TASAVVUFTA ZİKİR

TASAVVUFTA ZİKİR
ALPEREN GÜRBÜZER

Allah adını anmak huzura erdiren bir zikirdir. Nasıl erdirmesin ki, bakın Kura’nı Kerimde Allah (c.c); "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer" beyanıyla bunu doğruluyor zaten. Gerçekten de Allah’ı anma yolunda sırasıyla kalp, letaif ve Nefy-i isbat zikri mertebelerinden geçenler iyi bilirler ki; zikir insanı sultan ettiği gibi, aynı zamanda bu âlemde ruhunun susuzluğunu giderir de.
Demek ki; kalbi arındırmak, zikirle mümkün olabiliyor. Aksi takdirde zikirsizlik, nefse ve şeytana hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor. Peygamberimiz (s.a.v.) bundan dolayı; "Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur" buyurmakta. Elbette ki İnsan beşer, düşer, kalkar, sadece düşüp kalkmayan Allah (c.c.)'tır. Biz aciz kullar her an günahla yüz yüze gelip kalbimizi kirletebiliyoruz. Bu durum da yapabileceğimiz tek şey, istikamet yolunda kalbin ihtiyacını zikir gıdasıyla besleyip arınmak olmalıdır. Madem Allah Settar isminin gereği gizli ve açık günahları merhametiyle örtüyor, o halde örtülen günahları eritmekte biz kullara düşer. Anlaşılan kul, ancak Allah'ı çokça zikrederek kalbini temizleyebiliyor. Hatta Allah adıyla kalbini huzura erdiren bir salik, dünyaya bakışı da değişir. Derken artık çevrenin kirlenmişliği onu kolay kolay etkilemeyecek hale gelir. Yeter ki; salik istikamet üzere ilerleyip, Allah adını anmaya devam etsin. Nitekim Allah adıyla gönüller mesrur olmanın yanı sıra, gözler sevgiyle ışıldayıp diller hikmetle pınarlaşır. Kelimenin tam anlamıyla Allah adı, insanı sultan eder. Derken Yavuz Sultan Selim’in dile getirdiği;
“Padişah-ı âlem olmak
Bir kuru dava imiş
Bir mürşide bende olmak
Cümleden âlâ imiş…” mısraları daha da bir anlam kazanır.
Resûlullah (s.a.v.), "Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah'ı çokça ananlardır" beyan buyurarak Allah adını ananları müjdelemiştir. Kâinatta hemen hemen her varlık, kendi hal lisanıyla Allah’ı zikretmektedir. O halde insan bu zikir senfonisinden niye mahrum kalsın ki? Evliyaullah'ın da belirttiği gibi, Allah’ı zikirde en çok sırasıyla: birinci derece cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derece nebatat (bitki âlemi), üçüncü derece hayvanat, dördüncü derecede ise insan gelir. Zira cansızlıktan canlılığa, yani basit yapıdan mükemmel yapıya doğru gidildikçe Allah’ı anma noktasında yaratılan her mahlûkun cinsine göre düşüş eğilimleri görülür. Şöyle ki; her gelişim veya her büyüme meyli meşguliyet demek olup, bu durum Allah’ı zikretmekten alıkoyabileceği anlamına gelir. Hiç kuşkusuz insanoğlunun meşguliyeti diğer yaratılan varlıklara göre çok daha ileri safhada olduğundan ister istemez dördüncü derecede zikreden bir konumda yer alır. Şayet insanoğlu, kendisini istikametten alıkoyan nefis, şeytan ve çevre faktörü gibi negatif unsurları bertaraf edip, zikir yolunda gayret gösterirse bir anda bütün mahlûkatın üstünde bir mevkie sıçrayabiliyor İşte bu konumda olan insan için "Ahsen-i takvim" ya da eşrefi mahlûkat (yaratılmışların en üstünü) sıfatı layık görülür. Keza, insanoğlu nefsin hevesine kapılmış, şeytanın hilesine yem olmuş, ya da kötü insanların oyuncağı haline gelmişse hayvandan da aşağı "Esfel-i safilin mertebesine düşmesi kaçınılmazdır. Demek ki; İnsanın eşref-i mahlûkat olabilmesi ancak Allah'ı çokça anmasına bağlı.
Hadisi Kutsi de, "Dikkat ediniz, cesette bir kalp vardır. Kalbin içinde de bir Fuat vardır. Fuat da dahi sır vardır. Sırda da hafi vardır. Hafide dahi ahfa vardır" buyrularak, insan göğsünde yer alan âlem-i emirle ilişkili letaiflere dikkat çekilmektedir. İşte ulema Kuir’an ve hadis ışığından hareketle insanın göğsünde kodlanmış kalp, ruh, sır, ahfa, hafi ve alnında yer alan nefsi natıka ile birlikte toplamda 6 (altı) adet nurani letaiflerin varlığından ve nasıl çalışabileceklerinden bahsetmişlerdir. Bu noktada Evliya-i Kiram da sadece bahsetmekle kalmamış talebelerine letaif zikri verip çekmelerini sağlamıştır. Anlaşılan o ki; letaifleri nefsin baskısından kurtarıp Allah'a yönlendirmek ve asıllarına kavuşturmak insanın gayretiyle mümkün. Yani kul, pekâlâ Allah'ı sıkça zikrederek âlem-i emir ile irtibatlı letaifleri çalıştırabilir. Şayet bir insanın kalbine hiç zikir girmemişse, anlayın ki o vücut viranedir. O halde ruhumuzu, nefsimize galip kılmak gerekir. Ama nasıl? Şöyle ki; bu iş için:
- Gönül Sultanından faydalanmak,
- Salih amel etmek (helali işlemek-haramdan kaçınmak),
- Allah’ı anmak şarttır. Aksi takdirde ruhumuzu, vücut şehrimize hâkim kılamayız. Nasıl ki, hastalandığımızda hemen doktora koşuyor, onun telkinleri doğrultusunda şifa bulmaya çalışıyorsak, aynen öyle de körelmiş letaiflerimize derman bulmak adına, o konuyla ilgili kalp uzmanı Salih insanlardan (evliyaullah) istifade etmemiz gerekiyor. Nitekim evliyaullah, letaiflerin özelliklerine vakıf zatlardır. Hatta bu mevzuuyla alakalı Muhammed Şemseddin (k.s.)'in "Miftahul Kulüp" adlı eserinde özetle; "Zikreden kalbin akik renginde ve sol memenin altında, zikreden ruhun açık sarı ve sağ memenin altında, zikreden sırrın beyaz renkte ve sol memenin üstünde, zikreden hafinin zümrüt yeşili ve sağ memenin üstünde, zikreden ahfa’nın ya çok beyaz, ya çok siyah ve iki meme ortasında olduğu.." bahisle tüm letaifi külle'lerin (letaiflerin tamamı) varlığına işaret etmiştir. Bu gerçeklerden hareketle şayet bir salik Hak yolunda mesafe kat edip letaiflerin tamamını bitirirse bu seferde ona Nefy-i isbat adıyla meşhur ''Kelime-i tevhid'' zikri verilir. Ancak Nefy-i isbata geçmek için letaiflerin bütünüyle çalıştığını gösteren emarelerin zuhur etmesi gerekiyor. Nitekim Küllü letaiflerden sonra ruhun tezkiyesi gerçekleşip, bu aşamada Hakk yolda ilerleyen salikin alnına sadakat mührü vurulur. Şu da bir gerçek; bu aşamaya erişmiş bir salik, nasıl olsa seyr-i süluku bitirdim, o halde mürşide gerek yok deyip, bu kadarı bana yeter, hadi bana eyvallah bir tavırla kapıyı terk etmemeli, tam aksine eskisinden daha çok mürşidi kâmilin kapısına yüz sürüp, sürekli ondan istifade etmek zorundadır. Ta ki mürşit aradan çekilene kadar bu durum devam etmelidir. Malum olduğu üzere Evliya'nın ruhu tüm vücuduna galip olduğundan kalbi cin ve şeytandan etkilenmez, ama sofinin öyle değil, her an şeytanın aldatmasına yenik düşüp yem olma riski vardır.
Görüldüğü gibi, kulu kurtuluşa erdiren iki ana akide söz konusudur, bunlar:
- Güzel itikat,
- Kalbi zikir çekmektir.
Peki, hangi zikir derseniz, bu hususta Kutsi Hadiste; "Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefesleri sayısı kadardır" buyruluyor. Madem öyle meşrebine uygun olan zikri tercih edebilirsiniz. Zaten zikir yolu, genelde iki kanaldan günümüze kadar gelmiştir. Bunlar sırasıyla:
- Lisan-ı yol’dan gelen cehri zikir.
- Kalbi yol’dan gelen hafi zikir diye tasnif edilir.
Cehri zikir, sesli eda edilip Hz. Ali’nin (k.v.) bizatihi nefsinde uyguladığı zikirdir. Hafi zikir, sessiz yapılan zikir olup Hz. Ebubekir Sıddık’ın (r.anh.) takip ettiği metottur. Malum Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefesleri sayısı kadardır ölçüsünce, her iki yolda haktır. Dolayısıyla her iki yolun yolcuları da Allah'a ulaşmak için zikrediyorlar. Yani farklılık sadece izlenilen metottadır. Şöyle ki;
Bediûzzaman Said-i Nursi Hz.leri; "Nakşibendîler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmaya muvaffak olurlar. Kadiriler ise zikri cehri ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir" diyerek konuya açıklık getirmiştir. Zikirden maksat çokluk değil, saflıktır zaten. Önemli olan; “İlâhi ente maksudu ve rıdake matlubi” (Ya Rabbi maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmaktır) ölçüsüdür. Bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.); "Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar" buyurmuştur. Hakeza Allah’ta (c.c.); "Gerçek müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer" (Enfal–2) beyan buyurarak zikreden gönülleri övmüştür.
Madem öyle insan hayatını daha da bir renklendirmek istiyorsa şu hadisi şerifi ölçü almalıdır: "Zikredici bir dil, şükredici bir kalp, imanınızda size yardımcı olacak bir kadın bulundurun."
Peygamberimiz (s.a.v.), sahabeler arasında, zikri hafiyi Sıddık-ı Ekber'e has kılmıştır. Nitekim bir gün Hz. Ebubekir'i komşular Resûlüllah’a şikâyet ederler:
—Ya Resûlüllah! Ebubekir et pişirip, kokusu ta dışarıyı sardığı halde kimseye ikram etmez.
Tabii Peygamberimiz (s.a.v) duruma vakıf olur ve şu cevabı verir:
—O sizin sandığınız et kokusu, pişirilen et kokusu değil. O koku; zikreden kalbin (aşktan) yanan (buhar) kokusudur.
Gerçekten de Hz. Ebubekir (r.anh), öyle can-u gönülden kalbi zikredermiş ki, adeta ciğeri yanıp, etrafı bile sarabiliyormuş. İşte Hz. Ebubekir'i "Sıddık-ı Ekber" yapan, bu durumdur. Bazıları belki, “Efendim, nasıl oluyor da bir insan kalbi yanabiliyor, ya da madem yanıyorsa kül olması icap etmez mi?” diye kendi kendine taaccüp edebilir. Oysa gerçekte yaksa yaksa ateş yakar, nur yakmaz. O halde hangi ateş yakmaz derseniz, elbette ki herkesin bildiği bir ateş var ki her ne varsa yakıp kül ediyor. Fakat bilmediğimiz bir ateş daha var ki, (o ateş sayılmaz) o da "nur" olup, onda yakıp kül etmek yoktur, ışık vardır. Zaten adı üzerinde, nur aydınlık demektir. İşte ateşle, nurun farkı budur.
Allah ile kul arasında yetmiş bin hicap perdesi vardır. Bu perdelerin aşılması da zikirle mümkün olabiliyor. Ancak buradaki yetmiş bin perde tabiri Allah'ın isim ve sıfatlarının tecelli daireleri anlamındadır, başka anlam çıkarılmamalıdır. Yani tezahür dereceleri manasınadır. Demek ki istenilirse perdeler aşılabiliyormuş. Yeter ki Allah için zikredilsin. Nitekim bu meyanda Rabbül Âlemin, "Rabbini tazarru ile gizli olarak dua ediniz (Arafat 55) ve "Rabbini tazarru ile (titreyerek) ve korkarak zikret (Araf 205)" beyan buyuruyor. Resûlüllah (s.a.v.)'de, "Zikrin hayırlısı hafi olanı, rızkın hayırlısı da kâfi olanıdır" ve "Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime Lâ ilâhe illallah’tır. Bilesiniz ki yedi kat gök ve yedi kat yer terazinin bir kefesine, kelime-i tevhit de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir" buyurdular. Yine Peygamberimiz (s.a.v.); "Yeryüzünde Allah, Allah diyen bulundukça kıyamet kopmaz" beyanıyla zikrin ehemmiyetin ortaya koymuştur.
İmam-ı Rabbani (k.s.) büyük bir zat, o aynı zamanda Müceddid-i Elf-i Sani’dir. Bakın O; Tevhit iki kısımdır diyor ve bunları:
- Tevhidi Şuhud,
- Tevhidi vücut diye tasnifler.
Bu arada şunu da belirtmekte yarar var; çekilen zikirlerin bile kendi aralarında mertebe bakımından dereceleri söz konusudur. Bu yüzden Hz. Aişe’den (r.anh) rivayetle, Hz. Resûlüllah (s.a.v.); "Bazı zikirler diğer zikirlerden 70 kat daha efdaldir" buyurmuşlardır. Bir başka hadislerinde de; "Kanın dolaştığı yerlerde muhakkak şeytan da dolaşır. Onun dolaşmaması için en kuvvetli silah Lâilâheillallâhul-fealu" buyurarak şeytana karşı nasıl önlem alacağımız noktasında dikkatimizi çekmiştir.
Anlaşıldığı üzere gerek Ayeti Celilelerde beyan olunan hakikatler ve gerekse hadisi şeriflerde beyan edilen sözler, zikri teşvik ediyor ve insanlığın çıkış yolunun zikirden geçebileceği habire vurgulanmakta. İyi ki de üzerinde duruluyor. Zira nasıl ki eşyadan bilgi edinmek güzel bir duyguysa, aynen öyle de eşyanın zikrini insan diline çevirmenin de güzel bir haslet olduğunu idrak etmiş oluyoruz. Ancak burada dikkat etmemiz gereken eşyanın hakikatlerini çözmeye çalışırken Allah'ı unutmamamız icap eder. Böylece eşyanın perde arkasını, yani fizik ötesi âlemin varlığını sezmeyi öğreniyoruz. İnsanlık galiba, gelecekte kendisini esir edip robotlaştırmak isteyen teknolojik cihaz ve donanımlara karşı Allah’ı sıkça anarak kendisini korumaya alacaktır. Zaten insanoğlu bir an evvel eşyanın esaretinden kurtulup Allah'ı hatırladığında, işte o an aydınlığa çıkmış olacaktır. Aksi takdirde eşyaya mahkûmiyet, vahdet arayan insanlığı perişanlığa sürükleyecektir. Bu kaçınılmazdır.
Hâsılı; Vahdet'e giden yol, Allah'ı anmaktan geçer. Madem zikreden insanın kalbi dakikada ortalama 124 kez atıyor, hem madem dili damağa yapıştırıp işaret parmağı ile kalbin üzerinde zikir çekmekle dakika da 124 kez Allah denilebiliyor, o halde Allah adını zikretmek bu gün değilse ne zaman? Siz siz olun; daha vakit kaybına uğramadan kalbi Allah, Allah dedirttirmeye bakın. İşte kalbin Allah diye çalıştığı noktada zikrin ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Her vuruşta bir kez Allah demek bile yaşadığımız tüm ömre bedel bir kıymettir. Zaten bu fani dünyada zikirden daha güzel ne kıymet olabilir ki?
Sözün özü kalbin atışına paralel olarak insanda Allah adını anmakla ebedi hayata kelebek misali uçup sonsuzluğa kanatlanacaktır. Çünkü bu konuda Yüce Yaratıcının; "Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzura erer" buyruğu var.
Velhasıl, zikir en güzel sermayedir.