TESETTÜR
TESETTÜR
ALPEREN GÜRBÜZER
Allah Kur’an-ı Kerim de;
“Mümin kadınlara söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zıynetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesna. Başörtülerini yakalarının üstünü (kapayacak surette) korusunlar”(Nur suresi, ayet 31), keza “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir libas birde giyip süsleneceğiz bir libas indirdik. Takva libası ise o daha hayırlıdır”(El-arad suresi ayet26) diye beyan buyurmaktadır.
Ayeti kerimelerden de anlaşıldığı üzere kadın tesettüre bürünmekle erkeğin cinsi arzu konusu olmadığını, bilakis saygıya değer olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Örtünmek kadına yücelik veren bir ilahi buyruktur çünkü. Ne yazık ki bazı kesimler ayeti kerimelerin tam aksine; gözlerini haramdan sakınmasınlar, ırzlarını korumasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine örtmesinler arzunu taşıyorlar. Onlar nefislerinin telkinlerine kapıla dursunlar bizler ilahi buyruk neyse onun icabını yapmakla mükellefiz. Kaldı ki Allah bir şeyi yasak etmişse biliniz ki; o yasakta kul için nice bilmediğimiz hayırlar vardır. Malum hamr şarap demek olup, görünürde üzümden veya bir başka bitkiden yapılmış bir içecek gibi görünüyor, ama içilmesi haramdır. Üstelik her türlü nahoş içki türünün sembolü olarak ilan edilmiş. Böylece şarap özelliği taşıyan tüm içkilere de geçit verilmemiş olunuyor. Nedeni gayet basit, şarabın nezdinde tüm aklı bulandıran içki adına her ne varsa düşünme melekesini örttüğünden yasak kapsamına dâhil edilmektedir. İşte aynen şarap örneğinde olduğu gibi gerek örtünür çıplaklık, gerekse aleni çıplaklık olsun her ikisi de tesettürsüzlüğe yol açtığından yasak kapsamında değerlendirilir. Belli ki her türlü şehvani arzulara kapı aralayan giyinme modelleri İslam’da kabul görmez. Dolayısıyla ziynetlerinin görünmemesinden maksat dört dörtlük örtünmek murat edilmiştir. Uyarsın uymazsın, ama hüküm bu. Her şeyden önce örtünme ayetleri bir gereklilik üzerine inmiştir. Öyle ki; Arap erkekleri destursuz bir şekilde çadırlara, ya da evlere girdiklerinden, o anda Arap kadınlarının üzerinde başörtüleri arkasına doğru sarkık vaziyette görebiliyorlardı, ister istemez bu arada göğüslerine takılan ziynetleri ortaya saçılabiliyordu. Bu yüzden ilahi buyruk, bu konuda yabancı erkeklere karşı mevcut başörtülerini ziynetlerini örtmesini emretmiştir. Her ne kadar örtünme denince türban veya başka bir isimlerle telaffuz edilse de sonuçta örtü bir masayı örttüğünde adı masa örtüsü adını alır, İlahi ferman gereği bir kadın da başını örttüğünde adı başörtü olacaktır elbet. O halde kelime oyunlarına takılmamak icap eder.
Tesettür aynı zamanda estetiktir. Nasıl ki evimizin pencerelerine takılan perdeler evin içine bir renk, bir görünüm, bir estetiklik kazandırıyorsa, tesettür de kadının hayâsına hayâ, iffetine iffet ve itibarına itibar kazandıran bir güçtür. Dolayısıyla İslam kadına haysiyetini koruması adına örtünmeyi vasıta kılmıştır. İşte dinimizin sunduğu bu vasıta sayesinde kadın, toplum içinde daha da bir hürmete layık konum kazanmıştır. Bir kere tesettür mahremiyet noktasında amaç değil vasıtasıdır. Yani örtünmekten gaye Allah’ın emrine mazhar olmak içindir. Madem öyle, temel gaye Allah için edep ve hayâ libasına bürünmek olmalıdır. Hayâ kadının ar damarıdır çünkü. O damar bir kere çatlamaya dursun, o zaman telafisi mümkün olmayan nice vahim sonuçlar doğuracağı muhakkak. Bundan dolayı tesettür ehlisünnet âlimlerince bir hayâ vasıtası olarak yorumlanmıştır. Her şeyden önce Allah (c.c) örtünmeyi emretmiş ve kendisinden mahremiyetine gölge düşmemesi için de imanın psikolojik temeli sayılan iffetini koruyabilecek vasıtaları kullanıp örtünmeye azami dikkat etmesini dilemiştir. Kaldı ki üniforma asker ve polis için saygının bir aracı olarak addediliyorsa tesettür de kadının toplum içerisinde hürmet edilmesine vesile olması gayet tabi bir olaydır. Dikkat edin amaç demiyoruz vesile diyoruz. Hele hele bir kadın tesettür haline bir de takva hayatı ilave ettiğini düşünün, o kadın artık Rabia’tül Adeviyye’nin evladı olmaya çoktan hak kazanmış demektir.
Günümüzde bir takım kadınlar bir Saliha hatun olarak değil de, maalesef cinsel meta veya şehvet aracı olarak görülüyorlar. Toplumun değerleri altüst olunca ister istemez kadınlarımızda bu kültürel dejenerasyondan paylarını almış oluyorlar. Maalesef reklâmın göklere çıkardığı her türlü meta özenti olmuş, yani özenti tavan yapmış durumda. Oysa kendi asliyetimiz olmak varken başkalarına özenmek neyin nesi, doğrusu anlamış değiliz. Üstelik bazı kadınlar erkeklerin cinsel arzularını tahrik etmek için vücudunu teşhir etmekten çekinmiyorlar da. Böylece toplumla olan ilişkilerinde ruhi yönden münasebet kurmak varken, bedeni münasebetle ön plana çıkmayı tercih ediyorlar. Belki de etrafımızda şehvetli bakışların çoğalmasının arka planında yatan acı gerçek bu yanlış tercihlerden kaynaklanan kültürel travmalar olsa gerektir. İçerisinde yaşadığımız bu vahim manzara bizi biz yapan değerlerimizden ne kadar uzak kaldığımızın bariz bir göstergesidir.
Bakın Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri; “Unutkanlığın sebeplerinden en kötüsü kadına şehvetle bakmaktır. Gusül aldığın, abdest mahalline idrar etmek unutkanlığa sebep olur, oysa her şeyin hükmü ve asliyeti vardır” diyor. Gerçekten unutkan toplum olduk. Düşünmeyen, ilim yapmayan insanlar çoğalıp belden aşağı konsantre olunca bugünkü elim manzara doğdu. Oysa akıl, aklıselim olursa gazab kuvveti şecaat’e, şehvet kuvveti ise iffete dönüşecektir. Günümüz toplumunda ne şecaat, ne iffet, ne de hikmet kalmış. Bireylerin nefsi ve şehvani arzuları aklın önüne perde olmuş, yani cinsi arzular aklıselimin ortaya çıkmasını önlemiştir. Onun için hafızasını yitiren ve düşünemeyen bir topluluk haline geldik. İşte İslam’ın tesettüre sıcak bakmasının ana gayesi; aklın aklıselimlik kazanıp nefsi kuvvetlerden biri olan şehvetin iffete dönüşmesini sağlamak içindir. Tabii ilahi hükümlerin yüzeysel çerçevesini dahi analiz etme basiretinden yoksun olanlar bunu anlamakta zorlanıp kalakalıyorlar. Öyle ki onların tek bildikleri kafalarında ezberledikleri birtakım takıntılardır. İşte bu takıntılar eşliğinde kendilerini bir anda moda defilelerin ortasında bulup konu manken olmayı maharet addediyorlar. Hatta bunla da yetinmeyip zaman zaman kendilerini destekleyecek bir iki doçent ya da prof. etiketli medyatik hocaların çağdaş görünür açıklamaları üzerine hemen balıklama atlayıp işi sulandırma cihetine gidiyorlar. Kaldı ki ayetlerin ve hadislerin zahiri manaları için bile uzun çabalar gerektiriyor. Dolayısıyla her önüne gelen ayet ve hadislere kafasına göre mana veremez. Her şeyde nasıl ki uzman gerektiriyorsa, elbette ki ilahi hükümlerin açıklanması için de gerçek âlimlere ihtiyaç vardır.
Neyse ki ehlisünnet âlimleri sayesinde ancak örtünmenin ardındaki gerçeği öğrenebiliyoruz. Bakın İmam-ı Gazali (k.s); ‘Göz daima helal haram demez bakmak ister’ beyan buyurarak bir gerçeği dile getiriyor da. Demek ki; göz kadına bakınca şehvete, şehvet ise zinaya, zinadan da bir insan canını bile katletmeye kadar uzanan süreç doğabiliyor. Her şey safha safha ilerliyor zaten. O halde güzele bakmakta ne var deyip işi geçiştirmeyelim, mesele bu kadar sanıldığı kadar basit değil. Unutmayalım ki hiç ummadığımız küçük bir ihmalkârlığın sosyal hayatta nelere mal olduğunu bizatihi tarihin kendisi şahit. Gerçektende tarihe baktığımızda birtakım hafife aldığımız meselelerin bir anda kıvılcım misali alev alev büyüyüp yangına dönüştüğü görülmüştür. Bu yüzden İslam toplumun temel dinamiklerini ateşleyip yerle bir eden fuhşiyatı şiddetle men eder. Hatta sadece men etmekle kalmaz cezai müeyyideler de uygular. Nitekim dinimiz, alenen ispatlanmış fuhuş yapan evlilere ölüm cezası, bekârlara ise hukukun gereği yüz değnek cezası öngörür. Elbette ki bu cezalardan maksat toplum içinde caydırıcılığı sağlamak içindir, asla temel amaç, kan dökmek değildir. Ki; Allah-ü Teâlâ; “Namuskâr, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş insanlar halinde yaşamasını emreder” (El- Maide suresi ayet 5) hükmü ayan beyan ortada sunulmuş bile.
Maalesef, insanlık vahyin soluğundan bihaber yaşadıkları için hem kendine, hem de çevresine yabancılaşmıştır. İlahi hükümlere kulak vermediğimizden dolayı etrafımızda sürekli tam çıplak, ya da yarı çıplak yahut da yarı giyinik çıplak dolaşan kadınları, hatta örtü altında hayâsızlık yapan kadınlar veyahut ta Amerikalılar gibi viski yudumlama hevesinde yığınları, Fransızlar gibi dans eden popvarileri, İngilizler gibi ‘hello’ deyip selam veren kitlelere şahit oluyoruz günbegün. Çözülmeyi ve kendimize yabancılaşmayı göz ardı edip, bu yanlış gidişata çağdaşlık kılıfı geçirerek insanımızı bataklığa sürüklemek isteyen mihraklara fırsat veriyoruz habire. Oysa göz yumduğumuz ve gayri meşru ilişkileri cinsel özgürlük adı altında hoş gösteren bu ruh sağlığı bozulmuş insanlar, aileyi ortadan kaldıracak evsiz barsız bir düzen kurmayı hedef edinmişlerdir.
Bir kıyamet arifesi yaşıyoruz sanki. İçinde bulunduğumuz hazin durumumuzu Rasulüllah (s.a.v) bakın nasıl özetliyor, Efendimiz (s.a.v): “Ümmetimin sonunda eğerlere binen erkekler olacaktır (yani kendileri kadın fakat erkeklere benzerler). Hanımları giydikleri halde çıplaktırlar (pazıları ve göğüsleri açık bacaklarda açıktır). Başlarındaki saçları devenin hörgücü gibidir. Onları lanetleyin. Çünkü muhakkak onlar lanetlenmişlerdir. Sizden sonra bir millet olsaydı onlara hizmetçi olacaklardı. Nitekim önceki milletlerin hanımları size (el-an) hizmetçi oldukları gibi ve erkeğe benzetene Allah lanet etmiştir” diye beyan buyurmaktadır.
Yine Peygamberimiz bir hadisi şerifinde; “Kadın kısmı avrettir. Evinden çıktığı zaman şeytan onu yoldan çıkarmak yahut onunla başkayı yoldan çıkarmak için gözleri ona çevirttirir (kalpler ona yönelir). Cenabı Hakka en çok yakın olduğu zaman kendisinin evinde oturduğu vakittir” buyurmaktadır.
Her şeyden öte Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim de;
“Habibim mümin erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için temiz harekettir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarından muhakkak haberdardır” (En-Nur suresi ayet 30) beyan buyurarak erkeklerin bakmamaları gerektiğini, kadınlarında örtünmeye riayet etmelerini emretmektedir. Erkekler cihad gibi hayrat işlerden kazandıkları sevaba karşılık, kadınlara da kocalarına itaat ve tesettüre riayet etmeleri sevabı vardır. Zira ev içinde nizamın devamı için Allah erkeği kadına eşitler arasında birinci kılmıştır. Tabii bitmedi, dahası var. Bakın, Rabbü’l âlemin;
‘’..Kadınlar ziynet yerlerini kocaları, kendi babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, elleri altında bulundurdukları cariyeler, kadına arzusu kalmamış, ele bakar hale gelmiş erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkına varmayan erkek çocuklardan başkasına açmasınlar..’’( Nur 24/31) beyan buyurmaktadır.
Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in de şöyle buyurduğu rivayet ediliyor:
‘’İki sınıf cehennem ehli olan insanlar vardır. Ben bunları henüz görmedim. Birincisi bir kavimdir ki, yanlarında sığırkuyrukları gibi kırbaçlar vardır. İkincisi de, bir grup kadınlardır. Bunlar sözde giyinmişlerdir, ama gerçekte çıplaktırlar. Bunlar erkeklere meylederler ve erkekleri de kendilerine meylettirirler. Bunlar saçlarını da başlarının tepesinde toplayıp, deve hörgücü gibi yapmışlardır. İşte bunlar cennete giremeyeceklerdir. Oysa cennetin kokusu çok uzaklardan hissedildiği halde bunlar, cennetin kokusunu dahi alamayacaklardır.(Tac,3, 179)
Bu yüzden Hz. Ali (k.v) bir gün hutbede;
‘Ey insanlar yapayalnız hanımlarınız sokaklarda dolaşmasınlar. Sizler onların dolaşmalarından utanmıyor musunuz? Yoksa gayretiniz yok mudur? Sizler hanımlarınızı yapayalnız sokaklara salıveriyorsunuz. Sonra onlar erkeklere, erkeklerde onlara bakıp duruyorlar, birbirine fitne oluyorlar’ demiştir.
Demek ki; bakmak şehveti doğuruyor, şehvet ise zinaya giden yolu açabiliyor. Derken zinanın ardından cinayete teşebbüs, daha da vahimi katletmeye kadar götürebiliyor...
Velhasıl; Said-i Nursi Hz.leri; ‘Kadın bir üzüm yedirir bin elem takar’ diyerek meseleyi açıklığa kavuşturmuştur.
Vesselam.
dedekorkut1
5 Mart, 2021 - 07:36
Kalıcı bağlantı
MODA
MODA
SELİM GÜRBÜZER
Latince modo (hemen şimdi) kökünden türeyen toplumsal beğeni ya da bir şeye aşırı düşkünlük anlamında kullanılan bir kavramın adıdır: Moda. Bir başka ifadeyle sanattan siyasete, spordan kültüre, giyimden düşünce dünyasına hemen her alanda imaj yenilemenin adı olarak da tanımlanabilir pekâlâ. Şayet ‘moda’ deyince sırf kavram olarak değil de sıfat olarak anlam yüklenildiğinde bu kez şık manasına gelen etken mod ve etkilenen mod olarak da anlam kazanır. Nitekim değişik türden bir takım düşünce ve fikir akımlarının ortaya koyduğu her mod tasarım aslında ‘etken mod’ olarak karşılık bulurken, bu etken mod’dan etkilenenler ya da takipçileri ise ‘etkilenen mod’ olarak karşılık bulur. Böylece bu karşılıklı etken ve etkilenin birlikte estirdiği moda akım aynı şıklıkta etrafını da kuşatıp etkisi altına alabiliyor.
Tabi bu arada şıklık derken hemen ilk etapta sırf kılık kıyafet akla gelmesin, giyimin dışında herhangi film senaryosu, herhangi bir albüm ya da herhangi bir kitapta grafik tasarımı bakımdan bu şıklığa dâhildir elbet. Ancak ortaya konan her bir şıklık (tasarım, ürün, eser vs.) birbirinin aynısı oranda etkisini göstermeyebilir, bu tamamen alıcı verici arasındaki etkileşime bağlı olarak şıklığın ya zayıf ya da kuvvetlilik şeklinde ortaya çıkacak bir durumdur. İşte bu noktada ne diyelim moda bu ya, bir bakmışsın nerden ne zaman eseceği bilinmeyen bir rüzgârın hiç umulmadık bir anda esmesiyle de moda akım tüm toplum kesimlerinin ilgisini üzerine çekebilecek bir güç olarak da sahne alabiliyor. Mesela öyle de tasarımlar vardır ki, başlangıçta hiç dikkat çekmezken, ancak sonradan şartların yerli yerine oturmasıyla birlikte bir bakmışsın dikkatlerden kaçan o söz konusu tasarım bir anda toplumun ilgisini çekecek popüler moda akım bir ürün hale gelebiliyor. Zaten modanın gücü kendisinde değil etkisinde gizlidir. İşte bu yüzden modanın, hangi şartta ortaya çıkıp hangi zaman diliminde dalga dalga gün yüzüne çıkacağını önceden kestirmek hiçte öyle kolay bir iş değil elbet. O halde moda deyip geçmemek gerekir, bikere insanların bakış açılarından tutun da, düşünce, ruh ve sosyal ilişki biçimlerine kadar hemen her şey modanın kapsam alanına girebiliyor. Moda, kaldı ki değil her alanda kendi hareket alanı içinde bile çeşitliliği söz konusudur. Örnek mi? İşte renk, uyum, biçim, en, boy, mini, klasik, pop ve spor tarzı tüm modeller bunun tipik misallerini teşkil eder.
Klasik Moda
Adı üzerinde klasik, yani bizi biz yapan değerlerimizdir. Her ne kadar klasiklerimizi unutur olsak da her halükarda bizi engin kültür kodlarımızla bizi buluşturacak olanda yine klasiklerimiz olacaktır. İşte bu perspektiften bakıldığında öyle anlaşılıyor ki, klasiklerimiz hem geçmişimizin kültür kodlarıyla yüzleşmenin adresi hem de geleceğe ışık saçacak tasarımlarımız da. Mesela geçmişimizin giyim klasiğimize baktığımızda sadelik ve aşırılıktan uzak, pek göze batmayan ‘klasik moda’ tasarımı olarak addediliriz pekâlâ. Bir başka ifadeyle tek düzelik ve sadelik üzere ilerleyen bir tasarımın adıdır klasik model. Günümüz popüler moda tasarım ise klasik modelin tam aksine giyimde daha çok çeşitlilik, daha çok renklilik, daha çok ton, daha çok düzeliği bağrında taşıyan bir tasarım şeklidir. Oysa modada çok düzelik her zaman avantaj teşkil etmeyebiliyor. Bakınız şöyle vitrinlere popüler ürünlerin onca çeşitliliğine rağmen bir bakıyorsun alıcısı olarak toplum nezdinde ancak bir iki ürün kabul görebiliyor. Belli ki popüler tarz ürünlerinin alım noktasında sıkıntı yaşaması toplumun temel dinamikleri ile alakalı bir husus olup kabullenmesi zaman alabiliyor. Dedik ya, moda bir rüzgâr misali nerede hangi yönde eseceği belli olmaz, bir bakmışsın moda dalgası toplum kesimlerinin tamamını etkisi altına alabileceği gibi belli bir kesimle de sınırlı kalabiliyor.
Batıya Endekslenmek
Bir zamanlar hem yerel bazda hem dünya ölçeğinde model bizken gerek ekonomi alanında, gerek kültür alanında gerekse sosyal alanda artık batı dünyası bize model olmakta. Öyle ki, hemen her alanda batıya göbekten bağlanmış bir hale düşüverdik. Sanki kendimize ait bilgi donanımız, kendi giyim tarzımız, kendi stilimiz, kendi öz modelimiz yokmuşçasına davranıp bir anda batı modellerine tav olmuşuz. Zira bunun ilk adımını II. Mahmut’la birlikte kendi dünyamıza sokmuşuz. Derken II. Mahmut Arapların tarbuş bildiği fesi yenilik diye sunmuştur. Ve bu sunuşla birlikte artık sarayda bile Osmanlı giysilerinin yanında ceket ve pantolonda yer almıştır. Aslına bakarsak ortada doğru dürüst ne elle tutulur bir reform ne de gerçek anlamda yenilik vardı, sadece ortada satıh üstü bir takım modelleri yenilik diye takdim etmek vardı. Tabii halkta ister istemez bu durumda alınganlık gösterip kendi padişahına, yani II. Mahmud’a ‘Gâvur Padişah’ diyerekten tepkisini ortaya koymuştur. Ancak bu gâvur yakıştırması hâşâ tekfir etmek anlamında bir yaftalama değildi elbet, toplum dokusuyla oynamanın dışa yansıyan tepkinin ifadesi bir yakıştırmaydı bu. Belli ki halk kendi alışık olduğu kalıplarıyla oynandığında başında padişahta olsa kendi hal lisanı yaftalamasıyla neye tepki duyduğunun mesajını inceden inceye verebiliyor. Ne var ki, verilen bu mesaj yerini bulmaz, belirli bir zaman diliminde halk alıştırılaraktan Cezayirlilerin ve Tunusluların giydikleri o kırmızı püsküllü tarbuş denen fes toplum hayatına girer de. Toplum hayatına girdide ne oldu, şu bir gerçek her takdim edilen yenilik gönüllerde ve vicdanlarda ‘yenilik’ olarak yer etmeyecektir, şayet öyle olsaydı felaketler ve başımıza gelen her musibetler de vicdanlarımız da yenilik olarak yankı bulması gerekirdi. Dolayısıyla halkın vicdanında kabul görmeyen yenilik diye takdim edilen hemen her şekli değişikliği reform olarak değil sembolik değişiklikler olarak addetmemiz icab eder. Bikere takdim edilen herhangi bir şekli değişimin yenilik olması için içerik olarak da bir anlam ifade etmesi gerekir. Kelimenin tam anlamıyla içi boş icili bicili göz boyayıcı yenilikler simgesellikten öte bir anlam ifade etmez. Nitekim II. Mahmut döneminde getirilen fes bu kez cumhuriyet dönemine geldiğinde kaldırıp yerine Avrupa şapkası takdim edildiğinde fesinde akıbeti aynı olur, yani değer ifade etmediği için toplum vicdanında ve gönlünde içerik olarak asla taht kurmayacaktır. Üstüne üstük Atatürk, II. Mahmud’un tam aksine Osmanlı giyimiyle birlikte karma bir stil karma bir değişiklik öngörmemiş, tamamen tek tip batı tarzı giyim modelini öngörmüştür. İlginçtir bu tek tip değişimin bir istisnai durumu vardı ki, o da malum Atatürk’ün hiçbir şekilde kadınlara yönelik herhangi bir giysisinde değişikliğe gitmediği gerçeğidir, hatta buna peçe ve çarşafta dâhildir. O halde, şimdi tamda zamanı, hele bilhassa 28 Şubat sürecinde başörtüsüne öcü olarak ya da irticacılık gözüyle bakan zihniyete sormak gerekir: Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımın çarşaflı giyinmesi de mi öcülüktü ya da irticacılıktı? Cevap veremeyecekleri çok açık, suspus olmayı tercih edeceklerdir.
Anlaşılan o ki, tarihten bugüne ilk önce Fransızları örnek almışız, sonra Alman üniformasını benimsemişiz. Derken Almanlar savaşta yenilince, bu kez Amerikan giyim tarzına yönelmişiz. Böylece Fransız, Alman ve Amerika’yı örnek almakla bir türlü iç dinamiklerimizi ve kültürel zenginliklerimizi hayata geçirememişiz. Birde yetmemiş tüm bu yaşananların üstüne batıdan ithal kopya modelleri almak sanki çağdaşlığın gereği bir işmiş gibi insanımıza sunmuşuz. Öyle ya, Türk'ün kendisine has giyim tarzı yokmuş gibisine habire dışarıdan sürekli moda ithal eder olmuşuz. Allah’tan toplumumuz kendisine tepeden enjekte edilmeye çalışılan her türlü satıh üstü sembolik yenilikleri büyük bir sabırla sinesine çekip bu sayede bizi birbirimize düşürecek iç ve dış mihrakların gazına gelinmemiş olur. Dahası toplumun bir süre sessiz kalması oyunlarını bozmaya yetmiştir. Peki, oyun bitti mi dersiniz, ne mümkün oyun içinde oyun devam eder de. Hiç kuşkusuz bu necip millet hippiliğin moda akımı hale geldiğini gördüğünde de metanetini koruyup ‘Allah’ım, Ya sabır’ diyerekten sinesine çekecektir. Öyle ki toplum bir gönül yanması diyebileceğimiz halet-i ruhiye içerisinde örf ve adetlerimize işlerlik kazandıracak ve kendi kültürüne gerçek anlamda ivme kazandıracak tam manasıyla muktedir olmuş yöneticilerin iş başına geleceği günlerin hasretini sabırla bekleyecektir. Ve bu öyle sabredilmesi gereken bir halet-i ruhiye halidir ki; ta ki bir Fransız askeri Maraş’ta kadının başörtüsüne dokunuyor, işte o zaman sabrın taştığı noktada milletin şahsında Sütçü İmam adında biri çıka gelerekten o orada sinesinde sakladığı o cevheri ortaya çıkararaktan o askere haddini bildirmiş olur. İşte sabrın sonu selamettir denen bacımızın giysisine uzanan kirli elleri kırma hassasiyeti budur. Hiç kuşkusuz bu dışımızda ki Fransızlara bir cevaptı, birde içimizde Fransızlar vardı ki, onlarda malum 28 Şubat sürecinde genç kızlarımızın başörtüsüne kirli ellerini uzatarak bizi birbirimize düşürmeye çabaladılar. Buna da milletçe çok büyük sabırla karşılık verip bin yıl bitmeyecek dedikleri zulüm genç kızlarımızın ahu figanları Sütçü İmamın kemiklerini sızlatmış olsa gerek ki; çok şükür özgürlüğümüzün sembolü diyebileceğimiz başörtümüz üniversite kapılarında engele takılmıyor artık.
Taklit
Besbelli ki moda sektörünün gözü hep dışarıda, öyle ki kendi öz moda tasarımlarımız üzerine odaklanmak yerine batı tasarımlarına odaklanmış durumdalar. Sadece odaklanmakla yetinseler belki bu kadar dert edinmeyiz, içimizden biri yerli bir model ortaya koyacaksa da hemen buna mani olunaraktan batı patentli olması gerektiğini şart koşan bir anlayışla da karşı karşıyayız. Dahası sanki içimizden biri hiçbir model üretme becerisi gösteremezmişçesine kendi girişimcimize tepeden bakan bir zihniyette var karşımızda. Bu nasıl çarpık bir zihniyetse kendi girişimcilerimizin özgüvenlerini boşa çıkartmak için kendilerini bizatihi batı modellerini pazarlama ajansları bir konumda konumlanmalarından hiçbir şekilde beis duymamaktalar. Oysa kendilerini bu şekilde konumlandırma mankurtlaşmanın ta kendisi bir konumlandırmadır. Onlar mankurtlaşa dursunlar önemli olan halkımız ve halkımızın içerisinden çıkacak girişimcilerimizin kendi özgüvenini yitirmemesi çok mühimdir. Nitekim halkımız şimdiye kadar onların her dediğine baksaydı havasını soluduğumuz şu güzelim cennet vatanımızda bize ait ne yerli kilimimiz, kendi modelimiz kalırdı. Gerçekten de mankurt kafalar kendilerini tuhaf bir batı imajına kaptırmışlar. Hatta işi daha da vahim boyuta taşıyıp batıyı körü körüne taklit eder hale gelmişlerdir. Körü körüne taklit ettikleri şundan belli, batı kadınlarının pek çoğununun sanıldığının tam aksine aşırılıktan uzak modayı tercih ettikleri görüyoruz. Hatta bunu sade giyinme tarzlarından, bakımlarına önem vermelerinden ve aşırı makyajlanmadıklarından da pekâlâ anlayabiliyoruz. Madem öyle, şimdi tamda bu noktada içimizdeki taklitçi satıh üstü batı hayranlarına sormak gerekir, sadeliği ilke edinmiş batıcılık mı bize model, yoksa satıh üstü yutturmaya çalıştıkları batıcılık mı model? Bu sorular karşısında daha şimdiden terler gibi olduklarını görüyoruz da. Neyse bu sorularla daha çok fazla sıkıştırmadan “siz kim, batıcı olmak kim” demekle yetinelim, sanırım anlayana bu kadarını söylemek kâfidir.
Belli ki bizde her alanda aşırıya kaçma batıcılık sanılmış hep. Şayet dert dava kılık kıyafetimize dikkat etmekse bu da ancak halkımızın iç dünyasını yansıtacak bir modeli giyim kuşamımıza yansıtmakla mümkündür. Baksanıza bir takım aklı evveller modern görüneceğim diye âdeta kırk takla atarcasına kılıktan kılığa, renkten renge girmekteler habire. İcabında daha da hızlarını alamayıp bir bakıyorsun tüm azalarını baştan aşağı boyayıp, değim yerindeyse zıvanadan çıkar bir hale de bürünmekteler. Aslında bu düpedüz modernlik kisvesi altında yıkım faaliyetidir. Şimdi gel de toplumumuz bu zıvana hale gönlü razı olsun, ne mümkün. Bu gördüklerimiz tam tamına mankurtlaşma rezaletidir. Her neyse bikere daha belirtmekte fayda var, şu bir gerçek batıda kadınlar bizim yerli mankurtların tam aksine aşırılıktan uzak bakımlılık, sağlıklı bir hayat ve sade ve güzel giyinmeyi ilke edinmişlerdir. Bizim batıcılarımız ise batı kadınlarına taş çıkarırcasına kendi giyim tarzından ödün vermeyi çağdaşlık olarak ilke edinmişlerdir. Batıda nerede birkaç uçuk moda örnekleri varsa onları bulup buluşturup işte çağdaşlık budur demeye getiriyorlar hep. Dedik ya, oysa bu yaptıkları modernlik kisvesi ve çağdaşlık kılıfı altında iç dinamiklerimizi dinamitlemekten başka bir şey değildir.
Orta Yol
Hey gidili günler. Şöyle tarihe uzandığımızda bizim bir zamanlar yol yordam öğrenme, adab, usul ve erkân yolunda derin bir duruşumuz vardı. Aynı yer sofrasında birlikte bir sini etrafında yeme adabımız vardı. Aslında bizi biz yapan tüm bu adab ve erkânlarımız bugünkü çarpık modalaşmanın tam aksine büyük bir medeniyetin temel dinamosunu oluşturan kültürel kodlarımızdı. Zaten birçok araştırmacılar kültürel kodlarımıza deryayı umman gözüyle bakmışlardır. Gerçektende bizim kültürel kodlarımızın içine dal dalabildiğin kadar diyebileceğimiz nitelikte deryayı umman misali enginlere sığmaz nitelikte deruni korlarımızdır. Ama gel gör ki bize sonradan her ne olduysa geldiğimiz noktada böylesi engin kültürel derya kodlarımızdan bir katre damla olsun istifade etmeksizin batı tarzı bir hayat yaşıyoruz. Her nedense o muhteşem köklü gelenek ve göreneklerimizi günümüze uyarlamayı pek akıl edemiyoruz. Her alanda aşırılığa kaçmaya meftun bir anlayışla kendi kültür kodlarımızı yok varsayıp, pejmürde ve dağınık vaziyette sokak sokak, cadde cadde gezinmeyi modernlik olarak algılar haldeyiz. Oysa her alanda itidal bir yol (orta yol) takip etmek varken, yani tefrit ve ifrattan uzak durmak varken kendimizi ölçüsüz yol yordam bilmez bir hayat tarzına adamak neyin nesi doğrusu şaşmamak elde değil. Nasıl şaşmayalım ki, baksanıza temizlik desen hak getire, necis filan demeden ayakkabılar çıkarılmadan ulu orta her yerde hatta evlerin odalarında bile destursuz bir şekilde gezinir olduk. Oysa biz böyle miydik, biz ki yedi düvele temizlik nedir, yol yordam nedir, adab usul erkân nedir öğretmiş bir millettik, gayri artık kendi öz kodlarımıza dönme vaktidir. Tez elden nerede ne şekilde nasıl davranacağımızı, nasıl yiyip içeceğimizi, nasıl giyinip kuşanacağımızın adab ve usullerini öğrenip uygulamamız gerekir. Tüm bunları öğrenmeye mecburuz da. Çünkü öyle kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaşmışız ki, düşünsenize bize has hamam kültürümüzden, gül kokumuzdan kıyafet tarzlarımızdan bihaber bir haldeyiz. Öyle ki ata yadigârlarımızdan bir tane olsun üzerimize sirayet etmiş numune-i imtisal bir iz bile kalmadı dersek yeridir. Neredeyse tüm değerler hiçe sayılıp özgürlük ve moda adına adeta yarı çıplak sokağa çıkıyoruz artık. Üstelik yarı çıplak sokağa dökülmekten, miskin miskin soluklamaktan, pejmürde ve dağınık giyinmekten imtina etmiyoruz da. Yukarıda dedik ya, oysa bizim giyim adabı denen bir usulümüz vardı, bilmem iç dinamiklerimizi ve değerlerimizi ne çabuk göz ardı edip uyuşur olduk. Böylesi gaflet ve delalet halimiz nereye kadar sürdürülebilir ki, neydik edip mutlaka uykudan uyanıp kendi modamızı, kendi giyim sektörümüzü bir an evvel harekete geçirmekte yarar vardır.
Bakınız şalvarımızla alaya edenler, batıda bir zamanlar moda şeklinde giyinilmeye başlanınca, her nedense sus pus oldular. Dahası, şalvar batıda giyilince moda, bizde giyilince irtica muamelesi görüyor. Oysa Batı, Mevlevi kıyafetlerine büyük bir gıpta ile bakıp hayran kalıyorlar. Gerçekten de Mevlevi kıyafetleri başlı başına kıymet tacımızdır, ama bu kıymet tacımızı ortaya koyacak ajanstan mahrumuz. Belli ki klasiklerimizi günümüzde gün yüzüne çıkarıp zihniyetten yoksun durumdayız. Varsa yoksa taklitçilik tek geçerli akçemiz olmuş, üreticilik hak getire, yerlerde sürünür yanımız söz konusu maalesef. Bir türlü başımızı gömdüğüm kumdan çıkarıp kendimiz gibi olmayı akl edemiyoruz. Akl etmiş olsaydık taklitçilikten kurtulup şimdiye kadar çoktan üretir konuma geçmiş olmamız icab ederdi. Nasıl üretir konuma geçelim ki, tek tip düşünmekten, batı tipi giyim anlayışından bir türlü vazgeçemedik ki. Habire batı değirmenine su taşımakla meşgulüz. Elbette ki yeniliğe açık olacağız, bu kaçınılmaz. Ama bu demek değildir ki yeniliğe açık olacağız diye kültürel değerlerimizle ve geçmişle bağımızı koparmış olalım, oysa asıl yenilik kökü mazide olan ati olabilmektir, yani geçmişle gelecek arasında köprü olabilmek asıl yeniliktir. Umulur ki, geçmişten geleceğe uzanan köprü olunacak günler çok çabuk gele. O günler geldiğinde Yahya Kemal’in kökü mazide olan atiyiz dediği o güzel veciz söz bir temenniden ziyade hakikatin ta kendisi kendi modamız olacaktır elbet, her şeye rağmen umut var olmakta fayda var, umudumuzu yitirirsek hiçten toparlanamayız zaten. Umut var olalım ki, bir zamanlar bu topraklarda, bize ait makramesinden kanaviçesine, tığından sırma işlemesine, ehramından kilimine kadar kendine has orijinal motiflerimizi gün yüzüne yeniden çıkarabilelim, neden olmasın ki. Aksi halde birçok konuda olduğu gibi, moda da taklitçi modundan çıkamayız. Taklitçilik ve mankurtlaşma modundan çıkmanın tek yolu kökü dışarıdaki modlara payanda olmadan, kendi motiflerimizi gün yüzüne çıkarıp geleceğe taşımak olmalıdır. Ki asırlara sığmayan köklü modlarımızın varlığı bunu gerektirir zaten. O halde ne duruyoruz, gün köklü kültür kodlarımızı ve modlarımızı gün yüzüne çıkarma günüdür deyip geleceğe kanatlanmak gerektir. Hiç kuşkusuz mod kavramından kastımız sıfat olarak kullandığımızda kendi öz şıklığımızdır.
İlm-i Kıyafet
Osmanlı'da üst baş deyince ‘ilmi kıyafet’ akla gelmiştir hep. Bu demektir ki kendi giyim tarzsımızda bile bir ilmilik sözkonusudur. Düşünsenize bir zamanlar tulumbacısından tutunda hizmetkârına, sakasına varana kadar her bir meslek erbabının kendine has giyim tarzı vardı. Batı belli ki bir zamanlar bizim bu giyim tarzımızdan etkilenmiş olsalar gerek ki, iç çamaşır ve gömleği bile bizden almaktan imtina etmemişlerdir. Şimdi gel de gelinen noktada düştüğümüz hale eseflenme, ne mümkün. Öyle ya, bir zamanlar veren eldik şimdi ise alan eliz. Mankurtlaşmamız yetmemiş gibi birde bunun üstüne üstük Osmanlı’nın neyi var neyi yok hepsini bir çırpıda silip kenara atmışız. Neymiş efendim ıslahat yapmamız gerekmiş. Oysa ıslahat dedikleri şey köklü geleneklerimizi yıkmaktan başka bir şey değildi, nitekim öyle de oldu. Nasıl ki Tanzimat döneminde liberalizm modası bu ülkeye ne kadar çok zarar verdiyse, cumhuriyet döneminde de yenilik adı altında özümüzle barışık olmayan bir takım sembolik değişiklikler aynı ölçü de zarar vermiştir. Bakınız, Japonlar kendi hiyeroglif alfabesine ve kendi Şintoizm inancına dokunmaksızın tüm dünyada geleceğin süper gücü bir devlet olarak adından söz ettirebilmiştir. Elbette ki Osmanlı tamamen de sütten çıkmış ak kaşık değildi, bir takım hataları olmuş olabilir, hele ki Osmanlının gerileme, düşüş ve yıkılış dönemlerinde yapılan bir takım hatalar bize pahalıya mal olurda. İşte tüm bu acı gerçeklere rağmen o koca çınarın bütününü hiç kimseye inkâr etme hakkını vermez. Sonuçta hatasıyla sevabıyla, eğrisiyle doğrusuyla biz Göktürk’üz, biz Selçukluyuz, biz Osmanlıyız, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz, on altı devletimizi inkâr etmek kendimiz inkâr etmek demektir. Hele ki on altı devlet arasında bilhassa Osmanlı’ya karşı bu denli husumet, bu denli öfke duymak değil ecdadımıza nankörlük etmek asla insanlıkla bağdaşmaz bir tutumdur bu. El insaf, hiç mi elle tutulur kayda değer kıymetlerimiz yokmuşçasına ikide bir Osmanlıya ait her ne var ne yok reddiye döşeyip kökü dışarıda başka akımlara kendimizi kaptırabiliyoruz. Tanzimat’tan bugüne neredeyse hemen hemen denemediğimiz hiçbir yol, yöntem model kalmadı, öyle ki batı patentli modelleri deneye deneye bize bihaller oldu. Ülkemiz deneme tahtasına dönüştürülerekten adeta başıboş serseri mayın misali bir oradan bir buraya sürükleniverdik. Her iş başına gelen yönetici bir bakıyorsun batı patentli eline tutuşturmuş çözüm paketlerle bir bakıyorsun yapılan satıh üstü sembolik değişimleri reform olarak takdim edebiliyorlar. Oysa asıl değişim ilim, teknik ve zihniyette yapılan değişimdir. Epey zamandır malum ülkemiz tarım toplum modundan bir türlü çıkarılamamıştı, yani dünyada birçok ülke sanayileşmesini tamamlayıp bilgi çağına, hatta ötesine sıçrarken ülkemiz ise satıh üstü sembolik değişimleri reform olarak niteleyen idareciler yüzünden tarım toplumu ile sanayileşmiş bilgi toplumu arasında ‘geçiş süreci sancısı’ içerisinde kıvranmıştır habire. Tâ ki; 2002 yılına geldik artık eline suni reçete tutuşturulup gündemi belirlenen ülke değil mesela savunma sanayinde kendi İHA ve SİHA’larını üretecek konumda gündem belirleyen ülke hale nihayet gelebildik. Tabii tüm bunlar onca çamlar devrilip onca yıkılan tüm maddi ve manevi değerlerimiz bir bir tamir edildikten sonra ancak gerçekleşebildi, bir sabah uyandığımızda bir çırpıda asla yüzümüz gülmedi. Bilakis leş kargalarının Türkiye semalarından çekilmesiyle birlikte nihayet aydınlık günlerle yüzleşebildik. Derken Cemil Meriç’in ifadesiyle ‘bu ülke’ kendine yabancı olmayan kendinden yöneticilerini seçme dirayetine kavuşabilmiştir. Ne kadar şükretsek azdır.
Kıymet değerlerimiz
Her nedense modacı denildiğinde abuk-sabukluk akla geliyor. Acaba hiç düşündünüz mü niçin bu gözle bakılıyor diye. Demek ki; bir yerlerde aksayan bir şeyler var ki bu kanaat ortaya çıkmış. Belki de köklerimizle bu denli oynanmayıp geçmişle olan bağlarımız koparılmasaydı, modacı denildiğinde ilk evvela "medeniyet kurucuları" akla gelecekti. Dahası modacı dendiğinde dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan, zenginliklerimize kıymet kazandıran medeniyet muştularımız olarak algılayacaktık. Ama gel gör ki, kazın ayağı hiçte öyle değil, bu ülke insanına yenilik getireceğiz kılıfı altında getirdikleri tek şey kökü dışarıda modacılık akımıdır. Dikkat edin akım dedik, niye derseniz çünkü bu ülkede bir zamanlar Mao tipi ceket, Castro tipi sakal veya şapka, Stalin tipi bıyık, Karl Marks tipi sakal, ya da bıyık veya giyim tarzları bizim bariz modalarımız olmuştu. Daha sonraki evrelerde de malum üm dünyada komünizmin çökmesiyle birlikte hızımızı alamayıp bu kez moda diye hippi giyim tarzı, aşırı makyaj, yarı çıplak veya tam çıplak giyim tav olmuşuz. Nasıl mı? İşte bir zamanlar televizyon kanallarında allandıra ballandıra sunulan moda defileleri bunun tipik örneği zaten. Oysa tüm bu satıh üstü sunumlar bu ülke insanına zulmetmekten başka bir şey değildi elbet. Hani şu meşhur son derece gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı Bayburt halkına sunulan cumhurbaşkanı senfoni orkestrasının ardından “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” denilen hikâyesinde olduğu gibi bu ülke insanından ne istiyorsalar doğrusu anlamış değiliz. Yetmedi halkımıza tepeden bu zihniyet bu ülkenin evlatlarına kimlik krizi denen bir belayı sardılar da. Tabii özümüzle bu denli destursuz bir şekilde oynanırsa Bayburt anekdotunda olduğu gibi böyle manzaralarla karşılaşmamız gayet tabiidir, buna şaşmamak gerekir. Düşünsenize Batının teknolojisini örnek alacağımıza, gitmişiz satıh üstü giyimini, kuşamını, yaşam biçimini almışız. Batının zaten işine gelen bir durum, nasıl olsa tüketim çılgınlığına dayalı bir ekonomiyi kendi kurdukları tekeller, tröstler, holdingler vasıtasıyla kontrollerinde tutmak suretiyle gelsin paralar gitsin paralar şeklinde gözümüzün içine baka baka zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyorlar da. Böylece bu aç gözlülük moda rüzgârı şeklinde batıdan doğuya doğru bir sektör halde yayılabilmiştir. Her ne kadar doğu toplumları batı yakasından esen moda akımı karşısında ilkin direnç gösterseler de, bir süre sonra bir bakmışsın o moda akımının esiri olunabiliyor.
Uyumsuzluk tepki doğurmakta
Modanın toplum tarafından kabul görmesi için, toplumun doku yapısıyla uyuşması gerekir. Zira temel iç dinamiklerle uyumsuzluk tepki doğurabiliyor. Nasıl tepki doğurmasın ki, bir an camii imamına papaz kıyafeti, hakanlarımızın başına fötr şapkası, gömleğine de kravat takıldığını tasavvur edelim, olacak iş mi hiç kuşkusuz böyle bir durumda ne kadar akıl tutulması uyumsuz bir manzarayla karşılaşacağımız muhakkak. Bikere uyumluluk her alanda olmazsa olmaz şart unsur olarak görüldüğü gibi giyim ve kuşamda da durum aynıdır. Hele işin içinde manevi değerler söz konusu olunca mukaddesatımıza herhangi halel getirecek en ufak bir fiili teşebbüs uyumsuzluğu anında toplumun tepkisini karşısında bulur. Nitekim bu hususlarda köyler muhafazakâr tutum takınırken, şehirlerde de tıpkı 28 Şubat sürecinde başörtülü kızlarımızın sivil inisiyatif direnişlerinde olduğu gibi direnç bir tutum sergilenir. Şehirler malum, köylere nispetle sosyal değişmenin en hızlı yaşandığı yerler olmaları hasebiyle kökleriyle bağını koparmama noktasında büyük bir hassasiyet içerisinde direnç göstermeleri son derece gayet tabii bir durumdur. Ama direncinde belli bir noktaya kadar mukavemet sınırı var, bu sınır aşıldığında artık direnme takat kalmayınca kültürel yozlaşma galebe çalabiliyor. Zira sanayileşmiş bilgi toplumları, tarım toplumları gibi statik ve durağan yapıda değillerdir, bilakis daha dinamik daha değişken yapıdadırlar. İşte bu nedenledir ki kırsal alanlar örf ve adetlerin en çok korunduğu veya yaşandığı alanlar olarak tanımlanırken, şehirler ise sosyal ve ekonomik değişikliklerin yaşandığı merkezler olarak tanımlanır. Dolayısıyla bu tanımlardan hareketle şehirlerde kültürel yozlaşmaların önüne geçebilmek için her şeyden önce kültür kodlarımızı gün yüzüne çıkaracak kültür faaliyetlerine hız kazandırmamız lazım gelir. İcabında bu da yetmez iç dinamiklerimizi diri tutmak içinde "sosyal meteoroloji" merkezleri iri ve diri tutmamız gerekir. Aksi takdirde ne kültürel yozlaşmanın önüne geçilebilir ne de sosyal patlamaların önüne sed çekilebilir. O halde neydik edip bir yandan ekonomik sosyal iyileştirmeleri artırırken diğer yandan da kültürel faaliyetlere de hız vermek gerekir ki özümüze dönüşümüz kolay olsun. Zira özümüz sözümüzün garantisi kutsi değerimizdir.
Sosyal Değişim
Gerçektende moda deyip geçmemek gerekir, besbelli ki sosyal değişme alanında en hızlı değişimin yaşandığı sektör moda dünyasıdır. Hele bilhassa büyük şehirlerde moda rüzgârının dalga dalga büyümesi tekstil sektörüne can simidi olacağı muhakkak. Tabii tekstil sektörü kapsamında onca giyim mağazaları arasında tesettür giyimin de kendine yer bulması doğrusu sevindirici bir gelişmedir. Nasıl sevindirici bulmayalım ki, tesettürün tekstil dünyasına girmesiyle birlikte kendi model arayışımız yolunda yeniden özümüze dönmenin bir işareti olarak görmekteyiz. Her ne kadar başörtülü hanımların tesettür giyim mağazalarına ilgi duymaları bazı çevreleri tedirgin etse de artık korkunun ecele faydası yoktur, zira başörtü zulmüyle özdeşleşen 28 Şubat postmodern darbe zihniyeti, başörtü mağdurlarının ahu figanlarıyla çoktan tarihin çöplüğüne gömüldüler bile. Tıpkı bu milli mücadele yıllarında Sütçü İmamla simgeleşen ninelerimizin örtüsüne uzanan elleri tarihin çöplüğüne gömdüğümüz gibi tecelli etmiştir.
Evet, gün gelir 28 Şubat postmodern darbenin o ikna odalarında evlatlarımızın başörtüsüne uzanan o eller ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ misali tarihin çöplüğüne gömülerekten karşılık bulur. Hele şükür geldiğimiz noktada artık başörtülü hanımların üniversitelerde ve her alanda bilgisayarlarının başında pek çok başarılara imza attıklarına şahit oluyoruz da. Üstelik Japon’un kimonosu nasıl ki kendi ülkesinde nasıl moda olarak karşılık buluyorsa, onca badireler atlattıktan sonra artık başörtüsü de Türk’ün kendi öz modası olarak karşılık bulmuş durumda.
Zaten asıl moda da kendimiz olmaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/moda-makale,4759.html
dedekorkut1
12 Mart, 2021 - 09:29
Kalıcı bağlantı
TESETTÜR
TESETTÜR
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim'de tesettür hususunda şöyle beyan buyuruyor;
“Mümin kadınlara söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesna. Başörtülerini yakalarının üstünü (kapayacak surette) korusunlar” (Nur suresi, ayet 31), “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir libas birde giyip süsleneceğiz bir libas indirdik. Takva libası ise o daha hayırlıdır.”(El-arad suresi ayet 26)
İşte bu iki ilahi emirden anlaşın o ki; bir kadın tesettüre (ehrama) bürünmekle dışa karşı cinsi arzu ve emellerin aracı olmaktan kendini koruma altına aldığı gibi aynı zamanda kendisini daha da saygı değer konuma yükseltmişte olur. Nasıl ki değerli eşyalar ulu orta sergilenmeyip en güzide yerlerde muhafaza edilir ya, aynen öylede mümin olan kadınlarda Peygamber kavlince “Cennet anaların ayağı altındadır” övgüsüne mazhar olması hasebiyle yuvayı kuran dişi kuşlar misali kendilerini örtüleriyle korunaklı kılmakla yüceleceklerdir. Bu yüzden onlar kurulan yuvaların Allah’ın emanet bekçileri de. Biz mümin erkeklere ise Allah’ın lütfu olan o emanet bekçilerini koruyup kollamak düşer.
Evet, mümine hatunlar öyle kıymet değer emanetlerdir ki, Yüce Allah (c.c) tarafından bizatihi kem gözlerden ve haram bakışlardan korunmaları içinde örtünmeleri emredilmiştir. İyi ki de örtünmeleri emredilmiş, tesettür hali sayesinde bir kadın Anadolu kültüründe sıkça söylenen ‘elemtere fiş, kem gözlere şiş’ misali kendi üzerine odaklanan tüm şehvani arzuları bertaraf ettiği gibi giyindiği tesettür kıyafeti dışa karşı koruyucu kalkan olabiliyor da. Hele bir kadın tesettürlü hale bürünmeye görsün bir daha tövbe billâh eski salkım saçak günlere bir daha asla dönüş yapmak istemez. Zira artık tesettüre bürünmekle kem gözlerden arınıp kendini özgür ve hür hisseder bir hale gelmiştir. Kendini özgür hissetmesi iyi hoşta ancak bu arada arkadaşlık yaptığı bazı çevreler onu bu halde gördüklerinde sanki bir suç işlemiş gibisine ‘senin bu halinde nedir’ deyip bir anda örtünme iştiyakını ve hevesini kırabiliyorlar. Güya akıllarınca çağdaşlık kılıfı altında örtünmeye karşı tavır almış oluyorlar.
İşte böylesi üstenci bakışa sahip bir takım çevrelerin dünyalarında kadın denildiğinde maalesef ki yukarıda zikredilen ayet meallerinin tam aksine söylemlerle “gözlerini haramdan sakınmasınlar, ırzlarını korumasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine örtmesinler” yönünde önerilerdir. Onlar nefislerinin telkinlerine kapılıp üstenci tavırlarıyla kendilerinde olmayan insanları küçümsemekte ısrarlarını sürdürerekten habire öneriler ürete dursunlar, önemli bizim bu noktada nasıl tavır takınacağımız çok mühimdir. Fazlada düşünmeye ve tu kaka olmaya gerek yoktur, takınacağımız tavır gayet çok basit, bikere her şeyden önce onların önerilerine kulak tıkayıp bizim için asl olan ilahi buyruk neyse onun gereğini yapmak olmalıdır. Aksi halde onların değirmenine su taşıyıp tu kaka oluruz habire.
Malumunuz Yüce Allah’ın kullar üzerinde emirleri ‘helal ve haram’ ekseninde tecelli etmekte hep. Bir kul emri ilahi gereği helalinden bir hayat sürdürdüyse ne ala, yok eğer haramlarla içli dışlı bir hayat geçirdiyse vay haline. Ki, Yüce Allah (c.c) bir şeyi yasak kılmışsa mutlaka o yasak kılınan hususta yarattığı kulların hayrına nice bilinmeyen hikmetler gizlidir. Öyle ya, görünüşte baktığımızda üzüm bitkisinden elde edilen ‘hamr’ mayalanmış normal içecek deriz. Oysa görünüşüne bakarak normal içecek sandığımız o mayi aklı örten manasına gelen Müberra dinimizce haram kılınan şaraptan başkası değildir. Ancak bu arada denilebilir ki, buradaki haramlık sadece üzüm suyunun mayalanmasıyla alakalıdır, diğer içecekleri bağlamaz. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil, derinlemesine analiz ettiğimizde ehlisünnet ulemamızın ictihadlarından ve kıyas-ı fukahanın kıyaslarından hareketle madem ‘hamr’ akıl örtülmesi manasına gelen bir kavram o halde tüm içeceklerde bu kavram kapsamına tabii demektir. Yani bu noktada ‘aklı gidericilik’ anlamı kıyas bakımdan ölçü olacaktır. Böylece bu ve buna benzer kıyaslamalar sayesinde dünyanın neresinde her ne cinsten bilumum sarhoş edici şarap ya da benzeri içki türü varsa haram olduğunu idrak etmiş oluruz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz yücelerden gelen ferman bu şekilde kullarına ferman buyrulmuştur. Madem öyle, ferman Padişahındır deyip gereğini yapmak gerekir. Şimdi belki diyebilirsiniz ki, iyi hoşta şarabın tesettürle ne alakası var diye. Elbette birbirinden farklı hususlar gibi görünse de, ama aralarında örnekleme yönünde benzerlik vardır. Şöyle ki; şarap örneğinde aklı örtmek vardır, tesettür örneğinde ise vücudu örtmek vardır. Birincisinde aklı giderici menfi örtüş söz konusu ikincisinde ise müsbet yönde insana yücelik katacak örtüş vardır. Ancak müsbet örtünme derken unutmayalım ki, vücut azalarının ister belli bir bölümü örtünür olsun, ister yarı çıplak örtünürlük olsun hiç fark etmez her iki durumda da el ve yüzün dışında vücut azalarının tamamı örtünür olmadığı müddetçe bu tür giyinme tarzları asla tesettür değildir. Zira her türden şehvani arzuları kamçılamaya kapı aralayacak giyinme modelleri İslam’ın tesettür emriyle bağdaşmayacağı çok açıktır. İslam’da sadece kabul gören giyinme tarzı ziynetlerin uluorta görünmemesi manasına gelen örtünme emrinin hakkını yerine getirme yönünde tam tesettüre bürünme tarzıdır. Emre uyar ya da uymayız ama yücelerden gelen hüküm bu olunca ruz-i mahşerde hakkımızda verilecek kararın neticesine de katlanmayı göze almak durumundayız. Elbette ki, Yüce Allah’ın emrettiklerinin hikmetinden sual olunmaz, ama ortada şu bir gerçekte var ki, örtünme ayetleri iş olsun babından nüzul olmamış, bilakis kulun kendine çekidüzen vermesine yönelik ihtiyaca binaen nüzul olmuştur. Nitekim İslamiyet’in ilk doğuşu yıllarında bir kısım Arap erkeklerin rastgele çadırlara daldıkları, hatta evlere destursuz girenler olduğu ve böylece Arap kadınlarını başlarındaki başörtülerini arkaya doğru sarkık ya da göğüslerine takılan ziynetleri ortaya saçılır bir halde şaşkın bakışlar arasında hazırlıksız bir şekilde dona kaldıkları bilinen bir vakadır. Tabii bu hoş durum sayılmazdı. İşte bu noktada bir hükme ihtiyaç hâsıl olur ki, kadınların başörtü veya ziynetlerinin açılmaması hususunda ayet nüzul olmasıyla birlikte kadınların bu meselesi hükme bağlanmış olur. Ne var ki o gün hükme bağlanan bu mesele günümüz dünyasına geldiğimizde bu noktada sanki ortada örtünmeyle alakalı doğrudan ayet yokmuşçasına meseleye ilahi emir ve ilahi hüküm yönünden değil artık basit simgesel türban tartışmaları boyutuyla bakılmakta. Oysa ister adına başörtüsü denilsin ister türban, sonuçta her ikiside herhangi bir masayı örttüğünde onun adı masa örtüsü olabiliyor. Aynen öyle de ilahi ferman gereği bir kadın da başını örttüğünde adı başörtü (eşarp) olarak anlam kazanması gayet tabiidir. Dolayısıyla kelime oyunlarına takılıp türban yaftasıyla tesettürü karalamaya kalkışmak akla ziyan bir tutum olur.
Evet, tesettür kadına hem maddi hem manevi estetiklik kazandıran bir ziynettir. Nasıl ki, pencerelere takılan perdeler hem evin içine hem dışına bir renk, bir görünüm, bir estetiklik katıyorsa, tesettür de kadının iç ve dış dünyasına hayâ, iffet, namus gibi kutsi ziynet değer katmaktadır. Ancak şunu da unutmayalım ki, tesettür kadının kutsi itibar kazanmasında amaç değil vasıtadır. Vasıta olduğu şundan belli kadın bu aracı vesile sayesinde toplum içinde mahremiyet noktasında bir anda itibarını daha da bir katmerli şekilde artırabiliyor. O halde örtünme ya da tesettür deyip es geçmeyelim, bez parçası da olsa, vasıtada olsa nihayetinde Allah’ın emrini yerine getirme gayesine yönelik bir vasıtadır, bu yetmez mi? Kaldı ki bir kadın için temel gaye Allah'ın hoşnut olacağı edep ve hayâ libasına bürünmek olmalıdır. Hani derler ya “Hayâsı olmayanın imanı olmaz” diye, aynen öylede kadın açısından hayâ imandan bir cüz olması hasebiyle perde ve örtü manasına ar damarı bir keyfiyet ifade eder. Hele bir kadının ar damarı çatlamaya bir görsün, o kadının toplum içinde yeniden itibarını kazanmak için kendini toparlaması çok güç olacaktır. Bu demektir ki bir kadın tesettüre bürünmekle iç dünyasına kodlanmış olan hayâ melekiyetini muhafaza altına alaraktan kendine koruyucu zırh geçirmiş olur.
Peki, tesettürden maksat sadece temel gaye ar damarı hayâyı korumak mı? Elbette hayâyı korumanın yanı sıra Yüce Allah’ın (c.c) örtünme emrini yerine getirerekten saliha hatun olabilmekte çok mühim esastır. Madem öyle, emri ilahinin gereğini yapmak kadının yücelik kazanmasına yeter artar da. Dahası bir kadının “Hayâ imandandır” gerçeğinden hareketle mahremiyetine gölge düşürecek en ufak arsızlığı elinin tersiyle dışladığında Allah’ın hoşnutluğunu kazanması an meselesi de. Düşünsenize Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak nimetinden daha büyük ne nimet olabilir ki. Hele bir kadın tesettür haline birde takva libasını kattığını düşünün, hiç kuşkusuz takva libası giyinmiş o kadın Rabia’tül Adeviyye’nin manevi âlemde talebesi olur da.
Günümüzde takva hak getire, şeklen de olsa bir kadın tesettüre bürünse artık buna da şükür diyecek noktadayız. Zira hiç yoktan şeklen de olsa bir kadının toplum içerisinde itibarını ve iffetini koruyabilecek vasıtaları kullanması kendisini korunaklı kılacaktır. Nasıl ki bir asker ya da polis için üniforması ne kıymet ifade ediyorsa bir kadın için de tesettür teşbihte hata olmasın apayrı üniforma olarak bir anlam ifade eder. Keza günümüz modern dünyada kadına bakış açısı da hak getire, bu nasıl modernlikse kadına bakış bir cinsel meta ya da şehvet aracı gözüyle bakmaktan hiçbir şekilde hicab duyulmuyor. Tabii genel ağırlıklı bakış açısı bu olunca kadınlar ister istemez kültürel travmaya uğramaktan bir türlü kendilerini kurtaramıyorlar. Zaten kadına yönelik her türlü cinsel içerikli reklâmların göklere çıkarıldığı bir ortamdan başka ne bekleyebilirdik ki. Düşünsenize öyle şirazeden çıkmış bir haldeyiz ki; kadını metalaştıran her türlü aldatıcı cilalı makyaj maskaralığına özenmek tavan yapmış durumda. Oysa kendimiz olmak varken kadın ruhunu esir almaya yönelik şirazesi bozuk modellere özenmek niye? Hele vücudunu teşhir etmekten çekinmeyen öyle şirazesinden çıkmış kadınlar var ki; toplumun genel ahlakını tehdit eder boyuttadır. Kelimenin tam anlamıyla bu tür kadınlar karşı cinsle olan ilişkilerinde ruhen münasebet kurmak yerine bedeni ilişkilere girmeyi yeğliyorlar. Şöyle bir kendimizi kalabalık yığınlar arasına attığımızda bu tür kadınların topuklu ayakkabılarıyla attığı her adımlarından çıkan tak tuk seslerinin adeta erkekleri kendilerine cezbetmeye ve avlamaya yönelik takatukalar olduğu, böylece bu takatukalarla birlikte günaha akan cadde ve kaldırımların şehvetli bakışlardan geçilmeyecek derecede kirlendiğine şahit oluruz. Tabii böyle manzaralara sıkça rastlanır olmasında hiç kuşkusuz kadını reklam aracı gören zihniyetin etrafa saçtığı bilinçsizce ürettikleri reklam kampanyaların etki payı çok büyüktür. Derken tüm bu ve buna benzer şehveti kamçılayan vahim manzaralar bizi biz yapan değerlerden uzaklaştırdığı gibi geçmişimizi unutur vaziyete sokmakta da. İşte bu nedenledir ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri talebelerine “Unutkanlığın sebeplerinden en kötüsü kadına şehvetle bakmaktır. Gusül aldığın, abdest mahalline idrar etmek unutkanlığa sebep olur, oysa her şeyin hükmü ve asliyeti vardır” şeklinde uyarılarda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza hem geçmişimizi hem de kendimizi ne de çok çabuk unutur hale geldik. Hele etrafımızda bir sürü düşünce yoksunu ilimden bihaber insanlar çoğaldıkça artık belden aşağı konuşmalar gırla gidiyor artık. Oysa Allah kullarına aklını nefsanî arzular için çalıştırsın diye vermemiş, bilakis aklı, aklıselim kılmak için lütfetmiştir. Nitekim insan aklını aklıselim hale getirdiğinde gazab kuvveti şecaat’e, şehvet kuvveti ise iffete dönüşür de. Şimdi gel de toplumun düştüğü şu hallere eseflenme, baksanıza günümüz toplumunda ne şecaat, ne iffet, ne de ar damar kalmış, nefsi ve şehvani arzular akla perde kılınmış bir halde toplumu içten içe kemiren bir illet veba gibidir. Öyle ki akıl karaya vurmuş durumda. Düşünsenize bir zamanlar neydik, şimdi ne olduk. Aklıselim bireylerin hâkim olduğu bir toplumdan hafızasını yitiren ve düşünemeyen bir topluluk haline geldik. İşte İslam’ın bu denli tesettüre önem vermesinde ana temel gaye nefsi arzuları değil aklıselimi galip kılmaktır. Şu iyi bilinsin ki aklıselimi galip kılan şehvani ve nefsi kuvvet melekelerini iffete dönüştürür de. Tabii ilahi hükümlerin yüzeysel çerçevesini bile analiz etme basiretinden yoksun olanlar böylesi ulvi gayelerin ne demek olduğunu anlamakta zorluk çekecekleri malum. Nasıl zorluk çekmesinler ki, onların tek bildikleri şey reklam şirketlerince ellerine tutuşturulmuş hazır suni reçeteler ve zihinlerine enjekte edilerekten kafalarına geçirilen mankurt şablonlardır. Değil midir ki toplumu mankurtlaşmaya yönelik göz boyayıcı tanıtımlar hemen herkesi bir anda moda defilecilerin ağına düşebiliyor. Hele ki, bu uğurda konu manken olmak için uzun kuyruklar oluşturularak sırada bekleyen kızlarımızın heder edilişini gördükçe içimiz parçalanıyor. Nasıl yüreklerimiz dağlanmasın ki, bu hazin tabloyu övünç tablosu olarak sunmaktan geri durmuyorlar da. Yetmedi sözde aydın geçinen bir takım prof, doçent, doktor etiketli medyatik hocaların destekleyici açıklamalarıyla da bu tip tanıtımlar sürekli canlı tutulmaya çalışılır da. Oysa kadın kadını yapan vücudunu teşhir eden defileler değil kadını kadın yapan kadınlık ruhudur.
Madem bir takım mankurt kafalar kadını kadın yapan ruhunu çalmak için onca çaba sarf ediyor, o halde bizler ne güne duruyoruz, bizler de kadının ruhunu diri tutacak ehlisünnet âlimlerinin sesine kulak kabartıp tesettür kapısını açık tutmak için uğraş verebiliriz pekâlâ. Bakınız İmam-ı Gazali Hz.leri: “Göz daima helal haram demez bakmak ister” derken bir gerçeğe dikkatimizi çekmiştir. O halde Yüce Allah kullarına bahşettiği o iki küçücük et parçası penceremizi kontrol altında tutup harama bakmaktan el çektirmek icab eder. Buna mecburuz da. Zira kontrol edilmeyen gözler kadın üzerine odaklandığında bir anda insanın şehvet damarını kamçılayıp göz zinasına kapı aralayabiliyor, icabında bunla da kalmayıp fiili zinaya yol açabiliyor. Derken bir bakmışsın Allah muhafaza nihayetinde bir insan canını kıyacak derecede vahim sonuçlara sebep teşkil edebiliyor. Nasıl ki hayra giden yollar aşama aşama gerçekleşiyorsa, şerre giden yollarda aşama aşama ilerlemekte. Dolayısıyla bu gerçekler ışığında ‘güzele bakmakta ne var’ deyip işi sulandırmayalım, mesele sanıldığı kadar basit değil. Unutmayalım ki, hafife alınan her ne varsa bir bakmışsın can evimize düşen bir kıvılcım olmakla kalmayıp etrafımıza da sıçrayan alev topu haline dönüşebiliyor. İşte bu nedenledir ki İslam’da bir şeyin çoğu haramsa azıda haramdır hükmünden hareketle hiç bir şey hafife alınmaz. Öyle ki, Müberra dinimizde hemen her şey daha işin başında hafife alınmadan sıkı tutup toplumun temel dinamiklerini sarsacak her türlü fuhşiyatı şiddetle men etmiştir. Böylece ortaya konan bir takım yasak kurallar ve cezai müeyyidelerde ortaya toplum hayatının nizamını bozacak unsurların önüne geçilmiştir. Örnek mi? Mesela Müberra dinimiz, zina işlediği sabit olan evlilere ölüm cezası ve bekârlara yüz değnek vurulması şeklinde bir cezanın tatbik edilmesini fıkhı kurallara bağlaması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Hiç kuşkusuz burada hükme bağlanan ceza-i müeyyidelerden maksat asla can almak değildir, bilakis toplumda caydırıcılığı sağlamak temel amaçtır. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Namuskâr, zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş insanlar halinde yaşamasını emreder” (El-Maide suresi ayet 5) diye beyan buyurması bu hükmün doğruluğunu teyit eden bir durumdur. Ama gel gör ki, insanlık vahyin soluğundan uzak bir hayat yaşadığı içindir ne kendi iç dünyasıyla barışık, ne ailesiyle barışık, ne çevresiyle barışık, ne de insanlarla barışık kalabiliyor. İlahi hükümlere duyarsız kalınınca olacağı buydu, böylesi bir hayattan başka ne bekleyebilirdik ki. İşte İlahi olana duyarsızlık tamda bu noktada tam çıplak, yarı çıplak, yarı giyinik çıplak dolaşmak arzusunda olan kadınların, örtü altında hayâsızdık yapmak isteyen kadınların, Amerikan tarzı viski yudumlamak isteyenlerin, Fransızlar gibi güle eğlene çılgınca dans etmek isteyen gençlerin, İngiliz tarzı ‘hello’ diyerekten birbirleriyle selamlaşmak isteyenlerin işine yaramıştır. Zira bu tip hayat tarzına kendilerini kaptıranların dünyasında cennet bu dünyadır. Bu yüzden bu dünyada yaşadıkları müddetçe haramlarla ne kadar çok haşir neşir olurlarsa kendilerine o kadar kâr olarak görmekteler. Ne diyelim onlar yaptıklarını kâr olarak sana dursunlar oysa bu düpedüz sosyal çözülme hadisesidir. Böylesi bir hayattan keyif alıp kendine yabancılaşmayı çağdaşlık olarak addetmeyi hangi akla hizmet doğrusu anlamakta güçlük çekmekteyiz. Sadece çağdaşlık olarak addetseler belki bu denli gam yemeyiz, insan tabiatına aykırı gayri meşru ilişkileri cinsel özgürlük şeklinde takdim etmekteler, toplumun temel direği aile ocağını ortadan kaldıracak evsiz barksız bir hayat modelinin önermeleri de işin cabası. Gidişat pekte iyi görünmüyor, dahası insanların ruh sağlıkları pek yerinde değil, bu gidişat tüm toplumları da saran kanayan yaraya dönüşmüştür. Öyle ki, insanlık Nuh’un kurtuluş gemisine benzer bir kurtuluş gemisi ortaya çıksa da kendimizi kurtarsak hale gelmiştir.
Bakınız Resulüllah (s.a.v) ümmetinin başına gelecek olan fitneleri çok önceden nasıl dile getirmiş:
-“Ümmetimin sonunda eğerlere binen erkekler olacaktır (yani kendileri kadın fakat erkeklere benzerler). Hanımları giydikleri halde çıplaktırlar (pazıları ve göğüsleri açık bacaklarda açıktır). Başlarındaki saçları devenin hörgücü gibidir. Onları lanetleyin. Çünkü muhakkak onlar lanetlenmişlerdir. Sizden sonra bir millet olsaydı onlara hizmetçi olacaklardı. Nitekim önceki milletlerin hanımları size (el-an) hizmetçi oldukları gibi ve erkeğe benzetene Allah lanet etmiştir.”
-“Kadın kısmı avrettir. Evinden çıktığı zaman şeytan onu yoldan çıkarmak yahut onunla başkayı yoldan çıkarmak için gözleri ona çevirttirir (kalpler ona yönelir). Cenabı Hakka en çok yakın olduğu zaman kendisinin evinde oturduğu vakittir.”
İşte görüyorsunuz, öyle fitne bir zamanda yaşıyoruz ki gerçekten de kadının evinde oturması Allah katında daha da evla bir hal almıştır. Günümüzde kadınlar evden daha çok dışarda geçirmekte. Bu nedenle Yüce Allah (c.c) bu hususta Habibine;
-“Habibim mümin erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için temiz harekettir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarından muhakkak haberdardır” (En-Nur suresi ayet 30) diye beyan buyurmakla erkeklerin harama nazar etmemeleri gerektiğini, kadınlarınsa örtünmeye riayet etmelerini emreylemiştir. Hiç kuşkusuz emrin gereğinin yerine getiren erkekler için hanesine cephe sathında cihad yapan mücahidin kazanacağı sevaba denk gelebilecek sevap yazılırken, kadınlar içinde kocasına bağlılığından ve tesettüre bürünmelerinden dolayı Saliha hatun sevabı vardır. Dikkat edin tesetüre kocasına bağlılığı da zikrettik, çünkü aile ocağının devamlı tütmesi Yüce Allah (c.c) erkeği kadına eşitler arasında birinci kılmıştır, bu yüzden bir kadın kocasına itaat ederse küçülmez, bilakis bir o kadar da yücelir de.
Her neyse tesettürle ilgili ilahi hükümlere döndüğümüzde bakın Rabbü’l âlemin Kur’an’da bu hususlarda ne buyuruyor:
-“Kadınlar ziynet yerlerini kocaları, kendi babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, elleri altında bulundurdukları cariyeler, kadına arzusu kalmamış, ele bakar hale gelmiş erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkına varmayan erkek çocuklardan başkasına açmasınlar.”( Nur 24/31)
Hakeza Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ise şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“İki sınıf cehennem ehli olan insanlar vardır. Ben bunları henüz görmedim. Birincisi bir kavimdir ki, yanlarında sığır kuyrukları gibi kırbaçlar vardır. İkincisi de, bir grup kadınlardır. Bunlar sözde giyinmişlerdir, ama gerçekte çıplaktırlar. Bunlar erkeklere meylederler ve erkekleri de kendilerine meylettirirler. Bunlar saçlarını da başlarının tepesinde toplayıp, deve hörgücü gibi yapmışlardır. İşte bunlar cennete giremeyeceklerdir. Oysa cennetin kokusu çok uzaklardan hissedildiği halde bunlar, cennetin kokusunu dahi alamayacaklardır.” (Tac,3, 179)
İşte yukarıda zikredilen söz konusu ayetler ve hadislerden hareketle Hz. Ali (k.v) bir gün hutbede halifelik sorumluluğuyla;
- “Ey insanlar yapayalnız hanımlarınız sokaklarda dolaşmasınlar. Sizler onların dolaşmalarından utanmıyor musunuz? Yoksa gayretiniz yok mudur? Sizler hanımlarınızı yapayalnız sokaklara salıveriyorsunuz. Sonra onlar erkeklere, erkeklerde onlara bakıp duruyorlar, birbirine fitne oluyorlar’ uyarısında bulunmayı ihmal etmez de.
Velhasıl-ı kelam en son özetle şunu diyebiliriz ki harama nazar etmek (bakmak) şehveti kamçılamakta, şehvet ise fiili zinaya giden kapıyı aralamakta, kapı aralanınca o işlenen zinanın akabinde daha vahim olan nihayetinde süreç cinayet hadisesiyle neticelenebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla Said Nursi Hz.lerinin ifadesiyle ‘Kadın bir üzüm yedirir bin elem takar’ denilen hadiseler zinciri ardı ardına patlak verir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/tesettur-makale,4778.html