ORTADOĞU VE TÜRKİYE

ORTADOĞU VE TÜRKİYE

ALPEREN GÜRBÜZER

Ortadoğu deyince akla Bağdat Musul ve Basra gelir. Osmanlının bir dönem üç vilayeti olması hasebiyle oraların adı anılınca, ister istemez gönüllerimizi hicran kaplar. O ihtişamlı üç vilayetimizin yerini haramilerin üşüştüğü, üzerinde karabulutların kalkmadığı coğrafyaya dönüşmüş durumda. Artık konuşan medeniyet değil, susmayan bombalar, silahlar ve füzeler adeta.
Osmanlı’yı alaşağı ettikten sonra İngilizlerin entrikalarıyla bu topraklar bizden koparılarak 1922 yılında Irak’a benzer vaziyette bir sürü suni ülke kurdular. O gün bugündür Ortadoğu deyince akla kan revan geliyor. Problemlerin diz boyu, anaların gözyaşlarının zirveye ulaştığı, kaynayan kazanın adıdır Ortadoğu. Bu topraklar aynı zamanda emperyalizmin cirit attığı her türlü senaryoların sahneye konulduğu ve güç gösterilerinin merkezi alanı haline gelen bir çıkmaz içindedir. Onu bu halden kurtaracak yeni bir Osmanlıya ihtiyaç var sanki. Beyaz adam buralara barış getiremediği gibi kendisini de içinden çıkamayacağı bataklığa çevirdi üstelik.
Osmanlının cihangir devlet olmasında en büyük paylardan biri de Ortadoğu’ya sahip olmasıydı. Bu yüzden cihan hâkimiyetine giden yolun ilk basamağının Ortadoğu olduğunu söyleyebiliriz. Uzak ülkelerin adamı olan ABD’nin buralarla alakadar olmasıyla birlikte bu bölgenin önemi bin kat daha da artmaya başladı. Yani Türkiye’nin yakın komşularına gösteremediği alakayı, bin misli fazlasıyla ABD gösteriyor. Bu yoğun ilginin ardında yatan ana neden dünya hâkimiyetinin sürdürülmesinde Ortadoğu’nun kilometre taşı görevi yapmasıdır.
Beyaz adam çıkarları uğruna Ortadoğu’dan ısrarla çıkmamakta direnmeye devam ediyor. Biliyor ki cihan hâkimiyetine giden yolda Ortadoğu can simidi. Bu yüzden ekonomik getirisi büyük olan bu topraklarda petrol kokusu aldığı günden beri elini ayağını çekmedi çekmeyecek te, bu sevdadan vazgeçmeyecek gibi de. Çünkü petrol rezervlerinin büyük bir bölümü bu alanı kapsıyor. I. Dünya Savaşından sonra Ortadoğu ile ilgilenen iki ülkeden biri İngiltere, diğeri de Fransa idi. O yıllarda sanayileşmenin can damarı olan paha biçilmez petrolün kıymeti fark edilince, ister istemez mercekler Ortadoğu’ya çevrilmişti. Önce Osmanlıyı tarih sahnesinden silme ile işe koyuldular, sonrada bu ikili süper güç ele geçirdikleri pastayı kendi aralarında paylaşma yoluna gittiler.
Yakın tarihte İngiltere’nin petrol senaryolarında oynadığı rolü, bugün Amerika üstlenmiş durumda. Amerika hayatını ve geleceğini İsrail’in güvenliğine bağladığı için bu konuda kılı kırk yararcasına titiz davranmaktadır. Nasıl ki İsrail’in Ortadoğu’da çıbanbaşı olarak kalması geçmişte İngiltere için ne kadar önemli idiyse bugünde Amerika için de İsrail’in petrol çıkarlarının gereği korunması çok bir mühim yer teşkil eder. Anlaşılan Ortadoğu’da dengelerin altüst olmaması açısından İsrail’in diğer ülkelerden apayrı özel bir konuma alınmış. Bölgenin müttefiki konumda Türkiye ise Amerikanın menfaatlerine ters düşmediği müddetçe uluslar arası ilişkileri stabil, aksi durumda ise Amerika ile ilişkilerimiz med-cezir misali gelgit hali şeklinde seyrediyor. Yani diplomasi girişimlerimiz nötrdür. Bir başka ifade ile gücümüz daha henüz zirveye oturmamışlığın yansıması olsa gerek şimdilik uluslar arası arenada ne iyi ne de kötü durumdayız.. Ülkemiz Ortadoğu denkleminde her zaman ihtiyaç duyulan ülke, ama bize biçilen misyon Amerikanın iradesi doğrultusunda olması arzulanır. Fakat ara sırada olsa ‘one minute’ deyip bu salvoyu atlatmak gerek. Her şeye rağmen bölgede her geçen gün dış politik manevralar, ülke menfaatleri ve anlayışlar değişmekte ve yeni unsurlar devreye girmektedir.
Elbette Türkiye güç dengeleri arasında elini kolunu bağlamamalı, mutlaka Ortadoğu denkleminde inisiyatif almalı. Bir kere Amerika’ya ve komşu ülkelere şu intibayı uyandırmamız gerekiyor; bu işin Türkiyesiz olamayacağını.
Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte tek kutuplu hale gelen dünyamızda Amerika’nın dünya jandarmalığına tek başına soyunması ve kendisinden başka hiçbir gücün olmadığını izlenimini ülkelere kabul ettirse de Fransa, Rusya ve Çin gibi devletler tarafından bu durum rahatsızlığa yol açmıştır. Çünkü Amerika’nın her başkan seçimi öncesinden Ortadoğu’ya çıkarma yapması zihinlerde kuşku uyandırıyor. Amerikan başkanları şahsi menfaatleri icabı bu politikalarla güç kazanmaya çalışıyor olsalar da kaybeden hep Amerika oluyor. Bu konuda sadece İngiltere’nin desteği var Amerika’ya, fakat diğerleri bu gidişattan rahatsız.
Ya Türkiye! Maalesef Türkiye Özal ve Tayyip Erdoğan dönemi hariç bu bölgede kendi dış politik rolünü ve tarihi misyonunu iyi oynamadığı için ağırlığını başkalarına kaptırıp, İran’ın etkinliği artırıyor habire. Sanki İran bu konuda komşu ülkelerimizin dışa karşı sesi, dolayısıyla bu durum bizi ABD’ye sürekli bağımlı kılmamıza neden oluyor. Yinede her şey bitmiş değil, tarihten gelen sorumluluğumuzu iyi bilirsek, kaynayan kazan durumda ki Ortadoğu’da güç dengesi olabiliriz yeniden. Daha henüz Ortadoğu’da domino taşları yerli yerine oturmuş sayılmaz, önümüzdeki günler daha çok şeylere gebe gibi. Aslında Türkiye’nin batı yakasında Balkanlar, doğu yakasında Kafkasya ve bu iki yakanın ortasında Ortadoğu var olduğu sürece stratejik gücümüz hep hatırlanacak elbette. Nitekim her iki Körfez savaşında da, Türkiye gündemin ana merkezine yerleşmişti. Etrafımızda meydana gelen gelişmelerin Türkiye’yi anında doğrudan ilgilendirdiğini ensemizde hissetmenin yanı sıra tarihten gelen gücümüzün de farkına varmamızı sağladı. İran dış politikada her ne kadar aktif gibi görünse de hiçbir ülkeyle uymayan doku uyuşmazlık özelliği yüzünden dış siyasette şimdilik başarılı olması pek mümkün gözükmüyor. Çünkü İran hem kendini savunmaya yönelik adımlar atıyor hem de düşüncelerini de diğer ülkelere yaymaya çalışıyor, bu durum tabi olarak dış ilişkilerde tepki meydana getiriyor. İran’ın devrim ihraç etme hesaplarını kendi coğrafyası dışında sürdürmeye çalışması gözlerden kaçmıyor. Bu yüzden Türkiye hem Osmanlı’dan miras kalan engin hoşgörüye dayalı yapısı sayesinde komşu ülkelere göre konumunu avantajlı kılıyor hem de İran modelinden etkilenmemesi açısından dış dünyada itibarını her geçen gün daha da artırıyor. Aynı zamanda İslam ülkeleri nezdinde iyi bir örnek teşkil ediyoruz da. Bu durum İran’ı Türkiye’nin varlığından rahatsızlık duymaya ittiği gibi, uluslar arası arenada kendisini zor duruma soktuğu da gözlerden kaçmıyor. İşte bu gerçeklerden hareketle Türkiye konumunu bir kez daha gözden geçirmesinde fayda var diye düşünüyoruz. Mutlaka ülkemiz bölgede ağırlığını ortaya koymalı ki hem Ortadoğu hem de insanlık rahat nefes alabilsin.
Hatırlarsınız Amerika bir zaman bölgede bazı ülkeleri terörü destekleyenler olarak ilan ederken, Suriye’yi bundan müstesna tutmuştu. Neden acaba hiç düşündünüz mü? Cevabı gayet basit, çünkü Ortadoğu’da petrol çıkarları gereği Suriye’ye bir süreliğine de olsa göz yummanın getireceği ranttan dolayıdır. Oysa biz biliyoruz ki ABD bölgede barış sağlamak için çifte standart uygulamalarına son vermedikçe dünyada inandırıcılığını yitirebileceği gibi her geçen gün anti - Amerikan cepheyi genişleteceği de muhakkak.
Ortadoğu’da izlenen siyaset şimdilerde önce güvenlik, sonrada barış stratejisidir. Gerçi bu siyaset Türkiye’nin lehinedir. Bilindiği gibi güvenlik meselenin ortaya çıkmasıyla birlikte bir dönem Golan Tepeleri ve su meselesi gündeme gelmiş, bu sayede Türkiye’nin önemi bir kat daha artmıştı. Fakat Ortadoğu’da yapılan zirve bu durumumuza gölge düşürmüştü. Aslında bu zirve terörü önleyecek zirveden ziyade siyasi karar niteliğinde idi. Nitekim bu yapılan zirve barış sürecinin devamını sağlamaktan çok Suriye ile barışık kalarak Peres’in tekrar İsrail’de seçilmesini gerçekleştirmeye yönelik olduğu anlaşılmıştır. Derken İsrail’in başına Netenyahu’nun gelmesiyle toprağa karşı barış sloganı suya düşmüştür. Nitekim de Netenyahu işbaşına gelir gelmez bütün Arap âlemini karşısına alamayacak politikaları devreye sokarak, güvenlik meselesini ana strateji olarak benimsenmiştir.
Zirve üstüne zirveler yapılması Orta doğunun dünya denkleminde ne derece mühim bir konumda olduğunun gösteriyor. Zira Ortadoğu’da terör zirvesi adı altında Mısırda bir zirve gerçekleştirilmiş ve ardından Tel Aviv ve Kudüs’te ardı ardına atılan bombalarla altmış kişinin ölmesi sonucunda barış girişimleri fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu durumdan ciddi rahatsızlık duyan Amerika’yı başka hedeflere yöneltmişti. Ortadoğu’da cereyan eden bu hadiselerin iki boyutu var tabiî ki. Birincisi; enerji, ikincisi de İsrail devletinin bu bölgede varlığıdır.
Libya, İran ve Irak’ın petrol üreten ülke olmaları, yönetici kadroların Amerikan politikalarıyla örtüşmemesi durumunda bu ülkeleri ambargo tehdidi ile karşı karşıya getirmiştir hep. İşte bu tür alicengiz oyunu niteliğindeki üç bilinmeyenli denklemden Ortadoğu’nun karmaşık yapısında alnımızın akıyla çıkacak usta politikalara ihtiyacımız var. Bu noktada komşularımızla biryandan iyi geçinirken, diğer yandan da ucuz kahramanlık eğilimlerine kapılıp da batıyı da karşımıza almakta doğru adım olmayacaktır. Tarihte batı ile ihtilafa düştüğümüz dönemler incelendiğinde İran’ın bizim üzerimizde gizli bir zorlamalarının emarelerini görürüz. İran’ın batıya ilerleme hevesi herkesçe biliniyor, ama karşısına hep engel olarak Türkiye’nin gözükmesi hesaplarını alt üst etmiştir, hatta Irak-İran savaşının çıkmasının sebebi hep bu düşünce içerisinde yatan birtakım hesaplardan (batıya açılma) kaynaklanır. Diğer yandan bir zamanda Suriye apayrı bir baş ağrımızdı. 12 Eylül sonrası PKK’nın Suriye’de konuşlandırılması, Türkiye’yi maliyeti büyük, hatta adı konulmayan savaşa itmişti. Neyse ki Tayyip Erdoğan hükümetleri döneminde Suriye ile ilişkilerimiz olumlu havaya dönüşmesiyle eski yaralar hızla sarılmaya başlanan bir döneme girildi.
Hiçbir ülkenin politikası tarihinden, coğrafyasından ve kültüründen bağımsız olamayacağı gerçeğinden hareketle yeniden Ortadoğu politikamızı gözden geçirmekte ülkemiz adına sayısız yararları var. İsrail’in senelerdir İslam âlemi ile kavga halini göz önünde bulundurduğumuzda Ortadoğu’da yüzyıllarca oynadığımız rolümüze dönmenin zaruri olduğunu hissediyoruz her geçen gün. Çünkü bu misyonumuzun gereğidir. Osmanlıyı reddetmeye kalkışmamalı ve o misyonumuzun devamında fayda görüyoruz. Zaten olaylar biz istemesek de bizi o yöne doğru sürüklüyor. O halde yaşanan olaylara kayıtsız kalamayacağımıza göre, süper güç ABD’nin çantada keklik gördüğü Türkiye yerine, ABD ile uyumlu, fakat şahsiyetinden taviz vermeyecek tarzda uyumluluk içerisinde bulunmamız gerekiyor. Yani, ülke çıkarlarımıza zarar gelmeyecek biçimde diyalog kanalları açmalı. Türkiye bir kere ABD ile ilişkilerde İsrail denklemini de hesaba katarak, yeniden siyasi manevra alanları açıp gücümüzü uluslar arası arenada göstermeli, körü körüne ABD’ye teslimiyet esasına dayalı politikalara da son vermeli. Bölgede İsrail’in kutup başı mülahaza edilmesi yerine çıbanbaşı olduğu gerçeğinden hareketle, komşularımız nezdinde ki ağabey konumumuza gölge düşürmemeli.
İsrail’in Suriye üzerinde sürekli Lübnan’ın yapısını tehdit ediyor olmasını görmezlikten gelemeyiz. Neyse ki İran’ın varlığı sayesinde Suriye bir nebzede olsa nefes alabiliyor. Anlaşılan odur ki İsrail ülküsünü Nil’den Fırat ötesine göre ayarlamış ve meclisinin kapısına yazmış bile. Dolayısıyla politikalarımızı İsrail’e endekslemek yerine, Ortadoğu da ağabey fonksiyonumuza göre ayarlamak bizim için en doğru politik yol olsa gerektir.
Abdülhamit Han usulü diplomasi örneği gösterecek politikalar belirleyebilirsek Ortadoğu o muhteşem günlerimize yeniden dönebiliriz pekâlâ. Neden olmasın ki?