VAHDET ŞUURU(birlik bilinci)
VAHDET ŞUURU(birlik bilinci)
ALPEREN GÜRBÜZER
Osmanlı’da asla ‘kültür ırkçılığı’ söz konusu değildir. Senelerce bağrında barındırdığı toplumların ne diline, ne dinine ne de kültürüne müdahale etmiş, bilakis kendi kültürleri doğrultusunda yaşamalarına yardımcı olmuştur. Bu engin hoşgörünün temelinde İslâm vardır tabiî ki. İslâm, Osmanlı’nın vahdet (birlik) şuuru içerisinde hareket etmesini sağlıyordu. Eğer aksi bir tutum izlenseydi cihanşümul bir devlet olamazdılar. Osmanlı’da milliyetler tezadı oluşturmayan bir politika güdülmüş, aynı zamanda cemaatleşme teşvik görmüş, hatta ve hatta değişik kültürler bir ayrılık olarak görülmeyip zenginlik telakki edilmiştir. Devlet-i Aliye, hiçbir zümrenin veya toplumun kültürünü kendi kültürü lehinde istismar etmemiştir. Bu durum sadece kültür alanında sınırlı kalmayıp, hemen hemen her alana sirayet etmiştir. Bu yüzden batı’nın menfaat ilişkilerine göre ayarladığı istismar sistemini Osmanlı’da göremezsiniz. İsteseniz de zaferlerimizin temelinde menfaat duygularını bulamazsınız. Araştırıldığında bu güzel modelin temelinde vahdet sırrını görürüz. Osmanlı’nın kültürel kimliği Türk olmasına rağmen etnik anlamda milliyetçilik ve Türkçülük güdülmemiştir. Hep uygulamaları vahdet (birlik) sırrı üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı, Orta Asya kültürü ve Selçukludan miras aldığı misyona yeni bir renk katarak ‘Kesret içinde vahdet’(çokluk içinde birlik) prensibini düstur edinmiştir. Osmanlı, hem Türkçe konuşur, hem Türk müziği dinler, hem de besteler yapardı ama, özellikle Türk kimliğini ileri sürmeden diğer toplumlarla beraber ‘vahdet şuuru’ çerçevesinde yaşamayı da ihmal etmezdi. Yani, Devlet-i Âliye kendisini Türk olarak tanımlamadan ‘Osmanlılık çatısı’ altında hareket ediyordu. Namık Kemal’in ifadelerinde sıkça zikredilen “Biz Osmanlıyız” sözleri bu durumu teyit eder zaten. Fransız ihtilalinden sonra dünyada esen milliyetçilik rüzgârlarının etkisi olsa gerek ki, 1897’lerde ilk defa Mehmet Emin; ‘Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur” diyerek Türk sözü telaffuz edilmeye başlanılmıştır. Milletler çağının eşiğine geliş ister istemez milliyetçiliği ön plana itmiştir. Beyaz ırkın üstünlüğü ilkesi batı’ya has bir önyargıdır. Hitler daha da ileri giderek ırkçılığın zirvesine ulaşmış, hatta bütün kavgasını ırk esasına oturtmuştur. Batı, siyah beyaz ayırımında sürekli beyaz ırk üstünlüğü tezini ileri sürmüştür. Kelimenin tam anlamıyla politikası ırkçılık olmuştur. Şöyle ki Afrikalı siyahîler, ancak uzun mücadeleler sonucunda birtakım haklarına kavuşabilmişlerdir. Osmanlı da ırkçılığın izlerine bile rastlayamazsınız. Hakikat böyle olduğu halde, Osmanlı’ya “barbar” suçlaması yapılabilmiştir. Oysa barbar kavramı, Romalı olmayan unsurlara verilen bir isimdi, hakeza; ‘emperyalizm’ kavramı da imparatorluk anlamında olup kaynağı Roma’dır. Sanki tarih yeniden tekerrür ediyorcasına değişik maskelere bürünmüş vaziyette hükümranlığını sürdüren emperyalizm olgusu etrafa korku salıyor. Bugünün batısı değişik misyon üslenerek, dünya dengelerini kendi lehlerinde kullanmakta kararlılar adeta. Fransız düşünürü Reny Brague; Avrupa’ya Romalı tavrına dönerek kendi dışındaki toplumlara kapılarını açması gerektiğini, ya da tüm kültürleri dışlamamasını tavsiye ediyor, aksi takdirde kendi içine kapanıp karanlık çağına dönmüş olacağını uyarır. Joseph Fontana’da buna benzer şu ifadeleri dillendirir: ‘’Eğer kendimizi duvarların gerisine hapsetmekte ısrar edersek hem içerden hem de dışardan can vereceğiz, yarattığımız uygarlıklar yok olacak ve bir yeni sahife açılacaktır ’’
Avrupa’da sağduyulu aydınların ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Avrupa geleceğini ötekiler eksenine kurmamalıdır. Tarihte farklı toplumlarla ilişkilerinde Avrupa’nın kurulmasında özellikle İslam medeniyetinin katkı payı çok büyük çünkü... Farklılıkları zenginlik kabul eden bir medeniyete sahibiz. Bakın İtalyan Tarihçi Cardini; gerek Sicilya gerekse Napoli İslam Medeniyetinin köklerini takip ederek Napoli şehri yöneticilerinin Müslümanlardan kendilerini Bizanslıların ve Longobardi Prenslerinin baskısından korumaları için ülkelerine çağırdıklarını görüyor, hatta Endülüs İslam Medeniyetinin Avrupa’nın şekillenmesinde rol oynadığı kanaatine varıyor. Cardini’ye göre; Avrupalıların XVIII. yüzyıla kadar Müslümanlara bakışı önyargılı değildi, ne var ki XIX. ve XX. yüzyıllarda Avrupalıya bihal oluyor, derken Müslümanlar onların gözünde öteki toplum nitelemesine maruz kalıyor. Bu arada İtalyan tarihçi; İslam’ın Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsuru olduğunu söylemekten çekinmiyor da. Batılılar her ne kadar inkâr etse de gerçek şu ki, İslam’ı aradan çıkardığınızda Avrupa tarihinin dünü ve bugününü koparmakla kalmayıp parçalamışta olursunuz. Dolayısıyla işte o zaman ortada Avrupa denen bir şeyin olmadığını görürsünüz. Bu yüzden İslamsız Avrupa düşünülemez tespitimizde ısrarlıyız.
AB hala bağrında taşıdığı yabancı Müslüman nüfusuyla barışık değil. O halde yapılacak olan ön yargılardan sıyrılıp, yeniden Avrupa’nın İslam’la yüzleşmesini sağlamaktır. Batı ve doğu beynin iki yarım küresi gibidirler, birbirlerine hem vermişler hem de almışlar. Nitekim bu konuda Bediüzzaman Said Nursi; ‘’Avrupa Osmanlı’ya gebe, Osmanlı da Avrupa’ya gebe’’ derken her iki tarafında birbirine ihtiyaçlarının olduğunu belirtmiştir.
Dün nasıl ki, Roma kendisini efendi olarak nitelendirse de, bugün de Avrupa ve O’nun türevi hükmündeki ABD’de diğer toplumlara hala öteki olarak davranmaktadır. Tek farklı yönleri birinin efendilik uğruna toplumları istismar etmesi, diğerinin ise kültür ırkçılığı esasına göre sömürmesidir. Yani günümüzde Roma’nın efendiliği ‘kültür ırkçılığı’na dönüşmüş bir misyon icra ederek milli kültürleri esir alıp yoluna devam etmektedir. Dolayısıyla dünyamızda kitle iletişim araçlarının sınırlarının ötesine taşarak bir gelişim kaydetmesiyle birlikte kültür ihracı daha da hız kazanmış ve özellikle üçüncü dünya ülkelerin yerli kültürlerinin kökünü kurutabilmektedirler böylece. Günümüzde Amerikanca tavır, ya da Avrupalı gibi yaşamak meziyet telakki edilmiş maalesef. Bu durum iletişim vasıtaları kanalıyla empoze edilmektedir. Amerika’da Hollywood filmleri, bu misyonu üstlenmiş bir merkez olarak dünya toplumlarına kültür aşılama görevi yapmaktadır. Aslında kültür alışverişinden korkmamalı. Ancak bir şartla; yerli kültürleri tehlikeye sürüklememek kaydıyla. Avrupalı, Osmanlı’nın aksine, kendi dışındaki toplumları kültür potası içinde eritme politikası gütmekte ve gelişmekte olan ülkelerin kültürüne müzelik olarak bakmaktadır. Bu strateji ile kültür ırkçılığı hayatımızda cereyan ediyor, biz de seyrediyoruz hala. Her geçen gün kimlik krizi denilen bir olayın sancılarını toplum olarak derinden yaşıyoruz. Böyle devam ederse yerel değerlerimiz tehlikeye girecektir. Nitekim sağlam temellere oturtulmayan milli kültür hazinemiz, her zaman krizle karşı karşıyadır.
Milli kültürüne yeteri derece kıymet vermeyen toplumlar dinamizmini yitirerek başka ülkelerin hegemonyası altına girmekten kurtulamazlar. Beyaz adam teknolojik avantajlarını kullanarak, kendi dışındaki toplumları etkisi altına almaktadır. Eskiden ırkçı tavırla yaklaşıyorlardı, şimdi ise kültür aşılayarak hükümranlıklarını sürdürüyorlar. Onun için yapılması gereken şey, yerellikten evrenselliğe giden yolda müspet anlamda kültür seferberliği başlatmak olsa gerektir. İmparatorluğumuz dâhilinde bir zamanlar beraberce yaşadığımız toplumlar, dünya sathında menfi milliyetçilik rüzgârlarının esmesiyle birlikte, tek tek bağımsız devletler olma yoluna gitmişler. Özellikle bağrımızda taşıdığımız topluluklar XIX. ve XX. asırlarda Osmanlıyı yıkmaya çalışan güçlerle işbirliği içine girerek tam zayıf düştüğümüz dönemde can evimizden vurmuşlardır. Yükseliş dönemimizde beraberce hareket ettiğimiz unsurlar, düşüşe geçişle birlikte ayaklanmayı tercih etmişlerdir. Hakeza bu durum halk dilinde; “attır teper, cinstir çeker cinsine” tarzında yorumlanmıştır.
Fransız ihtilali sonrası gelişen milliyetçilik rüzgârları bizde biryandan Türkçülük cereyanının filizlenmesine zemin hazırlamış, diğer yandan da içimizde beslediğimiz Hıristiyan unsurların ayaklanmasına yol açarak vahdet şuurunu yıkmışlardır. Sadece vahdet bilincini yerle bir etmekle kalmamışlar katliamlara da girişmişlerdir. Bir düşüp kalkmayan şüphesiz Yüce Allah’tır, insan ise beşerdir düşer de kalkar da, aynen toplumlar da öyledir. Devletler düşüşlerinde dengeyi kaybettiklerinden dolayı birliği ve dirliği sağlaması mümkün olmayabiliyor. Zira Osmanlı ihtişamındaki dengeyi; ‘Kesretten vahdete’ (çokluk içinde birlik stratejisi) bir yol takip ederek sağlıyordu. Vatka ki denge bozulup curcuna hâkim olunca ister istemez XIX. yüzyılla birlikte Osmanlı milletler çağının tehdidi altına girmiş oldu böylece. Batının içimize attığı ırkçılık tohumu, nihayet sonumuzu da beraberinde getirmiş, derken düşüşümüz kaçınılmaz olmuştur. Almanya’da boy veren ırkçılık fikri de işin tuzu biberi olmuştur. Tüm bunlara ilaveten yıpratıcı Balkan savaşları da bunun bir değişik örneğini teşkil eder. Neyse ki, çöküşle birlikte verdiğimiz o müthiş Kuvayı Milliye harekâtıyla çiçeği burnunda yeni bir devlet doğuverdi. Çok şükür ki Türkiye Cumhuriyetini kuracak iradeyi sergileyerek Türk’ün yenilmeyeceğini tüm dünyaya ilan edebilmişiz.
Hâsılı; Her dem canlar yeniden doğar. Vesselam.