu türünden olduğundan soğutucu kabul edilmektedir.
Galileo Galilei; Kopernik’in İslam’ın öğretilerinden aldığı ilhamla dünyanın hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğü fikrini teyit eden eserinden dolayı ilerlemiş yaşına rağmen engizisyon mahkemesine kurban verilen bir bilim adamıdır. Kolay değil orta çağ karanlığında tahrif edilmiş İncil’e aykırı beyanlarda bulunmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Ancak onunda dayanma gücü bir yere kadardı elbet, çok sıkıştırıldığında iddiasını inkâr etmek zorunda kalmıştır, ama yine de o yüksek sesle olmasa da içten içe “E pur si mueve” diyebilmiştir. Yani “her şeye rağmen dünya dönüyor” demekten kendini alamamıştır. Sonuçta onca çektiği sıkıntıların ardından tüm hürriyetleri elinden alınarak evine kapatıldığı gibi 74 yaşında hayata gözlerini yumduğunda Hıristiyan mezarlığına bile defnedilmesi ona çok görülmüştür. Galile’ye bu denli tahammülsüzlük örneği sergilediler de ne oldu, ardından bıraktığı buluşlar günümüz bilim adamlarına ışık kaynağı olmasına ziyadesiyle yetmiştir. Nitekim önemli buluşlarından mesela bir cam balonunun sıvıya daldırılıp bir yandan da sıcak bir elle boru tutulduğunda içerisindeki havayı ısıtacağından ister istemez sıvı miktarının bir miktar dışarıya taşmasını beraberinde getirecektir, cam balonundan el çekildiğinde ise bu kez soğuma olacağından sıvı seviyesi tekrar normal seviyesinde kalmış olacaktır. İşte bu mantık çerçevesinde basit düzenekle yapılan termometreye Galile termometresi denilmiştir. Dolayısıyla Galile’nin hararete dayalı ortaya koyduğu basit düzenekli termometre ölçüm cihazının keşfi sayesinde önce Danimarkalı astronomi bilgini Römer, ardından Fahrenheit ve en nihayetinde İsveç astronomu Anders Celsius'un kendi isimleriyle kodlanan termometreler geliştirilecektir. Böylece bu keşiflerle birlikte insanoğlu başta kendisi olmak üzere birçok nesnenin ısı ölçümünün kontrolünü elde etme imkânına kavuşup, ısı ve enerji ilişkisini de bir şekilde termodinamik kanunları üzerine oturtmayı başaracak düzeye erişmiş olunur. Derken James Joule, ısı ve işin eş değerli bir enerji şekli olduğunun sonucuna varıp bu gün gelinen noktada ısı ve işin joule cinsinden ölçülebilir olduğunu görebiliyoruz artık. Ayrıca gelinen noktada artık bir makinenin çalışma esnasında (iş halinde) hem mekanik enerjiye dönüştüğünü hem de bir kısmı ısı şeklinde açığa çıkarak etrafta yutulduğunu da müşahede etmekteyiz.
Evangelista Torricelli; Galile’nin öğrencisi olup, atmosfer basıncını ilk defa ölçerekten barometreyi keşfetmiş fizikçi ve matematikçi bir bilim adamıdır. Keşfettiği barometrenin her ne kadar görünüşte basit bir camdan ibaret bir düzenek gibi görünse de sonuçları itibariyle çok büyük işlev özelliği olan bir ölçüm aleti olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim 1643 yılı itibariyle kendisi bir ucu kapalı diğer ucu ise açık bir cam boru içerisine önce cıvayla doldurur, sonra parmağını açık olan cam boru üzerine kapatıp ters yüz etmesiyle birlikte içerisi yine cıvayla dolu bir kaba daldırır. Böylece borudan bir miktar cıva sızar sızmaz yaklaşık 24 santim civarında bir boşluğun oluştuğunu gözlemler. Derken geriye 76 santimetrelik doluluk fark ediverir. İşte fark ettiği 76 santim doluluk atmosfer basıncına tekabül eden bir sayıdır ki; o gün bugündür bu buluş sayesinde barometre cihazları adı altında artık havanın yağışlı mı yoksa açık mı ya da kapalı mı geçeceğini belirleyecek derecede hava tahminini önceden kestirecek ölçer aletlere kavuşur hale gelebildik. Yani bu ölçüm aletiyle hava basıncının seyrine göre gerek borudaki gerekse kap içerisindeki cıva seviyesi yükselebiliyor. Böylece bu yükselen değerin seviyesine göre meteoroloji uzmanları hava tahmin raporları rahatlıkla sunma imkânı bulmuş olurlar.
Jean Baptist van Helmont; önce 100 kg ağırlığındaki toprağı kurutmuş, sonrasında kuruyan bu toprağa bir fidan dikmiştir. Derken beş yıl içerisinde bu diktiği fidanı gerek tabiatın sunduğu yağmur suyu ile gerekse kendisinin hazırladığı damıtık suyla sulayarak nihayetinde 90 kg ağırlığında bir ağaç yetiştirmiştir. Tabii ağacı yetiştirmekle iş bitmiyor, yetiştirdiği ağacın toprağını ayrıştırarak tekrar kurutup tarttığında başlangıçtaki 100 kg ağırlığından 60 gram eksildiğini de gözlemlemiştir. Derken gözlemlerden çıkardığı sonuç nihayetinde bizim kültürümüzde mizahi olarak yer alan Nasreddin Hoca misali “Ciğeri kedi yedi” diyen hanımına karşı kediyi tartarak gösterdiği “Şayet bu kedi ise hani ciğer” hamlesiyle sergilediği benzer bir tablo ile karşılaşılmıştır. Zira tarttığı toprağın ağırlığında devasa eksilen bir şey yok gibiydi, hemen hemen başlangıcına eşit ağırlıkta bir durum söz konusuydu. İşte Jean Baptiste van Helmont bu koca ağacın bugün adına fotosentez olayı dediğimiz havadan alınan karbondioksit ile kökleriyle alınan su ve güneşten aldığı ışık sayesinde büyümüş olabileceği kanaatine vararak zihni netleşmiş olur. Böylece toprakta 60 gramlık eksikliğinin bitkinin ihtiyacını karşılayacak olan bir takım minerallerle bağlantılı bir eksiklik olduğunu gözlemlemiş olur
Antoine Laurent de Lavoisier; Biyokimyanın kurucusu olmanın ötesinde o daha çok enerjinin şekilden şekille döndürülebilirliğine vurgu yaparaktan enerji ne yok edilebilir ne de yoktan var edilebilir prensibinden hareketle kütlenin sabit kalacağını ortaya koyan aynı zamanda kendisi modern kimyanın babası olarak bilinen bir bilim adamıdır. Ve kendisinin kütlenin korunumu kanunuyla ileriye sürdüğü prensipler Termodinamik kanunu olarak da bilim im dünyasında yerini alır da. Böylece bil dünyasında kabul gören bu kanun sayesinde kâinatta devasa boyutta enerji transferinin ve dönüşümünün vuku bulduğunu aynı zamanda toplam enerjinin de bir döngü halinde korunduğunu öğrenmiş olduk. Elbette ki ortaya konan bu yasalardan hareketle mesela potansiyel enerji konumunda suyun ısındığında ısı enerjisine dönüşüp buhar (buhar enerjisi) haline geldiğini, buhar basıncının ise icabında bir dinamoyu (mekanik enerji) döndürmesiyle birlikte elektrik (elektrik enerjisi) kaynağına dönüştüğünü, elektrik kaynağında gerektiğinde hem ışık hem ısı olarak yararlanılabileceğini gözlemleyebiliyoruz artık. Hatta gözlemlediğimiz noktada işlemlerimizi daha başka alanlarda devam ettirdiğimizde mesela elektrik ocağının üzerinde tekrardan suyu ısıttığımızda buharlaşma olayına yeniden şahit olacağız demektir. Her ne kadar gözlemlediğimiz her bir enerji dönüşümü aşamalarının adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünde ansızın kaybolur bir halde göçüp gittiğine şahit olsak ta aslında o şahit olduğumuz gözden kayboluş uçup buharlaşan bir tür enerji dönüşümü hadisesidir. Anlaşılan değişmeyen ve kaybolmayan tek bir gerçek var, o da onca değişim ve dönüşüme rağmen toplamda kütlenin sabit kaldığı gerçeğidir.
Marie Sklodowska Curie; Radyum elementini ayrıştırarak radyoaktiviteyi keşfeden bir kadın isim olarak bilim dünyasında yerini almıştır. Tabii bu buluşunun bir öncesi var. Zaten öncesi olmasa sonrası gelmezdi. Dolayısıyla kendisi 1895 yılında yaptığı çalışmalarla daha öncesinde röntgen ışınlarını bulmasıyla ünlü Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen’ in öğretilerinden hareketle Tıp dünyası kullandığı birçok röntgen filmi veya röntgen cihazlarına onun adını vermiştir. Tabii ışınlar bulunmuştu bulunmasına ama yine de içerik olarak ne olduğu tam olarak bilmiyordu. Neyse ki, üzerine gidildikçe üzerindeki sır perdesi zamanla kalkıverir de. Nitekim keşfedilen ışınların üzerinden daha bir ay geçmeden bu kez ünlü Fransız fizikçi Antoine Henri Becquerel bir laboratuvar analiz çalışması esnasında daha önceden tezgâhın üzerine koyduğu uranyum tuzlara dönüp baktığında birde ne görsün tezgâhın üzerindeki fotoğraf camlarını doğrudan etkilediğini gözlemledi. Belli ki uranyum tuzu tıpkı X ışınları gibi görünmeyen ışınlar yayarak hiçbir engel tanımadan materyaller üzerinde etki yapabiliyormuş. Hem Alman fizikçi hem de Fransız Fizikçi bu görünmez ışınları keşfetmekle elbette ki insanlığa büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Fakat ortada bir mesele vardı ki; o da bu görünmez ışınların nasıl kullanılacağı hususudur. İşte bu noktada radyoaktivitenin varlığını belirleyip kullanıma nasıl koyulacağını ortaya koymak için kafa yoran bu kez karı koca ikilisi devreye girecektir. Bu ikili Marie Curie ve Pierre Curie’den başkası değildir elbet. Marie Curie’ye destek çıkan kocası Pierre Curie Paris’in Sorbon üniversitesinde fizik ve kimya profesörü olarak görev yapmış aynı zamanda kendisi ışınetki biliminin öncüsü olarak adından söz ettiren meşhur bir bilim adamıdır. Derken eşiyle birlikte kurdukları laboratuvarda çalışmalara hız verirler de. Bu ikili yaptığı çalışmalar esnasında şunu çok iyi gözlemlediler ki gerçekten bir takım maddeler radyoaktif ışınları yayabiliyor. Öyle ya, madem ortada bir yayılım söz konusu o halde bu radyoaktivite maddesini elde etmek gerekirdi deyip yola canla başla işe koyulmuş olurlar. Ve uzun uğraşlar neticesinde yaptıkları laboratuvar analiz çalışmaları netice verip en nihayetinde zift karışımı denen “Pitchblend” uraninit mineralini ayırmayı başaracaklardır. Hatta buldukları bu uranyum içeren esrarengiz materyale radyum adını vererek bilim dünyasının önünü açmışlardır. Hiç kuşkusuz onca çaba onca emek karşılıksız kalamazdı. Nitekim karı koca ikilisine 1911 yılında Nobel kimya ödülü verilerek onurlandırılırlar. Derken bu ikilinin çalışmaları sayesinde bugün gelinen noktada radyasyonla kanser tedavisi bile yapılabiliyor olduğuna şahit olabiliyoruz artık.
Charles Robert Darwin; Aslında kendisi çokta ileri düzeyde biyoloji eğitimi almamış olmasına rağmen tabiat bilimlerine merak bu ya, kendince tabiatta gözlemlediklerini bir şekilde biyolojik bir kanunmuş gibi sunup gündem oluşturmasını başarmış bir İngiliz biyoloğu ve doğa tarihçisidir o. Gündem oluşturmak iyi hoşta, bilimsel kriterlerle taban tabana zıt ileri sürdüğü tezlere dayalı bu aşırı merak insanların ruh dünyasını altüst edip göz çıkarmaya yetmiştir. Öyle ki, Darwin teorisine destek açısından bir bakıyorsun kimileri Avrupa’da ki beyaz ırkların diğer ırklara göre çok daha ileri ve modern konumda olduğundan dem vuraraktan ırkçılığın bir başka versiyonla yeni bir boyut kazanmasına kapı aralanmış olabiliyor. Hem nasıl kapı aralanmasın ki, Darwin’in tezlerine şöyle bir bakın biryandan insanların maymundan türediklerini söylemekten imtina etmediği gibi diğer yandan da seleksiyon kılıfıyla ırkçılığı körüklemekle de imtina etmez. Maalesef bu tip tezlerden ilham alan bir takım mihraklar Darwin’den esinlenerek gelinen noktada ırkçılık vebasını bilimsel bir kılıf altında sosyal Darwinizme dönüştürmüş durumdadırlar. Kimileri hemen de Darwin’den esinlenerek sanki evrim tek geçerli akçe konumunda hakikatmiş gibisine dünyadaki tüm ırkların evrimleşmenin değişik katmanlarında seleksiyona tabii tutularaktan değişime uğramasıyla birlikte üstün ırkları türettiği varsayımlarına kendilerini kaptırmış durumdadırlar. Derken bu varsayımdan hareketle tüm ırklar içerisinden tereyağından kıl çekercesine bir anda Avrupa ırkları üstün ırk olarak ilan ediliverilir de. Tabii bu ilan edilen duyuruda Türk ırkı da kendine düşen payı Darwin’in şu sözlerinde alacaktır:
-“Doğal seleksiyona dayalı kavganın, uygarlığın ilerleyişine sizin sandığınızdan daha çok fayda sağladığını gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma düşüncedir. Avrupalı ırklar olarak bilinen uygar ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımızda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırkları tarafından elimine edilebileceğini (yok edilebileceğini) görüyorum” (Bkz. Oğlu Francis Darwin’in yazdığı “The Life and Letters Of Charles Darwin-Charles Darwin’in Hayatı ve mektupları isimli kitabın 285 ve 286. sayfaları)”.
İşte yukarıda satır sonunda kaynak olarak gösterdiğimiz bu kitap incelendiğinde Darwin’in Kafkasyalı (Caucasian) ırklar dediği ırkların, Avrupalılar olduğu görülecektir. Zira antropoloji bilimi Avrupalıların Kafkasya bölgesinden geldiğinde hemfikirdir. Anlaşılan o ki, Darwin biyoloji bilimini ideoloji kazanına çevirmekle kalmamış, dünyada tüm yaşayan ülkeleri ırkçılık tohumunun kucağına atarak insanlığı ateşe sürüklemeye neden olan bir düşünce adamı olarak hafızalarda yer edecektir. Neyse ki, günümüzde ABD, Avrupa ve dünyanın pek çok yerinde “Darwin Retried: ...”, “Darwin Black Bon”, “The Mıystery of orıgın”, “Not By Change”, “Evolutıon the fossils stell say No!”, “Acase accıdent and self organizatioın”, “Shatterıng Myths Darwınısm” ve “Darwin on Trıal” gibi değişik isimler altında kitaplar yayınlanarak evrim düşüncesi çürütülmüştür. Böylece bu yayınlar sayesinde toplumları bekleyen muhtemel tehlikelere karşı bir nebze olsun önüne geçilebilmiştir.
George Boole; Mantık ilmine cebir yöntemlerini büyük bir başarı ile uygulayarak matematikte ihtimal (Olasılık-Probability) hesaplarını keşfeden bir bilim adamıdır. Dahası kendisinin ortaya koyduğu “Mathematical Analysis of Logic-Mantığın Matematik analizi” adlı eseri ile bugünkü en basit hesap makinelerinden devasa bilgisayar sistemlerine kadar kullanılan tüm alet ve adavetlerin temelinin matematik hesaplara dayanarak doğmasına ışık saçmış bir filozoftur.
Norbert Wiener; eğitimci George Boole’den ilham alarak 1958’de yayınlanan “Hayvan ve makinede kontrol ve haberleşme” adlı eseriyle çığır açıp Sibernetik’in (makineler teorisi) öncüsü olmasını bilmiş bir filozoftur. Öyle ki, o müthiş matematik zekâsıyla hayvan ve makinenin birbirine benzer ortak yönlerinin bulunduğunu, dolayısıyla canlı ve cansız varlığın hemen hemen aynı kanunlara tabii olarak faaliyet içerisinde seyrettiğine dikkat çekerekten bilim dünyasını sibernetik âlem gerçeğine odaklamışını bilmiştir. Ayrıca bilim dünyasındaki aşırı branşlaşmanın diğer bilim dalların kullandığı enstrümanlardan kopup ana eksenden hızla uzaklaşmaya yol açtığını da vurgulamış bir isimdir.
Sigmund Freud; insan zihnideki bilinçaltı faaliyetlerini irdeleyerekten kendisinden psikanaliz biliminin kurucusu olarak söz ettiren bir düşünürdür. Freud, insandaki zihni faaliyetleri üç aşamada gerçekleştiğini şöyle tasnifler de:
- İd (ilkel içgüdü),
- Ego (id’in isteklerini sansür eder),
-Süper ego (vicdan).
İşte bu tasniflemeden de anlaşıldığı üzere “İd, ego ve süperego” üçlü sacayağının birbirleriyle uyumlu olarak çalıştığı zaman ancak insanın mutlu olacağını dile getirmiş bir feylesoftur. Yine o; zihinde tutulmuş bastırılmış istekleri düşünceleri şuura çıkarma tekniğine serbest çağrışım olarak adlandırır. Onun rüyaya bakışı da çok ilginçtir. Şöyle ki; rüyaları iç çatışmanın eseri olarak görüp uykunun bekçisi olarak niteler. Dahası rüyayı bir takım istek ve arzuların yansıması olarak ya da bir takım gerginliklerin boşalımının yansımaları olarak tarif eden bir düşünürdür o.
Alfred Addler ise Freud’un cinsi içgüdülere çok fazla önem verilmesini eleştirerek insanın kendi üstünlüğünü ispat etme arzusu olarak dile getirir. Jung ise, insanları dışa dönük ve içe dönük varlık olarak açıklar. Hatta şahsiyetlerin gelişmesinde irsiyetin önemine vurgu yapmıştır.
Velhasıl-ı kelam; tarihten bugüne nice bilimsel buluşlar, nice görüşler ve nice kuramlar geldiğimiz noktada gelişmişliğimize ışık kaynağı olan etken unsurlardır diyebiliriz pekâlâ.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dunyaya-yon-veren-bilge-sahsiyetler-5373-kose-yazisi