Zikir, Zikrin Önemi.
Nedense pek çok kişi tefekkürün zikirden üstün oluşunu düşünerek Allah’ı (c.c.) zikretmeyi küçük bir ibadet olarak değerlendirmektedir. Bazı dini bütün insanların zikre karşı olmaları, Kuran-ı Kerim’deki ve hadis-i şeriflerdeki zikir kelimelerini tevil etmeye çalışmaları gerçekten ilginçtir. Ben önceleri onların art niyetli olduklarını ve kalplerinde büyük bir hastalık bulunduğunu düşünürdüm. Onlara göre zikir Allah’ı (c.c.) düşünmektir. Arka arkaya aynı kelimeyi söylemek bir anlam ifade etmez. Sürekli zikirle kastedilen şey her yerde, karşılaşılan bütün varlıklarda Allah’ın (c.c.) kudretini görüp O’nu hatırlamaktır. Halbuki kendileri de namaz sonunda çekilen tespihleri “zikir” olarak adlandırırlar. Gerçi Kuran-ı Kerim’de zikir kelimesi bildiğimiz anlam dışında ayrıca onların dediği gibi bazen namaz, bazen tefekkür, bazen de kutsal kitap anlamında da kullanılmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) tevile müsait olmayan bir açıklıkla pek çok sahabeye değişik zikirler öğretmiş ve onlardan bunların çeşitli sayılarda veya sayısız olarak çekilmesini istemiştir. Şimdi ise bu dini bütün insanların zikre karşı olmalarını daha iyi anlamaktayım. Aslında sorun bu insanların fıtratlarından, mizaçlarından ve meşreplerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu yapıdaki insanlar sadece zikre değil akıl ve mantıklarını yitirdikleri başka şeylere karşı da aynı veya benzer bir tutuma sahiptirler. Bunlardan kaygı duyarlar. Örneğin bunlar müzikten hiç hoşlanmazlar, çünkü müzik akıl ve mantığı duygu ve coşku seli ile eritir. Yine bu insanlar haram olduğu için değil fıtratları gereği alkolden de adeta ürkerler. Bilindiği üzere alkol de akıl ve mantığı devre dışı bırakmaktadır. Zikir de mahiyet olarak akıl ve mantığı etkisiz kılarak bir çeşit cezbe hali ile ilahi bir duygu ve coşku seline kendini bırakma olduğu için bu yapıdaki insanlar farkında olmadan kendi fıtri yapılarını savunmak için zikir aleyhine sözler söylemeye, bu konudaki açık olan ayet ve hadislerdeki zikir lafzını da kendi mizaç ve meşreplerine uygun olarak tevil etmeye yönelirler. Bu tür insanları zikre yöneltmeye ve zikirden zevk almalarını sağlamaya çalışmak çok zordur. Tabii öyleleri belli sayıdaki zikri söylemede bir sorun yaşamazlar. Hatta virtlerini de düzenli olarak çekerler. Ama daimi zikir onlara çok ağır gelir. Zaten öylelerinde zikrin sonucu olarak meydana gelen cezbe ve letaiflerin açılması da hiçbir zaman gerçekleşmez. Bunların tarikat yolunda yükselmeleri ve Hakk’a vasıl olmaları gizli gerçekleşir. Bu tür insanların fıtratları, mizaç ve meşrepleri daha ziyade tefekküre uygundur. Tasavvufta bu yapıdaki insanlara salik-i gayr-i meczup denir.
İnsanlar birbirinden ayrı fıtratta, mizaç ve meşrepte oldukları için farklı tarikatlar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tarikatlar aynı amaca değişik yöntemlerle ulaşmaya çalışırlar. Tarikatların amacı Allah’a (c.c.) ulaşmaktır. Bu bakımdan tarikatlar iki genel guruba ayrılırlar. Bunlardan bir gurubu nefsi tezkiye etmeyi amaçlar; bunun için erbaine (çileye) girme, hizmet etme, oruç tutma, riyazete uyma (az yeme, az uyuma ve az konuşma) gibi yollarla nefsin dünyaya dönük arzularını kırmaya, nefsi arındırmaya çalışırlar. Bu yolla çeşitli nefis makamları kat edilir. Sırasıyla nefis emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, raziyye, marziyye, kâmile makamlarına ulaştırılmaya çalışılır. Diğer guruptaki tarikatlarda ise ruhu tasfiye etme amaçlanır; bunun için de virt ve zikre ağırlık verilir. Ruh Allah’tan (c.c.) gelen bir nefha (soluk) olduğu için O’na yükselmek ister. Zikir bu yükselmeyi sağlar. Ruhun ayırıcı vasfı aşktır. Güzel şeylere karşı bir çekim duyar. Faziletleri edinmek, bunlarla kendini güzelleştirmek ister. Zikir Allah’a (c.c.) duyulan bir çeşit aşktır. Daha doğrusu kişide Allah’a (c.c.) karşı bir çeşit aşk hali yaratır. Bu aşk haline cezbe denir. Cezbeyi Allah’a (c.c.) duyulan aşk halinin eseri olarak düşünebiliriz. Cezbe letaiflerde etkisi somut olarak hissedilen bir durumdur. Letaifler (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) adeta ruhun duyu organlarıdır. Göğüste çeşitli noktalarda bulunurlar. Ruh çekilen zikirle letaiflerde meydana gelen cezbe sonucu Hakk’a yükselmeye, çeşitli manevi halleri yaşamaya başlar. Manevi haller zamanla nefsi etkisi altına alıp nefis makamlarının da kat edilmesini sağlar.
Zikir büyük bir nimettir. Kamil ve mükemmil (olgun ve olgunlaştırıcı) bir mürşitten böyle bir zikri alan gerçekten büyük bir devlete ermiştir. Gerçi insan kendi başına da zikir edinebilir. Kitaplardan faziletli zikirleri okuyup alabilir. Ama bununla ancak sevap kazanabilir. Bu yolla zikrin faziletine erip kalp tasviyesi ve nefis tezkiyesi gerçekleşmez. Ehlinden alınan zikirle ancak feyz kapıları açılır. Çünkü mürşidin eli silsile yolu ile ta peygambere (s.a.s) kadar uzanır. Peygamber (s.a.s) ile Allah (c.c.) arasında ise doğrudan bir irtibat vardır. Ehlinden alınan bir zikir kişiyi önce mürşidinde (fenafi’ş-seyh), sonra peygamberde (fenafi’r-resul), en sonunda da Allah’ta (c.c.) fani (fenafi’l-lah) kılar. Tabii bu yolda ve bu mesafelerin kat edilmesinde zikrin yanında en büyük iş rabıtaya düşmektedir. Rabıtasız bu nimetlere ulaşmak mümkün değildir. Mürşid-i kamilsiz böyle bir yola yani zikir yoluna girenler, şeytanların çeşitli oyunlarına, hilelerine, komplolarına maruz kalabilirler. Zikreden kişi, gerek Rahmani gerekse şeytani çeşitli haller yaşayacağı için bunları ancak bir mürşid-i kamilin kılavuzluğu ile bilebilir. Ayırt edebilir. Gerekli tedbirlerini alabilir.
Bir insanın zikre iradesiyle sahip olduğunu düşünmesi doğru değildir. Zikir bir ilan-ı aşk olduğu için kişinin bunun kendisine Allah’ın (c.c.) bir lütfu olduğunu bilmesi gerekir. Allah (c.c.) güzel ismini veya güzel isimlerini sevdiği kimselerin zikretmesini ister. Bundan dolayı zikir erbabının öncelikle böyle bir devlete sahip olduğu ve seçildiği için her zaman bunun şükrünü dile getirmesi, eda etmesi ve Allah’a (c.c.) daimi olarak hamd u senada bulunması gerekir.
İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”
Aslında Allah’ı (c.c.) zikir insana düşen bir iş değildir. Bu daha ziyade Allah’ın (c.c.) şanına yakışan bir ibadettir. Yani Allah’ı (c.c.) ancak Kendi’si hakkıyla zikredebilir. Ama yüce Allah (c.c.) rahmeti ve lütfuyla bazı kullarının Kendi’sini zikretmesini istemiştir. Kalbinde Kendi’sine karşı muhabbet duyan bazı kullarına zikir devletini münasip görmüştür. Onlara böyle ilahi bir bağışta bulunmuştur. Onlara çeşitli vesilelerle bu kapıyı açar. Böylece yüce Allah (c.c.) bu kullarının dilleriyle Kendi’sini yine Kendi’si zikretmiş olmaktadır. İnsanın yaptığı zikri kendisinden bilmesi büyük bir aldanıştır. Hatadır. Zikirde nefsimize ait olan tek şey, içerisinde bulunduğumuz gaflettir:
Ehl-i keşif zikir ehlinin öldüğünde kabirde de zikrettiğini, Allah’ın (c.c.) nurunu alma yeteneği ile kendisini hemen diğer kabirler arasından belli ettiğini söylemektedir.
Pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif zikrin çok büyük bir ibadet biçimi olduğunu belirtmektedir: “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin (Ahzab Suresi, 41).”
Peygamberimiz (s.a.s.), sahabenin hazır bulunduğu bir mecliste şöyle buyurmuşlardır:“Size amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en temiz olanını, derecelerinizi en fazla yükselteneni ve sizin için altın ve gümüş infak (Allah yolunda harcama) etmekten, düşmanlarınızı muharebe meydanında öldürmekten yada şehit olmanızdan daha hayırlısını haber vereyim mi?” Sahabeler “Evet, ya resûlallah!” deyince, Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz:“Allah’ın zikridir.” diye cevap vermiştir.
Aslında tefekkürle zikri birbirinden ayırmak da doğru değildir. Zikir tefekkürü doğurur. Doğrusu zikir olmadan tefekkürün gerçekleşebileceğini de pek sanmıyorum. Çünkü insanın kafasını genellikle hoşlandığı şeyler meşgul eder. İnsan, sevdiği şeyler üzerinde düşünmekten zevk alır. Bununla ilgili çeşitli hayaller kurar, duygular yaşar. Sevmediği, nefret ettiği şeylerden kaçar. Onları düşünmek bile istemez. Kişi zikirle Allah’la (c.c.) kendi arasında bir ünsiyet kurar. Bu yavaş yavaş bir dostluğa dönüşür. Derken tefekkürün zirvesi olan Allah’ın (c.c.) güzel isimleri üzerinde düşünmek bir yaşam biçimi haline gelmeye başlar.
Zikirle ulaşılmak istenen hal murakabedir. Murakabe, kişinin kendisini Allah’ın (c.c.) karşısında olduğunu hissedip O’nun kendisini her yönü ile kuşattığını, içindeki duygu ve düşünceleri bildiğini, söylediği sözleri işittiğini, yaptığı işleri gördüğünü düşünmesidir. Ayrıca kendi varlığının, her şeyin yok olup yüce Allah’ın (c.c.) zatının var olduğunu düşünmek de murakabedir. Bir hadisi-i şerifte bu durum, İslam ve imandan sonra “ihsan” olarak adlandırılan bir manevi makam olarak açıklanmıştır. İşte zikir kalpte bu ihsanı oluşturduğunda amacına ulaşmış olur. Kişi bu halle Allah’ın (c.c.) rahmetine, feyzine ve nisbetine erer. Yüce Allah (c.c.) böyle birisini nurlarına gark ederek ona velilik yolunu açar. Murakabe hali kendiliğinden doğmaz. Murakabe hali zikirle başlar, zikirle olgunlaşır, ancak zikrin sonunda yavaş yavaş bir ilahi bir armağan olarak hissedilir. Böyle bir anda zikrin kesilerek hareketsiz bir biçimde murakabe haline devam edilmesi tavsiye edilmiştir.
Zikir, Allah’a (c.c.) bir ilan-ı aşktır. Kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya tutulmuşçasına sevdiğinin işaretidir. Belki zikreden kişinin gönlünde daha böyle bir aşk henüz oluşmamıştır. Yapılan şey bir aldatmacadır. Dilinden yada içinden Allah’ı (c.c.) zikrederken kişi kalbinde dünya ile alışverişini sürdürmekte olabilir. Yani kişinin daha kalbinde Allah (c.c.) aşkı şöyle dursun O’nun emir ve yasaklarına uyabilecek düzeyde bile bir aydınlanma olmayabilir. Zikir ona tatsız tuzsuz bir şey gibi gelebilir. Hatta zikirden hoşlanmayabilir de. Ama tüm bu olumsuzluklara karşın iradesiyle zikrin önemi ve değerine inanarak ona devam ederse sonunda tıpkı iki gencin birbirine sevdalanması gibi Allah (c.c.) ismi yada Allah’ın (c.c.) güzel isimleri kişinin iç dünyasını canlandırmaya, gönlüne Allah’tan (c.c.) gelen feyizleri, nurları, rahmeti akıtmaya başlar. Bu ilahi aşkta ilk adımdır. Bundan ötesi ancak bu yolda daha önce yürümüş olgun bir insanla, mürşid-i kamille mümkündür. Kişinin yalnız başına gitmesi bazı manevi tehlikeleri de beraberinde getirecektir: Gurur, kibir, şeytanın oyuncağı olma gibi. Şeytan zikreden kişi ile adeta harbe girer. Ama ağzı bir küçük kaşık bala değen kişinin artık hayaline nasıl bunun ziyafeti de gelmeye başlarsa zikirde böyle bir ilk adımı atan kişinin de bunun devamını getirmek istemesi, adeta iç dünyasında bir zorunluluk olarak algılanır. Çünkü tattığı şey ona o kadar büyük bir zevk verir ki bunu dünyada başka bir şeyle kıyaslamak doğru değildir. İşte kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya tutulmuşçasına sevmeye başladığının belirtisi de o zaman algılanmaya başlar. Zira nasıl mecazi bir aşkın kıskacında olan kişi, sevdiğini her an düşünür, onun ismini anmakla yada isminin anılması ile heyecanlanırsa Allah’ın (c.c.) ismi yada güzel isimleri de böyle bir etkiyi kişide oluşturmaya başlar.
Bazı şeyler için “Tadan bilir.” sözü kullanılır. Bu durum Allah’ın (c.c.) zikri için çok yerindedir. Allah’ın (c.c.) zikrinden gafil yada bunun tadını alamamış olanlar, yaşanan zevkin soyut, hayali ve gerçek ötesi olduğunu sanırlar. Oysa Allah’ın (c.c.) zikri ile kalpte oluşan zevk genellikle somut, gerçek ve yaşanan bir olgudur. Bunun ilerisinde gerçekleşecek olan letaiflerin açılması da bu tür bir zevk pınarının çağlayana dönüşmesini andırır. Tabii bu yolda alınan bu dünyevi zevkin önü daima açıktır. Sonunda insan bedeninin her hücresinin Allah’ı (c.c.) zikretmesine ulaşılır ki (sultani zikir), gerçek anlamıyla zikrin zevkine işte o zaman varılır. Ondan önce yapılanlar bu sonuca ulaşmada birer basamak gibi görünür. Allah’ın (c.c.) ahirette bu zikre karşı gelen nimetlerini ise bilememekteyiz.
Allah’ın (c.c.) zikri o kadar büyük bir ibadettir ki, onun büyüklüğünü Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de şöyle ifade etmektedir: “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim (Bakara suresi, 152).” Zikrin büyüklüğünü gösteren bu ayet-i kerimenin işaret ettiği anlam, insanı dehşete sürükleyecek cinstendir. İnsanın dünyada içerisinde bulunduğu gaflet durumu olamasa bu ayetle aklını yitirir, yemeden içmeden kesilir, her nefesini zikirle verip kendini helak ederdi. Çünkü ezeli ve ebedi olan Allah’ın (c.c.) kulunu zikretmesi, evrendeki en büyük olaydır. O’nun zikri yaratılmışlar gibi basit bir söz değildir. O kulunu sonsuz merhameti, affı, cömertliği ile zikreder. Bu ise insan bilincinin kaldırabileceği bir yük değildir. Allah (c.c.) âşıkları, ârifleri için bu ayet-i kerime, duyguları coşturur, tutkuları alevlendirir. Şevke ve aşka getirir. Zikri âdet olarak yerine getirilen ve nefse ağır gelen bir ibadet olmaktan çıkararak aşk ve şevkle kendinden geçilen bir coşku seline çevirir.
Allah’ı (c.c.) zikrin pek çok faydaları vardır. Bunların hepsini burada saymak olanaksızdır. Biz bu faydalardan birkaç tanesine değinmeden geçemeyeceğiz:
Allah’ı (c.c.) zikreden insana bu dünyada iken yüzüne genellikle bir nur ihsan edilir. Bu nur, zikrine göre o insanda kuvvet bulur. İhtiyarladıkça da yüzü ışıldar. Halbuki zikirden uzak, özellikle Müslüman olmayan insanların yüzlerine yaşlandıkça genellikle bir meymenetsizlik, çirkinlik gelir. Öyle ki bazılarının yüzüne insan bakmak bile istemez. Baktığında nursuzluktan ve fersizlikten rahatsız olur. Zikrinde olan bir müminin yüzü, Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine nuru ile adeta şahitlik eder.
Zikir ruhun, kalbin gıdasıdır. Çağımızın stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli… gibi psikolojik hastalıklarına deva ancak zikirle olur. Bu hastalıklar manevi birer boşluktan doğarlar. Bunları ilaçlarla tedavi etmek de doğalarına aykırıdır. Çünkü ilaç bedene tesir eder, bu rahatsızlıklar ise ruhsal bir özellik taşırlar. Zikir bu tür rahatsızlıkları kökünden kazır. Çünkü zikir hem bu hastalıklar gibi ruhsal bir mahiyete sahiptir hem de doğrudan ruha tesir eder. Evinden çıkıp da nereye gideceğini bilemeyen bir insanın başıboşluğu, derbederliği ve serseriliği yerine zikir insanı yaratılış amacına sevk ederek bütün ruhsal boşluklardan, sıkıntılardan ve hastalıklardan korur. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insanın ruhu ve kalbi sağlıklıdır.
Zikir insanın evine, işine bir bereket getirir. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insan, şükür ve kanaat ile bir doygunluk ve yeterlik duygusu içerisinde bulunur. Öyle ki böyle birisi kimseye muhtaç olmaz. Zenginliği ve tokluğu başkalarını da kendisine imrendirir.
Zikirle insana sırlar dünyası açılır. Allah’ın (c.c.) rızasının ve veliliğin yolu zikirledir.
Namaz ve diğer ibadetlerden zevk alma zikirle kolaylaşır. İbadetler nefse önce ağır gelir. Nefis ibadetlerden başlangıçta hiç hoşlanmaz. Zikir ibadetlere bir tat ve anlam katar. Zikirle kalp ve letaifler açılır. Üzerlerindeki günah kirleri temizlenir. Allah’tan (c.c.) gelen rahmet, nur ve feyz dalgalarını hissetmeye başlanır. Bu nur alışverişi sayesinde ibadetler nefsin de hoşuna gider. Böylelikle zikir ibadetlere bir derinlik ve boyut katar.
Allah’ı (c.c.) zikirde nefsin takılıp kaldığı bazı engeller vardır. Onun için zikir herkese nasip olan bir devlet değildir. Allah’ı (c.c.) zikreden insanlar adeta özel olarak seçilmişlerdir.
Zikirde nefsin belini büken şey, virttir. Virt, zikir dersidir. Gün içerisinde bitirilmesi gereken belli sayıdaki zikre denir. Böyle bir dersi ehil birisinden, mürşid-i kâmilden alan büyük bir devlete sahip olmuştur.
Virt ile nefsin belinin bükülmesinin nedeni, nefsin alışkanlıklara olan bağımlığından kaynaklanır. Nefis hoşuna gitmese de alışkanlıklara karşı büyük bir bağımlılık gösterir. Onları yapamadan duramaz. İşte onun bu eğilimi, sigara ve içki içmede kötüye kullanılır. Ama her türlü ibadetin yerine getirilmesinde ve özellikle virdi çekmekte büyük bir işe yarar.
Virt sürekli zikir için bir başlangıç olmalıdır. Virt olmadan sürekli zikre geçiş yapılamaz, ama sürekli zikre geçmeden virdin de tek başına bir yararı olmaz. Sürekli zikir sayıya vurmadan her uygun fırsatta Allah’ı (c.c.) zikretmek, her an düşünmek demektir.
Nefis Allah’ı (c.c.) zikirde önce hoşlanmaz, ama Allah (c.c.) kalbe verdiği genişlikle, cezbe; nisbet, rahmet ve feyz ile nefsin bu olumsuz duygusunu da ortadan kaldırır. Zikir nefsin de hoşuna giden bir ibadet durumuna dönüşür.
Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile dünyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri yoktur. Bu konuya peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kafirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır. Allah (c.c.) ahirette inanan kulları için akla gelemeyecek, hayal edilemeyecek nice nimetler yaratmıştır. Kuşkusuz cehennemden sığınmak, cenneti istemek de güzel şeylerdir. Ama Allah’ın (c.c.) rızası bunlardan daha öte, daha güzel olan bir amaçtır. O’nun rızası kazanıldığı zaman elbette cehennem bizden uzak, cennet de bizim mekanımız olacaktır. Allah’a (c.c.) geçek anlamıyla iman eden âşıklar ve ârifler O’nun cemalini görmek için cennete de değer vermemişlerdir.
Muhsin İyi
muhsin iyi
24 Ağustos, 2013 - 10:02
Kalıcı bağlantı
Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamları, İşlevleri, Görevleri Nelerd
Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamları, İşlevleri, Görevleri Nelerdir? (2)
-Çakralar ile letaifleri karşılaştırdığımızda en büyük farklılık nerelerde görülüyor?
Çakralarda iki letaif noktası eksiktir. Bunlar sır ve hafidir. Tabii bu durum dikkat çekicidir. Nedeni ise çok düşündürücüdür: İleri derecede zikir çekenler, letaif noktalarındaki nurları müşahede edenler bir müddet sonra tıpkı güneş gibi bir nur halesi (tecelli-i nur) ile çevrildiklerini görürler. Şayet bu nur halesi olamasa idi, şeytanların musallatlarından kurtulamazlardı. Yani bu nur halesine ulaşmak hayat memat meselesidir.
Tüm letaif noktaları bu nura ulaşmada tıpkı bir çark gibidir. Sistemde rol sahibidirler. Ben kendi tecrübelerimle şunu kavradım ki, sır ve hafi letaifleri şeytanlara karşı büyük mücadele vermektedirler. Bunlar çakralardan sanki usta bir hırsız eli ile çıkarılmış ve sistem dışına konmuş gibidirler. Tabii bu durumdan en çok fayda temin edenler, cinni şeytanlar olmaktadır. Dolayısıyla bu işte onların uzun ellerininin payı olduğunu düşünmekteyim.
Meditasyon o hale getirilmiş ki, artık faydadan çok zarar getirecek bir hüviyete sokulmuştur. Elbette kişi başlangıçta bunları hissedecek halde değildir. O önceleri vücudunda bazı noktalarda hissettiği hoş hallerle avunur. Sonra ileriki zamanlarda, özellikle yaşlandığında öyle hallere düşer ki, bundan kurtulması mümkün değildir. Şeytan musallatları çok korkunç sıkıntılar verir. Tabii modern tıpta bunları tedavi eden bir merci de yoktur. Asıl işin vahim noktası böyle bir arayışa girince zaten ortaya çıkmaktadır.
-Şeytanlar sofilere musallat olmaz mı?
Elbette letaif noktalarını zikirle açan bir sofi de şeytan musallatlarına maruz kalabilir. Bu sık karşılaşılan bir durum olmasa da ara sıra vakidir. Ama böyle şeytan musallatına maruz kalmış bir sofi, her türlü güçlü ve etkili silahla mücehhez bir askere benzer. Şeytanlar ise onun karşısında çok zayıftırlar. Güya sofiye yaptıkları eziyetler, cinni şeytanların zikir, rabıta ve murakabe neticesinde meydana gelen nur ve feyz karşısında yaşadıkları eziyetin yanında binde birdir.
Şeytan musallatlarının pek çok değişik biçimi vardır. Maalesef böyle bir sıkıntıya düçar olanlar, baştan olguyu bir türlü kavramak istemiyorlar. Böyle bir musallattan sihirli bir sözle, duayla, ayetle, sure ile; iyi bir hocaya verecekleri para ile kurtulmak istiyorlar.
Halbuki bu yollarla elde edecekleri şifa geçicidir. Asıl kesin kurtuluş yolu, kendini güçlü kılmaktır. Bir mürşid-i kamile bağlanarak kalbini ve letaiflerini nurla ve feyzle beslemektir.
Sultani zikirle insan vücudunu bu cinni şeytanlara karşı bir kale durumuna getirebilir. Sultani zikir, bütün vucudun titreşimdeki cep telefonu gibi Allah’ı zikretmesidir. Hücrelerinde bu zikri algılayan sofi dilini damağına yapıştırıp onlarla beraber gizli zikre devam ederse sultani zikir yavaş yavaş tüm vücuda hakim olur. Artar, gelişir. Cinni şeytanların duman biçiminde vücudu ve letaifleri sarmasını engelleyebilir, onlardan kendisini kuratarabilir. Bu sırada nefes tutmanın, bu gizli zikri nefes tutarak yapmanın faydası ise çok büyüktür. Cinni şeytanların dumanlarını, yani kendilerini dağıtır.
Sofiler böyle bir musallat anında rabıtalarını, zikirlerini, murakabelerini artırma yolu ile bir rahatlığa ererler. Bunun dışında şeytanlarla mücadeledeki her yol batıldır. Çıkmaz bir sokaktır. Esassızdır.
Şunu da özellikle belirteyim ki, tembel bir sofi (zikrini, rabıtasını, murakabesini biraz ihmal eden) bile şeytan musallatları nedeni ile büyük sıkıntılara öyle pek düşmez, yani halk tabiri ile öyle kafayı yemez. Böyleleri genellikle cinni şeytanların dişilerine karşı uçkurlarını tutamadığı için manevi olarak pek ilerleyemezler. Yerlerinde sayıp dururlar veya yavaş yavaş geriye giderler. Bazı sıkıntıları da çekebilirler. Yani cinni şeytanlar tembel sofiyi zinayla etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Bir de ibadetler sırasında üzerine biraz ağırlık verirler. Bunu yaparken de sofinin üstündeki nurdan ve feyizden dolayı cinni şeytanlar büyük acılar çekerler. Fakat bu tembel sofiler, ruhsal sağlıklarını yitirip de öyle akıl hastanesine falan düşmezler hiçbir zaman Allah’ın izniyle. Ben bu yaşıma kadar da böyle bir hadise duymadım. Tembel sofiler ara sıra zikre, rabıta ve murakabeye sarılarak biraz kendilerine gelirler, şeytanların olumsuz durumlarından kurtulurlar, ama nefisleri tam olarak ıslah olmadığı ve onlarla zinaya karşı büyük bir zaaf içinde bulundukları için bir kısır döngünün içerisine de girebilirler.
Asıl cinni şeytan musallatlarında büyük tehlike, böyle tasavvuf yolundan habersiz insanlarda olmaktadır. Onlar tıpkı bir askerin silahlarından mahrum olduğu zaman yaşadığı gibi, şeytanların karşısında büyük bir sıkıntı duymakta, adeta onların ellerinde oyuncak olmaktadırlar. Tabii cinni şeytanlar herkese musallat olmazlar. Genellikle bu dediğim kesim, hayatlarında büyük bir travma (ruhsal acı) yaşarlar: Boşanma, yakınların ölümü, dayak, iş ve büyük para kaybı gibi beklenmedik hadiseler… cinni şeytanları harekete geçirir, bu durumdaki bazı ruhsal açıdan zayıf kişilere musallat olabilirler. Onların bazı bozuk itikatlarını iyi bildikleri, özellikle tasavvuf yoluna giremeyeceklerini de anladıkları zaman insan soyuna karşı bütün kinlerini bu zavallılara kusarlar. Onları kelimenin tam anlamıyla deli divane yaparlar. Akrabaları, tanıdıkları yardım için onları o veya şu hocaya götürürler ama dökme su ile değirmen dönmez. Böyleleri nurdan, feyizden tamamen mahrum oldukları için pek şifaya da kavuşamazlar. Çoğu kendilerine deli denmemesi için zamanla sıkıntılarını saklama yoluna giderler. Bu yolu tutarlar. Kol kırılır yen içinde kalır, hesabı ile kendilerini kurtarmaya, akıl hastanesine düşmemeye çalışırlar.
Tasavvuf yolunun gayesi, nefsi ıslah etmektir. Her türlü kötülüğü, şerri barındıran nefsi en az Allah’tan razı olan bir makama yükseltmektir. Zikir, rabıta, murakabe her ne kadar letaifleri çalıştırıp besliyor, güçlendiriyorsa da bu gelişen ruh, dolayısıyla letaiflerin gayesi de nefsin derecesini yükseltmek, onda güzel ahlakı meydana getirmektir. Çünkü tasavvufta asıl olan şey, ruhu ve letaifleri tasfiye etmek değil nefsi tezkiye kılmaktır. İnsan bu dünyada nefsi ile imtihan edilmektedir. Ruh ve letaifler yüce makmalara ulaşabilir ama nefis günhaların, kötü ahlakların, dünyaya bağlılığın elinde esirse bu durum kişiye dini açıdan bir şey kazandırmış olmaz. Böyle bir kişinin tasavvuf yolunda elde ettiği şey de koca bir sıfırdır.
Nefis Allah’tan razı olduğunda Allah da o nefisten razı olmaktadır. Böyle yüce bir makama eren kişiye ise hiç bir olumsuz hadise tesir etmemektedir. Başa gelen her türlü bela ve musibet (boşanma, yakınların ölümü, dayak, iş ve büyük para kaybı gibi beklenmedik hadiseler…), günahlarının neticesi veya imtihan sırrı olarak yüce Allah’tan (c.c.) bilindiği zaman travmatik bir etki yapmamaktadırlar. Bilakis nefsi; ruhu, letaifleri güçlü kılmaktadır.
Sabır, en büyük şifa kaynağıdır. Hadisi-i şerife göre imanın da yarısını teşkil etmektedir. Olumsuz hadiseler karşısında sabreden ve bu hadisenin asıl yaratıcısı olarak Allah’ı gören bir mümin, cinni şeytanlara müdahale için hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Sabrın üstüne bir de Allah’tan razı olma durumuna ermişse, bu kutlu nefis artık büyük bir manevi güce erişmektedir. Şeytanlar böyle nefis sahiplerine zarar veremeyeceklerini anladıkları için onlardan genellikle kaçarlar. Onlarla pek uğraşmak istemezler. Çünkü onlar karşısında vesveseleri bile etkisiz kalmaktadır. Bu durum onları büyük bir çaresizliğe, yenilgi duygusuna sevk edip deli divane kılar. Cinni şeytanlar da genellikle kafayı bu sebepten yerler. Evliyalar bazı şeytanların böyle bir nefisten etkilenerek İslam yoluna girdiğini söylemişlerdir.
-Letaifler ile rabıtanın İlişkisi nasıldır?
Kişi rabıta kurduğu anda yani mürşidini düşündüğünde ruhani bir ilişkiye girmektedir. Aslında kimi düşünürseniz onunla ruhani bir temasta bulunuyorsunuz demektir. Rabıta sırasında ruhun manevi organları olan letaifler, harekete geçmekte, mürşidin letaifleri ile temas kurmaktadırlar. Tıpkı kabloların birbirine bağlanması gibi bir durum oluşmaktadır. Mürşidin olgunlaşmış letaiflerinden feyz ve nur, rabıta yapan sofiye intikal etmektedir. Birleşmiş kaplardaki suyun az veya boş bulunan kaplara dengeli dağılması gibi fiziksel bir yasaya bağlı olarak rabıtada da feyz mürşitten rabıta yapanlara dağılır. Bu intikal derecesi rabıtanın kuvvetine göre az veya çok gerçekleşmektedir.
Manevi rabıtada şeyhin sureti zihinde canlandırlımaz. Yanınızda veya karşınızda olduğu varsayılır. Bunun için bu rabıta türü, en az enerji ile yapılanı ve en çok fayda getirenidir. Bu yoldaki kişiler bu rabıtayı her işlerinde kolaylıkla yapabilirler.
Tasavvuf yolunda en büyük kazanç rabıtadadır. Rabıtanın sırrını anlayan, kalbine ve letaiflerine feyzin (manevi enerji) ulaştığını hisseden sofiyi yükselmekten ve ileri gitmekten, yüksek makamlara ulaşmaktan hiçbir şey engelleyemez.
-Kişi tasavvuf yoluna girmemişse kıldığı namaz ve kendince çektiği zikirlerle letaifleri çalışmaz mı?
Elbette bir insan Müslümansa kıldığı namazlarla ve diğer ibadetleri ile letaiflerini canlı tutuyordur ama onları tasavvuftaki anlamları ile çalıştırmak kolay değildir. Bunun için mürşid-i kamilin rabıtası ile zikre ihtiyaç vardır. Yani roket özel bir benzinle çalışıyor. Araba benzini ile bu iş gerçekleşmiyor.
Elbette bir Müslümanın letaifleri nurdan ve feyizden nasipsiz değildir. Belli bir hızla da olsa yükselmektedir.
Letaiflerin Allah’a, emir alemine ulaşması kolay bir şey değildir. Tasavvuf yolundaki insanların belki yüz binde biri bile bu nimete erememektedirler. Ki onlar bir Müslüman olarak günlük ibadetlerinden başka vakitlerinin yarısını, hatta yarısından çoğunu ibadetlere ayırdıkları halde bu nimete ulaşamamaktadırlar.
Freud’un bulduğu bilinçaltı ile letaiflerin ilişkisi nelerdir?
Freud’un buluduğu biliçaltı öyle kapalı bir kutu ki, içinde pek çok şeyi barındırmaktadır. İnsanın özellikle nefis gerçekliği, içgüdüler bu kapalı kutuda baş köşededir.
Şeytanı kabul etmeyen çağdaş insan bilmeli ki, bu baş köşede bulunan nefsin hemen yanında o oturmaktadır. İnsanın aklına gelen şarkıların çoğu bile şeytanların can sıkıntısından neş’et eder. Aklımıza sanki bizim düşüncelerimizmiş gibi gelen şeylerin büyük çoğunluğu, bu şeytan vesveseleridir.
Yanında şeytanı olmayan bir insansa yoktur. Hadis-i şeriflerde her Müslümanın mutlaka yanında görevli bir şeytanın bulunduğu belirtilmektedir.
Ruha, dolayısıyla letailere gelince onların bilinçaltında yerleri pek hissedilmez. Yani bilinçaltında onların bir yerleri vardır ama sesleri nefsin ve şeytanların gürültüleri arasında kaybolur gider. İnsanlar ruhun temel ihtiyacının nur ve feyz olduğunu bilse de bu bilinç pek onları harekete geçirememektedir. Bunun için günahlardan uzak durmak ve ibadetlere yönelmek insanlara ağır gelmektedir. Nefsin ve şeytanların insana dayattıkları hayvanlar gibi yeme, içme, cinsel ihtiyaçları karşılamayı birinci plana sokan yaşam görüşü daha cazip görülmektedir.
Elbette yüce Allah (c.c.) insanı çok mükerrem yaratmıştır. Meleklerin ilhamını ondan esirgememiştir. İmani, dini konularda insanı rahatlatan düşünceler hep onlardan gelir. Ayrıca hayır işlere teşvik hususunda içimize doğan düşünceler de hep meleklerin ilhamı iledir. Bu meleklerin ilhamı da herkese verilir. Kimse bundan yoksun kılınmaz. Yüce Allah’ın (c.c.) imtihan sırrında sunduğu büyük bir manevi ikramdır bu. Ama insanların büyük çoğunluğuna bu ilham edilen şeyler, ağır gelir. Onlara pek kulak vermezler. Nefis ve şeytanların yollarından giderler. Hak yola karşı ya savaş açarlar ya da o yolu eğip bükmeye gayret ederler.
Aslında insanoğlu öyle kendiliğinden düşünen bir mahluk değildir. Bir kıvılcım olur şeytanın vesvesesinden, meleğin ilhamından veya nefsin manyetik etkisinden kaynaklanan. İnsan da farklı şeyleri karşılaştırmaya, düşünmeye o zaman başlar. Hak ve batıl arasındaki bir noktada bir seçime zorlanır.
Kısacası bilinçaltı tam bir kaostur. Kuran-ı Kerim’in hükümlerini, peygamberimizin (s.a.s) sünnetini, kısacası ehl-i sünnet itikadını temel almadıkça bu karışılıktan çıkmamız, kurtulmamız, ayağımızın kaymaması mümkün değildir.
Vecd, sekr (manevi sarhoşluk) halleri ile letaiflerin ne gibi ilgileri vardır?
Yüce Allah (c.c.) imtihan sırrı gereği zıtları yaratmıştır. Cinsel ihtiyaç evlilik gibi helal bir yolla da giderilebilir, zina gibi haram bir yolla da.
İçkinin, uyuşturucu maddelerinin insan sağlığında ve toplumsal hayatta ne kadar büyük yıkımlar doğurduğunu bilmeyen kimse yoktur. İnsanlar neden bunlara yöneliyorlar? İnsanları bunları kullanmaya iten temel güdü nereden kaynaklanıyor? Evet, insanlar kendilerinden geçmek istiyorlar. Bu onlara büyük bir haz veriyor. Bu istek ruhlarından, dolayısıyla letaiflerinden geliyor. Ama böyle şeytanların elindeki sıvılarla ve maddelerle gelen haz ruhu bulandırıyor da. Hastalandırıyor da. Yani verdiği hazzı değişik yollarla insanların burnundan fitil fitil çıkartıyor. Öyleyse bu yolun meşru bir şekilde karşılanması gerekiyor. Yüce Allah (c.c.), her negatife karşılık bir pozitif kutup, haram olan her şeyin yerine helalini de yüce hikmeti gereği bizlere çeşitli nimetlerle sunmuştur.
İbadetlerdeki huzur hali, ruha bu manevi vecd ve sekr halini çok kısmi ölçüde vermektedir. Ama bu oran tabii günlük ibadetlerde çok düşüktür. Tıpkı kolanın içerisindeki kakoin maddesindeki oran gibi. Ama tabii bu oran, yani sekr ihtiyacı insanların büyük çoğunluğu için yeter de artar bile.
Bazı insanlar ruhsal yapıları gereği kendinden geçmeye çok eğilimlidirler.
Tasavvuf yolunda ibadetler arttığı için letaif noktalarında vecd ve sekr halleri kendilerini gerçek manada göstermeye başlar.
Bu yola yeni girdiğimde önce kalbimden feyz almaya başladım ve bunu gözümde çok büyüttüm. Hoş bir duygu yaşıyordum ibadetler sırasında. Sonra göğsümdeki beş letaif noktası sırasıyla açıldı ve ben bu noktalarda, göğüs kafesinin bütününde aldığım feyzle namaz kıldığımda adeta kendimden geçiyordum. Bundan öte bir zevk yoktur sanıyordum. Kabe tarafından gelen büyük ve hoş bir basınç (feyz), adeta göğsümü eziyordu. Bu durum zikir ve rabıta sırasında da meydana geliyordu. Bu soyut bir zevk değildi, etimle canımla yaşadığım somut bir zevkti. Sonra kafa üzerinde açılan letaif noktaları ile ilahi feyzi algılayınca öncekiler gözümde çok küçüldü ve sofilerin ‘ilahi sarhoşluk’ tabiri ile ne anlatmak istediklerini daha iyi anladım. Yaşadıkları şeyin gerçekten çok hoş bir sarhoşluk hali olduğunu derinden kavradım. Elbette bu, hem çok güzel bir sarhoşluk hem de çok büyük bir ayıklık halidir. Bu halin şeytanların ellerindeki içki ve uyuşturucu içme ile elde edilen halle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Aslında insan ruhu, dolayısıyla letaifleri hayatta bu büyük zevki aramakta, yaşamak istemekte, ama şeytanların ellerindeki içkilerden ve uyuşturucu maddelerden bunu bulamamakta, bir zaman sonra büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak büyük bir ruhsal yıkıma gitmektedirler. Bazıları bunun için aziz ömrü içki ve uyuşturucu içerek çürütmektedirler. Hem kendilerine hem çevrelerine büyük maddi ve manevi zararlar vermektedirler.
Mevlana’nın (k.s) dediği gibi imanın amacı, tamamen zevktir. Kelimenin tam anlamıyla kendinden geçmek, ilahi aşk yolunda sarhoş olmaktır. Ama tabii iman ağacının büyümesi, meyve vermesi çok geç olmaktadır. Bir ömür genellikle yetmemektedir. İnsanların büyük çoğunluğu için bu kutlu iş ahrete kalmaktadır. Bazılarına, çok az kişiye dünyada iken bu işin zevki tattırılmaktadır.
-İnsanda sadece bilinen letaifler dışında başka letaif noktaları var mı?
Evet, insanın pek çok yerinde letaif noktaları vardır. Özellikle ellerin içerisinde bulunanlar dikkate değerdir. Zikirle uğraşan insanların genellikle bu letaif noktaları açıktır. Bazıları bunu hissederler. Çoğu da bilmezler. Bende ilk açılan letaif noktası olduğu için bunun en önce açılan letaif noktası olduğunu düşünüyorum.
Bu letaif noktaları kişiye özel değildir, isterse her insan zikirle bu ellerdeki letaif noktalarını açabilir.
Dua ettiğim zaman ellerimin üzerine çok büyük bir ağırlık biner. Bu, duadaki samimiyetim ve duanın uzunluğu ölçüsünde artar. Sanki kilolarca pamuk gibi yumuşak ama ağır bir yük (feyz), avuçlarımın içerisine dolar ve orada taşmaya, sonra da oradan bütün vücudumu kaplamaya başlar.
Bu letaif noktası açıldığında herhangi bir yaraya, ağrıyan yere tutulduğunda ısındığı müşahede olunur. Bu ısı sanki çok yüksek derecelerde gibi olur. Eller resmen yanmaya başlar.
Bazı insanlar elerinde hissettikleri bazı duyumlara binaen ‘Biyoenerjiye sahibim.’ diye bu işi bir mesleğe, para kazanmaya dönüştürmüşlerdir. Ben şahsi kanaatimle gerek kan verme gerek organ nakli olsun insan vücuduna yüce Allah’ın (c.c.) karşılıksız olarak verdiği şeylerin satılmasını dini açıdan doğru bulmuyorum. Bu işlerin Allah (c.c.) rızası için yapılması gerektiği kanaatindeyim. Kendim 25 yıldır her sene kan bağında bulunurum. Bunu adet haline getirmişimdir. Bu, hem sağlığım için faydalı bir şeydir, hem de bir hayat kurtarmanın sevabını bana kazandırmaktadır.
Biyoenerji de yüce Allah’ın (c.c.) insana verdiği bir nimettir. Bunun ticareti hoş bir şey değildir, her şeyden önce insan vicdanına terstir. Dini açıdan da sakıncalı görmekteyim. Şifayı veren yüce Allah (c.c.) senin elini vesile kılmışsa, bundan daha büyük bir nimet olabilir mi? Karşı taraftaki insan da, yani hasta da, gerçekten böyle bir elden şifa aldığına inanıyorsa, bu işin de Allah rızası için yapıldığını da görmüşse, ondan gelecek bir dua hiç paraya değişilebilinir mi?
Gerçekten elden gelen bu biyoenerji şifa veriyor mu? Evet, yüce Allah (c.c.) bunu şifa için vesile kılabilir. Ama bunu para ile yapan kişilerde o güçte bir biyoenerji olacağı bana pek makul gelmemektedir. Diğer letaiflerin çalışması ile ellerdeki letaifler ancak istenilen ölçüde bir seviyeye gelebilir. Çünkü letaif noktaları bir bütündür, ruhun temel organlarıdır. Birbirleri ile güçlü bağları vardır. Birindeki bir olgunlaşma diğerlerini de etkilemekte, her biri insicamlı bir şekilde gelişmektedirler. Yoksa ellerde hissedilen ufak tefek karıncalanma, yanma, batma ile bu ellerin letaiflerinin şifa verecek kapasiteye ulaşmalarını imkânsız görmekteyim. Daha doğrusu bir insanın baştan sona bütün letaifleri çalışmadıkça, nur ve feyz kaynağı kesilmedikçe, yani ilahi nurları veya nuru gözlerini kapadığında görmedikçe insanlara şifa dağıtacağına inanmıyorum. Bu seviyeye ulaşan kişi ise, ne gariptir ki, insanlara şifa için pek ellerini kullanmamaktadır.
Bir diğer letaif noktası da bizzat gözlerin içerisindedir. Nazar, nefis letaifinin (nef-i emmarenin) kötü bir ışınıdır. Bu herkeste az çok vardır. İnsan kibirle haset ettiğinde bu nazar üst seviyeye ulaşır. Bu nefis terbiye edilip en az mutmainne makamına erişirse o zaman gözlerden büyük bir şifa kaynağı akmaya başlar. Mürşitlerin, veli kişilerin hoş bir nazarlarına ermek çok büyük bir nimettir, devlettir. Bunun kıymetini tarif etmek mümkün değildir. Tabii bunun için önce onların gönüllerini alacak bir şeyler yapmak, sonra da onların hoş nazarlarını üzerimize celbetmek gerekir. Bu gözlerden gelen şifa kişinin maddi ve manevi her derdine, dert olarak gördüğü her şeye deva olabilir. Ellerden gelen şifa bir lira değerinde ise bu gibi zatların gözlerinden gelecek şifa milyon değerindedir. Bir de her türlü müşküle, probleme uygun düşer. Tabii bu hoş nazar herkese pek kısmet olmaz.
Mürşit gönülden isterse bir nazarla uygun olan müridini yüce mertebelere eriştirebilir.
Mürşitlerin, veli kişilerin kötü nazarla bakmaları ise büyük yıkım, uğursuzluk ve ölüm getirir.
Rüya ile letaiflerin ilişkisi nedir?
Rüyayı ruh letaifleri aracılığı ile görür.
Rüyanın çeşitleri vardır: Şeytani, nefsani, hak.
Şeytani rüyalar, şeytanların letaiflere aynı kelimeleri uyku süresince fısıldamaları ile görülür. Bunlar genellikle kaygı veren veya cinsel içerikli rüyalardır.
Nefsani rüyalar, hak rüyalarla genellikle karıştırılır. Çünkü nefsani rüyada aynı rüya defalarca kez görülebilir. Bu yüzden hak rüya sanılabilir. Nefis isteğinde hep ısrarlıdır. Örneğin evlenmede çeşitli problemleri olan genç kızlar, hep aynı türden rüyalar görerek gerçek hayatta yaşadıkları veya karşılaştıkları problemleri rüyalarında dile getirirler.
Freud, nefsani rüyaları başarılı bir şekilde analiz etmiştir.
Hak rüyalar ise gerçekleşir. Gelecekten haber verirler. Amaçları imanı, özellikle kadere imanı güçlendirmek ve tahkiki seviyeye ulaştırmaktır. Allah’ın (c.c.) büyük bir hediyesidirler. Hadis-i şerife göre, nübüvvetin 46’da birisidirler. Herkese nasip olmaz. Nefsini biraz temizlemiş kişilere görmek müyesser olur.
Nefis tezkiye olduğunda letaifler, misal alemine yükselerek levh-i mahfuza ulaşmakta, orada geleceğe dair malumattan haber almaktadırlar.
Yüce Allah (c.c.) rızası dahilinde, ehl-i sünnet inancı doğrultunda yaşamayı ve ölmeyi nasip eylesin. Ayaklarımızı kaydırmasın. Âmin.
Muhsin İyi.
muhsin iyi
15 Eylül, 2013 - 10:04
Kalıcı bağlantı
Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamları, İşlevleri, Görevleri Neler
Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamları, İşlevleri, Görevleri Nelerdir? (3)
Letaiflerin yükselmesi sırasında bazı duygusal ve ruhsal durumlar yaşanır. Bunların bilincinde olmak veya bu konuda bilgilenmek kişiye çok şey kazandırabilir.
Letaiflerin başında bulunan kalp letaifinin yükselmesi sırasında yaşananlar ilgi çekicidir: Kişi günahlara tövbe edip bir mürşid-i kâmilden zikir ve rabıta alır almaz büyük bir değişim yaşar. Bu yoldaki samimiyetine göre bu hal derinleşir. Sürekli ağlar. Geçmişte yapmış olduğu günahları, kaçırdığı ibadetleri düşündükçe gözyaşı döker. Öyle ki, her şey onu bir hüzne götürür. Ağlatır. Gözyaşları sel olup akar gider. Gece ibadetlerine ve yalnızlığa önem verir, bu sıralarda da sürekli ağlar. Aslında bu ruhsal durumun nedeni, görünüşte o veya şu etmen olsa da, hakikatte kalp letaifinin Allah’a (c.c.) doğru manevi bir yolculuğa çıkmasıdır.
Bir genç kız düşünün, evlenip baba evinden koca evine gidecek. Bu kız asıl kalıcı olduğu, ait olduğu yere gitmesine rağmen ağlar. Hüzünlenir. Kalp letaifi yükselen birisi de bunun gibidir. O bu fani dünyadan asıl geldiği, ait olduğu yer olan emir âlemine doğru manevi olarak sefer ederken böyle bir hüzün duygusu içerisinde bulunur ve daima ağlar. Bu ne mübarek bir ağlamadır!..
Kalp letaifinin yükselmesi ile oluşan bu ağlama çok kutsaldır. Hadis-i şeriflerde kast edilen ağlamanın bu çeşit olduğunu düşünmekteyim. Bilindiği üzere Allah (c.c.) için ağlamanın günahları sildiği, bu kişilerin ahrette, tekrar diriliş gününde arşın gölgeliği altında bulunacağı peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerinde belirtilmektedir.
Bakıyorsunuz, insanlar bir aylık tatil için bütün yıl çalışıyorlar, bir şeyler biriktiriyorlar. Onu da o veya bu tatil beldesinde yiyip bitiriyorlar. Bu onlara elbette iyi geliyor. Biraz onları sakinleştiyor. Çünkü insanda seyahat etme, yeni mekânlarda bulunma ruhsal bir güdüyü doyurmaktadır. Bu güdü aslında ruhun temel organları olan letaiflerin yükselme ihtiyacından gelmektedir. Fakat bu tür dünyevi ve nefsanî bir yolla meydana getirilen durum, yani seyahat etme ve tatil yapma, ruhu ve letaifleri biraz sakinleştirse de tatmin etmemektedir. Ruh ve onun manevi organları olan letaifler, böyle nefsanî ve dünyevi seyahatlerle, tatillerle asla gerçek anlamda tatmin olamazlar. Daima bir arayış içerisinde bulunurlar. Onlar, iç dünyada meydana gelen pozitif değişikliklerle, hususiyle tövbe ile bir mürşid-i kâmile bağlanıp zikir, rabıta, murakabe gibi yollarla bir manevi yolcuğa çıkıp makamları kat etmesiyle ancak hakiki bir doyuma ulaşırlar.
Evet, insanın letaifleri, hususiyle kalp letaifi derin bir ağlama ihtiyacı içerisindedir. Bazı insanlar, bazen ruhlarının derinliklerinden gelen bu ihtiyacı hissederler, ağlamak isterler, ama niçin gözyaşı dökemediklerini, ağlayamadıklarını bir türlü çözemezler. Bunun için haklı olarak manevi dünyalarında içerisinde bulundukları sıkıcı iklimden ayrılmak, göçmek isterler. İyi bir tatilin kendilerine güzel geleceğini düşünürler. Aslında aradıkları şey, iç dünyada yaşamak istedikleri bir iklimdir. Seyahattir. Ağlamaktır. Hüzünlenmektir. Ama bunu bir türlü akıl edemeyip dış dünyadaki seyahat ve tatillerle geçiştirirler. Neşelenmeyi, doyasıya nefsanî zevkleri yaşamayı hayal ederler. Bunun kendilerine iyi geleceğini sanırlar. Böylelerinin evleri ve iş yerleri kendilerine dar gelir. Buralarda boğulur kalırlar. Seyahatlerle, tatillerle kendilerine geleceklerini düşünürler.
Hâlbuki iç dünyada meydana gelen olumlu bir değişim ve kalp letaifinin yükselmesi ile meydana gelen bir hüzün ile gözlerin yaşarması, binlerce kez yapılacak seyahatlerden ve tatillerden ruhsal dünyaya daha iyi bir etki yapacaktır. Ruhsal dünyayı hoş bir iklime sokacaktır. Böylelerinin herhangi bir seyahate ve tatile de ihtiyaçları yoktur. Hapishane bile onlara cennetten bir bahçe gibi gelir. Böyle birisi gerek evinde gerekse iş yerinde hoş bir duygusal durumla büyük bir genişlik ve rahatlık yaşayacaktır. Asıl seyahat ve tatil letaiflerin emir âlemine yükselmesi ile gerçekleşir. Diğer seyahat ve tatiller yalancı emziklerin çocukları uyutması gibi bir anlama sahiptir. Gerçeklikleri yoktur.
Dış dünyada olan bir şeyin iç dünyada olan bir şeyle mukayesesi mümkün müdür? Elbette aslolan iç dünyada gerçekleşen olgudadır. İç dünyadaki bir seyahat ve tatil, ruhsal dünyada dış dünyada gerçekleşen binlerce seyahat ve tatilden daha evladır, daha etkilidir.
Hz. Mevlana Mesnevisini kaleme almadan önce girişteki on sekiz beyit inşa etmiştir. Mesnevinin bu ilk on sekiz beyti adeta tüm mesnevinin bir özeti gibidir. Bu beyitlerde neyin hikâyesi konu edinilir. Ney hakikatte insan-ı kâmili sembolize eder. Neyden murat, bu dünyada hakikate ulaşan, ruhunu, letaiflerini Allah’a ulaştırıp döndüren ve yeryüzünde bazı esma-i hüsnası ile Allah’ı temsil eden olgun insandır. Neyin asıl vatanı kamışlıktır. Daima orayı özler. Bunun için hüzünlü bir ses çıkar ondan. İnsanın da asıl vatanı emir âlemidir (ruhlar, melekût, lâhut âlemleri). İnsan bu dünyada gurbettedir. Bunun bilincinde olabilmesi için ney gibi bir olgunluğa sahip bir insanla aşina, dost olması, sonra da ruhunu ve letaiflerini emir âlemine yükseltmesi gerekir.
Letaiflerin yükselmesi ile kendisini gösteren özgün bir başka durum, halet-i ruhiye ise, dünyaya değer vermemektir. Aslında insan nefsi dünyaya karşı çok açgözlü olarak yaratılmıştır. Kimseye karşılıksız olarak bir şey vermemek üzere dizayn edilmiştir. Tabii bu bir imtihan sırrıdır. Zekât insan doğasına, yani nefsine aykırıdır. İnsan zekâtını verirken kendisini aşmakta, nefsinin üzerine çıkmaktadır. Hayvanlarla ortak olan bencil doğasından uzaklaşmakta, gerçek bir insan olmaktadır. Varoluşunu ispat etmektedir. Çünkü nefsine rağmen, onu aşarak diğer bir insana Allah rızası için bir şeyler vermektedir. Bu durum, insanın tabiatını, nefsini göz önünde bulundurduğumuz zaman adeta bir mucizedir. İşte letaiflerin yükselmesi ile bu türden bambaşka bir mucize daha gerçekleşmektedir: O kişi dünyaya değer vermemeye, dolayısıyla gözünü kırpmadan elinde uvucunda nesi varsa Allah rızası için vermeye başlar. Tabii bu durum yukarıda bahsedilen ağlama, hüzünlenme gibi bir hal olduğundan ileride geçebilir. Ortadan kalkabilir. Bu hal yüzünden elden çıkan mal mülke karşı kişide ileride bir pişmanlık meydana gelebilir. Dolayısıyla tasavvuf yolundaki kişilerin böyle bir hal neticesinde ileride pişman olmamak için daha dengeli ve ılımlı infakta bulunmaları daha doğru bir hareket tarzıdır. Zekât bir itidal, orta yoldur. Bunu ölçü alarak, yani biraz artırarak hareket etmek daha sağduyulu bir yoldur.
Böyle, bir anda malın mülkün hepsinin veya önemli bir kısmının infak edilmesinin gerçek nedeni, kişinin letaiflerinin yükselmesi ile dünyaya değer vermemesi ve bunun için Allah’a olan aşkını ve sevgisini ispat etmek istemesidir.
Hz. Ebubekir’in (r.a) malının tümünü, Hz.Ömer’in (r.a) malının yarısını infakta bulunmaları hep böyle bir hal neticesi olmuştur. Yoksa insanın elinden malını, mülkünü almaya kalksanız canını verir de yine de beş kuruşunu kimseye vermeye razı olmaz. Letaifler yükselmeye başlayınca bu dünya, dolayısıyla mal mülk gözden düşer. Öyle ki, kişi ona hiçbir değer vermez. Dağıtıp savurmak, ondan adeta kurtulmak ister. Sanki göklere yükselmeye bunlar maniymiş gibi bir hal yaşanır.
Eskiden tarikatlara başvuranlara şeyh efendiler, sanki ölmüşler gibi mal mülklerini mirasçılarına taksim etmelerini emir buyururlardı. Bu durum onların letaiflerinin kısa zamanda yükselmelerine olumlu bir katkı sağlardı. Bizleri dünyaya bağlayan en önemli bağlar, mal ve mülktür. Bunları elde etme, elde tutma, artırma arzusudur. Bu tür arzular letaiflerin yükselmesi ile çatışır. Çünkü ilgili arzular insanı dünyaya bağlarken letaifler dünyayı aşmaya, emir âlemine yükselmeye çalışırlar. Bu yüzden bunlardan birisinin tercih edilmesi gerekir.
Aslında önemli olan mal mülkün gönülde yer etmemesidir. Bunlardan ne kadar çok olsa da gönülde yer etmedikçe letaiflerin yükselmesine bir zararı olmayacaktır. Ama bunu gerçekleştirebilecek kişi çok azdır. Bunların gönülde yer etmemesi için zekâtı, sadakayı artırmak gerekir.
Malının zekâtını vermeyen kişinin ruhu ve letaiflerinin yükselmesi şurada dursun maddeye, dünyaya bir daha kopmamacasına kök salar gider. Bu da, Allah (c.c.) bizleri korusun, küfürle ölmeyi netice verir.
Letaifleri yükselmeyen kişiler, bu dünyaya çakılıp kalırlar. İnsan olma, hususiyle insan-ı kâmil olma seviyesine ulaşamazlar. Materyalist olurlar. İçgüdülerinin sınırları içerisinde kalırlar. Bu dünyaya taparlar. Mal mülk ilahları olur. Yasin suresinde bu tür kişilerin infak ve fakirlere yardım meselesine bakış açılarını birlikte okuyalım: ‘Onlara Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın dendiği zaman o kâfirler, müminler için şöyle derler: Allah’ın dilediğinde doyurabileceği kişiyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?’ Materyalist zihniyet sadakayı, zekâtı, fakirlere yardımı içerisinde bulunduğu durum gereği bir sapkınlık olarak algılar. Onun için ayetteki ifade bir durum değerlendirmesidir. Çünkü letaifler dünyaya, mala mülke daldığı için onu ilah olarak kutsarlar. Onların zarar görmemesini arzu ederler. Onları başkalarına karşılıksız vermek bu tür kişiler için mümkün olamaz. Eğer onlarda başkalarının hakları olsaydı, Allah onlara bunları verirdi diye bir mantık ve düşünce tarzı üretirler. Komünizm, materyalizmin bu acımasız yüzünü gizlemek, deşifre etmemek için icat edilmiştir. Bütün üretim araçlarının devlete teslim edilip insanların çok sınırlı mal ve mülke sahip olarak materyalist kalmaları için icat edilmiş bir düzenin adıdır komünizm.
İnsanların büyük çoğunluğunun ruhsal sorunları, letaiflerinin yükselmemesinden kaynaklanmaktadır. Dünyaya, insanlara aşırı derecede değer vermekten, tüm dikkatini, enerjisini bunlara yönlendirmesinden neş’et etmektedir. Hâlbuki dünya da insanlar da fanidirler. İnsanın ruhu ve letaifleri ise ebedidirler. Ebedi olan bir şeyin fani olan şeylerle bu derece ilgilenmesi, onlara değer vermesi doğru değildir. Yaratılış amacına aykırıdır. Böyle aykırı bir durum pek çok ruhsal hastalığın temel nedenini oluşturmaktadır. Bu hastalık kökte, en dipte olduğu için insanların, hatta bu sahada uzman kişilerin bile dikkatinden kaçmaktadır.
Yüce Allah (c.c.) ruhu ve letaifleri bu dünyada emir âlemine yükselmesi için yaratmıştır. Bu her insanın yaratılış amacıdır. Yerine getirmesi gereken temel vazifesidir. Lakin insanların çoğu dini böyle pek derin olarak algılayamamakta, onun insan ruhuna uzanan yönünden haberi bile olamamaktadır.
Uzaya roket, füze yollayarak boş bir gururun pençesinde olan insanoğlu kendi ruhundan ve onun manevi organları olan letaiflerinden haberdar değildir. Çağdaş insanın ruhu ve lataifleri maddenin ve dünyanın esiri olarak yere çakılıp kalmıştır. Dolayısıyla onun ruhen huzura kavuşması biraz zor görünmektedir.
Letaifler gerçek amacına uygun olarak çalışmaya başladığında kişi büyük bir dönüşüm geçirdiğini algılamakta, önceki yaşamı için büyük bir pişmanlık duymaktadır. Yepyeni bir insan olmaktadır. Bu adeta yeni bir doğumdur. Birinci doğumumuz bizim irademiz dışında gerçekleşirken bu ikinci doğum bizim sahip olduğumuz cüzi irade ile yakından ilgilidir. Onun için gerçek varoluşçuluk budur. Avrupa’daki varoluşçuluk felsefesi sahte bir düşünce jimnastiğinden başka bir şey değildir. Ruh ve letaifler emir âlemine yükselmedikçe insan kendisini bu dünyada gerçek anlamıyla var kılamayacaktır. Hz. İsa’ya atfedilen şu söz ne kadar manidardır: ‘İkinci doğumunu gerçekleştiremeyen insan, melekût âlemine yükselemez.’ İkinci doğumdan kasıt, tövbe ile dini bir yaşantıya yönelerek ruhunu ve letaiflerini yükseltmektir.
Letaiflerin emir âlemine doğru bu kutsal yolculuğu iki kelime ile adlandırılacak olursa, ‘ilahi aşk’tır denilebilir. Zaten ilahi aşkın başka bir yolu yoktur. İlla ki bu aşk letaiflerin Allah’a doğru yükselmesi ile gerçekleşir.
Letaiflerin yükselmesi sırasında Cinler âlemi, Ruhlar âlemi, Misal âlemi, Melekût âlemi, Lâhut âlemi geçilmesi gereken köprüler gibidirler.
Letaifler Lâhut âlemindeki yerlerine vardığında Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinin gölgelerine ulaşırlar. Bu noktaya kadar olan seyre yükseliş (uruç, seyr-i ilallah) denir. Fenafillâh, yani nefsin Allah’ta fani olması bu yükselişin tamamlanmasından sonra gerçekleşir. Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinde olan seyir sırasında (seyr-i fillah), nefis Allah’ın güzel olan bazı ahlaklarıyla ve faziletleriyle donanır. Bekabillahın başlangıç safhası bu sırada vuku bulur. Veliliğin derecesine göre Allah’ta seyir, Allah ile seyirle güçlendirilir (seyr-i maallah). Sonra letaiflerin bu dünyaya, yeryüzüne iniş seyri başlar (nüzul, seyr-i anillah). Bu kutuplara nasip olan bir şeydir.
Çoğu veli gerçek anlamda kemale ermeden bu dünyadan göçer. Yani letaifleri emir âlemine yükselir. Bu yükselme tamamlanmadan, ayrıca letaiflerin bu dünyaya dönüşü gerçekleşmeden ömür sermayesi biter. Elbette ölüm ile insanın manevi ilerlemesi durmaz, kabirde de devam eder.
Letaiflerin yükselmesi sırasında karşılaşılan en önemli duygusal durum, ayakların yere basmamasıdır. Verilen, alınan kararların gerçeklerle bağdaşmamasıdır. Onun için ‘veliler’ ile ‘deliler’ bazen aynı kefeye konulabilir. Çünkü aynı şey deliler için de geçerlidir. Onlar da gerçeklikle çoğu kez çatışırlar. Ama letaiflerinin nüzulü gerçekleşmiş bir veli öyle değildir. Onun ayakları yere tam anlamıyla basar. Kendisini her zaman başka insanların yerine koyarak hareket eder ve konuşur. Çok güçlü, akıl almaz bir empati kabiliyeti vardır. Allah (c.c.) tarafından ona bu minvalde yüksek kabiliyetler ihsan edilmiştir.
Orta Asya’da pek çok ülkede sofilere divane (deli) isminin verilmesi çok hoşuma gitmişti. Elbette onlar Allah’ın delileridir. Dünya delisi değillerdir. Bambaşka delidirler. Allah’ın delileri ilahi aşkla o hale gelmişlerdir. Her ne kadar bazı söyledikleri sözler, bazı davranışları gerçeklikle çatışsa da pek çok hikmete sahiptirler. Gerçeklikleri bir başka boyutta tecelli eder. Allah (c.c.) onları pek yalancı çıkarmaz.
Letaifleri yükselen (kavs-i uruç) bir veli pek insanlara yardımcı olamazken letaifleri dönmüş (kavs-i nüzul) bir veli insanlar için ilaç gibidir. Her meselede şifa dağıtırlar. Topluma, insanlara büyük yararlar sağlarlar. Çünkü onlar yeryüzüne dönmüş letaifleri ile insanları, dünyayı, malı mülkü, her şeyi daha iyi anlarlar, yaratılışları istikametinde değerlendirirler. Letaifler yükselerek Allah’ın katında eğitilmişlerdir. Bu dünya, içindekiler, insanlar Allah’ın birer ayetleridirler. Birer anlama sahiptirler. Letaifler yükselmeden önce insan okuma yazma bilmeyen cahil bir kimse gibidir. Ayetleri okuyup anlayacağına, onun dış suretine tapmaktaydı, kanmaktaydı. Ama seyr u sülükle letaifler emir âlemine yükselince ruh ve onun manevi organları olan letaifler eğitildiler. Yeryüzüne, dünyaya döndükleri zaman hiçbir şeyin boşu boşuna yaratılmadığını anlamış oldular. Her şey insanlara Allah ve iman esasları için birer mesaj vermekteydi. Bu, insanların eliyle meydana gelen, getirilen şeyler için de geçerlidir. İşte letaifleri dönen veli bu mesajları güzel bir biçimde okuyup anlamlandırdığı için insanlara büyük yararları olur. Onlar gerçekleri daha doğru olarak görürler. Etkili ve doğru nasihatte bulunurlar.
Kişi seyr u sülüğü sırasında şeriatı temel aldığında, ölçü olarak her zaman şeriata dayandığında büyük sıkıntılara düşmeyecektir. Daima itidali koruyacaktır. Yanlış kararlar da almayacaktır.
Cezbe ve vecd halleri letaiflerin yükselmeleri ile meydana gelir. Bunların yüzlerce çeşidi vardır. Letaifler yükselirken nefis onların yükselmelerine mani olur. Bu sırada bu iki güç kaynağı arasında ruh sarsılır. Farklı tepkilerle bunu dile getirir. İşte cezbe ve vecd halleri bu farklı tepkilerin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Kişi elinden geldiğince bu cezbe ve vecd hallerini saklamalıdır. Ama bu konuda kendisini çok kasmasına da gerek yoktur. Başkalarında görülen cezbe ve vecd hallerine karşı biraz hoşgörülü olmak gerekir. Sonuçta ilahi bir yolun ürünüdürler. Anlayışı elden bırakmamak gerekir.
Kuran-ı Kerim’de söz konusu edilen Hz. Süleyman’ın (a.s) vezirinin Seba melikesinin tahtını bir anda getirebilmesinin nedeni, bu letaiflerde gizlidir. Vezir, ruh gücü ile o kerameti göstermiştir. Yoksa sanıldığı gibi bir sihirli sözü okuyup üfleyerek değil. Yine Hz. Süleyman’ın (a.s) kuşların, karıncaların dilini bilmesi, onlarla konuşması da letaiflerle alakalıdır. Tabii letaiflerin bu kabiliyetleri elde etmesi dini ibadetlerin yanında çile, zikir, rabıta, murakabe… ile gerçekleşmektedir. Letaifler yükselip Lâhut âleminde Allah’ın sıfat ve güzel isimleri ile terbiye edilmeye başlandığında bazı özel kabiliyetlere, vasıflara sahip olabilmektedirler. Bu sayede velilerin birbirinden ayrı, özel kerametleri vuku bulmaktadır.
Ruh ve onun manevi organları olan letaifler Allah’tan ilahi bir soluk (nefha) ile meydana gelmişlerdir. Dolayısıyla Allah’a (c.c.) yakınlıkları çok büyüktür. Onları ait oldukları yerlere ulaştırmak gerekmektedir. Bu nefse çok ağır gelmektedir. Nefis bu dünyanın elementlerine bağlı olarak yaratıldığı için ruha aykırı bir dünya görüşüne sahiptir. Nefis, içgüdüleri ile dünyaya bağlıdır. Ruhu ve letaifleri kendisi gibi yapmak ister. İçgüdülerin ve dünyanın hizmetinde kullanmak için çalışır. Ruh ve letaifler bunlardan hiçbir surette huzuru bulamazlar. İbadetlere yönelmek isterler. Huzurun ibadetlerde olduğunu bilirler. Lakin nefis çok güçlüdür. Ruh ve letaiflerin ibadetlere yönelmesini engellerler. Her insanın iç dünyasında bu çeşit bir çatışma mutlaka vardır. İbadetinde olan bir mümin bile böyledir. O da ibadetlerini artırma yönünde nefsiyle çatışır. Kâfir birisi ruhunun ve letaiflerinin ibadet etme yönündeki seslerini susturmak için çok büyük bir enerji harcar. Bu uğurda hayatını alt üst eder.
Ruh ve letaifler olağanüstü yeteneklere sahiptir. Ezel bilgisi bir şekilde kendisinde dürülüdür. Hakkı ve peygamberlerin davasını bilir. Ama nefsine uyarak görmezlikten gelebilir. Bir müddet bu konuda kendisini kandırabilir. Nefsin eğilimleri ve dünya onun hakka yönelmesinin önünde durabilir. Ruh rüyada peygamberi gördüğünde tanır. Çünkü onda ezel bilgisi, hususiyle imani esaslar gizli bir bilgi halinde mevcuttur. Yani bir insanın Allah’ı ve iman esaslarını inkâr etmesi gerçekte mümkün değildir. Bunun için çok özel bir çaba, her daim büyük bir enerji harcaması gerekir.
Ruh huzuru ancak ibadetlerde bulur. İbadet hayatı olmayan bir insanın bu dünyada huzuru elde etmesi mümkün değildir. Bütün dünya ve içindekiler o kişiye ait olsa da durum değişmez. Çünkü ruh bu dünyaya ait değildir. O emir âlemine yükselmek ister. Çünkü asıl vatanı orasıdır. Bu isteği gerçekleşmedikçe de huzursuzluğu artar. Ruhi bunalımlara girer. Ruhun emir âlemine yükselmesi alkol, uyuşturucu maddelerle olmaz. Bunlar yalancı, sahte, şeytani yollardır. Ruh, emir âlemine ancak dini bir yaşantıyla yükselmeye başlar. Dini yaşantı kişiyi huzura götürür. Yüze, ellere letaiflerin yükselmesinin emaresi olan nurları serpiştirir.
Yüce Allah (c.c.) bizlere rızası doğrultusunda yaşamayı ve ölmeyi nasip eylesin. Ruhumuzu ve letaiflerimizi emir âlemindeki yerlerine ulaştırıp döndürsün. Âmin.
Muhsin İyi
melek859
29 Eylül, 2013 - 15:05
Kalıcı bağlantı
teşekkür
tasavvuf konularında yapmış olduğunuz yorumlar beni ziyadesiyle memnun etti. Cevap aradığım bir çok konuda beni aydınlattı. kısa bir süredir ben de bu konuya yönelmeye başladım. belli bir sayıda Allah lafzı çekiyor, geri kalan zamanlarda kelime-i tevhid üzerine yoğunlaşmaya çalışıyorum. kendi çabamla bunları yapmaya çalıştığımdan kimseyle de paylaşamıyorum. nefsin makam değiştirmesi anladığım kadarıyla çok zor bir iş. kişi kendini levvamede görüp öyle devam etmeli. her ne yaşarsa yaşasın nefis terbiyesine ağırlık verip zikirlerini aksatmamalı. Gönlümü biraz ferahlattığı için Rabbim'e sonsuz şükürler olsun kapsamlı yazılarınızdan dolayı da size teşekkür ederim.