ALEVİLİK-6(GÜNÜMÜZDE ALEVİLİK)

ALEVİLİK-6(GÜNÜMÜZDE ALEVİLİK)

ALPEREN GÜRBÜZER

Al-i Beyt

Çaldıran zaferi neticesinde İran’la Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek sevinmemişlerdir. Bu insanlar o günden beri Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlar, oysaki Al-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafiye göre ise farzdır. Anlaşılan Sünni Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, sıkıntı sadece bazı sığ zihinlerde. Bakın Said Nursi; Al-i Beytt’ten Vazifei Risaletçe muradı Sünnet-i seniyyesidir. Sünneti seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost olamaz buyurarak gerçekleri gözler önüne sermiştir.

Nitekim Allah Resulü; sizleri iki şey bırakıyorum Onlara temessük etseniz necat(kurtuluş) bulursunuz Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir, diye buyurmaktadır.
İmam-ı Şer’ani Hz.leri Bir beldede seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım diyerek Al-i Beytin kıymetini ortaya koymuştur.
Bir başka meselede Yezit meselesidir. Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa, şu iyi bilinmelidir ki tarihte Yezidin işlediği cinayetler yüzünden hiçbir Müslüman sorumlu tutulamaz. Çünkü Kuran’da; Hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından, cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz buyruğu var. Kaldı ki hiçbir ehlisünnet Müslüman doğan çocuğuna Yezit ismi de vermemiştir, vermezde. Tam aksine çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi verildiği sıkça rastlayabiliriz. Demek ki sanıldığın aksine Sünni Müslümanlar alevi düşmanı değillerdir.
Peygamberimiz(s.av); Ehli Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur buyurmuşlardır.

Aleviliğe Bakış

Alevilik ve Sünnilik İslâm’ın değişik yorumudur. Aleviliğin hem hasbi(samimi) taraftarları hem de siyasi taraftarları var. Siyasi ve sembolize hale gelmiş Alevilik, Alevi halkın iyi niyetlerini istismar ederek solcu sloganlara kurban edilmektedir maalesef. Bu durumu Aleviliğin radikal hareket alanına kaydırılması olarak yorumluyor ve Alevi-Sünni çatışmasına yol açacak tezgâhın provasıdır diye düşünüyoruz.
Hz. Ali’yi sevmek noktasında hiç bir Ehl-i Sünnet mensubunun itirazı olamaz. Yalnız sevmenin ölçüsünü tayin etmemiz lazım. Malum, Hıristiyanlar Hz. İsa (A.S.)’ı sevmede aşırıya kaçıp, (hâşâ) “İsa Allah’ın oğludur” noktasına taşıyarak, ifrata kaçmışlardır. O halde Hz. Ali (k.v.) gibi ilim kapısına ulûhiyet isnat etmek en büyük haksızlık olacağı gibi, inananlar arasında fitne sebebi olacağı muhakkaktır. İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah gibiler her devrin fitne temsilcileridirler. Bugün de İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah yok, ama onlara benzer değişik kılığa bürünmüş fitne mümessilleri iş başındalar adeta, biricik görevleri Müslümanlar arasında ayrılığı körüklemek, birlik ve beraberliği yok etmektir. Hz. Osman (R.A.) zamanında nükseden ve Hz. Ali (k.v.) devrinde doruğa ulaşan fitne hareketleri Müslümanlar arasında derin uçurumların açılmasına neden olmuştur. Gerçi Hz. Ali (k.v.) zamanında Müslümanlar arasında yapılan savaşların bir kısmı içtihat farkından doğan mücadelelerdir. Alevilerin Ehl-i Beyt sevgileri sadece Aleviliğe mahsus olmayıp, Sünnilere de has meziyettir. Çünkü Ehl-i Beyt bütün Müslümanlarca kurtuluş gemisi olarak addedilir. Cafer-i Sadık Hazretleri’nin Hacegân silsilesinin basamaklarında zikredilmesi Alevilerle Sünnilerin muhabbette, sevgide ortak paydayı paylaştıklarını göstermez mi? Cafer-i Sadık Hazretleri aynı zamanda İmam-ı Azam’ın da mürşididir ki, İmam-ı Azam: “Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu” der. Tarihi gerçekler ve Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna’da, Yunus’ta, Hacı Bektaşi Veli’de ve Hacı Bayram-ı Veli’de buluşturmaktadır.
Anadolu’nun İslâmlaşmasında bu büyük zatların büyük ölçüde katkılarının olduğu herkesin kabul ettiği bir hakikattir. Önemli olan manevi sultanları saptırmadan, onları doğru anlayabilmektir. Onların ağzından sadır olmayan sözleri yine bu zatlara isnat etmek haksızlık olacaktır. Ki; icraatları, sözleri ve eserleri ortada, gerçekleri saptırmaya gerek yok.
Bazılarının, Alevilik mevzusunda “rejimin emniyet sübabıdır” gibi beyanlarda bulunmasını, yeni bir ayrılık tohumunun habercisi olarak yorumluyoruz. Din-devlet ilişkilerinde devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, hatta hadim(hizmetkâr) rolü üstlenmeli. Devlet; ülke sınırları içinde vukuu bulan, değişik isimlerle zikredilen alt kimliklerin örgütlenmesine müsaade vermeli ve sivil toplum olgusunun gereğini yerine getirmesi gerekir. Çünkü sosyal devlet anlayışının temel esprisi bu temele dayanır. Çeşitli nüansları bu ülkenin gerçeği kabul edip, sivil toplum unsurlarının teşkilatlanmalarına ön ayak olmak, yardımcı olmak ve kendilerini ifade edebilecekleri sistemi getirmek Türkiye’ye hizmet olacaktır. Hem aleviler, hem de Sünniler ve diğer meşrepler ülkenin emniyet sübabıdır dersek, asıl işte o zaman devlet olarak “hakemlik” misyonumuzu yerine getirmiş sayılırız. Sivil toplum unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülük doğuracaktır.
İslâmiyet, bütün dinleri, bir din olarak şemsiyesi altına alarak, aralarındaki münasebetleri bir din çerçevesinde değerlendirir. İşte İslâmiyet’in bu engin hoşgörüsü, her şeyin üstünde olan Vahy’in kudretinden kaynaklanır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), bu yüceliğin baş tacını oluşturur. Dinlerin kendi içinde mensupları, mezhepleri ve meşrepleri denilen çeşitliliği söz konusu. Bu alt kimlikleri tek unsur olarak takdim edip, işte din budur denildiğinde ister istemez kıyamet kopmakta, bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları da beraberinde getirmektedir.
Diğer dinlerde olduğu gibi, İslâmiyet dairesi içerisinde de zenginlikler mevcuttur. İçtihat farklılıklarından dolayı mezhepler doğmuştur. Hakeza Allah’ı zikretmede ve nefsi terbiye etme konusunda değişik usullerin tatbiki ile çeşitli tarikatlar gün yüzüne çıktı. Tabii bu arada Ehl-i Sünnet çizgisinin dışında nükseden mezhepler ve tarikatlar da söz konusu. Ölçü; Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ahkâmına ve Sünnet-i Seniyye’ye uygun her yol İslâm’ın kabulüdür. Bunun dışında ortaya çıkan fitne ve uydurma fırkalar Firak-ı Dalle’den (sapık kollardan) sayılır.
Ülkemizde bitmek tükenmek bilmeyen Alevilik meselesi, her defasında pişirilerek, ayrılık tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Alevilik, bir alt kimlik veya bir yol olarak yorumlanması gerekirken, sanki başlı başına bir dinmiş gibi lanse edilmektedir. Oysa camii, sinagog, kilise dinlerin sembolleri ve ibadet mekânlarıdır. Dergâhlar, cem evleri umumi manada ibadet yapmanın ötesinde değişik meşrebe sahip müntesiplerin semah ve zikir yaptıkları yerlerdir. Dolayısıyla ne dergâh, ne de cem evi camii’nin alternatifi olan ocaklar değildir. Bir nevi manevi sivil toplum teşkilatlarıdır. İşte bütün mesele, cem evi’nin camii’nin karşısına alternatif olarak koyulmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Dinimiz İslâmiyet olduğuna göre, O’nun mabedi de camii’dir. Semah yapılan mekânlar, dergâhlar ve cem evleri camiinin üstü değil sadece alt zenginliklerdir. Hiç bir zaman tek başlarına camii değillerdir. Tehlike cem evleri’nde değil, cem evleri’nin cami’ye karşı alternatifmiş gibi gösterilme girişimleri asıl tehlike.. Eğer Alevilik alt bir kimlik ve meşrep değil de, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi din olarak ortaya çıksa idi, o zaman cem evi’ni de bir kilise, bir havra tarzında yorumlayabilirdik.
Bir kere, gerek din adına, gerek mezhep adına, gerekse meşrep adına ortaya çıkan her teşekkül, kendi tanımını, gayesini, metodunu ve uygulamasını belirtmediği sürece tartışılmaya mahkûmdur. Her hareket, tarifini, usulünü, uygulamasını ve amacını mutlaka açıklamalıdır. Aksi takdirde mezheple meşrep, meşreple mezhep, dinle mezhep ve dinle meşrebin arası sapla saman misali karışacak, birbirinin yerine geçecek ve tam manasıyla kaos ortamı oluşacaktır. Bir kilimin içinde değişik desenler mevcut, ama hiç bir desen tek başına kilim adını alamaz. Kilim, değişik tonlarla ve değişik nakışlarla işlenmiş desenlerden bir araya gelerek isim alır. Din de öyledir. Din kiliminin içinde çok çeşitli yollar, mezhepler ve meşrepler vardır. Mezhep ve meşrep gibi desenler tek başına dini temsil edemezler, sadece dinin zengin unsurları olarak telakki edilir.
Elbette yeryüzünün her yeri Allah’a ibadet etmeye engel değildir. Fakat camii, kilise ve havra dinlerin ibadet sembolleri ve mabetleridir. Sembollerin hukukunu hiçe sayıp da, cem evi’ni camii’nin üstünde bir mevkie veya karşısına oturtmak çabalarını birbirlerinin hukukuna tecavüz olarak addediyoruz. Her kurum ve müessesenin haddini bilmesi gerekir. Medresenin fonksiyonu başka, dergâh’ın başka, hakeza cem evi’nin de başka. Bunların üstünde camii, bütün zenginlikleri bir araya toplayan mekânın adıdır. Üstelik camii minaresi, vaaz kürsüsü ve minberi ile değişik mezhep ve değişik meşreplerin mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahallidir. Minberi adeta kürsü, mihrabı bizi ötelere taşıyan remz. Hele hele bir de Cuma günümüz var ki, o da Müslümanların cümlesini haftada toplu halde toplayan bir birlik meşalesidir. Cuma günü her mezhep mensubu, her meşrep mensubu, ne medrese, ne tekke, ne de dergâhta cuma namazını eda etmeyip, camiye koşmak mecburiyetindedir. Cuma; ismiyle müsemma toplanmak demektir çünkü. Bütün bu örnekleri vermemizdeki gaye, Cem evi gibi manevi sivil toplum ocaklarının camii gibi umumu kuşatan mabede alternatif ibadet yeri gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak içindir. Unutmayalım ki; hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.