TEKNOLOJİ VE İSLAM

TEKNOLOJİ VE İSLAM
ALPEREN GÜRBÜZER
Tekniğin kelime olarak kaynağı Latince’ye dayanır. Teknik kavramı da diğer kavramlar gibi, farklı manalara gelen tarifleri vardır. Asıl bilmemiz gereken husus tekniğin Allah’ın (c.c.) Sani sıfatına karşılık geldiğidir. Sani, yaratan ve sanat eseri olarak meydana getiren demektir...
Batılı aydınlar her türlü kavrama yüklediği manayı tekniğe de yüklemişler. Spengler, Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir.” tarzında dile getirirken, Toynbee, “Tabiat insana ramiden hile” şeklinde izah etmiş Hakeza Hindistan’ın Gandhi’si ise, Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir demiştir. Demek ki, teknik deyince sadece modern hayatın kullandığı araçlar akla gelmemeli, ihtiyaç halinde kullanılan her şeyde teknoloji kapsamına giriyor. Kur’an-Muciz’ül Beyan dikkatle incelendiğinde bir takım kavimler zikredilir ve bu kavimlerin malik olduğu tekniklerden de bahsedilir. Allah’ın bahşettiği nimetlere nankörlük yapan kavimlerin bin bir türlü belalara duçar oldukları ve helake uğradıklarını Kur’andan öğreniyoruz. Ad ve Semud kavmin başına gelenler bu durumu teyit ediyor zaten.
Hz. Nuh(A.S.) in gemi yapması hem kurtuluşun simgesi hem de teknolojinin... Yine Hz. Süleyman’ın (A.S.) Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmesi olayının izahatları geçmiş kavimlerin teknoloji ile içi içe olduğunu gösterir. Teknoloji yeni değil, her devir için geçerlidir. Sadece biçim değiştirmiş, şimdi ise modern teknolojiden bahsediliyor.
Fatih’in İstanbul’u fethetmek için kullandığı topların bizatihi kendisinin balistik muayenesini yaptığını düşünürsek, teknolojiye açık bir millet olduğumuzu anlarız. Tabii bu örnekler yükseliş dönemimize ait... Öyle devirlerimiz de var ki, minareyi bidat sayarak teknolojiyi adeta horlamışız ve ardından da düşüş kaçınılmaz olmuş. Kınalı zade Ali Efendi Resulüllah’ın (S.A.V.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisi şerifini ticarete fesat gireceği endişesiyle Müslümanların ticaretten uzak kalmasını telkin etmiş ve bu sayede ekonominin azınlığın eline geçmesine vesile olmuştur. Kazasker Kınalı zade Ali Efendi Kanuni devrinde kısa sürede olsa Şeyhülislamlık yapan zattır.
Dün uzağında kaldığımız ticarete, bugün hızla koşun diyebiliyoruz. Geç de olsa ekonominin gücünü fark edebildik. Özal’ın Türkiye’ye getirdiği en büyük reform, ufkumuzu ekonomiye ve teknolojiye çevirme hadisesidir. Artık, Orta Asya’da okul açma, İstanbul’da finans kurma gibi teşebbüsleri görüyor, ihracatımız rekorlar kırıyor ve bütün bu atılımları sevindirici gelişmeler olarak telakki ediyoruz. Ankara’ya mahkûm kalmakla teknolojik hamle yapılamayacağını yeni yeni anlamaya başladık.
Müslümanlığı ibadet planında ele alıp, teknolojiye gözlerimizi kapamak artık çok gerilerde kaldı. Minareyi yapan ruh ile fabrika bacasını yapan ruh birleştiğinde gerçek manada teknolojik hamleye kavuşacağımız muhakkak. Okulla camiyi birleştiren anlayışlar çoğaldıkça bu konuda ümit varız. Neden geri kaldık? Sorusu her zaman zihinlerde yankılanır. Kimimiz Osmanlı’nın Viyana’dan geri çekilişine bağlar, kimi tüm kabahati Medrese’ye yükler, kimi de değerlerimizden taviz vermemizi neden gösterir. Bütün bu cevaplardan çıkacak sonuç; belki de doğruya bulmamıza yardımcı olacaktır. Viyana’dan çekilmeyi kahramansızlık addedip, Plevne’deki mücadeleyi kahramanlaştıran halet-i ruhiyemiz var. Oysa Viyana ‘da ki ile Plevne’de ki kahraman aynı ruha sahip, sonuç itibariyle yenilen yine biziz. Demek mesele o kadar basit değil. Hakeza Balkanlarda mağdur olan da biziz. Demek ki; tarihi süreci incelerken, vakaya sadece kahramanlık olarak bakarsak objektif tarih anlayışını elde demeyiz. Düşüşler ve yükselişlerin perde arkasındaki ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri boyutların da farkına varmalıyız. Tarih herkesin istediği türden gelişme kaydetmiyor çünkü.
aponya örneğinden almamız gereken birçok dersler olsa gerektir. Bakın, Japonya başındaki imparatoru dışlamadı ve saygıyla tazimde bulundu. Milli kültürlerine dört elle sarıldılar ve elli bir şekilden oluşan hiyeroglif alfabesini atmadılar. Bunlardan da öte, muhafazakâr ve modern ikilemi oluşturmadılar. İdeolojik modernleşme tartışmalarından uzak kalarak, teknolojilerini geliştirmek çabası içerisine girdiler. Madem Avrupa teknolojide hamle yapıyor, ben de yapmalıyım dediler, sonunda Uzak coğrafyanın bu insanları süper devletlerle boy ölçüşebilmenin mutluluğuna eriştiler. Üstelik Avrupa’yla siyasi problem yaşamadan bütün hızıyla teknolojik üretimi gerçekleştiriyorlar. Bizdeki manzara ise pek iç açıcı değil, ideolojik alışkanlıkların ortaya koyduğu şartlar, birçok düşünen beynin kavgalara kurban verildiğini müşahede ediyoruz. Artık ideolojik kavgalara son verip, uzlaşma noktaları yakalayarak ortak iş yapmanın yollarını aramalıyız. Herkesten öğrenilecek iyi bir şeyin olduğunu kabullenip, teknolojiye yönelebiliriz. Militarizm duygusu insanları teknolojiye hor bakmaya götürüyor.
Batının teknolojik ilerlemeleri karşısında paniğe düşenler, onun teknolojik metotlarını kullanma yerine, sadece kullandığı kavramları moda olarak aldı. İçi boş kavramlar rehber diye takdim edildi. Hâlbuki teknolojik hamleyi ortaya koyan kavramlar değil, onlara yüklenen mana ve fiiller önemlidir. Eşyaya da mana ve fiiller önemlidir. Eşyaya halife olarak tayin edilen insan, bir takım kavramlara kurban verilmekte ve modern bunalımlar karşısında çaresizliğe itilmektedir.
Batı, ortaçağda ilimi engizisyona boğdurmuş ve rönesansla birlikte bilim şuuruna erişebilmiş, ama bilime yüklediği mana beş duyunun algı alanıdır. Objektif kriterler bilimin konusu olurken, nedense sübjektif değerler göz ardı ediliyor. Teknolojik hamleler gerçekleşirken ruhun gıdası olan manevi ilimlere duyarsızlık batı insanını mekanikleştirmektedir. Batı bilimi tarif ederken “beş duyunun dairesine giren maddi ilişkilerin, parçadan bütüne, bütünden parçaya, analiz ve deneysel gibi metotlarla sistematik olarak incelenmesi” tarzında ele alır. Bu tarifin eksik yanı, insan-tabiat ilişkileri göz önüne alınırken, insan-insan münasebetleri dışlanmakta, böylece hareket noktası tabiat ve madde ilan ediliyor, insan ise unutuluyor. Oysa bizim kültürümüzde insan hareket noktasıdır. İnsana küçük alem diyen alimlerimiz olduğu gibi, büyük alem diyen alimler de var. Faziletten, şefkatten, adaletten mahrum teknoloji anlayışlarını doğru bulmuyoruz. Teknolojinin fizik yönünü görüp de, metafizik boyutunu görememek batının açmazı ve handikabıdır. Atomların ve elektronların hareketlerini seyrederken, Mevlana’nın raksını tasavvur etmemek mümkün mü? Bilimin ortaya koyduğu objektif boyutların tevhidi yönünü görmemek mümkün mü? Eğer bilimin metafizik boyutunu idrak edemezsek teknolojinin ve makinenin kölesi oluruz, biz makineye değil de makine bize yön verir. Psikolojik bunalıma düşmemek için sübjektif kriterlere de kulak vermeliyiz. İnsan tabiat ilişkilerine göz atarken, Allah ile olan uyumuna da bakmalı..
İla’yı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem’in gerçekleşmesi İslam’ın öngördüğü ilmi geliştirmeye bağlı. Bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi ve aşkla donanması lazım. Yani bilginin tabir caizse İslami kaynaklarla beslenmesi ve aşkla donanmasıyla tabiatın tevhidi okuyuşunu da fark edeceğiz.
Eşyanın maddi dilini anlamaya çalışan ilim adamlarımız, böylece gerçek bilim adamı kimliğine kavuşacaklardır. Tabiatın temel esprisi ilahi ilme, hikmete ve ilahi iradeye dayanmaktadır çünkü. Böyle bir bakış açısı insanı hem teknolojiye hem de imana tevhide kavuşturur. Ne tevhidden yoksun teknoloji, ne de ilimden yoksun iman anlayışı... Her ikisinin bir araya geldiği nokta olan; ilahi kudret, ilahi irade, ilahi hikmet ve ilahi adalet kabulümüzdür. Çünkü, kainatta gerek makro âlem, gerek mikro âlem, gerekse fizik ötesi alem Allahın (c.c.) idaresi, kudreti ve ilmi dışında başıboş değiller. Her kıpırdanış, ilahi kudretin iradesiyle cereyan ediyor. Bilime bakış tarzımız İslami perspektife dayanmalı, modern teknolojik keşiflerin metafizik yorumunu yaparak batının düştüğü kısır döngüden kurtularak farkımızı ortaya koyabiliriz. Batı teknolojik nimetlerden faydalandığı gibi, bir o kadar da zararını görmektedir. Maneviyattan yoksunluk teknolojiye esir kılmaktadır batı insanını. Bunun sebebi, kelimenin tam anlamıyla, batının bilimi sekülerleştirirek, Hıristiyanlığın bir bilgi olmadığını işleyip, sadece günah çıkarma dini telakki etmesidir.
İnsanlık akıl ile kalbi birleştirerek, önce Allah’ı bilecek ve ardından da tabiat ilişkilerini metafizik anlamını idrak etmeli. İman bunalımına düşmemek için bunu yapmaya mecburuz. Bir elde teknoloji, bir elde Kur’an yarınlarımızın teminatı olacaktır. Vesselam.

TEKNOLOJİ VE İSLÂM
SELİM GÜRBÜZER
Teknoloji kavramı Latince bir kavramdır. Adı üzerinde kavram, sonuçta kökeni ne olursa olsun kavramlara farklı manalar yüklenebiliyor. Tabii bizi daha çok ilgilendiren husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sânî sıfatına karşılık gelmesidir. Zira Allah’ın Sânî sıfatının lügat manası yaratan, ortaya sanat ve şaheser koyan demektir. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ilk yaratılıştan bugüne gelmiş geçmiş tüm insan toplulukları Allah’ın Sâni sıfatının bir tecellisi olarak yaşadığı şartlara uygun teknoloji becerisi ortaya sergileyebilmişlerdir. Her ne kadar modernlik tanımı şu yaşadığımız çağa özgüymüşçesine yapılsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, insan dünde moderndi bugün de. Sadece tek fark var, o da dünden bugüne gelen teknik donanım birikime ilave tekno donanım eklenmiş olmasıdır. Sonuçta teknolojiyi oluşturan her bir keşif unsur tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı halka unsurlardır. Dolayısıyla her bir halkayı birbirinden ayırıp şu ilkeldir şu moderndir demek doğru olmaz. İşte görüyorsunuz dün at arabası süren insan bugün otomobil sürmekte, yani dün at arabası modern bir araçtı bugünse değişik türden otomobiller moderndir. Gerçek manada modernlik dünü bugüne bugünü yarına bağlayıp geleceğe taşımaktır. Kelimenin tam anlamıyla kökü mazide âtì olabilmektir. Zaten insanoğlu yaratılışında Allah’ın Sânî sıfatının tecellinin yüzü suyu hürmetine dünyaya adım attığı günden beri her adımına yeni keşifler yeni inkişaflar katarak bugünlere gelebilmiştir. O halde daha neyin davasını güdüyoruz ki. Hem kaldı ki insan yaratılışındaki fıtratına uygun olarak ömür boyu atacağı her adım kendisine bir önceki attığı adımın aynısı gibi gelir de. Çünkü teknik manada kökümüz Allah’ın Sâni sıfatının tecellisiyle kodlandığı için her bir keşif bize aynısı gelmesi gayet tabii bir durumdur. Tıpkı bu ilk çekildiğimiz fotoğrafımıza baktığımızda sanki yeni fotoğrafımız algılayışımızda olduğu gibi bir durumdur bu. Bir başka ifadeyle bugünkü halimiz tıpkı Âdem’in yaratılışında ilkinki gibi hem orijinal halimiz hem de ilk yaratılışımızda ki modern halimizi ifade eden fotoğraf karelerimizdir. Nitekim insanoğlu teknoloji de yakaladığı bugünkü seviyesini yaratılış kodlarındaki orijinal teknik donanımına borçludur. İşte bu gerçeklerden hareketle:
-Oswald Spengler; “Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir” der.
-Arnold Joseph Toynbee; “Tabiat insana ramiden hile” der.
-Gandhi ise; “Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir’ der.
İşte her üç söylemden çıkaracağımız anlam şudur ki; teknik deyince sadece günümüzde kullanılan modern araçlar akla gelmemeli, geçmişte kullanılan alet adavet her ne araç varsa onlarda kendi çağının modern teknolojik araç ve gereçleriydi. Dolayısıyla bugüne kadar keşfedilmiş her ne varsa hepsini bir bütün olarak teknolojik keşif olarak addetmeli. Ne de olsa kök aynı, bu yüzden birini diğerinden ayırarak biri modern diğeri modern dışıdır diyemeyiz. Kaldı ki Kur’an-ı Muciz’ül Beyan geçmişte bazı kavimlerin sahip oldukları teknik donanımlarından bahsettiği gibi Allah’ın bahşettiği bu teknik donanımlara, yani maddi ve manevi nimetlere nankörlük ettiklerinde de o nimetlerin ellerinden alınıp helak olduklarını da beyan buyurur. Nitekim Ad ve Semud kavmin başına gelenler bunun en tipik misallerini teşkil eder. O halde bize düşen Kur’an’da mucizevî bir şekilde anlatılan her bir Peygamber kıssasından ders çıkarıp Allah’ın kullarına lütfu tüm maddi ve manevi nimetleri kendimizden bilmeyip Allah’tan bilip teknik donanımımıza donamım katmak olmalıdır. Zira Yüce Allah yarattığı tüm nimetleri kulunun üzerinde görmeyi diler.
Anlaşılan o ki, dünden bugüne keşfedilen her şeyin bir maddi boyutu var bir de manevi. Nitekim Hz. Nuh’un gemisi hem manevi boyutuyla inananlar için bir kurtuluş gemisi hem de maddi boyutuyla gemi teknolojimizdir. Keza Hz. Süleyman (a.s.)'ın Belkıs’ın tâ Yemen’deki tahtını adeta ışık hızına meydan okurcasına göz açıp kapayıncaya dek Kudüs’e getirtmesi yine inananlar için hem mucizevî hem de teknolojik bir hadisedir. Hakeza Hz. Musa (a.s)’ın asasını taşa vurmasıyla birlikte 12 ayrı pınardan su fışkırması da sondaj teknolojinin kaynağı bir mucizevî hadisedir. İşte görüyorsunuz her bir Peygamber mucizesi bize gösteriyor ki, geçmişteki kavimlerde teknolojiyle hemhaldılar. Kelimenin tam anlamıyla teknoloji bugüne has değil her devir için geçerli olgudur. İlla bir farktan söz edeceksek teknolojinin sadece biçim değiştirmiş olmasından ancak söz edebiliriz.
Peki, her şey iyi hoşta teknolojiyi sadece Peygamber kıssalarında mı görebiliyoruz? Ecdadımızın tarihinde de görebiliyoruz elbet. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul’un fethi öncesinden hazırladığı topların bizatihi balistik muayenelerini kendisinin yapmış olması teknolojiyle hemhal olduğumuzun göstergesidir. Amma velâkin gün gelmiş bir bakıyorsun bilim ve teknoloji zihniyetinden uzak minareyi bidat sayan bir dönemimizde olmuş. Yetmemiş Resulullah (s.a.v)’ın “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifini ticarete fesat karışacağı endişesiyle ticaretten uzak kalmayı kendimize reva görmüşüz. Düşünsenize Kanuni devrinde kısa bir süre Şeyhülislamlık yapmış Kınalızade Ali Efendi gibi bir zat bu şekilde beyanda bulunursa elbette ki o yükseliş çağımızdan düşüş çağımıza geçmemize şaşmamak gerekir. Ki, minareyi bidat sayan zihniyet ileri ki çağlarımızda fabrika bacalarının yükselişine de aynı gözle bakacaktır. Keza ticaretten uzak durmayı öğütleyen zihniyet tarihin ileri ki evrelerinde ekonominin dümenini bir avuç azınlığın eline teslim etmekten imtina etmez de. Neyse ki geçmişten bir nebze olsun ders alınmış olsa gerek ki artık eskisi kadar minareye bidat sayan bir zihniyet, ticareti hor görüp boşlayan bir zümrede pek kalmadı gibi.. Geçte olsa geldiğimiz noktada sanayi, ekonomi ve bilginin gücünü idrak eder hale geldik diyebiliriz. Nasıl idrak eder hale gelmeyelim ki, Özal’ın 12 Eylül sonrası başlattığı kapalı ekonomiden dışa açık serbest piyasa ekonomisine geçiş hamlesiyle birlikte topyekûn milletimizin gözünün ve ufkunun açılmasına yetmiştir. Gerçekten Özal’ın başlattığı reformlar Türkiye’ye ufuk açmıştır. Eski kalıplaşmış anlayışların yerini köklerinden ilham alan ve geleceğe de kanat çırpan yeni anlayış hâkim olmuştur. Artık İstanbul’da finans kurma girişimleri meyve verip uluslar arası boyuta taşındığı gibi Orta Asya’da, Afrika da, Avrupa'da ve dünyanın hemen her tarafında ihracat alanında rekorlar kırabiliyoruz da. İşte bu ve buna benzer tüm hamleleri sevindirici gelişme olarak telakki ediyoruz. Her şeyden daha mühim hadise Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken statükocu zihniyetten kurtulup değişime yelken açıyor olmamızdır. Derken en nihayetinde Ankara’da makamında çivili kalaraktan oturmakla dış dünyadan bihaber anlayışla teknolojik hamleler gerçekleştirilemeyeceğini idrak etmiş olduk, bu bile bizim için kârdır elbet.
Şu bir gerçek, İslam’ı sadece ibadet boyutta telakki ederekten teknolojiye gözleri kapama devirleri artık çok gerilerde kaldı. Minareyi inşa eden ruhla fabrika bacasını tüttüren ruh aynı gönül dünyamızda birleşmiş durumda. Hakeza atın üzerinde cepheden cepheye kılıç sallayan Gazi alperen akıncı güçlerimizle, kendi milli İHA VE SİHA’larımızla sınırlarımızın ötesinde Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkan harekâtı ve Kıran operasyonlarıyla emperyal güçler ve onun güdümündeki maşalara dünyayı dar eden Mehmetçik güçlerimizde aynı gönül dünyamızın ruh ikizi güçlerimizdir. Anlaşılan o ki, okul ve camiyi inşa eden her iki ruh bir arada olduğu müddetçe, hiç kuşkunuz olmasın aydınlık yarınlar bizim olacaktır. İyi ki de Batıda buharlı makinenin keşfiyle birlikte endüstriyel devrimle yüzleşmişiz, aksi halde el sanatları ya da el tezgâhlarımızla nereye kadar varabilirdik ki. Görülen o ki, teknolojiden boşa çekinmişiz, sanıldığın aksine makine sanayi işsizlik doğurmamış, bilakis istihdama çare olmuş da. Makine sanayinin akabinde teknokrat kadroların çoğalmasını beraberinde getirmiştir. Böylece bilgi çağında bilgiyi yönetebilecek ruhta idarecileri iş başına getirmeyi tercih eder olduk. Öyle ya, bizim ne işimiz var Yemen’de, ne işimiz var Suriye’de, ne işimiz var Irak’ta, ne işimiz var Libya’da diyen statükocu zihniyete sahip idarecilerle nasıl bir arpa boyu yol alabiliriz ki.
Malumunuz bir zamanlar biz neden geri kaldık sorusu gündemimizden hiç düşmeyen sürekli zihnimizi meşgul eden baş gündem sorularımızdan bir soruydu. Öyle ki böylesi bir soru karşısında kimimiz Osmanlı’nın Viyana’dan geri çekilişine bağlardı, kimimiz tüm kabahati Medrese’ye yüklerdi, kimimiz de değerlerimizi yitirmişliğimize bağlayarak geri kalmışlığımızı dile getirirdik hep. Oysa geri kalışımız tek bir sebebe bağlamak objektif kriterlerden uzak bir değerlendirmeydi. Tek bir sebeple objektif değerlendirme olmadığı şundan besbelliydi ki Viyana’dan çekilmeyi kahramansızlık addedip Plevne mücadeleyi kahramanlaştırmak gibi altında sığ bir mantık yatmaktaydı. Bakınız gerek Viyana olsun, gerekse Plevne olsun hiç fark etmez, her iki savaşta da gazi ve şehit olmuş nice neferlerimiz aynı kahramanlık ruh mizacına sahiptiler, sonuçta her iki gazada da yenilgi vardır, her ikisinde yenilsek bile cenk edenler aynı kahramanlık ruh seciyesine sahip neferlerimizdi. Tabii Balkan savaşlarındaki kayıplarımızda ki kahramanlık halet-i ruhiye halimizde buna dâhildir. Madem kahramanlık halet-i ruh seciyemizde bir değişiklik yok, o halde şimdi tamda bu noktada sormak lazım bu savaşlardaki değişen ne vardı ki, birini yüceltirken diğerini hafife alma lüksünü kendimizde görebildik. Oysa yukarıda örneğini verdiğimiz her iki tarihi hadiseyi de kahramanlık ya da kahramansızlık ekseninde öyle basit bir şekilde açıklanacak kadar kolay hadiseler değildir elbet. Bikere her iki savaşında kendi içinde sosyolojik, kültürel, ekonomik ve askeri bağlamda çok yönlü izaha muhtaç yönleri söz konusudur. Dolayısıyla tarihte yaşanan hadiseleri ve gazaları analiz ederken, meseleye sadece sırf kahramanlık boyutundan bakmak yetmez, objektif tarihi analiz bakış açısı da ortaya koymak gerekir. Hele bilhassa tarihi ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri vs. tüm boyutlarıyla bütüncül olarak değerlendirmeksizin tek bir sebeple tek bir boyutuyla izah etmeye kalkışmak akla ziyan bir durum olur. Şayet tarihi hadiselere çok yönlü bütüncül bakamazsak Viyana kapılarından dönüşümüze üzülsek ne üzülmesek ne, ya da tam aksine Plevne savunmasının kahramanlığıyla övünsek ne, övünmesek ne. Tüm bu ağlayışlar, hayıflanmalar ve övünüşler hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Kaldı ki tarihte yaşanan hadiseler herkesin arzusuna göre gelişim kaydetmez. Hadi diyelim tarihe bakışımız da analitik tarihi bilinci yakalayamadık bari hiç olmazsa coğrafi bakımdan bizim gibi bir doğu ülkesi olan Japonya’nın tarihine sadakatinden ders alabilseydik bu bile bakış açımızı değiştirmeye yeterdi elbet. Bakınız Japonlar tarihinin hiçbir döneminde ne imparatorlarına tazim ve kusurda bulunmuşlar ne de milli kültürlerinden taviz vermişlerdir. Nasıl mı? İşte görüyorsunuz gelinen noktada Japonlar kendi tarihi 51 şekilden ibaret hiyeroglif alfabesiyle tüm resmi yazışmalarını bir bakıyorsun bu günün dünyasında da sürdürmekteler hala. Peki ya biz? Malum bizde fıtratımıza ters düşen beynin sol lobunun ürettiği soldan sağa yazmayı esas alan Latin alfabesine tav olmuşuz. Düşünsenize Japonya alfabesine dokunmayaraktan kendi kendine muhafazakâr ve modern iki keskin kutuplaşmaya meydan vermezken biz ise teknolojiden uzak satıh üstü şekli yenilikleri çağdaşlık olarak algılamışız hep. İşte böylesi Uzak doğuda geleneklerine sımsıkıya bağlı Japonlar süper devletlerle boy ölçüşecek seviyeye tırmanırken biz ise tarihi geleneklerimizden ve tarihi kodlarımızdan taviz vermeyi göze alaraktan Avrupa Birliğine girmek için yıllardır Brüksel koridorlarında bekleme salonunda habire çağdaşlaşma kuyruğunda bekleye durmuşuz. Biz çağdaşlaşma kuyruğunda bekleye dururken Japonlarsa kuyruk da beklemeksizin Avrupa’yla boy ölçüşürcesine usul usul sessiz bir şekilde kalkınma reformunu ve hamlesini gerçekleştirmiştir. Eski Türkiye’nin satıh üstü çağdaşlıktan dem vuran zihniyetinde bırakın reform yapmayı nice deha çapında düşünen beyinleri ideolojik kavgalara kurban vermişiz de. Her neyse geçmişte şu veya bu şekilde pek çok kayıplar yaşamız, olan olmuş bikere. Artık o kayıplarımızı telafi edip hep birlikte şimdi cennet vatan güzelim ülkemizi sözde değil özde çağlar üstü çağın en üst seviyelerine sıçratma vaktidir. Yeniden diriliş muştumuz için çağlar üstü hamle yapmaya mecburuz da. Nitekim Nizam-ı âlem ülkümüz Türkiye’yi yeniden şaha kaldırıp ekonomide, kültürde, sanatta, teknolojide dünya ölçeğinde birinci sınıf ülke olmak için kolları sıvamayı gerektirir. Üstelik artık ortada Batının bize vereceği bir şey de kalmadı diyebiliriz. Nede olsa artık ortada gündem belirleyen Türkiye var, o halde bunun bir ileriki aşamasında dünyaya nizam vermek vardır, neden olmasın ki? Atalarımız başarmış, bizde başarabiliriz pekâlâ.
Evet, satıh üstü batıcılıkla hiçbir yere varılamaz. Batının teknolojisin almak gerekirdi, onu da büyük ölçüde alacağımız kadar aldık zaten. Şimdi artık kendi mili teknolojimizi kurup ihya etmek vaktidir. Ama her nedense içimizde bir takım aklı evveller Batının modası, müziği, yaşam biçimi söz konusu olduğunda dört köşe olurlarken, Batının teknolojisini artık eskisi kadar ithal etmeyip üretmeye kalkıştığımızda pek o kadar dört köşe olamıyorlar. Bu durumu birinci, ikinci ve üçüncü boğaz köprüsüne karşı çıkışlarından hatta ve hatta büyük projelerin önüne geçme çabalarından net bir şekilde görebiliyoruz da. Maalesef içi boş cilalı söylemler, bol geyikli programlar, dokuzuncu senfoni orkestralar ve onuncu yıl marşı çalmak gibi sembolik gösteriler çağdaşlığın ölçüsü olarak sanılmakta. Hâlbuki çağdaşlığın ölçüsü cilalı söylemlerde bulunmak veya marş çalmak değil, asıl çağdaşlığın kriteri söylenen sözün veya çalınan marşın içeriğini doldurabilmek maharetini sergileyebilmektir. O maharetin adı cennet vatan Türkiye’mizin dört bir yanını hızlı tren ağlarıyla örmek, Ferhat gibi dağları delip Ovit gibi Zigana gibi daha nice tüneller açmak, Fatih gibi karadan gemileri yürütüp denizin altından Marmara’yı döşemenin adı maharettir bu. Anlaşılan o ki, lafla peynir gemisi yürümemekte, teknolojide icraat göstermekle varlığımızı ortaya koymak çok mühimdir.
Çok övündükleri Batı dedikleri dünyanın orta çağına bir bakın bilimi giyotine kurban verdiklerini görürsünüz. Neyse ki Rönesans’la birlikte pozitif dedikleri bilime yönelip teknolojisiyle bu ayıplarını kapayabilmişlerdir. Ancak bu kez makinenin kölesi ruhi bir problemle karşı karşıya kalacaklardır. Oysa biz biliyoruz ki pozitif bilim ancak beş duyunun algı sınırları alanında ancak manevra yapabiliyor, pozitif bilimin ne insan ruhunu doyuracak gücü vardır ne de susuzluğunu giderecek bir manevrası var. Maalesef Rönesans’tan sonra objektif kriterler bilimin konusu olurken sübjektif değerler göz ardı edilmiştir. İşte bunun neticesi olarak ruhu besleyecek manevi ilimlere duyarsızlık batı insanını mekanikleştirmiştir. Dahası mekaniği keşfeden batı vücut tekniklerini keşfedememiştir. Hem nasıl keşfedebilsin ki, Batı bilimi tarif ederken beş duyunun kapsam alanına giren doneleri sadece kriter olarak esas almışlardır. Kelimenin tam anlamıyla metodolojisini parçadan bütüne, bütünden parçaya, ya da analitik ve deneysel gibi metotlar üzerine kurmuşlardır. Elbette ki mekanik alanda analitik ve deneysel metodlara bizimde bir itirazımız olamaz. Ancak insan ruhu ihmal edilip mekanikleştikten sonra bunların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Öyle ki ruhi boşluk insanın insanla olan insani boyutunu güme götürdüğü gibi madde olmazsa olmaz terk edemeyecekleri tutku kaynağı olmuştur. Derken insan faktörü eşya ile aynı kategoride yer almıştır. Artık bundan böyle insan materyalizmin lokomotif parçası konumunda bir pozisyona mahkûm edilir. Yani insan ürettiği ya da tükettiği kadar değer kazanır.
İnsan hiç kuşkusuz sadece İslamiyet’te eşrefi mahlûkattır. Evet, bizim Batıdan ayrıştığımız nokta insan merkezli bakış açısı ortaya koyabilmemizdir. Yani bu demektir ki merkez madde değil insandır. Nitekim insana küçük âlem diyen âlimlerimiz olduğu gibi, büyük âlem diyen âlimlerimiz de var. Bu yüzden faziletten, şefkatten, adaletten mahrum teknoloji anlayışlara bizim dünyamızda asla yer yoktur. Teknolojinin fiziki yönünü görüp, fizik ötesi boyutunu görememek Batının en büyük açmazıdır zaten. Şimdi gel de Doğunun nefesini arama, ya da atom etrafında elektronların hareketlerini seyrederken gel de Mevlana’nın raksını tasavvur etme. İşte asıl marifet bilimin objektif yüzünü görebildiğimiz kadar sübjektif yönünü de görebilmektir. Şüphesiz Batı dünyası gibi bizlerde bilimin fizik ötesi boyutunu görmezden gelip sadece maddi boyutuyla alakadar olsaydık teknoloji ve makinenin çarklarında bizlerde köle olacaktır. Allah korusun böylesi bir durumda ister istemez biz makineye değil makine bize hükmedecekti. Hiç kuşkusuz makineyi üreten insan olmasına insan ama nasıl oluyorsa insan ürettiğinin esiri olabiliyor. Tabii insan aklı mekanikleşince olacağı buydu. Belli ki bir tarafta beyin fırtınası bir uğraş var, diğer tarafta da robotların ve makinenin ürettiği üretim faaliyeti var, ama ne yazık ki her ikisinin de ortak noktası kendilerini tanımlamaktan aciz olmalarıdır. O halde şimdi ruhunu kaybeden Batı insanına sormak gerekir bugüne kadar bir makinenin kendi kendini keşfettiğini gördünüz mü? Elbette, makine denen aygıt bir insan kalbi ve bir insan zihni gibi değil ki kendi içtihadıyla yeni bir şey üretsin ya da ürettiğine ruh katabilsin. Adı üzerinde makine, hangi yazılım yüklenmişse yüklendiği kadarıyla işlev sergiler, bu yüzden makinenin bilgisayar yazılım programı dışında kendiliğinden bir katkı sunmasını beklemek hayal olur.
Artık insanoğlunun şunu iyi anlaması icab eder; değişmeyen tek şey Allah ve Resulünün hakikatleridir. Kaldı ki eşyanın hakikatine vakıf olmak için sübjektif olana da gönlümüzü açık tutmak gerekir. Aksi halde teknolojiye ruh katıp mana deryasına dalamayız. İnsanlığımızı kaybetmemek için teknolojiye mana katmaya mecburuz da. Hakeza bilginin İslami ruhla beslenmesi gerekir ki tabiatın tevhidi yönünü okuyabilelim. Ah bilim adamları eşyanın maddi dilini anlamaya çalıştıkları kadar bir de manevi dilini anlamaya çalışsalar gerçek anlamda hakiki bilim neymiş işte o zaman fark edeceklerdir. Ah kâinatın Allah’ın Habib’i Muhammed aşkına yaratılmış olduğunu bir idrak ediverseler işte o an uğraş verdikleri maddenin soyut romantizmini de göreceklerdir. Ki, yaratılışın özünde sevgi hamuru vardır. Dolayısıyla etrafımızda ki olan bitenlere sırf bir obje sırf bir nesnel gözle bakamayız, sübjektif yönüyle bakmakta çok önem arz etmektedir. Böyle bir bakış açısı bizi hem teknolojik donanıma eriştirir hem de manevi donanımızla buluşturur. İşte bu ilahi vuslat arzusundan dolayı, ne tevhitten yoksun teknoloji, ne de ilimden yoksun iman anlayışı asla bizim kabulümüz olamaz. Her iki unsurunda aynı potada buluştuğu bir elde Kur’an bir elde bilgi teknolojisi bizim kabulümüzdür. Nitekim kâinatta gerek makro âlem olsun, gerek mikro âlem olsun, gerekse fizik ötesi âlem olsun hepsi Allah’ın (c.c) 'Ol' emri doğrultusunda hareket etmektedir. Bu yüzden kâinatta hiçbir surette tesadüfe yer yoktur, her yaratılan başıboş yaratılmamış, hepsi bir yaratılış gayesi doğrultusunda vazifesini icra etmektedir. Zaten bize düşende bu yaratılış gayesini anlamlandırmak olmalıdır. Zira her kıpırdanış ilahi kudretin iradesiyle cereyan etmektedir.
İyi ki de İslami bakışı ilke edinmişiz, aksi halde batının düştüğü ruhsuz kısır döngüye pekâlâ bizde düşebilirdik. Dahası modern teknolojik keşiflere fizik ötesi boyut kazandıran bir bakıştır bu. Evet, bizde biliyoruz batı dünyası teknolojik nimetlerden alabildiğine faydalanmakta, ama ruh olmayınca ne işe yarar ki. Gelinen noktada maddede donuklaşma veya mekanikleşmenin ceremesini çekmekteler. Maneviyattan yoksunluk onları maddeye mahkûm etmiştir. Zaten bilimi sekülere edip Hıristiyanlığı günah çıkarma dini olarak telakki ettikleri müddetçe bu düştükleri çukurdan çıkamazlar da.
Velhasıl-ı kelam; insanlık aklını ve kalbini birleştirdiğinde görülecektir ki bir elde bilgi teknoloji diğer elde Kur’an aydınlık yarınlarımızın teminatı olacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/teknoloji-ve-islm-makale,4479.html