ALEVİLİK-5 (selçuklu-osmanlı-yavuz-şah ismail dönemi)
ALEVİLİK-5(selçuklu-osmanlı-yavuz-şah ismail dönemi)
ALPEREN GÜRBÜZER
Sultan Tuğrul
Sultan Tuğrul, devletini kuvvetlendirip, Anadolu yolunu açan seferini tamamladıktan sonra, Abbasi Halifesinin yardım istemesi üzerine Hilafeti Şii Büveyhililerin elinden ve Rafiziler’in şerlerinden kurtarmak amacıyla 1055 yılında işgal altındaki Bağdat’ı Şii Büveyhililer’in (Fatımi) saldırılarına son verir. Böylece Şii Büveyhililer’e esir olan Sünni halifelik Sultan Tuğrul’un girişimiyle kurtulabilmiştir. Bu sefer sayesinde Sünni halifelik kurulmuş ve Tuğrul Bey’in bu jestine karşılık halife mektubunda; O’nu doğu ve batı’nın hükümdarı ilan ettiği gibi, Onu İslam’ın dirilticisi, Sultanü’l Müslümin (Müslümanların Sultanı) ve Kasım Emir’ül Müminin(Halifenin ortağı) unvanlarıyla taltif eyler. Dünya Hakanı ilan edilmek aynı zamanda Tuğrul Bey’in şahsında Türklere büyük bir itibar kazandırır. Bu olayla birlikte Hakanlarımız kendilerini İslam’ın hadimi(İslam’ın hizmetkârı) olarak gördüler hep. Hâsılı XI. yüzyılda İslam dünyasının lideri Tuğrul Bey’dir. Aynı zamanda Tuğrul Bey Büveyhililer’in hâkimiyetine son vermesinin ardından Bağdat’ta halifenin kızı ile evlenme şerefine de nail olur.
Alparslan
Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için Sultanlık yolu Alparslan’a açılmış oldu. Başa geçer geçmez hemen kendisine kısa zamanda adapte olabilecek, hatta ona yön verecek düzeyde Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin eder. Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına getirilmesi isabetli oldu. Nizam-ül Mülk açtığı medrese ile de adından söz ettiren geleceğe de ışık saçan bir deha örneği. Çünkü Selçuklunun gelişim evresinde Hakanların payı olduğu gibi, Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatları de kayda değerdir.
Alparslan’da İslam’ın iç düşmanı Fatımilere ve dış düşmanı Bizanslılara karşı iki büyük sefer düzenlemiştir. Diyebiliriz ki Alparslan’ın kısa süren saltanat süreci (1063–1072), Selçuklunun en parlak dönemidir. Yıldırım hızıyla gerek irili ufaklı emir, melik, yabgu türü hükümdarları ve Karahanlı hakanlarını tabiiyetine alması, gerekse içte Fatımilere dışta ise Bizans’a karşı giriştiği seferleriyle göz doldurmasını bilen ulu hakandır O. Öyle ki; Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed Alparslan’a:
—Efendimiz! Nimetinden dolayı Allah’a hamd ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri ne eski zamanlarda ne de İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk defa siz geçiyorsunuz diye iltifat içeren sözlerine muhatap kaldı. Alparslan’da bu sözler karşısında ellerini açıp mütevazı bir şekilde Allah’a şükretti.
Alparslan evvela Bahreyn taraflarında Karamatı sapıkları ve Şii Fatımi kalıntılarını temizleyerek işe başladı. Böylece Şii Fatımiler neye uğradıklarını şaşırırcasına Suriye’den çekiliyor ve ardından Mekke Şerifi bu durumdan memnun kalarak Alparslan’a itaatini bildirip Fatımiler yerine Abbasi halifesi ile Türk sultanı adına hutbe okutmaya başlatıyor. Dolayısıyla Alparslan’ın girişimiyle Ön Asya güvence altına alınmış oldu. Ancak Halep Emiri’nin Fatımilerin etkisiyle taraf değiştirmesi canını sıkmıştı, şöyle ki; Alparslan din kardeşliği hassasiyetiyle:
—Rumlar karşısında bu hudut şehrini kılıç ile fethetmekten korkarım diyerek hücuma geçmeden önce şehrin kendiliğinden teslim olmasını bekledi hep. Fakat bu arada Romanos Diogenes’in iki yüz bin kişilik ordu ile arkadan çevrildiğini öğrenince önce barış teklifi yaptı, Romen Diojen bu teklifi reddedince Alparslan bu noktadan sonra gözünü Anadolu’ya çevirmek zorunluluğunu hisseder ve gereğini yapmak üzere derhal Malazgirt hazırlıklarına koyulur. Kıyasıya geçen Malazgirt savaşında 26 Ağustos 1071 de Bizans hezimete uğratılarak Romen Diojen esir alınır. Anadolu’yu vatanlaştıran Alparslan, emaneti oğlu Melikşah’a devrederek ruhunu Allah’a teslim eder. Fakat ölümü bir ecnebi tarafından değil de maalesef içerden Şii batini hançeri ile katledilmesi trajik hadise olmak bakımdan düşündürücü elbette. Doğu Roma’yı fiilen tarihten silen, Malazgirt’te Romen Diojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden Alparslan, bünyemizde taşıdığımız bir virüsle Şii batini hançerine kurban olması Selçukluyu derinden üzmüştür. Ne yazık ki Batıniler Alparslan’ın şehit olmasını bile gözüne kestirebilecek cüreti gösterebilmişlerdir. Alparslan ardından birçok evladı arasında devleti önceden veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a Nizam-ü’l Mülk gibi devlet adamını miras bırakarak kırk iki yaşında şehitlik şerbetini içerek göç eyledi ebedi âleme böylece.
Melikşah-Muhammed Tapar
Gerek Melikşah’ın ve gerekse veziri azamın izlediği başarılı siyasetleri sayesinde Selçuklu kısa zamanda ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticaret hayatı çok ileri noktalara taşındı. Nizamü’l Mülk Melikşah’ın Vezir-i Azamı olmanın ötesinde can dostu, aynı zamanda ışık feneriydi. Dolayısıyla bir gün Sultan Melikşah’a:
—İsmaili’lerin amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut değildir. Onlar bir gün davul sesleri ile şehirleri işgal ettikleri ve mümtaz insanları kuyulara attıkları zaman benim sözlerimin ne anlama geldiği anlaşılacaktır diyerek önceden gerekli uyarısını yapmıştır. Melikşah’ın başarılarına tahammül edemeyenler sinsice Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesine yerleştirmiş olduğu fedaileri tarafından katledilir. Yani Bağdat’ta zehirlenerek şehit edilir.
Gerçektende Melikşah’ın ölümü müteakip dıştan Haçlıların ve içte de Batınilerin çıkardığı cinayetler ve kargaşalıklar İslam dünyasını dehşete düşürdüğü gibi uzun süre Selçukluya baş yoldurtacak kadar uğraştırmıştır. Melikşah’ın ölümü ile birlikte başlayan saltanat kavgaları sonucunda; Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen Beylikleri ve Atabegliler’in ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Selçuklu iki devlete ayrılmak suretiyle Selçuklu Türkiyesi ile birlikte üç Selçuklu Sultanı çıkmış oldu. Ancak bu durum çok uzun sürmedi, saltanat çekişmeleri sonucunda, yarış Tutuş ile Berkyaruk arasında kaldı ve birçok emir Berkyaruk tarafına geçiş yaptı. Tutuş’un ölümü ile birlikte Berkyaruk’un adına Bağdat’ta hutbe irad edildi.
Berkyaruk’un ölümünün ardından oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar aralarında kıyasıya saltanat mücadelesine giriştiler, sonunda Muhammed Tapar mücadeleyi kazanarak idari mekanizmanın başına geçti, yani Sultan oldu. Bu arada karışıklılardan istifade eden küffar, Birinci Haçlı seferi sonunda Suriye’de Haçlı Devletleri kurmayı başardılar. Sultan Muhammed Tapar Haçlı seferlerinin yanı sıra aynı zamanda Batınilerle de çok mücadele etti, hatta Muhammed Tapar Batıniliğin merkezi Alamut Kalesini kuşatarak çok sayıda birçok militanlarını öldürmeyi başardı ise de bu fitne odağını kaldırmaya ömrü yetmedi. Tarihçiler bize Hülagu’nun bir yıkıcı olduğu kadar, aynı zamanda bir kurtarıcı görevi ifa ettiğini de bildiriyorlar. Çünkü Hülagu istilası olmasaydı fitne odağı Alamut Kalesi ve Batınilik İslam dünyasını bütünüyle kuşatabilirdi. Moğol- Hülagu kasırgasıyla Alamut kalesi düşebilmiştir ancak. Batınilik o kadar tehlikeli bir akım ki, ilerde Şah İsmail vasıtasıyla en etkili öldürücü darbeyi vuracaklardır. Yani Batınilik taktikleri her daim Sünni âlemi derinden yaralayacaktır.
Türkiye Selçukluları Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yerini aldı. Alâeddin Keykubad’ın vefatının ardından İkinci Gıyaseddin Keyhusrev’in Kösedağ da (1243) Moğollara teslimi ile Selçuklu ömrünü tamamlıyordu. Neyse ki; Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu ile Anadolu sınır uçlarına yerleşen Türkmen boylarının Ertuğrul Gazinin açtığı sancağın altında toplanarak tarih sahnesinde Osmanlının doğuşuna zemin hazırlayacak bir gelişmeyi başlatırlar, derken böylece bir girişimin etkisi kısa zamanda Moğol yaralarını sarmaya yetecektir.
Artık tarih sahnesinde, Osmanlı var, hem de altı asırı kapsayacak ulu çınar. Bugün bile o ulu çınarın kolları gönüllerde yaşıyor, yaşayacakta.
Timur
Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir) yeniden hayat bulmasında en
büyük emek şüphesiz Emir Timur’a ait. O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde büyük zafer kazanmış, saltanatlarına son vermekle kalmamış bir dizi reformlara imza atmakta meşhur bir lider. Şayet onda bir eksiklik aranacaksa, o da Osmanlıyla bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlarıdır. Hakeza Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneğidir. Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamışlardır maalesef. Öyle ki Timur’un Anadolu’yu istilasında küffar fırsat bulup Selanik ve başka beldelerin Müslümanların elinden çıkmasına neden olmuştur. Bu yüzden Osmanlı kaynaklarında ‘’Timur fitne zuhur’’ sıfatı ile anılmıştır. Çünkü Osmanlıda, ‘Fitne küfürden daha şiddetlidir’(El-fitne eşeddein min el-küf) ayeti her zaman ışık kaynağı olmuş, Osmanlı bu ayetin hükmüne sadık kalmıştır hep. Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece çetin ve acımasız, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Dışa karşı soğuk, içte ise merhamet abidesi bir insandır adeta. Bir defasında İbni Abidin gibi büyük bir âlimle otağında buluştuklarında, İbn-i Abidin Timur’a övgüler yağdırır, Hemen bu övgüler karşısında; Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim cevabını vererek mütevazı bir karakter ortaya koyar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Timur sülalesini Çağataylardan Barlaslara uzanan, yani Moğollara dayandırılsa da bunlar Türkleşmiş olduklarından, O bir Türk Hakanı olarak tarihte yerini alacaktır. Timur dindar bir kişiliğe sahip, öyle ki her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar gözü ve gönlü pek insan. O bununla yetinmemiş toplumun önem verdiği manevi önderlerin mezarlarını inşasını başlatmış, bizatihi kendisi başta olmak üzere mevcut merkatlara gerektiği gibi ilgilenecektir. Nitekim Piri Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin mezarını vakıf müessesesi kurarak türbe haline getirip korumaya almıştır da. Nasıl korumaya almasın ki, Meşayih’in manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ile medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleştirmişti çünkü. Zaten Onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından dahi O evliya-ı izamın merkatları bugünde canlı ve dipdiri olarak ziyaret edilebilecek halde ayaktalar hala.
Timur’un hayatında net iki dönem görülür. Birinci dönemi Moğol kasırgasına karşı yaptığı mücadele dönemi, ikinci dönemi ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı imparatorluk dönemidir. O geçirdiği bu dönemlerden sonra ister istemez gözünü Çin’e dikmiştir, fakat ansızın gelen ölümle bu fethi gerçekleştiremeden kelebek misali her fani gibi bu dünyadan göç edip, ardından büyük bir eserler bırakarak öbür âleme yürüdü..
Neyse gelelim asıl konumuza. Şayet Osmanlı şarktaki Türk Devletleri, bilhassa Timur, Akkoyunlu ve Safevi İran’ın arkadan taarruzları ve Hıristiyan devletlerinin ittifakları ile karşılaşmasaydı, belki de parçaladığı Avrupa’yı tamamen fethedebilirdi. Nevar ki Timur’un Yıldırımı mağlup etmesi büyük sarsıntıydı, Timur kazandığı bu savaşın ardından Anadolu’dan aldığı 300 bin esiri İran’a götürüp Erdebil Şeyhine teslim ediverdi.
Erdebil şeyhi-Şah İsmail
Erdebil Şeyhinin gerçek adı Ali’dir. Erdebil Şeyhi Timur’dan esirlerin kendisine verilmesini talep eder. Bu istek karşılık bulur da. İşte bu serbest bırakılan esirler o günden bugüne Anadolu’da Alevi adı altında anılır. Aslında esirler Erdebil Tekkesine gelmeden önce Ehlisünnet itikadı üzerine idiler. Hakeza Erdebil Şeyhi’nin de kendine göre bir amacı vardı, Timur’dan Türkmen esirlerden yararlanarak irşad postundan saltanat tahtına, oradan da şahlığa geçmekti. Fakat Erdebil Şeyhi amacına ulaşamadan bu dünyadan göçtü, yerine oğlu Şeyh Cüneyd posta oturdu. Şeyh Cüneyd’de tıpkı babası gibi aynı emelleri taşıdı hayatı boyunca. Neyse ki Şeyh Cüneyd’in gizli emellerini biranda fark eden İran hükümdarı Cihan Şah, onu İran’dan dışarı sürüverdi. Şeyh Cüneyd, böylece Anadolu’ya gelmek zorunda kalır. Şeyh Cüneyd’den sonra oğlu Şeyh Haydar da Şahlık davasında bulunur, ama o da amacına nail olamaz, artık bu davayı gerçekleştirecek yerine geçen oğlu Şah İsmail muvaffak olacaktır. Öyle ki Şah İsmail 13 yaşında iken İran’da Akkoyunlu’lara harb ilan edecek kadar cesaret örneği sergiler. Bu cesareti sayesinde şeyhlikten saltanat postuna oturarak sonunda Safevi Devletini kurmayı başaracak ve Şahlık unvanını elde edecektir. Dolayısıyla Safevi’lerin ilk hükümdarı Şah İsmail ve Şah Tahmasb’dır diyebiliriz. İlk olmasına ilklerde ancak bu ikili Sünnilere karşı zulüm yapmakla işe koyuldular. Hatta İmamı Azam gibi büyüklerin türbelerini yıkacak kadar gözü karaydılar. Onların bu tutumları Osmanlı harekete geçirmeye yetmiş ve bu tür davranışlar İslamiyet’e hıyanet olarak değerlendirilmiştir. Hatta Kanuni Şah’a gönderdiği mektupla uyarmıştır Yinede Kanuni, Şii İran ahdine bağlı kaldığı sürece onlara dokunmamayı yeğlemiştir.
Safevi’lerin dayandığı Alevi Türkmen kabileleri başlarına geçirdikleri kızıl külahtan dolayı o gün bugün Kızılbaş olarak anılmalarına neden olacaktır hep. Yani onlar ‘kızıl başı-bed maaş’ tabiri ile İslam dünyasında hakir görüyor ve ordularıyla Safevileri tenkil ediliyorlardı. İşte Kızılbaş lakabı bu şekilde kızıl külaha atfen dile getirilmiştir.
İran’da Şah İsmail Akkoyunlu Devletine son vererek Safevi İmparatorluğunu kurduktan sonra Şah’ın üstünde hiçbir güç tanımamaya başladı. Oysa Osmanlı sisteminde Divanda müzakere esastı. Safeviler bırakın müzakereyi Şii mezhep dışında hiçbir dini oluşumu tanımıyorlardı. Zira dini taassuplarını siyasetlerine malzeme yapıyorlardı. Sünnileri ya zorla Şii yapıyorlardı ya da öldürüyorlardı, böylesine acımasızlardı. Kendileri dışındaki tüm dini cereyanların özgürlükleri zorla ellerinden alınmaya çalışılıyordu.
Hâsılı Uzun Hasan ile başlayan ve Şah İsmail’le devam eden bu Türkmen bölünmesi, Şah İsmail’in şahsında Osmanlılara karşı batini muhalefet cephesi oluşturmaya yetti bile. Öyle ki, Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi Şeyhi ile birlikte coğrafyamızda sürekli ayrılık yeşertildi. Bu durum dini karar olmayıp, kesinlikle siyasi bir kararın önümüze getirdiği bir oyundu. Ve nitekim olanlar oldu, bütün Yörük Türkmen unsurlar Şah İsmail’in etrafında birleşerek yerleşik Türkmenlere karşı topyekûn savaş ilan ettiler. Şah İsmail böylece Safevi Devletinin Şahı unvanıyla, Müslümanların bir zamanlar yıktığı Pers imparatorluğunu yeniden dirilişe geçirerek bütün ihtilafların kaynağını yeniden körükleme rolünü üstlendi.
Yörük Türkmenler kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş olarak ilan ederek Müslümanlar arasında ayrılık tohumları serptiler. Oysa tarihin bizlere öğrettiği önemli not; ihtilafların kaynağında göçer- konarların yerleşik hayata intibak edememenin sonucu olarak tepki hareketine dönüştüğü gerçeğidir. Tarih zaten yerleşikliği tercih eden Anadolu ile Suriye Selçuklularını, Eyyubileri ve Osmanlıyı kuran Türkmenleri bu konuda haklı çıkarmıştır.
Safevi Türkmenlerden geriye baktığımızda ise onların bakiyesi sayılan İran ve Anadolu’da hala zaman zaman ciddi olaylara neden olan ayrılık tohumları niteliğinde topluluklar kalmıştır sadece. Bu değerlendirmeyi dini yaklaşımla değil, ancak siyasi gözlükle baktığımızda bu tespitimizin haklılığı o zaman anlaşılabilir. Haçlı ve Moğol saldırılarının Türkmen dağılmasının sebebi olarak gösterilse de, asıl sebep yıllardır süren Yerleşik-Yörük çekişmesinden kaynaklanır oysa. Bu iç mücadeleler sonunda Sünni Müslümanlığı bırakanlar, bizim topraklarımıza ait olmayan İran kökenli Şiiliğin bir değişik versiyonu niteliğini taşıyan ekolün peşine takılacaklardır. Türkmenlerin yerleşik hayatı seçenleri ise özünden taviz vermeyerek Türk tarihinde yepyeni bir sahife açmışlardır.
Batı Türklerinin, ya da diğer bir ifade ile Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklularla başlattıkları Rönesans, Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle Türkmenlerin intiharı gerçekleşir, kelimenin tam anlamıyla Selçuklu yıkılarak 300 sene sonra ancak yeniden Fatih Sultan Mehmet’in elinde adeta bir çağ kapatılıp yeniçağın kapıları açılır. Yörükler ise, Müslümanlığı terk ederek Şiiliğe kanalize oldular. Hatta İran, Türkmenler tarafından Şiiliğin kalbi olarak görüldü. Bu durumun tehlikeli boyutlarını sezen Osmanlı, Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler sayesinde Anadolu’da Şii Türkmen yayılmasını önleyebilmişlerdir.
Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim’in neden Batıya değil de Doğuya doğru sefer düzenlediği bu gerçekler ışığında şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürükleyebilirdi. Yavuz’da gereğini yaptı. Bugün Anadolu’nun değişik yörelerinde halkımızın bir kısmı Yavuz’un davranışını dini nedenlere bağladıklarından O’na iyi gözle bakmazlar. Oysa yaptığı hamlelerle Bütün Türk İslam Âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır.
Koçi Bey Osmanlı’nın gerileme belirtileri olarak Fıkhı rehberimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezarına hıyanet işlemesini ve zuhur eden Celali eşkıyasıyla nükseden bazı vilayetlerin harap olmasına bağlar.
Anadolu’da Turhal civarında Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celal adında biri çıkar. Etrafına topladığı adamlarla Anadolu’yu tehdit eder duruma gelir. 1519 yılında kesik başı Yavuza gönderilir, böylece Anadolu’daki bu Celali hareketi bastırılır, ama bundan sonraki her ayaklanma ‘Celali isyanı’ , asiler de ‘Celali’ adını alacaktır. Bu bakımdan Anadolu’da patlak veren her harekete Celali isyanı büyük bir yanılgıdır. Ancak ve ancak bu harekete Anadolu evladının hain vezirler hâkimiyetine karşı giriştiği Milli bir duruşu, ya da kıyamı diyebiliriz.
Yavuzun şiddeti birlik ihtiyacına binaen olmuş ve bu ihtiyaç temin edildikten sonra Kanuni’nin adalet devri devreye girmiştir.
Celali hareketleri bir anlamda Türk soyluların, Alevi Türkmen ve Sünni Türkmenlerle işbirliğinin ürünüdür. Celali hareketiyle inançların genelleşmesi ideolojisi gerçekleşir.
İlk bayrağı Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle beraber sonuçta, Celali ayaklanmaları sosyal gerginliğin güçlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Böylece çevre ile merkez arasında önemli kalın çizgiler ortaya çıkmıştır. Aslında devşirmelerin büyük mevkilere gelmeleri Türkmenleri sinirlenmelerine yol açmış, adına Celali ayaklanmaları denilen bir tepkiyi doğurmuştur. Tabir yerindeyse devşirmelerin silahlı kolu Yeniçeriler, Türkmenlerin ise sipahilerdir diyebiliriz.
Şah İsmail mezhep taassubu ile Anadolu’ya hâkim olacağına inanıyordu, ama Yavuz tüm bu emelleri Çaldıran seferi ile boşa çıkarmıştır. Bu sefer sayesinde Osmanlı ile bu devletin arasında sınırlar belirgin şekilde çizilmiş oldu. Böylece Şah İsmail’in halifeleriyle Anadolu’daki irtibatının önüne geçilmiş olundu. Bunun anlamı Erdebil Tekkesi müntesipleriyle Anadolu’daki Alevi bağlarının kesilmesi demektir. Zira bu tarikatın Anadolu’da yakasında kalan mensupları kendileri dışında kalan Müslümanları ehli beyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği zannına kapılmışlardır. İşte bu suizan soğukluğa, soğuklukta zamanla ihtilafa dönüşüp cami ve eğitim yuvalarından uzak kalmalarına yol açtı. İşte bu uzak kalma hali neticesinde medresede öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler, sadece babadan oğla geçen kulaktan duyma bilgilerle yetindiler. Kulaktan duyma bilgilerin her zaman diliminde değişikliklere uğradığı da hesaba katıldığında Alevilik konusu gündemden düşmeyecek şekilde tartışılır hale getirmektedir.
Yavuz’un ikinci seferi Memluklara karşı olmuştur. Memluklar Osmanlıya karşı Şah İsmail’le beraber birleşiyorlardı. Bunun üzerine Yavuz bir darbe ile Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra Yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve Ridaniye’de hezimete uğratır. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet Osmanlı’ya geçer. Yavuz bir taşla iki kuş vururcasına hem Şah İsmail’in gizli emellerini boşa çıkarmış hem de Ayasofya’da yapılan bir merasimle Abbasilerden hilafeti ve mukaddes emanetleri almayı başarmıştır. Dolayısıyla saltanat ve hilafeti birleştirerek İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş oluyordu. Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle karşılanmıştır.
(DEVAM EDECEK)