SEYR-İ SEFER

SEYR-İ SEFER

ALPEREN GÜRBÜZER

Yaşadığımız bunalımların izdirabını bir hastalık seyri değilde bir aşk nöbeti olduğuna kanaat getirip yeniden yola koyulmalı ki zafer peşinde değil, seferle yükümlü olduğumuz anlaşılabilsin.
Üzerimizdeki ölü toprağı atarcasına yeniden nefesimizi soluklayıp yeni ufuklara kanatlanmak güzel bir duygu olsa gerek.. Dolayısıyla bütün yasakçı ve engelleyici tavırlara aldırış etmeden hak ve hakikat yolunda kararlı adımlar atmak mecburiyetimiz var. Çünkü omuzlarımızda taşıyacağımızı hissettiğimiz tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Önümüze şimdiden dikenli taşların koyulduğunu, hatta engebeler kurulduğunu ve bin bir türlü yasaklamaların getirileceğini bildiğimiz halde, elbette ki o müthiş heyecanımızın doruğuyla ülkemizin meseleleri ile dertlenmek birinci önceliğimiz olacak. Ta ki toplum felah bulana kadar durmak yok, yolumuza devam etmekte karar kılmalı da.
Neredeyse nefes almamıza bile müsaade vermeyen zinde güçlerin var olacağının farkına vararak yılmadan usanmadan gönül seferberliği başlatmak anbean zaruridir. Artık vaziyet bambaşka, topluma giydirilmeye çalışılan elbise dar geliyor çünkü. Yani zorla dikte ettirilmeye çalışılan suni reçeteler öz benliğimizi tırpanlar hale gelmiş durumda. Öyle ki yetti gayri diyecek noktaya gelen insanlar geleneksel değerlerimizle modernliğin kucaklaştığı dönemi ne zaman görebileceğiz diye feryat etmekteler. Zaten o özlediğimiz bu büyük buluşma gerçekleşebilirse kimlik krizinin sona ereceği de muhakkak. Ümidimiz hala taptaze. İşte bu umut dolu sevinçle bilgi çağının ötesine geçeceğimize inancımız tam. Bu yüzden sevdamız yüreğimizde bir ateş, bu böyle biline.
Toplumumuzda cereyan eden hastalıkların sebeplerini iyi etüt edip med-cezir çizgilerimizi istikamete çevirecek çözümler üretmek geleceğimiz için mecburidir. Fakat gel-gitler arasında sıkışmış bir halimizin devamında çıkar sağlayanlar var sanki. Yaşadığımız şu güzelim Türkiye’mizde farklılıklarımızı bir ayrılık unsuru görmeyip, bu coğrafyada yaşayan herkesimi aynı kilimin desenleri olarak gördüğümüz zaman umulur ki gerilim çıkartmak isteyen aklıevvellerin çabalarını boşa çıkartmak mümkündür hala.
Ülkemizde acilen el atılması gereken mesele, topluma tek tip düşünme yönünde sürekli dayatılan çarpık uygulamalardır. Anlaşılan çoğulculuğun ve çeşitliliğin önündeki engeller kaldırılmadıkça, sular hiç durulmayacak gibi. Zira farklı kimlikte farklı kültürde insanlarla tanışmak kültürel zenginliğimizin icabıdır. Elbette ki modernliğin ve geleneğin kendi içinde açmazları olabilir. Önemli olan küçük meseleleri büyülterek bir yerlere varamayacağımızı anlamaktır. O halde gerek modernizm ve gerekse geleneğimiz kendi içinde dönüşmesini sağlamaktan başka çaremiz yok.
Dönüşüm ve yenilenme ancak katılımcı demokrasi zeminde yeşerebilir. Herkes kendi fikrini dayatmacı yöntemlerle karşı tarafa dayatmaya çalışırsa gerilim doğar, dahası Allah korusun fikirler yerine silahlar konuşabilir de.
Öncelikle Türkiye kilimi çok zengin, bir o kadarda renkli ve bu kilimde kuşkusuz her unsura yer var elbet. Yeter ki farklılıklarımız ayrılık olarak telakki edilmesin, demokratik çerçevede birbirimizi anlamaya çalışalım gerisi kolay. Hoşgörü kültürümüz farklılıklar arasında diyaloğu sağlayan tek yegâne çimentomuz. Bundan dolayı herkesin kendi iç dünyasında başlatacağı faşizan ve dayatmacı düşüncelere karşı mücadeleye hazır olması lazım. Nitekim yasakçılığı kendi iç bünyemizde görmediğimiz sürece bir başkasına tavsiyede bulunma hakkımız olamaz. Laf icabı demokratik görünmek kolay, önemli olan hem iç dünyamızda hem de dışta yasakçı tavırlardan kurtulabilmek ve kendimize söz geçirebilmektir. Bu gerçeklerden hareketle ikiyüzlülüğü bir tarafa bırakarak çok renkli ve zengin düşünce ortamının temellerini atmalıyız. Aksi takdirde demokrasi kültürümüze ve toplumumuza yazık etmiş oluruz.
Unutmamak gerekir ki her türlü düşünce ve fikir ancak hür bir seyr-i âlem de seyretmekle boy verebiliyor. Hakeza İslam düşüncesi özgür bir zeminde yeşerebilme elastikiyetine sahiptir. Gergin ortamlar İslami yaşamaya engelleyici durumlardır. Bu yüzden İslam’ın militarizme değil İnsan-ı kâmile ihtiyacı var. Geleceği öfke kin ve terörde değil tefekkürde aramalı. İslamı otoriter ortama çekme dine hizmet değil aksine onu baltalamaktır. Bakın Ortadoğu’da bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların ardında umumiyetle otoriter zihniyetin yaşatılma çabaları söz konusudur. Dolayısıyla otoriter düşüncelerin ana damarları kesilmediği sürece kanayan yaralar durmayacağa benziyor. Bu nedenle Ortadoğu cinayetçiliğini İslam sanırsak bizim Saddam gibilerden farkımız kalmazda.
Akışkanlığımızı otoriter alanlara kaydırmadan pembe şafaklara seyri sefer eylemeli. Totaliter düşünceler hangi kesimden gelirse gelsin asla kabulümüz olamaz. Böylemi olmalıydık. Elbette ki hayır... O halde taraflar birbirini anlamaya çalışmalı, tanışmalı ve bir arada yaşamanın formüllerini ortaya koymalı. Zira Osmanlı kendi devrinde farklı kültüre sahip insanlarla bir arada yaşamanın nasıl olabileceğini bütün cihana göstermiş, onun içinde Devleti Aliyye altıyüzsene bu uğurda seyr-i sefer eyleyerek uzun süre ayakta durmayı başarabilmiştir. Osmanlının bakiyesi hükmünde olan Türkiye’de yaşamak el ele güzel, neden olmasın ki.
Ne zaman ki kendimizi inkâr ettik, yolumuz yol bilmedik ve batının bütün değerlerini baş tacı yaptık o zaman düşüşümüz kaçınılmaz olmuş. Geldiğimiz şu noktada artık batıdan vazgeçemeyiz. Tabiî ki bir yönümüzle batıya bakacağız, ama batının teknolojisine ve aramızda var olan müşterek kabullerimize itibar ederek yol alacağız. Kendimizi unutmadan dünyaya açılmak zarar vermez, bilakis zenginlik doğurur. Günümüzde kendi yağımızla kavrulur anlayışı artık gerilerde kaldı. Öyle ki zamanımızda sınırları politikacılar çizmiyor, sınır ötesi stratejiler (seyr-i seferler) belirliyor. Madem durum vaziyet bu, yapmamız gereken var olduğumuzu tüm âleme ispatlamak ve misyonumuza yakışır tarzda yerellikten evrenselliğe uzanan bir seyir takip etmektir.
Dünyaya açılmakla doğululuğumuzdan vazgeçme anlamı çıkarılmamalı. Tam aksine kendi değerleriyle yoğrulmuş ve sürekli modernliği (teknoloji ve bilgi üretimi) ön plana alan anlayışla yola çıkmayı ülkü edinmeli de. Nitekim Seyri seferimiz hem gelenekselliğimiz hem de modernlik üzerinedir.
Gazamız mübarek olsun demeli şimdiden. Çok uzun ve inci bir yoldayız, seyri sefer uğruna gönüllü erler az çıkabilir de. Unutmayalım ki Allah’ın Habib-i tek başına yola koyuldu, ama bugün milyonlarca Müslüman var dünyamızda artık. Demek ki başlangıçta kemmiyet değil keyfiyet önemliymiş, sonrası malum her ikisi de gerekli.
Ülkemizin kaderi bu olmamalıydı. Türkiye çağlar üzerinden sıçrama seferine koyulurken hem doğulu hem batılı hem de kendisi gibi kalabilmeliydi. Çünkü ülke gerçeklerine baktığımızda toplumun bağrında kâh doğu, kâh batı ve kâh kendi gibi olmak denilen iz düşümleri var. Bu durum çelişki gibi görünse de aslında zıtmış hale getiren yanlış izlenen politikalarımızdır. Oysaki farklılıkları doğurgan hale ve zenginliğe dönüştürebilirdik pekâlâ. O halde sömürge olmadan misyonumuzun gereği olarak gül dalında solmadan dünyanın o özlediği sevgi ruhunu yaymalı.
Velhasıl; insanlık bunalımın girdabında, kendine uzanacak muhabbet ellerine muhtaç. Daha bundan başka ne diyebiliriz ki seyri seferimiz kutlu olsun demekten başka.
Vesselam.

ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ

SELİM GÜRBÜZER

Şimdiye kadar yaşadığımız bunalımların bir hastalık seyri değil bir aşk nöbeti olduğunu idrak etmeli ki zafer peşinde değil, seferle yükümlü olduğumuzun bilincine varabilelim. Tabii bu da yetmez, üzerimize sinen ölü toprağı bir an evvel atıp köklerimizle buluşmalı ki yeni ufuklara kanatlanabilelim. Bunun içinde mutlaka kararlı adımlar atmak mecburiyetindeyiz. Bikere omuzlarımızda taşıdığımız tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Öyle ki, bu uğurda önümüze dikenli taşlar döşense de, bin bir türlü bubi tuzaklar kurulsa da ülkemizin meseleleriyle dertlenmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Malum, aşk nöbeti dertlenmek demektir. Zaten dertlenmek gerekir ki; Ferhat olup dağları delelim, Yunus olup ‘durmak yok, yola devam’ edebilelim. Yola devam deyip gayret edenden şeytan kaçar da.
Allah korusun yerimizde sabit kalıp durduğumuzda haramiler derhal yattıkları pusudan kuyumuzu kazmak için çıkacaklardır. Her an boş anımızı yakalamak için fırsat kollamaktalar zaten. Onlar pusuya yata dursun, bize düşen yılmadan usanmadan gönül seferberliği için Yunusça yola devam etmek olmalı. Ancak bu kez durum vaziyet bambaşka gözüküyor, yola koyulduğumuzda kimin dost kimin düşman olduğu pek anlaşılmayan bir yoldan geçiyoruz habire. Artık geçtiğimiz yollardan karşılaştığımız manzaralarda gördüğümüz mide bulandırıcı durumlar yetti gayri diyecek noktada sabrımızı zorlamakta bile. İşte o mide bulandırıcı nahoş havaları yakamızdan düşürdüğümüz zaman biliniz ki o özlediğimiz bu büyük buluşma bir hayal değil hakikat olacaktır. Ümit varız da. Nitekim 15 Temmuz Direniş Destanımız bu ümidimizi kavileştirmiş durumda. Hiç boşa heveslenmesinler, milli heyecanımız sönmediği müddetçe milletçe ele ele gönül gönüle verip nice destanlar yazaraktan bilgi çağının ötesine sıçrayacağımıza inancımız tamdır. İşte bu inanç doğrultusunda “Ölürüm Türkiye Sevdası” beyaz kefenimiz olur da.
Şu bir gerçek, sevdamızı kefenlemekle kalmayıp inişli çıkışlı çizgimizi istikamet seyrine çevirecek çözümler üretmekte de fayda var. İstikamet üzere olalım ki, gel-git halimizden fırsat kollayıp da bizi arkadan hançerlemeye kalkışmasınlar. Baksanıza aklını kiraya vermiş paralel ihanet çete artıklarının kökü daha tam manasıyla kazınmış değil. Madem öyle, istikametimizi Cennet Vatan Türkiye’mizde farklılıklarımızla bir arada birlik ve dirlik içerisinde yaşamak üzere kurgulamalı. Birlik ve dirlik içerisinde olalım ki, ihanet çetelerinin sinsi emellerini boşa çıkartıp Rabia’mızla ‘Hep Birlikte Türkiye’ olabilelim. Zaten bugüne dek onca yaşadığımız elim hadiseler sürekli Rabia’ca ‘sefer der vatan’ olmamız gerektiğini ortaya koyuyor da.
Düşünsenize bir zamanlar ülkemizde topluma giydirilmeye çalışılan tek tip düşünce, tek tip insan profili dayatmasıyla zulüm yaptıkları yetmemiş gibi şimdi de kalkmışlar başka bir taktikle bizim tonumuza benzeyen cinsten adamları aramıza sızdıraraktan operasyon çekmekteler. İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızmış yeni versiyon hain güruhların varlığı topyekûn hepimizi ‘sefer der vatan’ olmaya mecbur kılıyor da. Her ne kadar milletimiz 15 Temmuz’da hain çetelere gereken cevabı verse de bu demek değildir ki boş duracaklar, baksanıza hiç iflah olmuş değiller, habire dış mihrakların değirmenine su taşımaktalar. Devletin sırlarını bile dışarıya servis etmekten en ufak hicap duymuyorlar. Anlaşılan ihanet çetelerinin kökünü kazımadıkça sular hiç durulmayacak gibi. O halde bir yandan farklı kimlikte farklı meşrebde insanlarla bir arada kültürel zenginliğimizi artıracağız diğer yandan da ihanet çetelerinin sinsi oyunlarını boşa çıkartacak hamleler için seferber olacağız. Buna mecburuz da. Unutmayalım ki devlet ve milletimiz birtakım hadiseleri unutabilir ama asla ihaneti unutmaz. Hatta 15 Temmuz İhanet Darbe girişimin üzerinden asırlar geçse de asla bu ihanet unutulmayacaktır. Unutulmaması da gayet tabiidir. Sonuçta ortada vatanımızı arkadan hançerlemek denen bir hadise yaşandı, nasıl unutulsun ki. Unutmayacağımız gibi hak ettikleri cezaya müstahak olacaklar da. Asla kahpeliklerini ört bas etmeye yönelik mağdur edebiyatlarına kanıp merhamet edilmeyecektir, zaten acırsak acınır hale düşeriz. Ki; biz bu Cennet Vatan Türkiye’mizi sokakta bulmadık, şehit katında Rabia’mızla var olduk hep. Elbette ki kendi içimizde bir takım açmazlarımız olabiliyor. Önemli olan küçük meseleleri büyülterek bir yerlere varamayacağımızı anlamaktır. O halde ‘Kökü mazide ati olmak’tan başka çaremiz yoktur.
Şu da var ki, dönüşüm ve yenilenme ancak katılımcı demokrasi zeminde yeşerebiliyor. Herkes kendi fikrini dayatmacı yöntemlerle karşı tarafa dayatmaya çalışırsa gerilim doğar, Allah korusun bu kez fikirler yerine silahlar konuşur.
Bilindiği üzere coğrafyamız çok zengin nakış kilimi üzerine kurulu bir coğrafya, yine bir o kadarda dinamik insan potansiyeline sahip doğurgan topraklardır. Madem öyle bu doğurgan topraklarda her kimlikten unsura yer var, her cinsten ihanet şebekesine yer yok deme zamanıdır. Yeter ki karşılıklı saygı çerçevesinde birbirimizi anlamaya çalışıp birliğimizi ve dirliğimizi güçlendirelim bak o zaman ‘sefer der vatan’ hüviyete kavuşuruz da. Birbirimize karşı hoşgörülü olmakla ihanet odaklarının tekerine çomak sokacağımız muhakkak. Zira hoşgörü kültürümüz farklılıklar arasında zenginliği sağlayan tek yegâne çimentomuzdur. Bundan dolayı herkesin kendi iç dünyasında faşizan ve dayatmacı düşüncelerden arınması lazım gelir. Nitekim faşizan duygularımızı kendi iç dünyamızda söküp atmadıkça bir başkasına tavsiyede bulunma hakkımız olmaz. Laf icabı demokrat görünmek kolay elbet, önemli olan hem iç dünyamızda, hem de dışta faşizan tavırlardan kurtulup kendimize söz geçirebilmektir. Zaten kendimize söz geçirdiğimizde biliniz ki çok renkli ve çok zengin düşünce ortamının kendi ruh dünyamızda temellerini atmışız demektir Aksi halde hem kendimize hem de etrafımıza zararlı mahlûkat oluruz.
Unutmayalım ki her türlü düşünce ve fikir ancak hür bir ortamda seyr-i âlem eylemekle mümkün. İslam’ın doğuşu’da seyri âlem üzere doğmuş ve bu sayede özgür bir zeminde yeşermiştir. Asla baskıyla din dayatılmamıştır. Dayatmacı din öğretisi Müslümanlıkla şereflenmeye mani olabiliyor. İşte bu yüzden İslam’ın militarizme değil İnsan-ı kâmile ihtiyacı vardır diyoruz. Geleceğimizi öfke, kin ve terör kurgusu üzerine değil tefekkür kurgusu üzerine kurmalı. Kim şiddet ortamından ne bulmuş ki, militan Müslüman anlayışı da bulsun. Her kim ki İslam’ı şiddet ortamına çekme çabası içerisine girerse bilinsin ki bu tavır dine hizmet değil tam aksine Yüce dinimize hıyanet olacaktır. Bakın Ortadoğu’da bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların ardında umumiyetle çatışmadan yana tavır sergileyenlerin tertiplediği dümen oyunları vardır. Bizim coğrafyada ise kimi zaman sağ sol kavgalarını körükleyerekten her on yılda bir askerimizi kışkırtaraktan yapılan darbeler var, kimi zaman hoş görü kılıfıyla sanki çatışmadan yana değilmiş gibi gözüküp karşımıza hıyanet odağının tertiplediği oyunlar olarak çıkabiliyor. Ki; biz onları Gezi olaylarından, MİT tırlarını durdurma hadisesinden, Yargı Darbesi teşebbüsünden, 15 Temmuz Darbe girişiminden biliriz. Gerçektende önce hoşgörü kisvesi altında bize şirin gözüküp, sonrasında arkamızdan hançerleyen bu hain güruhu iyi kavradık. Madem bu ihanet şebekesini imini cimini iyi kavradık, o halde bir daha bu ihanet şebekesinin gün yüzüne çıkmaması için kökünü kurutmak hepimizin boynu borcu olmalı. Aksi halde fitne fücurlukları yeniden hortlayıp İslam’a zarar vermeye devam edeceklerdir.
Bu arada tüm enerjimizi sırf ihanet odaklarına sarf ederekten tüketmemekte gerekiyor. Daha fazla oyalanmadan tez elden bu belayı başımızdan def edip pembe şafaklara seyr-i sefer eylemek gerekir. Birliğimizi ve dirliğimizi bozacak her ne akım varsa adalete teslim etmeli. Zira adalet gecikmez tez verilmeli. Neydik edip adaletin tecellisiyle ihanet şebekelerini yakamızdan düşürüp geleceğe kanatlanmalı. Birliğimizi dirliğimizi güçlü kılacak projeleri hayata geçirerek yol almalı. Bakın ceddimiz kendi devrinde farklı kültüre sahip insanlarla bir arada nasıl yaşanacağının projelerini tüm cihana ispatlayarak yol aldı. Madem ceddimiz Osmanlı altı yüzsene bu uğurda seyri sefer eyleyerek ayakta durmayı başarabilmiş, pekâlâ Osmanlının bakiyesi hükmünde Türkiye’de el ele gönül gönüle vererek birlik ve dirlik içerisinde ilelebet payidar kalabilir, neden olmasın ki.
Ne ilginçtir Osmanlı dış mihrakların tertiplerinden daha çok iç entrikalarla çökertilmiştir. Ne zaman ki kendimiz olamadık, yolumuzu yol bilmeyip batının güdümüne girdik, işte o zaman düşüşümüz kaçınılmaz olmuş. Tabii ki bir yönümüzle batıya yöneleceğiz, ama batının hayat tarzına değil, teknolojisine elbet. Hele bu yönelmek Nizam-ı âlem ülküsü çerçevesinde bir yöneliş olursa, o zaman değme keyfine, yeniden tüm insanlığa mührümüzle soluk oluruz da. İşte bu noktada dünyaya açılmak zarar vermez, bilakis maddenin köleliğine son verecek ekonomik zenginliği beraberinde getiri bile. Malum, artık kendi yağımızla kavrulur anlayışı gerilerde kaldı. Hatta bir lokma bir hırka anlayışıyla da bir adım ileri varamayacağımız besbelli. Öyle ya hem madem günümüzde sınırları kol kuvveti ve bilek gücü çizemiyor, o halde şimdi sınır ötesi Seyr-i âlem strateji hamlelere girişmek zamanıdır. Bikere yapmamız gereken şey önce kim olduğumuzu tüm âleme ispatlamak sonrasında ise misyonumuza yakışır tarzda yerellikten evrenselliğe uzanan bir seyir takip etmek olmalıdır.
Sakın ola ki; dünyaya açılmakla yerellikten vazgeçtiğimiz bir anlam çıkarılmasın. Tam aksine kendi değerleriyle yoğrulmuş modernliği (teknoloji ve bilgi üretimi) ön plana alan anlayıştır bu. Şu iyi bilinsin ki seyri seferimiz hem yerellik, hem de müspet manada evrensellik ekseni üzerine kurulu bir seyri seferdir. Böylesi bir seferde yükümlülük bize ait, zafer ise Allah’a aittir. Belli ki çok uzun ve ince bir yoldayız, olsun sonuçta bu kutlu yolda Gönül erleri var oldukça kıyamete vahyin soluğundan soluklanacağız demektir. Zira Allah’ın Habib-i tek başına yola koyuldu, bir baktık bir iken iki, iki iken üç, üç iken dört oldu derken bugün dünyamızda milyonlarca insan artık İslam’la şereflenir hale geldi. Bu demektir ki işin başlangıcında kemmiyet değil keyfiyet esastır, sonrası malum her ikisi de gereklidir. Hele bu hususta Türkiye çağlar üzerinden sıçrama seferine koyulurken hem doğulu, hem batılı, hem de kendisi gibi olmalı ki; kemiyetçe ve keyfiyetçe yükselebilsin. Zira zengin coğrafyamızın bağrında kâh doğululuk, kâh batı tarzcılık ve kâh kendin kalmak gibi pek çok iz düşümlerimiz mevcut. Belki bu iz düşümlerimiz görünürde çelişki gibi görünse de aslında Nizam-ı âlem’e giden yolda gerekli olabilecek iz düşümlerdir. Unutmayalım ki Nizam-ı âlem farklılıkları zenginliğe dönüştürebilen harekâttır. O halde sömürge olmadan misyonumuzun gereği olarak gül dalında kopmadan dünyanın o özlediği adalet için var olmalı.
Velhasıl; insanlık düştüğü bunalımın girdabından kurtulmak için kendine uzanacak muhabbet elleri arar durumda. Madem öyle, bu uğurda zaferle değil seferle yükümlülüğün zamanı geldi geçti bile.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1947/zaferle-degil-seferle-yukumluyuz.html

SEFER DER VATAN
SELİM GÜRBÜZER
İlk sefer yolculuğumuz. Mülk âleminde Âdem (a.s)’ın topraktan yaratılan bedenine ruhun üflenmesiyle başladı. Besbelli ki ‘O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ hükmün tâ kendisi bir yolculuktur bu. Zaten yaratılış gayemizde bunu gerektirir. Ve bu ulvi gaye gereği Hz. Âdem (a.s)’ın eğe kemiğinden Havva anamızın vücut bulmasıyla birlikte insan nesli kıyamete dek hem çoğalsın hem de imtihandan geçsin diye çift yaratılmışız da.
Hz. Adem (a.s) daha henüz dünyaya sefer eylemeden önceki vatanı cennet yurdudur. Tâ ki Âdem (a.s) imtihana tabi tutulup yasaklanmış ağacın meyvesinden yiyiverir, işte o an Havva anamızla birlikte soluğu dünya yurdunda alırlar. İlginçtir dünya yurduna savrulduklarında uzun bir süre bir araya gelemezler de. Ne zaman ki, Âdem (a.s)’ın yıllarca gözyaşı seli içerisinde çok büyük pişmanlıkla yaptığı tövbeleri Yüce Allah’ın dergâhı ilahi katında karşılık bulur, işte o gün hem Hac emri doğrultusunda Arafat’a seyrüsefer eyleyip vakfeye durulur hem de Havva anamızla büyük buluşma gerçekleşir. Derken bu büyük buluşmayla birlikte zürriyetlerinden çoğalacak Âdem neslini bir imtihan süreci de bekler. Neyse ki beklenen bu imtihan sürecinin hemen başında daha henüz dünyaya ilk adım atmadan öncesi anne karnında geçirilen dokuz aylık seyrüsefer süreçte bu uygulanmaz. Uygulanmaması da gayet tabii bir durumdur. Zira anne karnı da tıpkı Âdem (a.s) ve Havva anamızın bir zamanlar gamdan tasadan uzak hayat geçirdikleri asli vatan cennet yurdu gibi bir duraktır burası. Her ne kadar bu durağın bazı safhaları insanın dünyada geçireceği fiziki gelişim evreleriyle benzerlik arz etse de sonuçta anne karnı imtihandan geçmek için konaklanan bir yurt değildir. Nasıl ki Yüce Allah’ın; “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer, 6) diye beyan buyurduğu şekliyle anne karnındaki embriyolojik gelişimimiz önce ‘endoderm, mezoderm, ektoderm’ safhalarına, sonrada doku ve organ safhalarına geçişimizle seyrüseferimiz son bulduysa, aynen dünya rahminde de ‘bebeklik, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık’ safhalarının herhangi bir aşamasında seyrüseferimizin son bulacağı muhakkak.
Düşünsenize misafir olarak geldiğimiz şu fani dünyada sadece bebeklik ve çocukluk evrelerinden sorumlu değiliz. Ama bizim iyi yetişmemiz açısından bu evredeki sorumluluk tamamen ebeveynlerimizin üzerine yüklenmiştir. Nitekim akıl baliğ olunduğunda kimi ebeveynlerin evlatları tercihini zilletten yana kullanırken, kimi ebeveynlerin evlatları da ‘Sefer der vatan’ aşkıyla tercihini hakikatten yana kullanacaktır. Bu demektir ki, birinciler hayatların zindana çevirerekten ömür törpülerken, ikincilerse hayatını gülistan eyleyerekten seyrüseferlerini hüsnü hatimeyle nihayetlendirirler. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s) şöyle der: “Kalp bir çocuk gibidir, kalbe ne öğretirsen o da onu söyler. Yeni dillenen çocuğa mama, baba demeyi öğretirsen kalbe de ‘Allah, Allah’ demeyi öğretmen gerekir. Dahası o çocuğun ağzının olduğunu düşünüp ‘Allah’ demeye zorlayacaksın Çok değil üç ay, beş ay sonra bir bakmışsın kalbi ‘Allah’ demeye başlar bile. Dolayısıyla gayret etmek lazım gelir.”
Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu dünyada iken hayatını gülistan eyleyenlere ki, asli vatan cennet yurtlarına kavuşmak için aşkla muhabbetle yana yana kıyamet saatini beklemekteler. Ki, böylesi müminler toprak altında, yani kabirde de olsalar ‘Sefer der-vatan’ tutkusu onlar için kıyamete dek hiç sönmeyen aşk meşalesi duygu selidir. Öyle ya, madem toprağın altında değil toprağın üstündeyiz, o halde tez elden azığımızı hazırlayıp ‘Sefer der-vatana’ koyulmak varken avare avare oyalanmak niye? Oysa gün bugündür. Hele ki, söz konu Sefer der-vatansa pek oyalanmaya ve ihmale gelmez de. Öyle ki, bu kutsi yolculuk sanki çeyizini hazırlamış telli duvaklı nazlı gelin misali tez elden Mevlana’ca ‘Şeb-i Arus’ beyaz kefenimizi giymeyi gerektirir de. Nasıl mı? Elbette ki, her dem ve her saniye yücelerden gelen sefer emrin gereği günahlardan uzaklaşmak, kalbi hastalıklardan arınma ve tüm kötülüklere karşı siper vaziyeti almak suretiyle manevi çeyizimizi hazırlamış oluruz. Bakınız şöyle Hak yolcularının şöyle Seyrüsefer yolculuk öykülerine, hayattayken adımlarını ‘Sefer der vatan’ adım üzere attıklarını görürüz hep. Şayet bizlerde Hak yolcularının yollarını yol, izlerini iz bilirsek, biliniz ki bu öykü de, bu kütükte bizlere de yer ayıracaklardır. Buna inancımız tam da. Yeter ki, heybelerimize doldurdukları manevi azıkları ve manevi ikramları daha yola çıkmadan dökmeyelim, bak o zaman inşallah Sadatların himmet ve bereketiyle bizim için yollar kısalır da. Kaldı ki bezm-i eleste başlayan bu yolculuk dünyada devam etti etmesine ama gelinen noktada ahrete az bir zamanımız kalmış diyebiliriz de, bu nedenle elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar faydamıza. Oldu ya, ağırdan alıp, ha bugün ha yarın dersek bir bakmışsın ecel kapımıza dayandığında artık son pişmanlık fayda vermeyip iş işten geçmiş olacaktır. En iyisi mi biz bugünün işini yarına bırakmayalım, derhal hiç vakit kaybetmeden gerçek manada muhacir olmaya bakalım. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) “Gerçek muhacir Allah Teâlâ’nın yasakladığı haram işlerden kaçınan kimsedir” buyurmakta. İşte hicret yolculuğu bu hadis-i şerifin özünde gizlidir.
Şu bir gerçek, dünyada iken hakikate gözünü, kulağını ve dilini kapayanlar ferasetten yoksun kör, sağır ve dilsiz insanlar gibidirler. Böyleleri çıplak gözle her şeyi gördüğünü, işittiğini, konuştuğunu zannede dursunlar aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Asıl görenler, asıl işitenler, asıl hakikati haykıranlar ve asıl Sefer der-vatan canlar şu hadis-i kudsi’nin sırrına mazhar olanlardır: “Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha güzel bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetleriyle de devamlı bana yaklaşır. Nihayet onu severim. Ben kulumu sevince onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum (kendisine verdiğim özel nur ve yetkiyle artık) o benimle görür, benimle işitir, benimle konuşur, benimle tutar, benimle yürür. Benden bir şey isterse veririm. Bana sığınırsa himaye ederim” (Buhari, İbnu Mace).
Şayet bu hadis-i kudsi ile şereflenenlerin dışındakiler bir nebzede olsa hakikat yolunda kanat çırpmış olsalardı hiç şüphesiz onlarda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Bu yolda bir adım atana en az on adım karşılık verilir, yürüyerek gidenlere de Allah’ın rahmeti koşarak gelir” (Buhari, Müslim) müjdesine mazhar olan Salih kullardan olacaklardı. Yine de Yüce Allah (c.c) her şeye rağmen rahmetiyle affına mazhar olacak kulları için bir umut çıkışı kapısı olarak kıyamet günü meleklerine şöyle ferman buyuracaktır: “Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın” (Buhari). Derken seyrüsefer yolunda ömründe bir kez Allah’ı zikretmiş bir kul bile bu ferman sayesinde aklanıp nihayetinde varacağı en son menzil yurdu cennet vatan olacaktır.
Anlaşılan o ki, asıl seyrüsefer yolcusu yolun başından sonsuzluğa uzanabilendir. Aslında Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği yolculuktur bu. Nitekim tasavvufta “Fenâ-fi’ş-şeyh, Fenâ-fir’r-rasûl, Fenâ-fi’llâh ve Bekâ-billâh” mertebelerini aşmakla bu yolculuğa vakıf olunabiliyor zaten. Hele sonsuzluğa vurgun bir salik, seyru süluk mertebelerini bir bir aşmaya görsün, bir bakmışsın o seyrüsefer yolcusu salik Muhabbetullah ve Marifetullah ilmine vakıf olmanın yanı sıra Yüce Allah’ın kudret, azamet ve rahmet tecellilerini seyretmekten kendini alamaz da. Yeter ki, salik bu manevi seyrüsefer yolculuğunun başlangıcında kararlı olsun, onu ne dünya malı, ne dünya hırsı, ne de dünya makamları yolundan alıkoyabilir. Böylece bu kararlılık sayesinde kendini dünya ihtiraslarından arındıracağı gibi halktan Hakk’a, mülk âleminden melekût âlemine, ilm’el yakin mertebesinden ayn’el yakin mertebelerine yükselip seyrüsefer eyler bile. Nitekim Ebu Osman el Mağribi Hz.leri bu hususta şöyle beyan buyurmuşlardır: ”Salik, heva ve hevesini terk edip Allah’a ibadet ve taata dönmelidir. Zira ‘Sefer der-vatan’ sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değildir, bilakis insanın iç âleminden Alla-u Zülcelâl’a vuslatıdır. Salik, bir mürşidi kâmil bulduğu zaman, zahiri yolculuğu bırakıp batınì yolculuğa başlar.”
Gerçektende bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyr u süluk yolcusu bir salik “Ben Rabbime gidiyorum” (Saffat, 99) diyen Hz. İbrahim (a.s) gibi her adımda ‘Nazar ber kadem’ düsturunca Rabbine seyri sefer yapmakta olduğunun idrakiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nasıl öyle anlaşılmasın ki, bikere ‘Sefer der-vatan’ asli vatana yolculuk demektir. Hatta bundan da öte Seyr-i ilâllah (Hakka sefer), Seyr-i fillâh (Hak’ta Hak ile sefer) ve Seyr-i anillâh-i billâh’a (Hak’la birlikte Hak’tan sefer) yol almanın adıdır bu yolculuk.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3481/sefer-der-vatan.html

HER ZAMANIN BİR GAVS’I VAR
SELİM GÜRBÜZER
Tasavvuf kitaplarında evliyaların hayatlarına baktığımızda, mesela ‘Zamanın Gavs’ı’ gibi pek çok ifadeleri sıkça görebiliyoruz. Buradan şu anlam çıkar ki, her devirde ‘Gavs’ hep var olacaktır. Hiç kuşkusuz Gavs’lar gökten zembille bu dünyaya inecek değillerdir, genellikle ehli tarik kanaldan gelmişlerdir hep. Dahası yaşadığımız şu dünya sathında ne kadar ‘Ehlullah’ varsa onlar arasından çıkmakta. Her ne kadar Gavs’lık makamında bir zatın Gavs olduğuna dair bir takım alametleri olsa da yine de bu alametlere dayanarak Gavs’ın varlığından ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler hariç, halkın büyük çoğunluğu bihaber kalabiliyor. Sofilerden ise bilhassa seyr u sülukunu tamamlamış olanlar ancak zamanın Gavs’ını fark edebiliyor. Sonuçta avam ya da bizler, zamanın Gavs’ını fark etsek de etmesek de Ümmet-i Muhammed’in arasında yaşıyor olmasını bilmek yüreğimizi rahatlatıyor ya, bu yetmez mi? Çünkü o’nun varlığı Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna ve dirilişine vesile umut ve bereket kaynağıdır. Elbette ki o’nun her daim varlığını hissettirmesi ümmetin yüreğine su serpip rahatlamasına yetecektir. Nasıl ki Cenab-ı Rabbül Âleminin lütfu ihsanıyla Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün âlemin yüreğini rahatlatan soluk bir rahmetti, aynen öylede hiç kuşkusuz O’nun varisi hükmündeki Kutbul aktablar, Gavslar, Rabbani âlimler ve Evliyalarda solukturlar. Hele tasavvufi hayata girdikten sonra Cenab-ı Rabbül Âleminin neden Habib’i hakkında “Ey Habib’im, seni bütün âlemlere rahmet olarak gönderdim” diye beyan buyurduğunu şimdi daha iyi idrak edip anlıyoruz.
Öyle ya, Allah Resulü sadece yaşadığımız âleme değil, tüm âlemlere rahmet bir peygamberdir. Malumunuz kâinat tek vücut değil, içinde binlerce âlem vardır. Öyle ki, bağrında insan-ı âlemden âlemi Kübra’ya, âlemi hayvandan âlemi cemadata kadar her ne âlem varsa, tüm âlemler bu rahmetten faydalanmaktalar bile. Kaldı ki, gelmiş geçmiş tüm insanlık da tek âlem değildir, kendi içinde kâfir âlem ve Müslüman âlem diye bariz bir ayırım söz konusudur. İlginçtir bu çift kutupluluğa rağmen Resul-i Ekrem' (s.a.v.)’in yüzü suyu hürmetine herkes bu rahmetten istifade edebiliyor. Bu demektir ki canlı-cansız, mümin- kâfir hiç fark etmez herkes inen rahmetten hissesine düşen paydan bir şekilde menfaat almış gözüküyor. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in meşrebi mahalli değil, geneli kapsar bir meşrebdir, yani âmdır (umumidir), elbette ki Allah Resulünün âlemlere rahmet olması gayet tabiidir. Düşünsenize Allah tarafından Peygamberimiz (s.a.v)’e uzanan halkada ne kadar peygamber gönderilmişse kimi bir memlekete, kimi bir kavme, kimi bir köye gelmiş, kimi bir şehre, kimi bir eve gelmiş, kimi de kendi nefsine peygamber olmuştur. Ama Resul-i Ekrem (s.a.v.) öyle değil, bütün âlemlere Peygamber olmuştur. Hakeza Gavs’da öyledir. Misal mi? İşte Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) çok acayip irşat edici ve takva sahibi bir Gavs’dı. Nereli derseniz kendisi Bitlis’e bağlı Hizan köyünde Gavs olmuş, ama kendisinden sonra bir bakıyorsun Gavs’lığının bereketi yerinde saymamış, ipi Seydayi Tahi (k.s) göğüsleyecektir. Hiç şüphe yoktur ki Seyda-i Tahi Hz.leride çok büyük ariflerdendi, büyüklüğü Hizan köyüne ve Gavs'a bağlılığından gelmekte idi elbet. O halde köy deyip geçmeyelim, irşad elden ele devr oldukça mahalli olmaktan çıkıp umum irşada dönüşebiliyor. Nitekim Seydai Tahi Hz.lerinden sonrada Gavs-ı Hizani’nin rahmet ve bereketi tükenmedi, irşad yine devam edip bu kez emanete Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.) sahip çıkacaktır. Yani, o’da Hizan postuna oturan büyük zatlardandır. Keza Hazret Muhammed Diyauddin (k.s)’da öyleydi. Derken Suriye’den Şah-ı Hazne (k,s) emaneti devr alıp Türkiye’ye bir ‘Gavs’ hediye edecektir. Malumunuz, o hediye Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’den başkası değildir. Böylece Gavs-ı Azam Abdülhakim el Hüseyni (k.s) silsile halkasında yerini alır almaz emaneti Suriye’den Türkiye’ye taşıyıp Nakşibendî Tarikatının ikinci alev alışı diyebileceğimiz bir hadise yaşanacak, yani Türkiye ve Suriye’nin de sınırlarını aşacak bir umum irşad vuku bulacaktır.
Peki, iyi hoşta, ya ümmetten Gavs’ın varlığına inanmayanlar varsa? Onlar için elden bir şey gelmez elbet, adamlar inanmıyorsa inanmıyorlardır, zorla insanları inandıracak halimiz yok ya, onların tercihidir. Burada asıl bizim bu hususta nasıl bir duruş sergileyeceğimiz çok mühimdir. Şayet hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın doğru duruş sergiliyorsak, biliniz ki bu öyle yabana atılır cinsten sıradan bir duruş değildir, hiç şüphesiz bu zamanda Gavs’ın varlığına inanıyor olmak bile çok kayda değer bir duruştur bu. Malumunuz, bu zamanda değil Gavs’ın varlığına inanmak, tarikata inanmak da çok büyük bir erdemlilik ve çok büyük bir yüreklilik gerektirir. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) bakın ne diyor: "Bu tarikata (bu kapıya) inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde de şöyle der: "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, deyin bana da dua etsin."
Evet, başta dedik ya, bir insan Evliyaya ve Gavs’a inanır ya da inanmaz, o kendi tercihidir, ancak burada can sıkıcı olan, sanki bu devirde Evliya ve Gavs’ın varlığına inanmak suçmuşçasına bize farklı gözle bakılıyor olmasıdır. Oysa aynı şeyi tersinden işlettiğimizde yine aynı can sıkıcı durumun bu kez başkaları içinde farklı boyutta yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu tür ön yargıların doğurduğu bir takım acı travmaları göz önünde bulunduraraktan etrafımızda dolaşan bir kısım insanlar evliya ve Gavs’ın varlığına inanmıyorlar diye bizimde onlara gözle bakmamamız icab eder. Hatta o insanları ikna etmek içinde uğraşmamamız gerekir. Hadi elle tutulur, gözle görülür vakıalar olsa bunda ikna etmeye çalışmakta bir sakınca yoktur diyebiliriz, ama işin ucunda elle tutulur, gözle görülmeyen fizik ötesiyle alakalı hususlar olunca ikna yönteminin pek işe yaramayacağı besbelli, inatla bir insanın üzerine gitmenin hiç bir anlamı olmasa gerektir. Yok, ben illa ikna edeceğim dersek kaş yapayım derken bir bakmışsın Allah muhafaza göz çıkarmış olursun. Her halde aklı başında olan hiçbir insan bu duruma düşmek istemez.
Öyle anlaşılıyor ki, ikna yöntemi daha çok elle tutulur gözle görünen vakıalar için geçerli bir usuldür. Düşünsenize bir insan dağda çobanlıkta yapsa bu gün gelinen noktada cebindeki cep telefonu vasıtasıyla dünyada ne olup bitiyor bir şekilde malumat sahibi olabiliyor, ama fizik ötesi âlem söz konusu olduğunda sübjektif âlemden haberdar olmak pek mümkün gözükmüyor. Hem bu âlemde manen gezinmek her babayiğidin harcı da değildir. Bu tamamen manevi donanıma sahip olmakla mümkün olabilecek bir kendini aşma hadisesidir. Dahası manevi âlemde gezinmek tamamen feraset ehli evliya-i kirama has bir keyfiyettir. Kaldı ki zamanın Gavs’ını bilmek için büyük bir feraset gerektirir. Şöyle ki, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususa şu kıssayla açıklık getirir de:
Bir zamanlar çok sofisi olan bir şeyh varmış. Bir gün sofilerinden biri:
-Bana zamanın Gavs'ı kimdir bildirir misin diye rica eder.
Şeyh bunun üzerine:
-Sofi, ben sana yetmiyor muyum ki zamanın Gavs'ını merak eder durursun? Der.
Sofi:
-Efendim, hiç şüphe yoktur ki, siz bizim baş tacımızsın, ama yine de merak etmekten kendimi alamıyorum deyince,
Bu kez Şeyh;
-Madem öyle, git falan memlekete, falan köşede desti satan birisi var. İşte o destici zamanın Gavs'ıdır der.
Tabii sofi denilen yerde soluğu aldığında, desticiye:
-Bir desti almak istiyorum der demesine ama o anda her ne oluyorsa tam desticinin elinden destiyi alacağı sırada elinden düşüp kırılıverir.
Destici neyse ki gayet sakin vaziyette:
-Zararı yok, der.
Sofi ise:
-Zaten vazgeçtim, başka bir desti de almayacağım der.
Destici yine sakin bir halde sanki ortada hiçbir şey olmamışçasına;
-Peki, sen bilirsin deyip onu dükkânından hoşça uğurlar da.
Gel zaman git zaman sofi yine şeyhi ile göz göze geldiğinde, bu kez şeyh sofisine:
-Ey vah, zamanın Gavs’ı göçtü der.
Tabii merak bu ya, sofi hemen bu sözün üzerine balıklamasına dalıp yine şeyhinden zamanın Gavs’ını bildirmesini rica eder.
Şeyh sofisinin gönlünü yine kırmaz ve:
-Falan memlekette, filan yerde çömlek satan desticidir der.
Derken, sofi tarif üzere yine tez elden yollara düşecektir. Desticinin yanına vardığında hoş beş sohbetin ardından desti satın alacağını söyler. Ancak bu sefer ki destici önceki desticiden çok farklıdır. Sofi destiyi satın alır almasına ama şu uyarıya maruz kalmaktan da kurtulamaz:
-Bak bu alacağın destiyi sakın ola ki elinden düşürüp kırmayasın, yoksa senden yetmiş desti parası daha alırım.
Gerçektende kıssanın başında da dedik ya, zamanın Gavs’ını bilmek feraset gerektirir diye, işte görüyorsunuz tamda ferasetin alası bu anlatılan kıssada gizlidir. Öyle ya, sofinin ferasetine kalsa nerden bilecekti desticinin Gavs olduğunu. Üstelik desticilerin huyları suyları da bir değil. Ki, biri yumuşak ‘Yunus’ meşrebli, diğeri ise celalli ‘Yavuz’ meşreblidir. Şimdi gel de bu pirincin taşını ayıkla ne mümkün. Aslında şu da var ki, zamanın Gavs’ını bilmek sofinin üstüne bir vazife de değil zaten. Sofinin bilmesi gereken husus gayet net açık ortada, o da mensub olduğu tarikatın adab usullerini bilip uygulamak olmalıdır. Uygularken bu arada gönlünü mürşidinin dışında başka alanlara kaydırmamakta esastır. Çünkü bir kalpte bir aslan yatar. Nitekim gönül yolu da bunu gerektirir. Düşünsenize bir evladın kendi babasının dışında bir başkasına evlat olmaya heves ettiğini, o insanın soyu sopuna ne derece sadık bir şekilde bağlı kaldığından söz edebiliriz ki. Bakın Rasulüllah (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Babalarınızdan yüz çevirmeyin. Kim babasından yüz çevirirse (soyunu başkasına dayandırırsa), bu küfür olur.” (Buharî, a.g.y; Müslim, İman, 113). Keza Allah Resulü (s.a.v) yine bir hadis-i şerifte ise “Kim bile bile babasından başkasına soy iddiasında bulunursa, ona cennet haram olur” (Buharî, Faraiz,29; Müslim, İman, 112, 114, 115) beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Madem öyle, soyca kendi soy kütüğümüzdeki cismani neseb bağımızı bilmemiz kadar, mensub olduğumuz tarikatın manevi soy ağacı diyebileceğimiz silsile-i şerifeyle olan bağlarımızı da bilmemiz icab eder. Ancak olur ya, belki aklımızın ucundan şu geçebilir; yukarıda zikredilen hadis-i şerif sadece cismani soy kütüğü ile alakalıdır, manevi soy ağacıyla ne ilgisi var diye. Evet, hadis-i şerifte her ne kadar cismani neseb soydan söz edilse de bu demek değildir ki bu hadis-i şerif manevi soy bağlılığını kapsamaz. Hem nasıl ki dinini inkâr eden dinsiz, soyunu inkâr edende soysuz olarak addediliyorsa, pekâlâ bir sofinin de mürşidinden başkasına muhabbeti kaydığında mensub olduğu tarikatın manevi soy ağacıyla hiçbir bağı kalmayacağından kral çıplak addedilmesi kaçınılmazdır. Ki, manevi bağlılık soyca bağlılıktan daha çok mühim güçlü bir bağdır. Nitekim bu hususta İbn’ul Fârız Yâiyye’deki 94. beyitinde: “Aşk yolundaki neseb bize ebeveynden olan nesebten daha yakındır. Bizim aramızdaki manevi nesep cisme bağlı olan nesepten daha yakın ve kuvvetlidir” (Bkz. Dîbâce, Dîvân İbi’l-Fârız, (thk. A. Mahmûd), s. 26) demekten imtina etmez de.
Evet, manevi neseb bağı öyle güçlü bir bağdır ki, ruhumuzun ihtiyaçlarını karşılayan manevi köprü bağdır dersek yeridir. Hele bu yolun yolcuları bu güçlü köprü bağın tadını ruhun derinliklerinde tatmaya görsün manevi babanın hakkı cismani babadan daha önde gelir demekten kendilerini alamaz da. Öyle ya, cismani baba evlatlarının maddi ihtiyaçlarını karşılarken, bir bakıyorsun manevi baba da habire manevi evlatlarının derdiyle dertlenip ahretlerini kurtarmaya yönelik her ne manevi reçeteye ihtiyaç varsa o ihtiyacı karşılamak için hemhal olmaktalar. Hemhal olmaya mecburlar da. Çünkü izini takip ettiği bizatihi Rasulullah (s.a.v)’in kendisi ümmetin kurtuluşu için habire çırpınıp duran bir Ümmet babasıdır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) kendisine tevdi edilen risalet vazifesinin sorumluluğunu üstlenir üstlenmez tüm insanlığı hak ve hakikat yoluna çağırır da. Derken bu çağrıya icabet edip “Ya Resulullah! Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız sana feda” diyenler kurtuluşa erdiler, icabet etmeyip yüz çevirenlerse helak olmuşlardır.
İşte görüyorsunuz manevi baba sevgisi sahabenin yüreğinde “Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız sana feda” yankı bulacak kadar çok güçlü bir bağdır. Sahabede yankı bulur da Gavs’larda yankı bulmaz mı? Elbette ki bir evliya Gavs’da olsa manevi soy ağaçtan beslenmektedir. Zaten ehli tarik bir zatın manevi soy ağaca olmaksızın Gavs olabilmesi adetullah dışıdır. İlla ki mensub olduğu tarikatın tasavvufi terbiyesinden geçip irşad edici bir kıvama gelmesi gerekir ki ‘Gavs’ olabilsin. Nitekim Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin babası Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni Hz.leri de Şah-ı Hazne (k.s)’ın silsilesinden beslenip maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu, manevi veraset bakımından da otuz yedinci durakta yer alan zamanın Gavs-ı Bilvanisidir. Bakın bu hususta Feyz Dergisinin Ekim-1995 sayısında Seyda Hz.lerinin halifelerinden Şeyh Molla Yahya el Abbasi el Haşimi Hz.leri ile yapılan bir röportajda bakın ne diyor:
“Gavs (k.s) zamanında biz Kasrik'te idik. Âcizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum. Oranın bir imamı vardı, adı Abdurrahman Erol idi. Tabii, Molla Abdurrahman resmi imam olduğu için Bitlis’e devamlı o gidip gelirdi. Bir gün Bitlis’ten geldiğinde müftü ile arasında geçen mevzuyu bana şöyle anlattı:
-Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdığında direk:
- Molla Abdurrahman diye seslendi.
Bende:
- Buyur kurban dedim.
Bunun üzerine bana şunu sual etti:
- Dün bana ahaliden Abdulhakim’e hemen herkes ‘Gavs’ diyor dediler. Hatta fikrimi sordular da. Peki ya, sen ne diyorsun bu hususta, o’nun Gavs olduğunu kabul ediyor musun?
Ben de cevaben:
-Vallahi de Gavs, Billahi de Gavs'tır. Gavs’ın ta kendisidir dedim.
Evet, Gavstır dedim demesine ama Molla Abdulkerim bu cevabımı hayretle karşılayıp bana şöyle sitem eder:
-Sen nasıl olurda ona Gavs diyorsun, üstelik sen bu kadar ilme sahipte birisin.
Bunun üzerine:
-Efendim, sinirlenmeyin, hele bir sakin olun, istersen ben sana onun Gavs’lığını ispat edeyim.
O da:
-Nasıl yani?
Cevaben:
-Efendim her şey gayet net açık ortada, Bakınız ben otuz seneden beri Bitlis'teyim, ilmim de çok iyidir. Her cuma ben camide konuşurken en azından Ulu camide beş yüz ile bin kişi arasında beni dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetini söylüyorum. Fakat gel gör ki dışarı çıktığım zaman kendimden başka hiç kimse yanımda yörem de kalmıyor. Benle beraber kalan sadece bastonumdur. Anlayacağın beni takip eden yok. Ama Şeyh Abdulhakim öyle değil, bakın kendisi bir köyde oturuyor. Üstelik köyde bir dağın eteğindedir. Köyün ne telefonu var, ne telgrafı, ne de mektubu, Yani, hiçbir şeyi yok. İşte onca imkânsızlıklara rağmen bir bakıyorsun her daim etrafında elli-altmış-yüz sayıda kişi hiç eksik olmuyor. Muhakkak bu gelen insanları oraya getiren bir kuvvet var. Ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar âlim etrafına toplanamaz zaten. Demek ki, zahiri âlimle maneviyat âlimi arasındaki fark budur. Manevi âlim terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna mazhar olmuş ki, Allah'ta (c.c) insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor.“
Hâsıl-ı kelam, fazla söze ne hacet, Allah rahmet eylesin Seyda Hz.lerinin Halifesi Şeyh Molla Yahya El Abbasi El Haşimi (k.s) röportajında şahit olduğu bir anekdotla meramımızı ziyadesiyle dile getirmiş zaten. Bize sadece her devirde var olduğuna inandığımız Gavs’ların her birini yâd etmek düşer.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3765/her-zamanin-bir-gavsi-var